29 Ocak 2016 Cuma

HATEMi RÖPORTAJI, GAZETECİLİK ve CEMAAT

Bu yazı 28 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Aksiyon dergisinde yayınlanan Hüseyin Hatemi röportajı tartışma yarattı. Hatemi, 17-25 Aralık sonrası süreçte Erdoğan ve AKP’ye ait Havuz medyasında etkin olmuş bir isim ve söylemleri ile bugün Cemaat aleyhine oluşturulmaya çalışılan negatif imajın ve suçlamaların bir parçası. İslamcı kesimlerde ağırlığı olan bir isim. Sonradan yetme; tamamen para, hırs, şöhret ve makam için kulağına çalınan her iftirayı yazacak tiplerden değil. Yaptığı suçlama ve Cemaat nazarında iftira niteliği taşıyan söylemlerini daha çok ideolojik ve duygusal bağlar nedeniyle yapabilecek bir isim. Ayrıca Cemaat’in, toplumu uyarmaya çalıştığı İranlaşma eğiliminin aksine, Hatemi İran sevgisi olan ve bunu ifadeden de çekinmeyen bir kişi. Çoğu kimse tarafından ‘İrancı’ olmakla dahi suçlanıyor.

İşte böyle bir isimle bir roportaj gerçekleştirdi Aksiyon dergisi. Emre Uslu, Cemaat’e bu kadar hakaret, iftira vb. söylemlerde bulunmuş bir isme mikrofon uzatılmasını sert bir dille eleştirdi ve bu röportaj ile onun görüşlerinin meşrulaştırılmış olduğunu iddia etti. Ona göre bu ‘’ilkesiz’’ bir hareketti ve yanlıştı.

Ardından Tuncay Opçin, Uslu’ya aynı sertlikte ancak ilke noktasından değilde habercilik yönünden karşı çıktı. Alevlenen ortamda gelen tepkilere baktığımda, genellemek zor olsada, üç tip görüş eğilimi gözlemledim:
  1. Grup: Uslu’nun eleştirisini sert bir üslüpla gündeme getirmesi belli bir kesimde ani, duygusal bir tepki oluşturdu ve Opçin’in bir bakıma ilk anda imdada yetişen ve ‘habercilik’ üzerinden yaptığı ‘röportaj yerinde ve güzel’ görüşü etrafında, toplanmalarını sağladı. Daha sonra mesela Hasan Sutay da habercilik yönüyle bu gruba dahil oldu. Ancak bu grup kapsamında tepki veren çok kişinin, Uslu’nun ifadesindeki genellemeden incinerek ve eleştiri kabul edebilirlik süzgeçlerine göre tepki verdiklerini düşünüyorum. Farzı muhal; mesela ben Emre Uslu’nun imaj danışması olsaydım ve benim önereceğim şekliyle ilk çıkışını yapsaydı; bu gruptaki çok kişinin Uslu’ya kısmi veya tamamen hak vereceğini düşünüyorum.
Zaten Cemaat tabanındaki ‘Uslu eleştirilerine’ bakış ve algılayış genelde şu eksendedir: Çoğunlukla üslubuna ve eleştirilerine takılıp sevmeyenler; severek takip edenler veya dediklerine tam katılmasada dikkat kesilenler. Bunlar da ikiye ayrılır: Üsluba çok aldırmayan veya üzülsede; adamın haklı olduğu noktalar var; ama şu nüanslar da var, onlar açısından bakamaması normal diyenler ile iyi söylüyor ama tüm Cemaat de böyle dövülmez ki, bu kadar da genellenmez ki; bu haksızlık şeklinde bakanlar. Konuya güzel bir yazıyla değinen Yeniyön’den Fuat Baran, Uslu’nun ‘ilke’ noktasında yaptığı uyarıyı haklı bularak onu savundu ama seçilen üslup noktasında bu son bahsettiğim bakışa işaret etti. Bu grup içerisinde Emre Uslu’ya ve bana verilen bazı tepkilerden çıkarabildiğim kadarıyla kafası karışık bir kesim daha vardı. Onlar, konuyu röportajın ‘habercilik’ değeri veya Uslu’nun ‘ilkeli olma’ noktasından değil de, daha imgesel bir düşünce tarzını temsilen, ‘affetme’, ‘muhabbet fedailiği’ gibi birtakım sloganik söylemler üzerinden ifade etmeye çalışıyorlardı. Arada küstahlaşan birkaç kişi olsa da onlarda da ‘konu kapansın artık’ telaşını görüyordum.
  1. Grup: Röportajı kısmen veya tamamen hatalı bulan ama Uslu’nun tercih ettiği Cemaat’in tümüne hitab eden üslubu tasvib etmeyen bir kesim de vardı. Ihsan Yılmaz her iki tarafın da haklı olduğu yönler olduğunu ifade eden ancak tartışmadaki üsluba dikkat çeken bir mesaj attı.
  2. Grup: Renk vermemeye çalışarak tartışmayı uzaktan izleyen; muhtemelen her iki tarafta da haklılık payı bulduğu halde konuyu fazla deşmek istemeyen, uzatılmamasını isteyen bir grup.
Ben şahsen şu görüşteyim:

Evet, Uslu çok daha stratejik bir üslup tercihi ile endişesini daha çok kişiye hissettirebilirdi. Bu bağlamda onun ‘Cemaat de ilkesizlik’ tarzındaki ifade tercihini ‘daha sistematik ve istikrarlı bir ilke, bir tavır belirleme ve o şekilde yayın politikası ve savunma stratejisi izleme’ olarak ifade etmeyi daha uygun buluyorum.

Cemaat’in üzerine bu kadar haksızlıkla, adice, çirkefçe, hukuksuzca gelindiği; Havuz yazarlarının ve Hükümet çevrelerinin sakız çiğneme rahatlığında ve mahalle kadınlarının dedikodu ağzıyla Cemaat’e her gün iftiralar atıp, hakaretler ettiği; delilsiz suçlamalar yaptığı ve bunu yaparken de bir nebze olsun utanmadıkları böyle bir dönemde o çevreden önemli bir isme mikrofon tutulması salt başına habercilik refleksi ile değerlendirilemez. O insanların iftiraları yüzünden sizin kardeşleriniz, eşleri, çocukları ölmüş, sürülmelere, yargısız tutuklamalara uğramış, mallarına el konmuş ve maddi zorluklara maruz kalmışken ve tüm bu yaralar insanlarınızın gönlünde taze bir yara olarak duruyorken, buna zemin hazırlamış birisine haber derginde görüş imkanı tanımak normal değildir. Çünkü normal zamanlardan geçmiyoruz! Benim ilk tepkim, diğerlerinden farklı olarak ve bir eğitim uzmanı olarak, röportajın içeriğini bu çizdiğim süzgeçten geçirerek kalite ve fayda noktasında analiz etmek oldu.

Opçin gibi bir yılların gazetecisi için Hatemi’den, içinde birkaç AKP eleştirisi ve Erdoğan göndermesi olan birkaç ifade koparabilmek değerli habercilik olarak görülebilir. Doğruluk derecesi de vardır bunun. Ancak sadece yukarıdaki ‘anormal şartlar ve yaralar’ açısından değil; röportajın kalitesi ve habercilik değeri noktasından da Opçin’e katılmadığım bazı noktalar var.

Ama öncelikle altını çizmeden geçemeyeceğim bir hususu belirteyim. Opçin’in yapılan haberciliği savunurken kullandığı dili de hiç tasvip etmiyorum. ‘Gazeteci değilseniz susun’, ‘haddinizi bilin’ tarzı yaklaşımların kimseye faydası olmadığı gibi bu doğru da değil. Veya ‘haberi onaylayan 20 küsür yıllık gazeteci, sen kimsin’ tarzı kıyaslamalar da aynen o şekilde. Bugün Türk medyası yıllarca tecrübeye sahip kişilerce temsil ediliyor ama meslek ilkeleri, üslup, kalite vb. birçok noktada yerin dibinde geziniyorlar. ‘Meslekten olmayan sussun’ tarzı yaklaşımlar, bugün bir çok meslekte fasit daireler ve başarısızlıklar oluşturan mesleki enaniyetlerin oluşmuş olmasının nedenidir ve yanlıştır. Bu konuya farklı bir yazıda devam edelim.

‘Haber değeri’, gazetecilerin veya yayın yönetmenlerinin tekelinde olan bir husus değildir. Tartışmaya açıktır. Fakat konumları gereği yayın yönetmenlerinin sorumluluğunda ve yetkisindedir. Bu yüzden de yanlışlıklara veya eksik bakış açılarına maruz kalabilirler. Yıllar önce ABD’de bir editörü aramış ve yeni kurulan Fen, Matematik ağırlıklı eğitimde model olacak olan bir devlet okulunu haber yapması için konuşmuştum. ABD’de bu alanlarda kalite çok düşüktür ve sistem bir çözüm arayışındadır. Hele bir de bu okul fakir zencilerin yoğun olduğu bir bölgede açılıyorsa bu toplumun daha da ilgisini çeker. Ancak eğitimden hiç anlamadığına vakıf olduğum bu ‘tecrübeli’ editör bunun bir haber değeri olmadığını söylemişti bana. Bu kişisel tercihiydi ve toplumun ihtiyaçlarını okuyamayan bir bakış açısıydı.

Ayrıca bir yayın yönetmeni ne kadar tecrübeli olursa olsun bazı olaylara sırf gazeteci refleksi ile yaklaşmak yeterli olmayabilir. Gazetelerine yarı çıplak kadın resmi koyarak toplumsal bir ihtiyaca cevap edeceğini ve satışlarını artıracağını düşünen yayın yönetmenleri de meslekte 20 yılın üstünde tecrübeye sahip kişilerdi. Ergenekon davaları sürecinde birkaç hususta daha farklı gazetecilik tavrı sergilenebilirdi diyerek eleştiri yapan Cemaat’e yakın bazı gazetecileri de unutmamak lazım. Geçmişte Cemaat medyasında mikrofon tutulan, ekranlara taşınan, isimleri parlatılan her isim de doğru bir tercih değildi. Nitekim A. Turan Alkan ve Ali Bulaç bir televizyon programında bu hataya işaret etmişlerdi.

Özellikle anormal süreçlerden geçen ve haksız iftiralara ve saldırılara maruz bırakılan bir Cemaat medyasında böyle bir karar merciinde iseniz işiniz daha da zor. Duygular hala yaralı iken o yaraların oluşmasına acımasızca katkıda bulunmuş bir isme Uslu’nun tabiriyle ‘mikrofon uzatmak’ haber değeri olsa bile ‘gerekliliği’ ve ‘fayda’ boyutunu haberciliğin önüne çıkarır. Yaptığınız şey habercilik başarısı olabilir ama doğru olmayabilir. Yıllar önce açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun başında bekleyen akbabanın resmini çeken tecrübeli fotoğrafçı ödül almıştı. Medya’ya göre bu bir başarı idi. Ancak sonradan bu habercinin vicdanı ağır bastı ve ölüme terkettiği o çocuğun acısı onu kendi intiharına sürükledi.

Bazen attığınız her ok hedef tahtasında 5’i vurabilir. Bu bir istikrardır ve o anlamda bir başarıdır; hatta bu güzel bir haber bile olabilir. Ancak bu reel planda bir başarı değildir çünkü hedef 12 olmalıdır. Erdoğan’ın etrafına belli saiklerle çöreklenmiş ve her emredilen iftirayı bir silah gibi köşelerinde acımasızca kullanan kişilerden birinden, hükümeti eleştiren birkaç cümlelik eleştiri ifadesi koparmak habercilik anlamında başarı olarak görülebilir. Belki de öyledir. Fakat bu aynı zamanda o kişinin görüşlerine değer verdiğiniz, ondan gelecek birkaç eleştiri cümlesine ihtiyacınız olduğu izlenimi uyandırır ve gönlü yaralı sevenlerinizi üzebilir. Yanlış mesajlar gönderebilir.

Bir örnek daha vereyim: 17 kişiyi katleden soğukkanlı, seri bir katille röportaj imkanı yakalamak ciddi bir habercilik başarısıdır. Ancak röportaj sonunda katilin vicdan azaplarını ve iç dünyasını yansıtan bir haber ortaya koyamadınız diyelim. Olay, onun sanat, şiir, hayat hakkındaki görüşleri, bir daha olsa gene yaparım replikleri ve hapis hayatının zorlukları üzerinden de gelişebilir. Böyle bir içerik sevenlerini kaybetmiş yüzlerce insanın yaralarını daha da kanatır. Bu çalışmanın tek faydası bu tür kişilikleri değişik boyutlardan incelemeyi seven psikologlara olur.

Cemaat’in, haklılığını isbat için; AKP’nin Havuzun dan hiçbir karakter katilinin yapacağı bir iki AKP ve Erdoğan eleştirisine ihtiyacı yok. Zaten Hatemi ve Dilipak gibi bazı isimler bunu başka mecralarda da kısmen yapıyorlar. Hatemi’nin veya Erdoğan’a yakın herhangi birinin yapacağı eleştiri üzerinden Opçin’in tabiriyle ‘gol atmaya’ çalışmak Cemaat’e hiçbir fayda sağlamaz. Cemaat’in haklılığı masum olmasında ve hakikatı savunuyor olmasındadır. Ben, Ahmet Hakan’ın Erdoğan eleştirilerine Cemaat medyasının değer verip sitelerine, köşelerine taşımasına dahi olumlu bakmamış birisiyim ki onun da ilk fırsatta Cemaat’e saldırması haklı olduğumu gösterir. Hani bu adamın görüşlerine değer veriyordun şimdi niye karşı çıkıyorsun noktasına getirir. Böyle ümitler Hak karşısında, sebeplere tevessül etme hatalarına da yol açar.

Zaten röportajdan bir gün sonra, eğer Sabah gazetesinin iddiaları doğruysa, Hatemi’nin ‘Cemaat Erdoğan’la aramı açamaz’, ‘benim Cemaat hakkındaki görüşlerim belli’, ‘bir de utanmadan Abant toplantısına çağırmışlar’ tarzı açıklamalar yaptığı gündeme geldi ki bu sonuncusu doğruysa bu tarz teklifler de bu yazıdaki hassasiyetler bağlamında yeniden ele alınmalı ve tekrar düşünülmelidir.

Bunların haricinde, röportaj boyunca Hatemi’den sadece birkaç klişe hükümet eleştirisi sadır olmuş ki bunu AKP’ye yakın başka isimler de yapmışlardı. Yazının çoğunda onun İran üzerine güzellemeleri ve övgüleri hakim. Diğer kısımlarında da akademisyen bildirisi konusundaki konumuna açıklık getirme şansı yakalamış; bazı AK Trollerin kendisini tehdit ettiğini söyleme imkanı bulmuş ve kendi cenahından bir gazeteci olan Hilal Kaplan ile olan bir meselesini gündeme taşıma şansı yakalamış… Yani benim edindiğim izlenimde bu içeriklerden hiçbirinin yaşanan bu anormal süreç bağlamında Cemaat’e bir faydası olduğunu düşünmüyorum; AKP eleştirileri dahil.

Bu tür insanlar Cemaat’in affetme ve diyalog kültürü içinde affedilebilirler; hatta kişisel haklar da affedilebilir. Ama bu kadar zulme imza attıktan sonra bu insanları ademe mahkum etmeli, edebi bozmamalı, gene insanca muamele etmeli; ama eskisi gibi ilim adamı, gazeteci, kanaat önderi gibi kimlikler altında baştacı da etmemelidir. Bu kadar ağır iftiralar ve ithamlarda bulunabilen kişilerin fikir anlamında kendi kanallarınızda söyleyecekleri hiçbir şeyden, velev ki hükümet eleştirisi olsun, bir fayda sağlanamaz. Yeni nesillere yanlış imajlar aktarılmış olur. Yaşanan her sıkıntı karşısında ana göre refleksler üretme tembelliği oluşur ve sistemleşilemez. Kurumlar bazında; ilkelerde doğruluk, stratejilerde kararlılık, istikrarda denge, yaklaşımlarda vizyon; ilişkilerde temkin, amaçlarda isabet yakalanamamış olur.

Tüm bu söylediklerime ilave olarak şunu da ifade etmekten çekinmem. Röportajın kalitesi noktasındaki endişelerim sabit kalmak şartıyla; belki bizim bilemediğimiz bazı dinamikler vardır ve farklı saiklerle bu röportaj yapılmış olabilir. Öyle bir durumda bile tepkilere neden olan toplumsal ve grupsal hassasiyetler önceden dikkate alınmalı, oluşabilecek tepkiler hesab edilmeli ve sunumlar bu tür hassasiyetleri önceden önleyebilecek paratöner sunumlar yardımıyla servis edilmelidir. Ben bu tür hiçbir öğeyi de bu röportajın sunumunda göremedim. Bu zaten meslekte yıllarca tecrübesi olan yayın yönetmenlerinin bile tek başına altından kalkamayacağı, farklı mesleklerden akılların da katkısına ihtiyaç duyulan bir husustur.


Bunlar şahsi görüşümdür. Meseleye hala salt gazetecilik çizgisinden bakıp ‘sen de kimsin’ diyenler olursa saygı duyarım. Pekala ben de yanılıyor olabilirim.



25 Ocak 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (4)

Bu yazı 25 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Süreç içerisinde kendisine eleştirel bakabilen Hareket’in, başkaları ile paylaşmak zorunda olmasa bile, kendi içinde birtakım dersler çıkarıyor olması kendi
başına ayrı bir kazanımdır. Aslında süreç ile birlikte; bazılarınca ‘’öz eleştiri yapmamakla’’ suçlanan Cemaat, aslında samimiyetle özeleştiri yapan belki de tek grup olduğunu insafla bakabilenlere göstermiştir (bu hususu başka bir yazıda ele alacağım).

Hareket, ileride bunu projelendirip aksiyon planında hayata geçirmeyi başardığı ölçüde de kazanımlar silsilesi üssel (eksponensiyel) bir şekilde hızlanarak artmaya devam edecektir. Siyâset bilimci, Meydan gazetesi yazarı ve benim de gönüllü olarak destek verdiğim İstanbul Enstitüsü’nün başkanı olan İhsan Yılmaz’ın, Hizmet’in ciddî bir muhâsebe dönemine girdiğini belirtmiş olması önemli bir aşama ve gelişmedir. Dinamik bir yapısı olan bu tarz oluşumlar için kendini revize etmeye ve geliştirmeye olanak sağlayan bu tür süreçler iyi istifâde edildikleri takdirde önemli sıçrama rampalarıdır.

Yaşanan sıkıntılarla birlikte uygulamalar ve anlayışlar noktasında birtakım paradigma değişimleri yaşanacaktır. Hareket’in, değişime hızlı adapte olabilen dinamik bir yapısı var. Temel olarak insan eksenli, bireylere ulaşan, mikro hizmet anlayışından beslenen bir oluşum zamanla hızlı büyümeyle birlikte belli noktalarda bazı makro (kalite anlayışını büyümeye fedâ edebilen, sistem eksenli; ama tam olarak sistemleşemeden ve modelleşemeden kurumsallaşma gibi) refleksler geliştirdi. Bu şimdilik çok ciddî bir sorun olarak görülmeyebilir; fakat hızla değişen dünyada kurumları tıkanma ve monotonlaşma noktasına getirebilir. En önemlisi de Hizmet’in ‘marka’ değerini düşürür.

Hareket, sürecin ardından daha hızlı bir değişim ve yenilenme yaşayacak, uzmanlık arayışında refleksler kazanacaktır. Daha fazla ‘insan ve kalite’ odaklı olacak ve bu uğurda modeller geliştirecektir. Hızın baş döndürücülüğü ile bazı yerlerde kaybolmaya başlayan istişâre kültürü yeni bir doku kazanarak geri gelecek; meselâ, önceleri tek bir kişinin liderliği altında yürütülmeye çalışılan bir bölgedeki işler, uzmanlığı olan danışmanlar ve/veya heyetlerce de desteklenecek, ‘uzmanlığa dayalı istişâre heyetleri’ kavramını Hareket’in gündemine sokacaktır.

Ayrıca süreç, Hareket’in x-ray’ini çekeceğinden, görülen diğer eksiklikler, özellikle de insan ve lider kalitesi noktasında, daha dikkatlice ele alınacak ve çözüm metodları geliştirilecektir. Burada şu önemli hususu ifâde etmeden geçemeyeceğim. Normalde, bu yazı dizisinde bahsettiğim değişime ait hususların bir çoğu zaten hissedilmeye başlanmıştı. Yaşanan süreç bu yöndeki ihtiyaç duygusunu arttırarak, değişime direnç gösterebileceklerin daha kolay uyum sağlamasını ve değişim yönünde gerekli olan iç motivasyonu sağlayacaktır.

Böylece Erdoğan faktörü, Cemaat’in daha hızlı ve sağlıklı bir zeminde ve daha çabuk değişmesi yönünde bir katalizör görevi görecektir. Hani Fetih sûresinde müminlerden bahseden son ayette onlar filizini çıkarmış bir ekine benzetilirler ya; işte o benzetmeden mülhem, bir bitkiye benzeteceğim bu Hareket’e, Erdoğan ve AKP hükümetinin revâ gördükleri ‘iğrenç kokulu’ üslûpların ve zulümvari uygulamaların Hizmet ekini için sadece bir gübre görevi gördükleri zamanla daha iyi anlaşılacak ve bu gübre vâsıtasıyla aslında onun değişme, gelişme ve irfanda derinleşme yönünde beslendiği daha net görülecektir.


Süreç ile, Hareket içinde hareketlilik (iç göç) de artacak; dolaşım sistemi canlanacaktır. Bireylerin konfor alanları (zonları) sarsılacak, fertler değişik coğrafyalara daha cesurca açılacak, dışa açık hâle gelecek ve kalite arayışında olacaklardır. Buna uyum sağlayamayanlar ise geri planda kalacaklardır. Sürecin en başında bir okulda yöneticilik yapan bir dostuma Cemaat’i büyük bir göç dalgasının beklediğini söylediğimde bana inanmak istememişti. Bazıları gibi o da halkın gerçekleri göreceğini ve daha ilk seçimde tepetaklak olacaklarını düşünüyordu. Daha evvelki bir yazımda da ifâde ettiğim gibi ben ise buna inanmıyor, süreci bir pişme dönemi olarak görüyor ve şartların yeterince olgunlaşmadığını hisettiğim için de AKP zulmünün daha uzun süreceğini düşünüyordum. Nitekim, ilk seçimden sonraki iki seçimde de AKP, oy anlamında, pek sarsılmadı ve zulmünü her seferinde katlayarak artırdı.

Aşağıdaki alıntılarda da görebileceğiniz gibi bu göç meselesi artık çok açık bir şekilde dile getirilmektedir. Yeniyön’den Fuat Baran, ‘’Cemaat Neden Hicret Ediyor?’’ başlıklı yazısında bu konunun artık daha çok konuşulmaya başlandığına işâret etti; hattâ konunun AKP’li çevrelerce, (dinî perspektif noksanlığından ötürü, UT) hicret kavramına muhâlif şekilde bir hakâret konusu yapıldığını belirtti. Bir yıl evvel Hareket’in düşünce kuruluşu için yazdığım bir raporda aynı konuyu; okulculukta sistem, insan ve lider kalitesi bağlamında ele almış, kurumlarda çeşitliliğin artması için bir iç göçün gerekliliğine ve sistem geliştirme yönünde yaşanan bir takım eksikliklere değinmiştim.

İtirâf etmeliyim ki, her büyük organizasyonda karşılaşılacağı gibi, bazı üyelerin değişime olan direncinin nasıl kırılıp aşılacağı noktasında endişelerim vardı ve yapılacak iyi bir planlamayla bile bu değişimin uzun yıllarda sağlanabileceğini düşünüyordum. Erdoğan ve arkasındaki Ergenekon’un Cemaat’i bitirmek adına yaptıkları yanlışlık ve zulümlerin tam da ihtiyaç duyulan bir zamanda ortaya çıkıp, kimyasal reaksiyonlarda tepkimenin hızını artıran katalizörler gibi, Hareket’in geleceğine katkı sağlayacaklarını ise pek beklemiyordum.

Büyük firmalar bile danışmanlık şirketlerine yüklü miktarlarda ücretler öderler ve şirketlerindeki noksanlıkların tesbit edilip iyileştirilmesi adına onlardan eğitim ve danışmanlık hizmetleri satın alırlar. Hizmet Hareketinin bunu, tırpalayıcı bir süreç içinden geçerken, doğal yollarla yaşıyor olması çok daha faydalı olacaktır ve olmaktadır da.

Bahsettiğim tüm bu dinamik değişimleri, aşağıda listelenen kazanımlarla birlikte değerlendirmekte yarar var:

Fuat Baran’a göre süreç ile birlikte;

1.    Cemaat’te bir arınma oldu ve güç zehirlenmesi [ihtimâline, UT] karşı bir uyarı aldı.

2.    Ayrıca düne kadar tabanın saygı duyduğu ve Cemaat’e övgüler düzen bazı yazar, din adamı, siyâsetçi vb. kişilerin Cemaat ve Gülen hakkında besledikleri gerçek düşünce ve hisleri ortaya çıktı.

3.    Cemaat kendisini bekleyen ve çok zor olan, ‘’varlıkla imtihanı’’ tanıdı [AKP’nin zenginleşme ile yaşadığı deneyim ve değişimler üzerinden, UT].

4.    Cemaat ileride yaşayacağı dünya çapındaki bir imtihanın provasını AKP eliyle Türkiye’de yaşamış oldu.

Mahmut Akpınar ise özetle aşağıdaki noktalara işaret etti:

1.    Hareketin binalardan, yapılardan kalplere yönelmesi, insan kazanma işine daha sıkı sarılmasının öneminin artması

2.    Hareketin toplumun bütün kesimlerini kucaklayacak şekilde kendini yeniden revize etmesi ve sürecin Hareket’e, fakir, işçi vs. her insana önem vermek gerektiğini tekrar göstermesi

3.    Cemaat enâniyeti oluşması ihtimaline karşı bir anlayış gelişmesi

4.    Hizmet’in siyâsetten uzak kalma prensibine rağmen yaşanan bir yakınlığın süreç sonunda bu temel prensibi daha iyi anlaşılabilir hâle getirmesi.

İhsan Yılmaz da ‘’Hareketin dönüşümü’’ ve ‘’Hizmet Hareketi: 170, 1’den büyüktür’’ başlıklı yazılarında benzer iç dinamiklere işâret etti. Onun da bir imtihan olarak değerlendirdiği bu süreç özetle aşağıdaki alanlarda iç dinamikleri revize eden neticeler doğuracaktır:

1.    ‘’Çok sevilen’’ binaları gasp edilse de insanlık tarafında kalındıkça daha çok işe yarayan [insanlığa hizmet götürme adına, UT] projelere imza atılacak olması. Yani ‘binacılık’ anlayışının terkedilecek olması.

2.    Tüm dünyaya açılmada yavaş davranıldığı, binaya verilen önemin insan kalitesine verilmediği, başarılı bir çok gencin gönüllü kuruluşlarda ve Hizmet’e yakın şirketler yerine bürokrasiyi tercih etmesiyle liderlik pozisyonlarında kalitenin düştüğü ve bu zorlu günlerin [bunun değişmesi adına, UT] bir fırsat sunacak olması.

3.    Yurt dışına gidip yerleşen işadamı vb. kesimlerin sayısındaki azlığın yaşattığı gelişme sorunlarının aşılmasına olanak sağlayacak olması. İnsan kaynaklarının çoğunu Gülen’in teşviklerine rağmen hâlâ Türkiye’de tutan Hareketin artık kozasından çıkarak tüm dünyaya yayılacak olması.

4.    Milleyetçilik olarak algılanabilecek tavırların gözden geçirilecek olması.

5.    Hareket mensuplarının kurumların içine sıkışmaktan kendilerini kurtarıp toplumda daha çok varolmalarını teşvik edecek olması.

6.    Ağırlıklı olarak Türkiye kökenli insanlarla yapılmaya çalışılan hizmetlerin artık dünyanın değişik yerlerinden gelen insanlarla desteklenecek olması ve böylece daha evrensel bir konum kazanılacak olması.


Devam edeceğiz…


19 Ocak 2016 Salı

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (3)

Bu yazı 19 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Ali Ünal, 2014 yılında ‘’Hizmet için hep zafer’’ başlıklı analizinde sürecin Cemaat’e faydalarını irdelemiş ve aşağıdaki noktalara değinmişti:

  1. Her zaman Özalcı, Demirelci, Erdoğancı vs. olmakla suçlanan Cemaat, parti taraftarlığından uzak bulunduğunu ortaya koydu.
  2. Genellikle sağ-muhafazakâr tabana yayılan Hizmet Hareketi sol tabana da açılma imkânı buldu.
  3. Siyâsî hedefleri olmakla suçlanan Hareket, AKP saflarında rahatça gerçekleştirebileceği yolu izlemedi ve dürüstlük adına AKP’ye karşı durdu; ayrıca seçimlerde güçlü bir siyâsî etkisinin olmadığı da görülmüş oldu.
  4. Olması ihtimal ‘’Cemaat gururu’’ izâle edildi.
  5. Hareket içinde bazıları mevcut iktidarla ‘’gül devri’’ yaşanabileceği zehâbına kapılmış, siyâsetten beklentilere girmişlerdi. Mevcut süreç, bu zan ve beklentileri de büyük ölçüde belki de tamamen giderdi. [Bu tarz bir anlayışın yayılması Cemaat’in Kur’ân ve Sünnet üzerine ikâme edilen temellerini dinamitlerdi, UT]
  6. Son zamanlarda terörle suçlanan İslâm ve dünyadaki siyâsî-İslâmî hareketlerin yanlışları İslâm’ın imajına çok zarar vermişti. ‘’Türkiye’de İslâmcı kökenli güçlü bir iktidarın onca yolsuzluk, rüşvet, ihtikâr ve ihtilâs gibi savcılık iddiasına girmiş ve bilhassa İslâm ile asla bağdaşmayacak suçlarına, hukuksuz-kanunsuz uygulamalarına karşı Müslüman kesimler içinde en güçlü itirazı Hizmet Hareketi’nin yapması, hem Türkiye içinde, hem dışarıda bu suçların İslâm’a mâl edilmesinin ve İslâm’ın imajının bir yara daha almasının önüne güçlü bir set çekti ve Hareket, bilhassa dışarıda kendi prestij ve güvenirliğini de arttırdı.’’
Siyaset bilimci Mahmut Akpınar da 2014 yılında yazdığı ‘’Süreçte Hizmet Hareketinin kayıpları ve kazanımları’’ başlıklı yazıda konuya değinmiş ve özetle şu değerlendirmeleri yapmıştı:

  1. Yolsuzlukların, usulsüzlüklerin, İslâm’a ve hukuka uymayan pek çok iş ve eylemin algı yönetimiyle uzun süre ve kalıcı olarak örtülemeyeceği bütün kamuoyu, muhafazakârlar, cemaatler tarafından da görülecek ve Câmia’nın yaşadıkları lehine dönerek haklılığı anlaşılacaktır.
  2. Hareket içinde olanlar uzun bir aradan sonra bir dayanıklılık ve samimiyet testine tâbi tutulmuş oldu. Hareket beklentili ve kendi ajandası olan insanlardan arındı, samimi kişilere kaldı.
  3. Hareket yurt dışında ‘’devletin ajanı’’ gibi algılanıyordu. Süreç hareketin devletle organik bir bağı olmayan sivil bir hareket olduğunu göstermiş oldu.
  4. Hareket çok örtüştüğü [itikadî mânâda, UT] kirlenmiş, otoriterleşmiş, hukuk ve demokrasiden uzaklaşmış olan AKP ile ayrışmış ve benzer ithamlardan kurtulmuştur.
  5. Süreç harekete kendini revize etme, ihmal ve hatalarını yeniden masaya yatırma fırsatı verdi.
  6. Pek çok cemaat, hareket, tasavvuf ekolü, kaynak ve imkân mukâbili hükümetle örtüşürken Hizmet ise dayak yeme, kapatılma, hakarete maruz kalma ve tehdit edilme pahasına doğrunun yanında yer aldı; dik durdu. Bu tarihe karşı bir sorumluluk [yerine getirme, UT] ve not düşmedir.
  7. ‘’Cemaat güçlü’’, ‘’dokunan yanar!’’ gibi mübalağalı ithamların gerçek olmadığı, Hareketin sanıldığı kadar etkili ve güçlü olmadığı, bunların Hareketi yıpratmaya ve hedef göstermeye dönük karalamalar olduğu anlaşılmış oldu.
  8. Süreç, Hareket’in dünyada reklamı olmuş oldu. İnsanlar ve devletler bu Hareketi merak edip araştırmaya başladı.
  9. Süreçte Hareket sol cenahlarla ve Alevî kesimlerle daha sıkı diyalog kurma imkanı yakaladı.
  10. ‘’Entelektüeller, aydınlar arasında Hizmet ve ilkeleri, öğretileri merak edilir hâle geldi. İslâmcı kesime ve Müslümanlara toptan yaklaşan ve baştan reddeden sol kesimler, aydınlar Hizmet Hareketinin “farklı” olduğunu, bazı Müslüman kesimlerle, tarikat-cemaatlerle diyalog kurulabileceğini, görüş paylaşımı yapılabileceğini gördü. Hizmet Hareketine ait medya bu kesimlerce takip edilmeye, yayınlar okunmaya başlandı.’’
Bunlara ilâve olarak Emre Uslu konuya daha pratik bir açıdan bakarak ‘’Erdoğan Cemaat’e üç şekilde hizmet ediyor’’ başlığı altında şu değerlendirmelerde bulundu:

1.       Erdoğan’ın tüm baskılarına rağmen Cemaat şiddete başvurmadı. Dünyada baskıya mâruz kalan İslâmcıların şiddete başvurması konusundaki önyargı hep mevcut. Cemaat böyle davranmadığını aksine teröre destek veren İslâmcı bir hükümet ile arasına mesâfe koyduğunu gösterdi. Bu da bu Cemaat ile çalışılabilir imajı oluşturur.
2.       Yüzlerce baskında bir tek illegal delil, silah vs. bulamadılar. Erdoğan böylece Cemaat’e destek veren esnafa verdikleri paraların adreslerine gittiğini gösterdi ve Cemaate olan güvenini yeniden inşâ etti.
3.       Cemaat, aklını [AKP hükümetinin arkasından, UT] çekince onca gücüne rağmen AKP ayakta kalamıyor. Ülkede istikrarı sağlayamıyor.
4.       Uslu’nun doğru tesbitiyle; Erdoğan, yaptıkları ile Cemaat’e ne tür bir iyilik yaptığının farkında olmasa da Cemaat bunun farkında ve bu nedenle dik duruyor. Bu da Cemaat’in, kaybediyor görünsede, ileriki süreçte hem kendi tabanı, hem dünya, hem de Türkiye’nin geleceğine ilişkin düşünceleri olan yerli ve yabancı elitler nezdinde yerini daha da sağlamlaştırıyor.

Prof. Osman Özsoy, toplumdaki beklentilere rağmen AKP lehine sonuçlanan 1 Kasım 2015 seçimleri ardından yazdığı ‘’Hizmet açısından 1 Kasım seçimleri’’ başlıklı yazısında özetle ‘’Hizmet’in kaybetmemesi için AKP’nin kazanması gerekiyordu’’ şeklinde özetlenebilecek şu çıkarımları yapmıştı:

  1. AKP istediği sonuçları alamasaydı ve eğer onun gitmesiyle bir kaos durumu yaşansaydı bunda büyük oranda Hizmet Hareketi suçlanacaktı.
  2. Böylece Hareket siyâsî sonuçlar ortaya çıkaran sosyal bir yapı olarak algılanacaktı. Bu da Türkiye’de ve dünyada olumsuz bir imaj ortaya çıkaracaktı.
AKP’nin kazanmasıyla birlikte;

  1. Hizmet’in Batılı demokrasilerde kabul edildiği şekliyle bir sivil toplum hareketi (NGO) olduğu görülmüş oldu.
  2. Hizmet’in mevcut siyâsî iktidarla göbek bağı olmadığı görüldü. AKP ile arasındaki fark ortaya çıkıyor. Bu, Hareket’in önünü açıyor.
Yeniyön’den Cemal Meray ise, 3 Haziran 2015 tarihli ‘’Fethullah Gülen’in stratejik aklı’’ başlıklı yazısında özetle şu noktalara değinmişti.

  1. Gülen, önceden önlem alması durumunda son yılların parlayan yıldızı AKP’ye karşı ‘’haksızlık yapan’’ bir konuma düşecek ve Cemaat ciddî bir darbe alacaktı ve muhafazakâr kitleler nezdinde meşruiyetini yitirecekti. Algı yönetiminde profesyönel bir ekiple çalışan bir iktidar olması bunu kolaylaştıracaktı.
  2. Mısır’da İhvan’ı bugünkü duruma düşürenler aynı senaryoyu Türkiye için de planlamış olabilirlerdi.
  3. Bu hamleleri doğru okuyan Gülen ve Cemaat, hukukun üstünlüğüne vurgu yaptı. Sakinliği ile AKP hükümetini sinirlendirdi. AKP böylece daha çok hukuk ihlâli yaptı ve suç işledi. Bu da Türkiye’de farklı kesimlerin hukuksuzluk ve yolsuzluğa karşı bir araya gelebileceği demokratik bir tecrübeyi yeşertti.
Bu değerlendirmeler ışığında kazanımlar konusunu sadece Cemaat değil Türkiye eksenini de dâhil ederek daha geniş ve bütüncül bir perspektiften ele almaya devâm edeceğim.

18 Ocak 2016 Pazartesi

PERİNÇEK, CEMAAT, ERDOĞAN VE PARALEL YAPI

Bu yazı 13 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yıllar önce yazdığım Ergenekon ve Balyoz davaları konulu bir yazıda, eğer bir yol kazası olur da tutuklular çıkmayı başarırlarsa, Ergenekoncu çevrelerin öç alma peşinde olacağını ve bunun kanlı olabileceğini yazmıştım. Çünkü ortada kendi uçağını düşürerek savaş ve kaos ortamı oluşturmaya niyetli, darbe uğrunda gerekirse birkaç milyon kişiyi fedâ etmeye kararlı bir ekip vardı.

Kendilerine çok güveniyorlardı! Bu tür insanlar kendilerine bir tür ‘yargılanmazlık’ ve ’ulaşılmazlık’ gücü atfettikleri için, Ergenekon ve Balyoz gibi bir anda gelen dâvâlar kimyalarını bozdu. Takip eden tutuklamaların, bu çevrelerde çok derin bir kuyruk acısı ve şaşkınlık oluşturduğunu değişik vesîlelerle belirtmiştim. Erdoğan ve AKP’nin, yolsuzlukların örtülmesi karşılığında göbek bağlayarak, ‘’kumpas’’ yalanları ile salıverdiği bu yapı; şimdi yeniden palazlandı ve diş kirâsı olarak da AKP’den; önce Cemaat’i ardından da diğer dînî grupları yok etmesini istiyor. Bunun gerçekleşmesi adına ona lojistik ve taktik destek veriyor. Zamanı gelince de AKP ve Erdoğan’ın fişini çekecek!

Bugün ‘’Cemaat’’ operasyonlarına ve sâir tutuklamalara baktığınızda gördüğünüz tüm çirkeflik, hukuk tanımazlık ve kabadayılığın ardında; yaşanan o büyük onur kırılmasının ve kuyruk acısının öcünün alınması gayretini görebilirsiniz. Mehmet Baransu, Hidayet Karaca, önemli devlet operasyonlarına liderlik etmiş emniyet müdürleri… çoğu mahkemeye bile çıkarılmadan içeride tutuluyorlar. Kreşlere bile terör polisleri eşliğinde baskınlar yapılıyor. Ülkede terör azmışken ve Güneydoğu parçalanmanın eşiğindeyken bile Erdoğan’ın tek derdi hâlâ Türk okullarının kapatılması meselesi.

Bir öc alma döneminin geleceği; Ergenekon tutuklusu olan ve Türkiye’nin ‘karanlıklar prensi’ lakabını hak eden Doğu Perinçek tarafından hapisten salıverildiği ilk günlerde dile getirilmişti. Hem o hem de onun yeşil ikizi Dilipak, tüm cemaat ve tarikatların bitirileceği veya bitirilmesi gerektiği yönünde açıklamalar yapmışlardı.

Perinçek bugünlerde ilginç açıklamalarıyla tekrar ülke gündeminde. Söyledikleri her ne kadar kendine aşırı öz güvenden ve tabanına hava atma endişesinden kaynaklanıyor olsa da; ben bunların ileride delil olarak kullanılacak ifşââtlar olduğunu ve o yüzden değerli olduklarıını düşünüyorum.

Hem Cemaat çevreleri hem de diğer çevrelerden bir çok insan, Ergenekon derin yapılanmasının AKP’yi kullanarak yeniden palazlanmaya çalıştığını söylüyorlar ve aşağıdaki görüşleri savunuyorlardı:
  1. Yargı, emniyet, ordu, MİT ve basında, Perinçek ve bazı subayların isimleri etrafında bir illegal gizli örgütlenmenin olduğu dile getiriliyordu. Bu yönde deliller Ergenekon tutanaklarına da yansımıştı. Ergenekon dâvâları bu yapıyı devletten temizlemek için yapılmıştı.
  1. Ergenekon canlanırsa; önce Cemaat mensupları ardından da diğer dindar, muhafazakâr, ülkücü, Alevî, Kürt ve benzeri gruplardan derin örgüt karşıtı kim varsa hepsinin önemli devlet kurumlarından ayıklanacağı ve yerlerine Ergenekon örgütlenmesinin çökeceği söyleniyordu.
  2. 17-25 Aralık sonrası yaşanan sürecin salt başına bir AKP-Erdoğan inisiyatifi olmadığı, AKP’nin bunu yapacak kadrolarının bulunmadığı, yaşanan hukuksuz uygulamaların ardında Ergenekoncu çevrelerin olduğu dile getiriliyordu.
  1. Erdoğan ve AKP hükümetinin ‘’paralel yapı’’ söylemlerinin bir aldatmaca olduğu, asıl amacın yolsuzlukların üzerinin örtülebilmesi adına yargı ve emniyetteki aleyhte olan sesleri kesme ve kendi örgütlenmesini sağlama olduğu iddiâ ediliyordu. Yaşanan bir çok gelişme bunun doğruluğunu gösterdi.
  1. Yine çoğunlukla Cemaatçi çevreler tarafından, AKP eliyle sanki devlet bir ‘’paralel’’ yapıdan temizleniyormuş havası yaratıldığı ancak aslında Ergenekoncu yeni bir illegal örgütlenme gerçekleştirildiği dile getiriliyordu.
Yaşanan gelişmeler ve Perinçek’in son açıklamaları bu yorumların doğru olduğunu bir çok yönden doğrulamış oldu:
  1. Cemaat’e yakın iş merkezlerine ve basın kurumlarına hukuksuz bir biçimde atanan kayyımların hep Perinçek’e yakın isimler çıkması ‘AKP’nin değil Perinçek’in kadrosu ve planı’ iddiasını doğruladı. Kayyım atanan NT mağazalarında Gülen’in kitapları kaldırılıp yerine Perinçek’in kitapları kondu. Zaten Erdoğan’ın etrafındaki bir çok danışmanın da bu çevrelerden geldiği uzun süredir dile getiriliyordu.
  2. Hem Dilipak hem de Perinçek Cemaat ve Tarikatların bitirilmesi gerektiği yönünde açıklamalarda bulundular. Dilipak, AKP’liler hakkında ‘’hepinizin bir yerlerde kasetleriniz var’’ derken Erdoğan’ın yaptığı gibi ‘’paralel’’ yapıyor iftirasına bile sığınmaya ihtiyaç duymadı. Bu bile Cemaat’in, AKP’nin kasetleri varsa bizde değil; onu kukla gibi kullanan Ergenekonculardadır iddiasına destek sağladı.
  3. Perinçek her fırsatta Erdoğan ve AKP’yi tehdit eden açıklamalar yapıyor. Erdoğan’a en ufak eleştiri yapan bir lise öğrencisi bile hapis cezası alırken; AKP’li saldırgan Havuz medyası yazarlarının Perinçek’e tek bir laf edememesi, bu tehditleri AKP’li tabana iletmemeleri ve Erdoğan’ın bunlara tek bir cevap bile vermemesi, Cemaat’in bu yöndeki iddialarının doğruluğunu gösteriyor. Bunları kendilerine ait 15 gazete ve onlarca TV kanalında haber yap(a)madıkları için AKP’li kesimlerin bu tehditlerden ve ‘Erdoğan bizim planı uyguluyor’ açıklamalarından haberleri olmuyor.
Özetle, Perinçek’in şu açıklamalarına bakmak yeterli:
  1. Erdoğan bize destek veriyor. AKP bizden korkuyor, üzerimize gelen altında kalır.
  2. Cemaat operasyonlarını başlatan biziz, Erdoğan bize destek veriyor.
  3. Cemaat operasyonları bizim kitaplarımıza göre yapılıyor.
  4. Sadece MİT’te değil; her yerde güçlüyüz.
  5. Türkiye’de yargı istediğimiz yere gidiyor.
Bunlar oy yüzdesi sadece yüzde 0.2 olan bir partinin ‘’her şeyi ben planlıyorum derken’’ aslında devlet içinde nasıl örgütlendiğinin bizzat Perinçek ağzından itiraf edilmesidir. Şimdiki ‘’paralel’’ operasyonlarının ardındaki gerçek ve gizli niyeti ortaya koyar.

Halkın yüzde birini bile temsil etmeyen bir parti lideri, neredeyse yüzde ellisinin oyunu almış olan bir parti hakkında; ‘’biz ne diyorsak onu yapıyorlar’’ diyorsa, o ülkede hem Erdoğan ve Davutoğlu’nun liderliği hem de devlet aygıtının sağlığı sorgulanmalıdır.
Üstelik, yasama, yürütme, yargı organlarının nasıl işleyeceği anayasa ile belirlenmişken, yüzde 0.2’lik bir parti lideri ülkede yargıyı etkileyip ‘’operasyonlar başlattık’’, ‘’bizim kitabımıza göre işliyor’’, ‘’üzerimize gelen altında kalır’’, ‘’yargı istediğimiz noktada’’, ‘’her yerde güçlüyüz’’ gibi tehdîdkâr ve küstahça açıklamalar yapabiliyorsa bu, Cumhuriyet savcılarının sorumluluk sahasına giren bir husustur.

Tüm bu açıklamalara ve tehditlere rağmen hem Erdoğan’ın hem Davutoğlu hükümetinin hem de yargının eli kolu bağlı bir vaziyette, süt dökmüş kuzu gibi korku içinde beklemeleri, Ergenekoncu illegal örgütlenmenin geldiği tehlikeli noktayı gözler önüne sermektedir.

‘’Operasyonlar benim planıma göre gidiyor’’, ‘’sadece MİT’te değil her yerde etkiliyim’’ sözlerini yüzde 50 oy alıp hükümet kurma yetkisi kazanmış olan Erdoğan veya Davutoğlu bile söylese, bunlar anayasal sınırları geçtiklerine dâir bir itiraf niteliği taşırlardı. Hâl böyleyken; nedense Perinçek’e, koca Türkiye’de Cemaat mensupları dışında kimse ‘ne oluyor!’ diyemiyor. Perinçek’in Cemaat’i sevmemesi için bu bile başlı başına yeterli bir sebep olurdu.

Sizce; ‘’paralel’’ safsataları ömrünü yitirdiğinde kendimizi gerçek illegal ‘paralel’ yapılanma olan Ergenekon’un kucağında mı bulacağız! Kusura bakmayın ama bu zaten gerçekleşmiş gibi görünmüyor mu?

Ergenekon, Erdoğan eliyle tekrar palazlandı ve Türkiye bugün artık; artan terörü, her gün ölen çocukları ve ülkenin parçalanma ihtimalini konuşuyor. Hepimize geçmiş olsun!






CÜBBELİ HOCA, TERLİK VE KUTUDAKİ İSLAM

Bu yazı 10 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Şahıslarla ilgilenmem! Ancak, o kişilerin fiilleri, söylemleri ve tavırları kamusal alanı ilgilendiriyorsa, toplumsal yansımaları varsa, temsile vâbeste yönleri insanları birtakım yanlışlara sevkediyorsa; hele de o yanlış; toplumsal ve dînî ahenge dokunuyorsa, o durumda bir şeyler söylemek gerekli olur.

Cübbeli Hoca’nın, hapse düşmesi ile alâkalı olarak; olayda Cemaat’in bir dahli olmadığını, Gülen Hocaefendi’nin saygın bir insan olduğunu söylemesine rağmen şimdilerde neden tekrar AKP’nin ‘’paralel’’ ve ‘’kumpas’’ söylemlerine tevessül ettiğini hiç merak etmiyorum. Ünlü dolandırıcı Fadıl Akgündüz ile medyaya yansıyan ilişkileri konusunda da söyleyeceğim bir şeyim yok.

Geçenlerde kendisini izlerken ‘’Paralelcilik, dinine îmanına bakmaz. Mossad’dan gelen emre bakar… Paralel böyle bir şey. Bana bu kumpası kurdu bu paralel’’ şeklindeki sözleri karşısında içimde derin bir acıma hissi dolaştığını farkettim.

Adı yolsuzluklara bulaşmış bir hükümetin ‘’paralel’’ iftirâları ile başlattığı bir cadı avından mağdur olan yüz binlerce Müslüman karşısında; Cübbeli gibi târikat terbiyesi almış ve Mahmut Hocaefendinin o insanlara olan teveccühünü de bizzat kendisi insanlara aktarmış olan bir kişinin nasıl olur da böyle bir sûizan ve gıybet bataklığına düşebileceği bile ilgilendirmiyor beni aslında.

Beni ilgilendiren, Hz. Muhammed’in giydiği sandaletin benzerini yaptırıp satmaya başladığı ve ülkede gündem olan o video. Video’da Hz. Muhammed’in kullandığı sandaletin (Nâl-ı Şerif) benzerinin yapıldığı ve bunların 130 TL fiyatla satılacağı ve gelecek üç beş kuruş kârın da hizmetlerde kullanılacağı anlatılıyordu. Cübbeli, video’da bu sandaleti satın alıp bulundurmanın bazı kerametlerinden de bahsediyordu.

Özetle verip asıl maksadıma geçeceğim:

“Resulullah (s.a.v.)’i ziyâret etmekle müşerref olurlar. Resulullah (s.a.v.)’i rûyada görmekle meczup olurlar. İnsanların teveccühüne mazhar olurlar. Azgınların saldırısından, düşmanların gâlibiyetinden, şeytanların şerrinden, kıskançların nazarından, sihir ve büyülerin ulaşmasından emîn olurlar. Taşıyan ordu bozguna uğramaz, taşıyan kâfile yağmalanmaz, bulunduğu gemi batmaz, bulunduğu ev yanmaz, içinde bulunduğu eşya çalınmaz, yapılan dua red olmaz, hangi darlıkta tevessül edilse sıkıntı ortadan kalkar, hangi hastalıktan medet istense mutlaka şifâ gelir.’’

Bu ifâdeleri sıraladıktan sonra bunları yaptıracağı bir kutunun (terlik kutusu) üzerine de yazdıracağını ilâve etti.

Buraya kadar verdiğim tüm örneklerde ve çizmeye çalıştığım resimde Cübbeli Hoca ile ilgili en ufak bir eleştiri niyeti taşımıyorum. Bu ‘sandalet’ hizmeti ile kendisi gerçekten insanlara hizmet amacı taşıyor olabilir ve kârını da eminim ki bahsettiği gibi hizmetlerde kullanacaktır. Bu konuda bizlere ancak hüsnüzan etmek düşer.

Beni üzen, endişelendiren şey tamâmen farklı. O da güzel niyetlerle bile yapılıyor olsa; kutuya soktuğumuz İslâm dini. Bazı AKP’lilerin ‘’o paralarla imam hatip açacaktık!’’ diyerek evlerinde ayakkabı kutuları içerisinde stokladıkları milyon dolarlardan sonra şimdi de, insanlara hizmet edeceğiz diyerek; İslâmî heyecanı ve Peygamber aşkını muhtemel kerâmetler üzerinden bir terlik kutusunun içine hapsetme yanlışı… Dînî sembollerin ticârî meta hâline getirilmesi yanlışı ise zâten ayrı bir garabet!

AKP’nin iyi niyetin dışına çıktığını, artık; yaptığı hukuk ihlâlleri ve kişilik katliamları sâyesinde biliyoruz. Ancak bu sandalet olayı bağlamında, her ne kadar iyi niyet gözetiliyor olsa da, çok ciddî bir soruna temas etmek istiyorum.

İslâm dininin büyük oranda ‘’Kültür Müslümanlığı’’ boyutunda yaşandığı artık hepimizin mâlûmu. Bunda en büyük suç yine biz Müslümanlarda. İmânî hakîkatleri göz ardı ettik ve İslâm’ın şekle, pratik bazı uygulamalarına yansıyan yönlerini onun îmânî özüden daha çok ön plana çıkardık. Bu süreçte, Fethullah Gülen’in işâret ettiği gibi, İslâm’ın ancak yüzde beşini içeren siyâseti de (devlet yönetimi), yüzde 95’ini oluşturan îmân hakîkatlerinin önüne geçirdik.

Yâni, iki tür yanlışa saplandık: Şekilci bir din pratiğini dinin özüne tercih ettik ve siyâseti, îmanda derinleşmenin önüne geçirdik. Ahmet Kurucan, daha çok bu ikincisi bağlamında yazdığı ‘’Siyaset hayatın merkezinde olunca…’’ başlıklı yazısında tam da bu noktaya işâret ediyor ve ‘’İslâm işlevsiz hâle getirildi’’ diyerek bizleri bir kez daha uyarıyordu. Şu ifâde ile de az önce değindiğim yanlışlardan birincisine atıfta bulunuyordu:

‘’Zâten asırlardan beri Hz. Peygamber (sas) dönemi İslâm anlayış ve uygulamasından uzak, Müslümanlığı şekle bağlayan ve kelimenin tam anlamıyla ‘Kültür Müslümanlığı’ derekelerinde dolaşıyorduk; şimdi bu derekeyi ‘İslâmcılık’ diyerek biraz daha derinleştirdik.’’
Evet! Peygamber Efendimizin ve sahâbelerin nasıl îman yörüngeli bir hayat yaşadıklarını, bunun dinamiklerini insanlara anlatamadık. İslâmî yaşayışın kerametlerine dayalı anlatımların da onun özünden uzak; şekle, teferruatına ait şeyler olduğunu düşünmek doğru olur. Ahlâk, edeb, ihsân, iz’ân, rüşd, takvâ, sadâkat, ibâdet aşk ve neşvesi gibi kaabiliyetleri içselleştirememiş insanları, Peygamberi rûyada görmeye teşvik ederek bu mânevî atmosfere sokamazsınız. Onun kenarlarında dolaştırırsınız ancak.

Allah’a kulluğun en büyük esası duâ, zikir ve tefekkür iken ve aşk-ı ilâhî yolları hep sabır ve ızdırap taşları ile döşenmişken, insanlara; ‘bu fabrika üretimi terliği evinde bulundurursan şunlara nâil olur, Peygamberi görür, filan tehlikelerden korunursun’ gibi hedefler vererek îman insanını inşâ edemezsiniz. Böyle yaparak insanları yanlış sularda yüzmeye alıştırırsınız sadece. Hakîkat okyanusuna bakan, onun ufuk çizgisinden tefekkür ve tevekkül devşirerek gelişecek olan mânevî nazarlarını önlerindeki küçük maddi (cismânî) su havuzlarına çevirmiş; onları miyoplaştırmış olursunuz. Sonra bu insanlar ne zaman dara düşseler, çareyi Allah’a itimatta değil; dinin yüzde beşini teşkil eden siyâset bataklığında, liderlerin izinde, bid’atların peşinde ararlar ve o sığlıklarda ümit devşirip dururlar. Sonra da sahte hamasetlerin, ideolojilerin ve korkuların köleleri olurlar.

Belki içlerinde çok samîmî duygularla o sandaletin ‘kerâmetine’ inanan ve o saf niyetinden dolayı Allah’ın lütfuna nâil olacak olan bir kaç kişi çıkabilir. Belki sizler, Hz. Muhammed’e ait bir sandaletin, ona ait bir güzelliğin, diğer insanlarca da paylaşılması adına gösterdiğiniz iyi niyetin sevâbını da alabilirsiniz. Ancak bu tür; şekle ait inanç refleksleri ile şekillenen zihinler ile îman yörüngeli yeni bir medeniyet inşâ edemezsiniz. Çünkü öyle bir medeniyetin tohumu salt başına Efendimizin sakalına ve sandaletine gösterilen hürmet toprağında yetişemez. O, O’nun Allah’a olan îmanı, kulluğu, ibâdet aşkı, sadâkati vb. hasletlerinin teşkil ettiği hakîkat toprağında kök salabilir ancak. Bizlere düşen de tıpkı Bediüzzaman’ın öncelediği gibi îman insanını inşâ etmektir. Bu da şekilciliğin her türü ile aramıza mesafe koymakla başlar. Yoksa önceliklerimiz değişir; değerler sistemimiz alt üst olur ve tefessüh eder.

Özetle; kendimiz geliştirip sonra tutsağı olduğumuz bu tür şekilci anlayışların ve ardından siyâsi İslâmcılığın getirdiği hastalıkların da etkisiyle, Gülen’in ifadesiyle, ‘’dînî ve ahlakî değerler erozyonuna uğradık.’’ Kurucan’a göre, İslâm’ın işlevsiz hâle gelmesi değerler hiyerarşisinin değişmesi ile gerçekleşti. İşte bu bağlamda, bu yazıda; Hz. Peygamber’in kullandığı sandaletin bir benzerinin çoğaltılarak bir pazar ürünü haline getirilip, üzerine kerâmet belirten ifâdeler yazılarak satışa sunulmasının yanlışlığına işâret etmek istedim.

Dine gelen musibet ve zarar ki Bediüzzaman’ın ifâdesiyle en büyük musibettir, sadece hamâsetten ve siyâsal İslâmdan değil, bu tür şekilci anlayışların sebep olduğu değişen değerler havzasından da gelir. Bugün nasıl ‘’Erdoğan’a dokunmak bile ibâdettir!’’ diyebilen bir milletvekili çıkabiliyorsa ve bu insanı küfre bile götürecek bir yanlışsa; Hz. Muhammed’in sandaletinin kopya üretimine dokunmakla birtakım kerâmetler geleceğine inanan bir İslâmî anlayış geliştirmek de bid’at ölçüsünde yanlış ve eksik bir anlayıştır.

Bizden önceki nesiller, Kur’an’ın özünü anlamaya çalışmayıp; onu ninelerinin ördüğü çantalar içerisinde duvarlarda asılı tutmakla iyi bir kul olacaklarını düşünerek hatâ ettiler.

Gelin bizler de değerlerimizi değiştirmek sûretiyle dinimizi işlevsiz, özünden uzak ve âtıl bir vaziyette bırakmayalım ve onu ayakkabı ve terlik kutularının içine hapsederek aynı şekilci, kültürel yanlışları tekrarlamayalım!





8 Ocak 2016 Cuma

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR? (2)

Bu yazı 7 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ergenekon ve Erdoğan’ın yaşattığı yıkımlara rağmen, hem ülkemiz hem de Hizmet Hareketi açısından ileride çok büyük kazanımlar yaşanacağı muhakkak. Hattâ, birilerinin ‘Cemaat bitti bitecek!’ veya bitse diye ümitle beklediği böyle dağdağalı bir dönemde ve görünüşte yaşanan baskılara, el koymalara, tutuklamalara rağmen; başka birilerinin çıkıp ‘’Cemaat’in kazanımları’’ndan bahseden analizler yapıyor olması çoklarını şaşkınlığa itiyor olabilir. Bu tür ümitli yorumların imânî dayanakları hâricinde aşağıdaki gibi bazı sosyo-psikolojik ve reel dayanakları olduğunu söylemek mümkün:

1.     Ali Bulaç’ın dediği gibi; ‘’sosyolojiyle savaşılmaz’’ ve ‘’Hizmet Hareketi de bir sosyolojidir.’’ Sosyoloji ile, kaba kuvvet, algılar hele de yalanlar yoluyla savaşılamayacağı gerçeği, Hizmet Hareketi’nin mukavemeti ile bir kez daha gösterilmiştir. Bu direnç sosyolojik anlamda (entelektüel derinliklerinden dolayı) Ali Bulaç ve Ahmet Altan gibileri bile şaşırtırken; aksiyon ve eylem planında da (entelektüel yoksunluktan dolayı) ‘vurduk mu dağıtırız!’; ‘Erdoğan’ın karizmasını tercih ederler!’ diye düşünen Ergenekoncu ve AKP’li çevreleri de oldukça şaşırttı.

Hattâ; Erdoğan ve AKP’li çevrelerin ‘’bize ihânet ettiler!’’ şeklindeki söylemi; çok güvenerek yola çıktıkları bu beklentinin, boşa çıkmasıyla birlikte, onlarda oluşturduğu psikolojik travmanın iniltilerinden ibârettir. İddialara göre; kulağına benzer şeyler üflendiği için Erdoğan tarafına geçen ve şimdilerde ‘Cemaat bitti!’ vb. şekillerde zorlama yorumlar yapan Hüseyin Gülerce’nin bu bahsettiğim travmayı en derin şekilde hisseden kişi olduğunu düşünmekteyim. Cemaat’i bitirme işini çekirdek çıtlama kolaylığında halledebileceklerini düşünenler, ceviz ısırdıklarını dişleri kırılınca farkettiler. Şimdi de ‘sen niye çekirdek gibi narin, koyun gibi saf görüntü verdin, hâin!’ imâlarıyla yaygara koparıyorlar. Oysa bilmiyorlar ki, her insana müşfik; ama zâlimlere karşı sert olmak imanın gereği ve tarifidir.

Özetle şunu belirteyim: Aslında tüm zalimler bir çâresizliğin ve acziyetin sonucu olarak sosyoloji ile savaşmışlardır. Burada yazılanlar bağlamında Bulaç’ın ifâdesini teorik alandan reel plana kaydırıp şöyle demek de yerinde olur: Sosyoloji ile savaşılabilir; ama kazanılamaz!

Ayrıca, yine sosyolojinin bir ürünü olan tasavvuf ile de tahakküm (zorbalık) yoluyla savaşılamaz. Vahye dayalı İslâm dini, nasıl zulüm çölüne rağmen başak verip geliştiyse, onun türevi olan; özünü Kur’ân ve Sünnet’ten alan ve Said Nursi zamanından beridir çok çetin zulüm dönemlerinden pişerek gelen bir akımın en güçlü mirasçısı olan böyle bir Hareket; elinde kaba kuvvete dayalı yapay devlet gücü, arkasında o tahakkümün kapıkulu olan mütebasbıs nadanlar (dalkavuk cahiller) ve zihninde de irfandan yoksun hamâset dışında hiçbir şeyi olmayan bir siyâsî parti eliyle bitirilemez. Sadece zulüm fırınında daha iyi pişmesi sağlanır o kadar. Bir metalin gerekli sıcaklık ve basınç altında, kalıbında preslenmesiyle o metal ancak şekil alır ki bu da nihâî amaçtır. Bir ampülün yaydığı ışıkla güneşin nuru örtülmüş olmaz.

2.     AKP’nin hem reel güç ve etki alanının darlığı hem de hukuksuzluk zemininde algı operasyonlarına bağımlı olarak ilerlemek zorunda kalışı Hareketçe iyi okunuyor. Buna karşın Cemaat’in hukûkî zemine ve demokratik sivil tepkiler üzerine inşâ edilmiş sabır, tevekkül, dua yörüngeli mücâdelesinin, yani toplumsal-sivil direncin, başarısı da görülebiliyor. Hattâ bu, İslâm tarihinin belki de yezidî zulümlere karşı gösterilen en etkin; demokratik, sivil, barışçıl, îman yörüngeli, toplumsal destekli, tüm kaynakları kendinden bir direniş örneğidir. Karşımızda İslâmcı zâlim siyâsî bir devlet anlayışı ve ona direnen sosyolojik-dinî bir Hareket var. Bu iki güç kıyaslandığında, köklerine bağlı kalmak şartıyla, ikincisi mutlaka galip gelir!

3.     Cemaat, yetiştiği felsefe ve mânevî dinamikleri sâyesinde hakîkat denizi içinde, tıpkı doğal yollarla oksijen solunumu yapan bir balık gibi, rahatlıkla ümit oksijeni soluklayabiliyor ve geleceğe o şekilde ilerliyor. Oysa yanlış ve derin sularda, yapay ve kısıtlı oksijen tüpleri ile ilerleyen birisi nasıl uzun yol alamazsa; aynen onun gibi, yanlış işler okyanusunda ilerleyen AKP de yapay ümit tüpleri ile, hakîkat okyanusunda, bir balık gibi uzun mesafeler yüzüp başarılı olabileceğini zannediyor.

Oysa bilinmiyor ki; üzerinizde yetim hakkı; ayaklarınızda yolsuzluk prangası; elinizde de, batarken bile hırsla sarılıp hâlâ bırakmadığınız zulüm tokmağının ağırlıkları varken o bataklıktan çırpınarak ve paralel diye bağırıp panikleyerek kurtulamazsınız. Çok yakında nefessiz kalacaklarına şâhid olacaksınız. Hattâ, Ali Ünal’ın Erdoğan için; ‘son anda yardım istemek üzere elini Cemaat’e uzatacak ama kaderî bir el onu geri itecektir’ öngörüsü tasvir ettiğim bu nefessizlik ve batma anında gerçekleşecektir.

4.     Algı operasyonları ve yalanlar ile hakîkat gemisi yürütülemez. Hakîkat gemisi, enerjisini doğru ve haklı olmaktan alırken, ümidin beslediği azim kürekleri ile de yol alır. AKP, sisli bir havada o kürekle suyu sadece döverek gürültü yapmaktadır ki; o da arkasında duran ve hiç güvenemediği Ergenekon’dan aldığı sahte cesâret ile kabadayılanma şeklinde ve onun verebileceği ümit kadardır. Cemaat’in süreci kazanım olarak görmesi ve geleceğe ümitle bakması bu sosyolojik gerçeği görüyor olmasındandır. Sis dağıldığında diğerleri de görecek ve Ahmet Kurucan’ın işaret ettiği ‘utanma’ dönemi başlayacaktır.

5.     Cemaat’ten olmadığı hâlde benzer kazanımları yazan az sayıdaki aklıselim sahibi hakikat-perest kişiler, bunca sis dumana rağmen sosyolojinin realitelerini uzmanlıkları ile görebilmektedirler.

Gelin bu muhtemel kazanımlar hakkında yazılanları derleyerek devam edelim ve kendi yorum ve gözlemlerimiz ışığında bu kazanımlar konusunu biraz daha detaylandıralım.



4 Ocak 2016 Pazartesi

CEMAAT NEDEN VE NASIL KAZANIYOR ? (1)

Bu yazı 1 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Daha ilk günden itibaren, içinden geçtiğimiz dönemin Hizmet Hareketi ve ülkemiz adına önemli bir kazanım süreci olacağını düşünenlerdenim. Okuyacağınız bu uzun yazı dizisinde bu kazanımın neden ve nasıl gerçekleşeceğine dair bir resim çizmeye çalışacağım.

İnsanlığın sosyo-psikolojik anlamda bir histeri nöbeti geçirdiği günlerin içerisindeyiz. Bir cinnet hâli yaşanıyor âdeta. Kaos planlayıcıları çıldırmış bir vaziyette; kanlı dünya savaşlarının, katliamların ve tecritlerin yaşanacağı yeni ortamlar hazırlıyorlar. Hırs, kin, nefret, güç ve kaynak çalma peşinde ihtirâslarının tutsağı olmuşlar; her yeri ateşe vermeye hazırlar ve veriyorlar da. En büyük nefret kaynakları ise; kendi materyalist felsefelerine tehdit oluşturan ve kendilerine bîat ettiremedikleri İslâm dini ve az sayıdaki samimî Müslümanlar.

Zamanın korkak, ahmak ve münâfık karakterli Yezidlerini ve onların saf inananlarını da peşlerine takarak; onları kendi kurdukları yapay cennetlerin câzibesiyle bir yandan sarhoş ederken, diğer yandan da sahte cehennemleri ile korkutarak kendi kan ve kaos planlarının kuklaları hâline getiriyorlar.

Ülkemize bakan yönüyle en büyük nefret kaynakları; kendilerine bîat etmeyerek, insanları onlara rağmen aydınlatan, birleştiren ve Ashâb-ı Kehf uykusundan uyandıran Hizmet Hareketi ve Müslüman coğrafyayı onların rotasından çıkarabilecek tek güç olan; uyuyan hasta Türkiye.

Ergenekon dâvâları ile; yürüttüğü şeytanî mücâdeleyi ve Türkiye’yi kaybetme noktasına gelen bu global derin çete çok akıllı hamleler yaparak dizginleri şimdilik tekrar ele aldı. İslâmcılığın zaaf noktalarını çok iyi kullanarak AKP yardımıyla yeşil bir posta büründü ve eski kadrolaşma ve operasyon gücüne tekrar kavuştu. Onun için şimdilerde; eskiden olmadığı kadar çirkefçe ve küstah tavırlarla hareket ediyorlar. Mâsum insanları, gazetecileri ve iş adamlarını tutuklayıp kreşlere bile baskınlar düzenleyerek eski kuyruk acılarının intikâmını almaya çalışıyorlar.

Vakti gelince de, ilk olarak; İslâm davasına ihânet etmekte kullandıkları İslâmcı ve çıkarcı kişileri aşağılayarak bertaraf edecek; sonra da o hep düşman belledikleri Sünnî İslâm damarını tamamıyla kesip atmaya çalışacaklar. Hizmet Hareketi bu tuzağı gördü! Diğer bir çok dini grup hükümetin ikramlarının ve vaadlerinin büyüsüne kapılıp, hakîkat ışığı yerine sahte bir ampülün yaydığı yapay ışığa meftûn oldu. Bununla da yetinmeyip, kendisinden istenen diş kirası yüzünden din kardeşini kuyuya atmaktan da çekinmedi. Cemaat, bu yalnızlığa rağmen bîat etmeyerek bu vahşi planlara dur deme yönünde irâde sergiledi. Yeni dünya düzeninin bir piyonu olmayı reddetti ve beslendiği kaynağın kirletilmeye pek de müsait olmadığı muhataplarınca daha net anlaşıldığından, yok edilmek üzere hedef tahtasına kondu.

An itibarıyla sınırımızda bir 3. Dünya savaşı çıkma ihtimâli var. IŞİD terörü; derin şebekenin planları, kralların parası, Yezidlerin de ön ayak olmasıyla bir kanser gibi her yeri sarıyor ve İslâm’ın güzel adını kirletiyor. Aynı terör, Batı’da aşırı sağcı-ırkçı hareketlerin palazlandırılması ve Müslümanlar ile Batı arasındaki diyalog köprülerinin koparılması noktalarında da işlevler görüyor. Ülkemiz de bu oyuna hükümet eliyle, maalesef, âlet oluyor.

Tüm bu sıkıntılar yaşanırken toplumlar âdeta cinnet geçiriyorlar ve sosyo-psikolojik rahatsızlıkların ve travmaların esiri oluyorlar. İdrâkler mefluç, ar damarı çatlamış, vicdanlar kurumuş, duygular tarumar olmuş durumda.

İnsanlık sanki bir rahim kanalının çıkış noktasındaki karanlığa sıkışıp kalmış da onun kabz hâlini yaşıyor. Evet! Bir ölüm hâli değil de, bir doğum sancısı ve doğum anı bu aslında; kim bilir belki de yeni bir bahara uyanıyor insanlık!

Daha önce sizlere, ‘ışığın olduğu yerden yazıyorum!’ derken samimiydim. Ümitsiz değilim! Hizmet Hareketi’nin ve ülkemizdeki az sayıda da olsa aklıselim sahibi insanların verdikleri demokrasi mücâdelesini ve direnme azmini gördükçe ve içinde yaşadığım Batı dünyasında, tüm kara propagandalara rağmen, hâlâ var olan sağduyulu sesleri işittikçe daha bir ümitvâr oluyorum. Yoksa sâdık rüyalar, gelecek yakın zamanlarda yaşanacak olan sevinç kutlamalarını da; inatçı, hırs tutsağı, zavallı Yezidlerin, yapılan son uyarıları da dikkate almayarak üzerlerine açılan Gayretullah kapıları ile nasıl çarpılacaklarını da göstermişlerdi.

Fethullah Gülen’in henüz sürecin başlarında söylediği ‘’affetmeye hazır olun!’’ sözü de zâten bunun bir işâretçisiydi.

Doğumlar sancılı olur! Doğuma giden süreç ise hep zorlu ve sıkıntılıdır. Ancak farkedilmesede hep şefkat ile gölgelenmiştir yolları. Şefkat, sabrı beslemiş; sabır da azmi ve gayreti kamçılamış ve Cennet hediyesi bir yavru gözlerini açmıştır dünyaya.

İşte içinden geçtiğimiz bu sıkıntılı dönemin de ilâhî şefkatin gölgesinde yaşanan bir doğum sancısı olduğunu ve bizlere cennet hediyesi bir yüzyıl bahşedeceğini düşünüyorum. Etrafında yalnızca 20-30 talebesi varken ve zulüm ağıyla sarılmış bir vaziyetteyken bile, ‘’Şu istikbâl inkilâbâtı içinde en yüksek ve gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır’’ diyen Said Nursi ve eserlerinde hep ümit soluklayan Gülen, işte o günlere işâret ediyorlardı.

Şer gördüğümüz şeyler hayra kalb olacaktır. Zulüm ile hemhâl olanların âbâd olamayağı aşikardır da; dünyevî çıkar ve beklentiler uğruna zulme sessiz kalanların ve ona yardım edenlerin de hem bu dünyada hem de öte tarafta birtakım sıkıntılara dûçâr olacaklarını söylemek mümkün. Süreçte zulüm görenler iki cihanda mükâfatlarını; zulmeden ve suça bulaşanlar ise cezâlarını, susup seyirci kalan ve destek olanlar da hak ettikleri muâmeleleri görecekler ve kendilerini bekleyen sürpriz âkıbet ile sarsılacaklardır.

Süreç; tıpkı Musa’ya ders veren Hızır gibi, zulme karşı dik duran insanları yetiştiriyor, olgunlaştırıyor ve onları böylece geleceğe hazırlıyor. Nesiller, zâlimler eliyle terbiye ediliyorlar. Hani bir Türkümüzde ‘’sevdiğine sözü olan bir kilim dokur’’ der ya! İşte geleceğin güzel günlerine sevdalı insanların dokudukları hizmet kilimi; Yezidlerin elindeki zulüm tokmakları ile üzerine bulaşmış tozlardan arınıyor sadece… Olan budur!

Daha önce de yazdığım gibi, hem ülkemizde hem de dünyada yaşanan bu vicdanî, ahlakî, ekonomik ve sosyal dibe vurma hâli, önclelikle insanların bir arada yaşama, birbirini anlayıp dinleme ve birbirlerinin konumlarına saygı duyma duygularını harekete geçirecek. Kiminde ölmüş, kiminde ise körelmiş olan bu lâtifeler, Hayy ve Kayyum isimlerinin tecellileri ile tekrar canlanıp hayat bulacaklar. Celîl ismi Cemal isminin önüne halılar serecek.

Bu vesileyle ben, ne kadar sıkıntı çekiliyor olunsa da, aslında bir çok şeye şükretmemiz gereken günlerin içinden geçtiğimizi düşünüyorum. Hâlimizi Allah’a sunarken, bizi nasıl eğittiğini de görüp bizleri bu lütfa mazhar kıldığı için şükrediyorum.

Gelin hep birlikte, yaşanan sürecin genel anlamda ülkemiz ve dünya, özel anlamda da, kuyuya atılmış Yusuf misâli, Hizmet Hareketinin önlerine ne tür şükür ve kazanç levhaları yerleştirdiğine birlikte göz atalım…