13 Ekim 2015 Salı

YA BENİMSİN, YA TOPRAĞIN

Bu yazı 25 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Benim neslim Arabesk şarkılar ve filmlerle büyüdü. Arabesk sanatçılarımız sadece kaset çıkarmakla kalmaz, başrolde oynadıkları dram içerikli filmlerle de acıları zihnimize resimli notalar halinde kazırlardı. Birçok Yeşilçam filmi, şarkılarda dile getirilen acıların vücut giymiş haliydi âdetâ. Çalıştığım atölyelerde bir yandan çıraklık yaparken diğer yandan da arabesk hayatın raconlarını öğrenirdim. Usta abilerimizin ‘’Ya benimsin, ya toprağın’’ vb. şarkılara efkârlı tavırlarla eşlik edişlerini ‘ne de çok dertleri varmış’; ya da ‘bu ne aşk acısıdır kardeşim’ şaşkınlıkları ile izler bir yandan da gülerdik.

Kamyonların ve minibüslerin arkalarında okurduk bu şarkı sözlerini hep. Özellikle, ‘’ya benimsin, ya toprağın’’ sözü alıntıların en meşhûrları arasındaydı. Nereye gitsek acılarımız hatırlatılıyordu bize. Ya da hep acı çekmemiz gerekiyormuş gibi bir hâlet-i ruhiye içinde dolaşıyorduk. Sonra şarkılardaki gibi yaşamaya başladık. Acaba biz mi şarkıları yapıyorduk, yoksa onlar mı bizi şekillendiriyorlardı… Ama bir nesil böyle büyümüştü. Fakirlik, cehâlet, siyasî ve ekonomik sıkıntılarla, gittikçe daha da arabeskleşen bir toplum olduk sonra. Ardından pop şarkıcıları türemeye başladı. Onlarda da durum çok değişmedi. Mesela Tarkan, ‘’Eninde sonunda benim olacaksın/Hadi naz yapma/Sevgiyi, aşkı bende bulacaksın…/Bıktırma, usandırma/Yeter beni kızdırma/Gel artık kollarıma’’ derken aynı duyguları seslendiriyordu aslında.

Zamanla gerçekten de ‘ya benimsin, ya toprağın’ ve ‘’benim olacaksın… yeter beni kızdırma’’ diyen insanlar türedi aramızda. Elde edemiyorlarsa ya zorla elde etme yoluna gidiyorlar ya da hile ile temin etmeye çalışıyorlardı. Bizi sevmek ve kabullenmek zorundaydı etrafımızdaki insanlar. Yoksa biz sevdirmesini bilirdik!

Fikir alanına da yansıdı bu durum. Fikirlerimizi de herkes benimsemeliydi bizim. Böylece insanlar birbirlerinin fikirlerine de hükmetmeye başladılar. Herkes herşeye sahip olmak istiyordu; hakikatı yalnız onların düşünceleri temsil edebilirdi. O yüzden fikirlerimizle de onların olmalıydık. Onlarla tartışmak haddimize değildi. Onların karşısında herkes susmalıydı, yoksa ‘haddini bil!’ narası atıp sustururlardı bizi. Gitgide birbirine sürekli ‘had’ bildiren bir toplum olmaya başladık.

Rejimleri bile böyle koruduk biz hep. İnsanları iknaya, eğitmeye ne tahammülümüz ne de zamanımız vardı. Biz toplumdaki herkes için en iyisini zaten düşünüyorduk. Kemalist refleksler hep öyle gelişti. Sol da buna çok meyilliydi. Şimdi üniversite hocası olan bir arkadaşıma üniversite yıllarında; insanlar sizin, yemekhânedeki fiyat artışına karşı düzenlediğiniz eylemi desteklemiyor diye neden girerken sözlü taciz yapıyorsunuz ve girmelerine engel oluyorsunuz diye sormuştum. Aldığım cevap ilginçti: ‘’Onlar [halk] kendileri için neyin iyi olduğunu bilemezler, o yüzden bizim dediğimizi yapmalılar!’’

Yıllar geçti… Şimdi de demokrasi ile iktidar olan İslâmcı bir hükümetin; sizin için en iyisini ben düşünüyorum, siz 7 Haziran’da koalisyon dediniz ama sizler bizim tek başımıza iktidarımıza muhtaçsınız, hatta bu seçim-meçim ‘’hız kesiyor’’ o nedenle de güçlü bir başkanlık olmalı, millî irade bunu istiyor! şeklindeki tavırlarını izliyoruz. Sonra bu partimiz bir anda kendisini İslâmın temsilcisi! ilân ediyor ve diğer cemaât ve tarikatlarden biat istiyor. Bülent Arınç çıkıyor; ‘’biz varsak siz de varsınız’’ diyor; binlerce yıllık tasavvufî ve sünnî gelenekleri 13 yıllık bir parti geçmişine hapsederek…

Kürtler, Alevîler, azınlıklar, Cemaâtler, fakirler, işciler… nedense kendileri için iyi olanın ne olduğunu hiç bilemezler; hep devletimiz bilir. ‘’Bu ülkeye sosyalizm gelecekse onu da biz getiririz’’ diyen devlet adamlarımız vardır bizim.

Bizden daha akıllı ve üstün olduğunu düşünen herkesin ‘ben ne dersem o!’ tacizleri ile geçiyor günlerimiz. İki zıt fikir hiç bir zaman tartışamıyor bir arada çünkü benim ülkemin insanı öğrenmek için değil kendi ‘kutsal’ görüşünü karşıdakine kabul ettirmek için tartışıyor. Çocuklarımızın, eşlerimizin bizim ulu fikirlerimiz karşısında söz söylemeye ne hakları ne de hadleri vardır. Zira biz onlar için zaten en iyisini düşünüyoruzdur. Hatta şimdilerde; ‘sen hâinsin, ajansın diyorsam öylesindir!’ küstahlıklarını dinlemekle geçiyor günlerimiz.

‘’Ya benimsin, ya toprağın’’ refleksi yakamızı bırakmıyor hiç. Bir gölge gibi takip ediyor hepimizi. Ülkemizde işlenen bir çok kadın ve aşk cinayetinin bile temelinde bu sosyo-psikolojik algıların yansıması yatar. Halkını duygusal olarak sürekli taciz eden bir devletin evlatları evlerinde, kahvehâne köşelerinde ya da meydanlarda aynı şekilde davranır gücünün yettiğine. Bir maçtaki pozisyon faul mü değil mi tartışması bile ölümle bitebilir garip ülkemde. Çünkü ‘ben yanlış görmüş olabilirim’ demek bile kaybetmektir, erkekliğe yaraşmaz. ‘Ben faul dediysem fauldür.’ Karşımdakini döverek kanıtlarım bunu da.

Devlet tarafından sürekli aşağılanan insanlar sürekli zafer kazanmak zorundadırlar; özgüvenlerini korumak, kimlik oluşturmak ve benliklerini oturtmak için. O yüzden hiç bir tartışma kaybedilmemeli, kendi fikrin hiç kimse tarafından eğilip bükülmemelidir. Arkadaşın, eşin, tanımadığın bir insan… Farketmez! ‘Koduk mu oturturuz biz!’ Her zaman sözün en sonunu, en özünü, en bilimselini, en doğrusunu biz söyleriz. Beğenmiyorsa cevabımız hazırdır: ‘Ya sev, ya terket!’

Böyle bir ülkede siyasi partiler rakiplerinin her yaptığını eleştirmek zorundadırlar. Bunun içinse tek ve güçlü bir liderin nasıl düşüneceklerini onlara söylemesi gerekir. Hiç bir partinin diğeri hakkında ‘’şunu iyi düşündü ama böyle olsa daha iyi olurdu’’ dediğini bile duyamazsınız. Doğru ya! Biraz hoşlansak karşıdakinin fikrinden o zaman ‘mutlak lider’ anlayışımız zedelenmez mi? Kendi tabanını koruma adına gereklidir bu her ne hikmetse. Bu yüzden her türlü politik kurnazlık ve siyasi manipülâsyon tezgahlanır sinsice.

Zaman ilerledi. 2015’li yıllarda bir Sarayımız oldu. ‘Ben anayasal bazı sınırları çiğniyor olsamda sizin için en ideal olanı bildiğim ve fiilî olarak zaten en güzel Cumhurbaşkanlığını yaptığım için gelin bunun adını koyalım, gerekli kanuni düzenlemeyi de yapalım, adına da başkanlık diyelim’ şeklinde düşünen ve bu uğurda gerekli manipülâsyonları da yapan bir zihniyet tarafından yönetiliyoruz. ‘’400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” deniyor meselâ. Vermeyince de ‘’millet kaosu seçti!’’ deniliyor; ardından anîden terör patlıyor ve hergün şehit haberleri alıyoruz. Tıpkı bir kadına önce zorla sahip olup sonra da ‘benden daha iyisini mi bulacaksın, gel evlenip adını koyalım’ demek gibi birşey.

Şimdi soracaksınız; eskiler yukarıda örnek verdiğin arabesk ve pop sözleri ile yetişti de şimdinin yeni nesilleri hangi şarkılarla büyüyorlar diye. O zaman ‘’AKP‘ye oy vermeyen şerfsizdir!’’ diyen AKP’li şarkıcımız Nihat Doğan’ın şarkı sözleri ile bitireyim. Kim bilir belki de bu sıralar Saray’da bu fasıllar söyleniyordur hep bir ağızdan:

‘’Tuttuğumu deli gibi koparırım ama
İyilikle olmazsa vallahi zorla

Benim olmazsan taciz ederim
Bana gelmezsen yer bitiririm
İnadım inat bunu biliyorsun
Benim olacaksın sana yemin ederim.’’