30 Temmuz 2007 Pazartesi

ASIL SORUN


Gazeteciler, Kıbrıs'ta Orgeneral Yaşar Büyükanıt'a önemli bir seçim sonrası sorusu yöneltmişler. Soru, Genelkurmay başkanın yaptığı açıklama ve yayınladığı geceyarısı bildirisi ile ilgili. Konunun en önemli tarafı olması açısından, seçim sonrasında Genelkurmay Başkanı'na sorulabilecek güzel bir soru. Soru güzel olmasına güzelde; cevabın aynı zihinsel tadı vermediği gayet açık. Gazetecilerin, Türk Silahlı Kuvvetlerinin gece yarısı bildirisinin seçim sonuçlarında etkili olup olmadığı (Zaman, 30 Temmuz 2007) yönündeki sorularına şöyle cevap veriyor Genelkurmay Başkanı: ''Elimizde somut veriler olmadan bir şey söyleyemeyiz, ama benim düşüncem öyle değil.''

Bu yanıt, birçoklarını tatmin etmiş olabilir; hatta bazı kişileri (çağrıştırdığı klasik laiklik anlayışı dolayısıyla) memnun da etmiş olabilir. Benim üzerinde durmak istediğim husus bu laiklik vurgusunun varlığı değil. Ya, mesajın içerisinde saklı olan; e-bildirinin hizmet ettiği anlayışa olur veren, onun varlığını ve niteliğini kabul eden yaklaşım. Hepimiz, o bildirinin siyasete çok açık bir müdahele olduğunu, 'siyasete balans ayarı' kapsamında bir girişim olduğunu biliyoruz. 'Internet sonrası (post-Internet) muhtıra-darbe (ifade bana ait) diyebileceğimiz yeni bir toplum mühendisliği uygulaması ile karşı karşıyayız. Sayın Büyükanıt, bu açıklaması ile bu türden yaklaşımları benimsediğini açık etmiş oldu böylece. Başkalarını bilmem; ama benim açımdan son derece talihsiz bir açıklama bu. Siyaset tarihimize ayrı bir kara leke olarak geçeceğine eminim.

Genelkurmay Başkanı görüşlerine şu şekilde devam ediyor: ''Türk Silahlı Kuvvetlerinin görüşleri günlük olarak değişmez. 12 Nisan'da söylediğimiz şeylerin aynen şu anda da arkasındayız.'' Türk Silahlı Kuvvetlerimizin günlük olarak görüş değiştirmediğini, istikrarlı davranmaya çalıştığını duymuş olmak ne kadar güzel. İçime rahatlık verdi bu açıklama. Bir gün bir savaş çıkarsa Genelkurmayımızın çorap değiştirir gibi görüş değiştirmeyeceğini biliyoruz artık. Ancak bu açıklamanın bize anlattığı bir hakikat var. Belki de asıl sorun bu açıklamanın içinde gizlidir. Genelkurmayımızın gerçek sorunu; görüşlerin bazen genel gidişata ve konjektüre göre değiştirilmesi gerektiği gerçeğini iyi okuyamaması. Türkiye'de bir çok şey değişiyor. Belirli bir ideolojik kesim ve ulusalcı çevre dışında, Türk insanı artık ne darbe, ne muhtıra ne de e-bildiri duymak ve görmek istemiyor. Çoğunluk, gerçek bir demokrasi atmosferi altında, birlik ve beraberlik içinde rahat bir yaşam sürmek istiyor. Onların görmek istedikleri; siyasi tercihlerinin meclise tam olarak yansıması ve gerçek bir kuvvetler ayrılığı anlayışının ve sağlıklı bir laiklik ilkesinin hayata geçirilebilmesi. Ekonomik sorunlarını çözebilmiş ve bunu daha yüksek bir gayrı safi milli hasıla olarak tüm halkına yansıtabilmiş bir Türkiye'nin tesis edilebilmesi. Maalesef bugün ordumuz, kendisine biçtiği laikliği koruma görevini ifa ederken bu saydığım beklentilerin çoğunu hasara uğrattığının bilincinde değil. İşte bahsettiğim; o değiştirilmesi gereken ''görüşler'' de bunlar. Ordunun artık halkın bu taleplerini çok iyi okuması ve ardından da bu sabit görüşlerini değiştirmesi gerekiyor. Bunun haricinde Genelkurmay'ın kendisini bir görüş değişikliğine daha alıştırması icab ediyor. Yeri gelmişken onu da belirteyim: Türkiye'nin laikliği koruma gibi bir sorunu yok. Asıl sorunu; gerçek laikliğin hiçbir zaman yerleştirilememiş olmasında yaşıyoruz. Yani gerçekte ordumuz aslında hasta bir laikliği koruduğunun farkında değil. Sayın Büyükanıt ve ekibinin bu konu üzerinde kafa yormaları ülke için çok daha büyük bir hizmet olur aslında.

Çok kısa bir süre sonra Paşalarımız yeni bir imtihanla daha karşı karşıya gelecekler. Seçimlerin ardından 20 milletvekilini meclise sokmayı başarabilmiş bir DTP var karşımızda. Askerlerin, meclisteki yemin töreni sırasında sıra DTP'li bağımsız milletvekillerine geldiğinde salonu terk edecekleri söyleniyor. Ben de bu kişilerin siyasi görüşlerinin, askerlerimiz kadar, karşısındayım. Ancak ortada başka bir sorun var. O da her zaman vurgulanan gerçek demokrasinin hayata geçirilebilmesi gerçeği. Ne kadar istemesenizde, o vekillerin seçilmesi, bölgede yaşayan bir kısım vatandaşımızın tercihi ve buna saygı duyulması gerekiyor. Askerlerimize düşen o gün orada sonuna kadar oturup 'gerçek demokrasi' vurgusu yapabilmeleri. Henüz bu olgunluğa ulaşıp ulaşamadıklarını hep birlikte göreceğiz. Göremez isek zaten bu yazının önerdiği 'fikir dönüşümünün (transformasyon) gerekliliği' gerçeği hala geçerliliğini korumuş olacak. 30 Temmuz 2007

İlave: 5 Ağustos 2007

Nihayet meclis seçim sonrası ilk buluşmasını gerçekleştirdi ve millketvekilleri yeminlerini ettiler. Ne yazık ki; hem Cumhurbaşkanı Sezer hem de Genelkurmay Başkanı ve kuvvet komutanları meclisteki yemin törenine katılmadılar. Sadece DTP'ye tepki olsun diye mi katılmadılar yoksa AKP'ye karşı pasif bir tepkiyi de içine alan 'bir taşla iki kuş' uygulaması mı yaptılar bunu şimdilik bilenmiyoruz. Kim bilir belki de katılmamalarının bir nedeni de yemin törenine katılacak misafir vatandaşlar arasında başörtülü (türban ifadesini kabul etmediğim için kullanmıyorum) eşlerin de bulunacak olmasıdır. Neden her ne olursa olsun daha önce de altını çizdiğim, demokratik olgunluk yolunda daha çok mesafe amamız gerektiği anlaşılıyor.

29 Temmuz 2007 Pazar

SEÇİM SONRASI BAĞNAZLIĞI

Başlığı okuyunca, seçim öncesi bağnazlığı mı varki seçim sonrası bağnazlığı ayırımı yapılmış diye düşünebilirsiniz. Her ne kadar bağnazlık, kendi içinde bir hastalık, bir düşünce ve idrak bulanması, bir hezeyan hali olsada; onu sergileyen kişinin halet-i ruhiyesine göre her an değişik hallere bürünebilir. Değişik zamanlarda değişik şekillerde karşımıza çıkabilir. Hatta bağnazlığın; böyle değişik durumlara ve yeni şartlara kendisini adapte etme konusunda çok esnek bir yapıya sahip olduğu da söylenebilir.Yukarıdaki başlık da zaten, bağnazlığın ne kadar esnetilebileceğine dair bir örnek göstermek amacı ile o şekilde seçildi.


Her seçim öncesi dönemde bazı insanların ya da grupların bağnazlık gösterilerini izleriz. Bu hep böyle olagelmiştir. Parti ayırımı yapmıyorum.Seçimin ve siyasetin stresli atmosferi altında her siyasi kesimden birileri çıkıp kendi iç tahammülsüzlüklerini ve hafakanlarını etrafa yayabilirler. Böyle kişiler, öfke ve hırs ile hareket ettiklerinden dolayı da çoğu zaman içerisine düştükleri acınaklı durumu farketmezler. Beni üzen, bu tür kişilerin toplumun belirli kesimlerini arkalarından sürüklüyor olmaları. Kendi bağnazlıklarının içerisine başkalarını da hapsediyor olmaları ve onları, kendi düştükleri idrak yoksunluğunun bataklığına çekiyor olmaları.


Seçim öncesi dönemde söylenenler, sergilenen bağnazlıklar değil bu yazının konusu; seçim ertesinde söylenenler. Şimdi sizlerle paylaşacağım husus, bağnazlığın esneme sınırlarını bile zorlayacak nitelikte. Hepiniz okumuşsunuzdur. Seçimin hemen ardından bazı siyasi önderler çıkıp halkı aptallıkla suçladılar. Önceki seçimlerde özellikle de bir önceki seçimde çok karşımıza çıkan bir söylemi hatırlayalım: AKP'nin o seçim zaferinin ardından birileri çıkıp 'biz başarısız olduk' demek yerine; ''AKP'nin oy oranı yüzde şu kadar, halkın geri kalanını temsil etmiyor'' demekle yetinmişlerdi. Bu söylem bile, bu kişilerin demokrasi kavramınına ne kadar uzak yaşadıklarını veya onu hazmedemediklerini gösteriyor aslında. Bu seçimde ise AKP, yüzde elliye varan bir seçim galibiyeti elde edince bu kişilere söyleyecek çok bir söz kalmadı. Sonuçlar, Türkiyede'ki her iki kişiden birinin AKP'yi tercih ettiğini gösterdi. Yani sonuçlar aynı zihniyetteki kişilerin benzer beyanlarda bulunamayacakları kadar açık ve net.


İşte bu durum, bu kişilerin bağnazlığa esir olmuş beyinlerinin yeni bir hafakan üretmelerine neden oldu. Daha önce kendilerini ve seçmenlerini yukarıda bahsettiğim ifadelerle oyalama yolunu seçen bu kişiler, bu seçim ertesinde arkasına sığınacakları bir neden bulmakta zorlanınca bağnazlıklarını esnetmeye başladılar. İşte bunun bir sonucu olarak ''halk aptal'' laflarını ağızlarına aldılar hayasızca. Bazı MHP ve CHP sözcülerinden bahsediyorum anlayacağınız. ''Bazı'' kelimesinin altını bir daha çizerek devam edeyim. 24 Temmuz günü Zaman, Milliyet ve Yeni Şafak gazetelerinde okuyunca kısa bir şok yaşadım. Bu kadarda olmaz demekten kendimi alamadım. Haberlere göre bazı MHP'liler ''Türk halkının yüzde 60'ı aptaldır'' sözüne atfen ''Aziz Nesin'den özür dileme'' gereğini hissetmişler kendilerinde. Ben şimdiye kadar bu sözü söyleyenin zeka derinliğini merak ederdim. Bazı MHP'lilerin ''yılana sarılırcasına'' bir gün, bu talihsiz sözün boynuna sarılıp halkın yüzde ellisinin aptal olduğunu düşünebileceklerine hiç ihtimal vermezdim. Kimbilir belki yüzde elli bile değil; kendi oy oranları olan yüzde 14'un dışındaki tüm halkın aptal olduğunu düşünüyorlardır. Bir de CHP'ye bakalım. Kendisini halkın her zaman üzerinde görmüş bir parti CHP. Bakın Genel Başkan Yardımcısı Onur Öymen ne diyor: ''Vatandaşlarımızın geniş kesimlerinin bu kadar sıkıntı çektiği bir dönemde bu iktidar partisi oylarını artırabiliyorsa bunda rasyonel olmayan bazı sebepler aramak gerekir.'' ''Rasyonel olmayan nedenler'' derken, Öymen de aynı ''aptallığa'' işaret ediyor; halkı ''aptallıkla'' itham ediyor. Çünkü, ''rasyonel olmayan şey'' irrasyoneldir; akıldan yoksun demektir. Konu, Yenişafak'tan Taha Kıvanç'ı da çileden çıkarmış olmalı ki bakın köşesinde nasıl isyan ediyor: ''Hayır, bağnaz tavırları değildi canımı sıkan, hâlâ dediğim dedik tavrını sürdürmeleri de değildi; tarihi tekerrür ettirmeleriydi... 1950 seçimlerinde Demokrat Parti'nin müthiş parlak zaferi üzerine, İsmet İnönü'nün "Nankör millet" dediği rivayet edilir ya, CHP sözcüleri seçim akşamı benzer bir tavır sergilediler. Benim de konuğu olduğum bir programda Birgen Keleş'in sözleri bana İsmet Paşa'yı hatırlattı…'' Bu satırları okuyunca hiç şaşırmadım. Az önce de bahsetmiştim. CHP'nin, halkın tercih ve görüşlerini hiçe sayan zihinsel yapısını hepimiz biliyoruz. Ben İsmet İnönü'nün de zamanında bu yazının konusu olan grubun içinde olduğunu bilmiyordum. Böylece öğrenmiş olduk.

Seçimin ardından gayet sağduyulu açıklamalar yapan MHP, CHP ve diğer partilerden kişiler de oldu. Bu noktada bu hakkı da teslim etmek gerekir. Zaten demokrasinin hüküm sürdüğü bir toplumda herkesten beklenen tavır da bu olmalı. Seçim sonrası bağnazlığı sergileyip, bağnazlığın sınırlarını zorlayan zevatın da bu gerçeği idrak edip, sağduyulu yaklaşım sergilemeleri kendileri için en sağlıklı çözüm. Yoksa, halkın gözü önünde acınası bir hal aldıklarını hiç bir zaman farkedemeyecekler. Demokrasinin en basit bir koşulunu bu kişilere hatırlarak bitirelim. Cumhuriyet yönetimi nasıl halkın yönetimi ise, demokrasi de halkın tercihlerini meclise yansıtan en önemli araçtır. Böyle bir sistemde doğal olarak çoğunluğun tercihleri meclise daha fazla yansıyacaktır. Birilerinin çıkıp kendilerine oy vermeyenleri ''nankörlükle'' yada ''aptallıkla'' suçlamaları demokrasinin hiç bir tanımının içerisine sığmaz. Bu ancak, yazıda bahsi geçen türden bir bağnazlıkla açıklanabilir. Ne diyeyim; Allah akıl ve aklıselim nasip etsin. Bu milletin gönlü geniştir. Kendisini aptallıkla itham eden bir şahsı bile bağrına basabildi bu millet. Aynı zihniyetin takipçileri de bağrına basar elbet... tabi o kişiler hatalarını anlayabilir ve içerisine düştükleri bağnazlık çukurundan çıkmayı başarabilirlerse.

22 Temmuz 2007 Pazar

BİR SEÇİM ÖNCESİ DEĞERLENDİRMESİ

Nihayet seçim zamanı geldi ve kapımıza dayandı. Ben bu satırları yazarken; bir kaç saat sonra Türkiye'deki insanlar gözlerini yeni bir güne açacakler ve oylarını kullanmak üzere yollara dökülecekler. Umarım bu seçim, bazı demokrasi kasaplarının beklentilerinin aksine sonuçlar doğurur; milletimiz yeni bir sabaha uyanırken, ülkemiz de demokrasi yolunda daha güzel bir geleceğe kucak açar. Yazıya böyle genel bir beklenti havası içerisinde girmemin, bu seçim açısından önemli nedenleri var. Benim gibi düşünen bir çok insanın da benimle benzer beklentiler içerisinde olduğunu biliyorum. Hatta, bu seçime öncekilerden daha farklı bir önem atfettiklerini de müşahade ettim çoğu zaman. Bunun önemli nedenleri var elbette. Şimdi bu nedenlere şöyle bir göz atalım.

AKP'nin geçen seçimlerde elde ettiği önemli başarının bazı kesimlerce hiç hazzedilememiş olduğundan daha önce de bahsetmiştim. Demokrasi kültürünü içine sindirebilmiş bir toplumda, milletin yapmış olduğu tercihin  toplumun her ferdi tarafından saygıyla karşılanması beklenir. Maalesef, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerde bu konuda ciddi eksiklikler gözlemliyoruz zaman zaman. Hatta, durumun gelişmiş olan ülkelerde de çok iç açıcı olmadığı söylenebilir. Amerika'da hala iki partinin alternatifinin olmaması, toplumun bazı kesimleri açısından temsil sorunu oluştururken, Avrupa'nın en önemli ülkelerinden Avustralya'da aşırı milliyetçi bir partinin iktidarı halkın tercihine rağmen engellenebiliyor. Türkiye ise, üç ihtilal atlatmış, üzerine de 28 Şubat talihsizliği yaşamış bir ülke. Son öğrendiğimiz bilgilere göre; 2003 senesinde bazı kuvvet komutanlarının planladığı iki ihtilal hazırlığını da kıl payı atlatmışız. Yeri gelmişken belirteyim: Ordu içerisinde hala darbe zihniyetli bazı üst düzey komutanların olabileceğini söylediğimde ısrarla bunun artık geçerli olmadığını, ordunun değiştiğini savunan, bizleri analiz edememe kabiliyetsizliği ile suçlayan bir arkadaşım vardı. Bu son gelişmeleri okuduğunda neler hissettiğini çok merak ediyorum.

Konumuza devam edelim. Türkiye'de AKP'nin elde ettiği başarı önemli bir kesimi sevindirirken; belli bir kesimin rahatsızlığını
ise artırdı. Bu ikinci kesimi kimlerin oluşturduğu konunun selahiyeti açısından son derece önemli. Normal halk tabakası diye tarif edeceğim kesim içerisinde olan ve AKP dışındaki partilere ve o partilerin temsil ettikleri siyasi görüşlere gönül vermiş olan insanlarımız bu kesimin büyük bir kısmını oluşturuyor. Buraya kadar herşey normal ve demokrasi kültürünün doğal bir parçası. Ayrıca, bu insanların çoğu normal şartlar altında AKP iktidarına nötr tepkilerle yaklaşıyor. Yani, paragrafın başında ifade ettiğim ''rahatsızlık duyma'' belirtisi tekrar ederek söyleyeyim ''normal şartlar altında'' yok bu kişiler arasında. ''Normal şartlar altında'' ifadesini tercih etmemin önemli bir nedeni var: Kimya dilinde çok kullanılan bir ifadedir. Bu ifadeyi kullanarak, mesela bir gazın; şartları değiştirilmemiş oda sıcaklığında veyahut deniz seviyesindeki açık hava basıncında nasıl davrandığını ifade etmeye çalışırsınız. Bilirsiniz ki, bu normal şartlarda gazların belirli bir davranış biçimi vardır. Bu şartları zorladığınızda (yani manipüle edip değiştirdiğinizde) gazın davranış biçimi de değişecektir.

İşte yukarıda tarif ettiğim bu ikinci kesim halkımız, ülke siyasetinin normal sıcaklığı ve seçim atmosferinin normal basıncı altında (biz buna demokrasi kültürü diyoruz) AKP'ye gayet normal bir bakış açısı ile yaklaştı. Bu, Anadolu insanının o anlayışlı ve itaatkar; olayları izlemeyi seven uyumlu tavrından da kaynaklanıyor elbet. Buraya kadar herşey normal. Peki ''rahatsızlık duyan'' ve ikinci kesimden olan azınlık kimlerden oluşuyor şimdi ona bir göz atalım: Bu kesim halihazırda ''Ulusalcı'' bir örgütlenmenin (kimilerine göre hareket!) çatısı altında kendisini öne çıkardı. Benim düşünceme göre; tarihimizde ilk defa bu kadar açık bir şekilde siyaset sahnesinde boy göstermek zorunda kaldılar. Ayrıca, şimdiye kadar siyaset yelpazesinin farklı kutuplarında siyaset yapma yolunu en uygun siyaset anlayışı olarak benimsemişken, görülen ihtiyaç ve aciliyet gereği aynı saflarda toplanmaya karar kılmak zorunda kaldılar. Bu konuyu sonra daha detaylı inceleriz.

İşte bu kesim, bu seçimin en önemli siyasi aktörleri konumunda. Bu yazıya temel olan ve yukarıda altını çizdiğim endişelerimin (demokrasinin geleceği adına) kaynağı da yine bu kesim. Bu kesimi önemli kılan bir özelliği var. O da şu: Yukarıda tarifini yaptığım demokrasinin normal koşullarını zorlayacak, manipüle edecek ve AKP seçmeni dışındaki normal halk tabakasının demokrasi anlayışında mutasyonlara (genetik bozukluklar, sapmalar) neden olabilecek en önemli gurup ta bu gurup. AKP'nin bu seçimde de önemli bir zafer elde edecek olması bu gurubun en korkulu rüyası. Halka rağmen siyaset yapmayı seven, gerçekte halka dayalı bir demokrasi anlayışı yerine kendi iktidarlarının devamını garanti edecek bir seçim sonucunu tercih eden bir kesim bu kesim. O nedenle, her seçim döneminde toplum mühendisliği yapmak ve halkın oylarını yönlendirmek bu grup için son derece önemli. Bu uğurda ellerinde olan sermaye, medya ve liderlik pozisyonlarını son noktasına kadar ve akıllıca kullanmak hayati bir önem taşıyor onlar için. En rahat manipüle edebilecekleri ve kısa sürede sonuç alabilecekleri yöntem ise farklılıkları öne çıkarmak, kendilerine en yakın görüşte olan toplum tabakasının zihin yapısına sirayet etmek ve onlara ''öteki'' bilinci aşılamak. Bunu başardıktan sonrası ise gayet kolay: ''Öteki'' olarak tanımladığınız kesimi düşman gösterecek her türlü argümanı kullanmak, gerekirse bu argümanları kendisi oluşturmak ve peşlerine taktıkları kesimin hassasiyetlerini okşayarak toplumu kutuplara ayırmak. Sizler de şahit oldunuz. Bu seçim, meydanlarda parti politikalarının ve ekonomik yatırım hedeflerinin en az dile getirildiği seçim olarak tarihe geçecek. Bİr çok insan, Ali Bulaç'ın (Zaman, 20 Temmuz 2007) yerinde tesbitiyle, ''takım tutma'' psikolojisi ile hareket ederek tercihlerini belirler hale geldi. Partiler, özellikler muhalefet partileri, mitinglerinde bu tür hedefleri dile getirmemekte hiçbir beis görmediler ve oy kaygısı duymadılar.

Siyaset sahnemizde defaatlerce kez oynanmış olan bu kutuplaştırma oyunu şimdilerde çok daha yoğun bir şekilde uygulanmaya çalışılıyor. Bunun en önemli nedeni de AKP'nin geçmiş ve gelecek başarısının bu gurubun çıkarlarını ve oligarşik örgütlenmesini tehdit ediyor olması. Sadece AKP değil aslında bu gurubun endişesi. Rahatsızlıklarının kaynağını oluşturan asıl etken daha büyük bir gelişmeden kaynaklanıyor. AKP, bu gelişmenin sadece taraflarından birisi. Bu grubun asıl endişesi; şimdiye kadar hep küçümsedikleri, demokrasiyi kendilerine çok gördükleri, cahil halk tabakasının artık kabuğundan çıkıyor olması. Bu metamorfik değişim, asıl onları endişelendiren. Çünkü (onlar açısından) tırtıl gibi yerlerde sürünen halkın artık içine hapsolduğu kozalaktan kelebek olarak çıkıyor olduğunu farketmeye başladılar. Aynı halkın, şimdiye kadar kendilerinin kurmuş oldukları ve hiç sorgulanmayan çıkar ağlarını tehdit edeceğini çok iyi biliyorlar. Az önce de belirttiğim gibi, AKP böyle bir değişimin kaynağı ve temsilcisi değil; sadece bir sonucu ve taraftarı ve bu uyanış aysberginin sadece su üzerindeki görünen kısımlarından birisi. Bu uyanış, toplumun dindar kesimleri tarafından temsil edilmiyor sadece. Her görüşün temsil edildiği o normal halk tabakasının çoğunluğunu ihata eden bir gelişme bu. Nitekim, artık Alevi kardeşlerimizin bile artık bu gurubun oyunlarına eskisi gibi alet olmuyor oluşu bunun önemli bir göstergesi. Bir gün CHP ve diğer sol tabandan insanlarımız kendilerine farklı bir yol çizme yolunu tercih edecek olsalar, gene bu gurubun karşı atak hamlelerine muhatap olacaklardır. Buna hiç şüphem yok.

Tüm bunlar dikkate alındığında, bu grup üyelerinin ve maşalarının neden her zamankinden daha büyük bir panik havasına kapıldığını sanırım anlıyorsunuzdur. Artık eskisi gibi daha gizli ve ayrı kulvarlarda hareket etmek yerine ''ulusalcı'' bir şemsiye altında; daha aşikar ve farklılıklarını bir kenara bırakarak hareket ediyorlar. Kanaatimce hareket etmek zorunda kalıyorlar... Zira şimdiye kadar daha arka planda ve değişik şemsiyeler altında hareket etmek çıkarlarına daha uygun geliyordu. Sezer-İlhan Selçuk-Cumhuriyet Gazetesi-Ulucalcılar-MHP-Kuvvacılar-Bazı medya patronları-Emekli bazı subaylar hatta kısmen ordu bu önemli kesimin önde görünen bazı temsilcileri. Sadece son bir yılın gazete haberlerini incelemek bile, bu kişiler arasındaki ilişkiyi ve çabalarını anlamak için yeterli olabilir.

Sizi bilmem ama ben bu grubun başarısını hayranlıkla ve imrenerek izliyorum. Bu seçim arefesinde de son derece akıllıca ve başarılı bir şekilde hareket ettiler. İnsanların zihinlerini bulandırıp ''öteki'' korkusu oluşturmada, ardından da insanları iki farklı kutuba ayırmada son derece mahir hamleler yaptılar: Her zaman arkalarında olan Neo-Con desteğini de arkalarına alarak tabiki (bu grubun içerisinde çok aktif bazı ABD düşmanları! olması zihninizi bulandırmasın sakın. Bir gün bu konuya da değiniriz...). Öncelikli olarak, her zaman çok iyi kullandıkları gibi ''laiklik tehlikede'' ve bunun mümessili de AKP tekerlemelerini ezberlettiler bizlere. Oy tercihlerini, daha çok siyasi görüşleri dolayısıyla, AKP dışında yapmış olan ve bu tekerlemeleri en hızlı şekilde azımsayacak olan kesimin üzerine çalıştılar. AKP'nin geçen seçimlerde yüzde 30'un altında oy aldığını göz önüne alırsak bu kesimin çokluğu bu ilk taktiği son derece önemli kılıyor. Bu eski taktiği uygulamaya devam ederken, önce sağda birlik (Demirel'in de içinde olduğu bir grup) sonrada solda birlik (Rahşan Ecevit'in çabalarını hatırlayın) denemeleri yapıldı. Tüm hedef AKP'nin karşısında durabilecek bir hatta iki pakt oluşturmaktı. Bu gayretler devam ederken nehir suyunun biraz bulandırılması ve balıkların görüş alanlarının azamiye indirilmesi gerektiğinden; Demirel'in de katkılarıyla ''Cumhurbaşkanı'nın eşi türbanlı mı olacak?'' tartışması zihinlerimize sokuldu. Bu arada, 'Cumhurbaşkanlığı koltuğunda oturan Son Ulusalcı' (benim tanımlamam) olan Sezer, veto rekorları kırarak AKP'ye adım attırmama ve kadrolaştırmama! görevini ifa ediyordu; İlhan Selçuk'un fikir babalığı altında elbette... Nitekim, iş yeni Cumhurbaşkanını seçme noktasına geldiğinde bu grup -CHP'nin çığırtkanlıkları, Yargıtay ve bazı medyanın da desteğiyle- AKP'ye yeni Cumhurbaşkanını seçtirmemeyi; en azından bu işin seçim sonrasına ertlenmesini başardı.

Bu büyük başarının hazırlıkları devam ederken bir başka başarıya daha imza attı bu ekip. Önce; ANAP ve DYP'yi tek bir çatı altında toplamaya çalıştılar ve her ikisinin üzerlerinde baskı kurarak (hatta tehdit ederek) Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığı sürecini baltaladılar. Bu noktada iki teori etkili. Bu gurup, ya gerçekten bu iki partiyi bir merkez sağ partisi olarak birleştirmeye çalıştı ya da bu iki partiyi yarışta saf dışı bırakarak CHP ve MHP'nin önünü açacak bir oyun oynadı. Bunların hangisinin doğru olduğu çok önemli değil. Önemli olan; bu gurubun şu anda CHP-MHP etrafında çok etkin bir mücadele içerisine girdiğinin açık olması ve bunun başarılı olup olamayacağı. Bildiğiniz gibi; halihazırda İlhan Selçuk ve Devlet Bahçeli arasında karşılıklı bir sevgi gösterisi düeti izliyoruz. Bu düet CHP, ve MHP'nin diğer bazı temsilcileri tarafından da etkin bir şekilde sahneleniyor. Ulusalcı ve Kuvvacı bir kanal olan Kanaltürk (hani şu Sezer'in ve CHP'nin destek parası akıttıkları kanal) uzun süreden beri ''oyunuzu ya CHP'ye ya da MHP'ye verin'' yayınları yapmıyor mu? (Yazık; Erkan Mumcu ve Mehmet Ağar sadece bu kanala göz atsalar nasıl bir oyunun içine çekildiklerini anlayabilirlerdi). Bazı anket şirketleri MHP'nin oy yüzdesini olduğundan daha yüksek gösterme gayreti içerisinde ayrıca. Hürriyet ve Miiliyet gazeteleri ve onlara bağlı olan diğer medya kuruluşları da bu yönde yayınlar yapıyorlar. Tüm bunlar cereyan ederken, ülkede birden terör olayları arttı ve bazı ülkücüler şehit cenazelerini istismar ederek oy yüzdelerini artırma gayreti içerisine girdiler. Artan bu terör eylemleri bile bize terörün kaynağı konusunda bazı fikirler veriyor aslında... Neyse, tüm bu gelişmeler MHP'yi seçim sıkalasında yukarılara taşırken bir yandan da DTP oylarının yüksek olacağı ve ülkeyi nasıl tehdit edeceği konuşulmaya başlandı. Daha dün Leyla Zana'nın; ''Türkiye'nin artık eyaletlere ayrılma vakti geldi''  açıklaması da bu gelişmelere eklendi.  Bu talihsiz açıklamanın, Zana'nın kendi davasına katkısı bile tartışılabilir. Hatta ben, seçimden iki gün önceki bu açıklamanın bile, oyları MHP yönüne kanalize etme çabası olabileceğini düşünüyorum. Olmaz demeyin. Bence bazı Kürt kardeşlerim, kimlerin peşinden gittiklerini bu gelişmelere bakarak bir daha düşünmeli...

İste tüm bu gayretlerin ve gelişmelerin ardından 22 Temmuza geldik. Bir gün sonra, tüm bu toplum mühendisliği çabalarının işe yarayıp yaramadığını yada ne kadar yarayacağını hep birlikte göreceğiz. Şahsım adına MHP'nin meclise milletvekili sokma ihtimalini talihsiz bir gelişme olarak algılayacağım. Bunun tek nedeni; MHP'nin böyle bir başarısının, demokrasinin ''normal şartları altında'' ve halkın normal tercihleri doğrultusunda gelişmemiş olmasını biliyor olmam... MHP'nin bazı milletvekilleri dışında bir çok adayının demokrasinin geleceği adına değil de, yukarıda tarif ettiğim klik'in amaçları doğrultusunda hareket edeceğine inanıyor olmam... Bu milletvekillerinin çoğunun; son zamanlarda devletin güvenlik birimlerinden çok ağır darbeler yemiş olan, kuvvacı! ve vatansever! mafya ve çetelere rahat bir nefes aldıracaklarını düşünüyor olmam... Benim tahminim, tüm anketlerin aksine, MHP'nin barajı aşamayağı yönünde. Eğer aşarsa, umarım yukarıdaki endişelerimde yanılırım ve MHP, bahsettiğim oligarşinin bekletilerinin aksine, demokrasi yolunda gayretler sergiler. Allah seçim sonuçlarını memleketimiz, demokrasimiz, Cumhuriyetimiz ve geleceğimiz adına hayırlara vesile kılsın. Umarım bu seçim milletimiz adına bir sıçrama taşı; darbeci zihinliler, demokrasi düşmanları, çıkarcı oligarşik azınlıklar, vatansever görünen vatan haini çete ve hareketler adına da sonun başlangıcı olur. 21 Temmuz 2007

16 Temmuz 2007 Pazartesi

MUAHİZ ERBAKAN

...

''Bu akan kanların mesulü bu hükümettir... bu hükümetlerle anarşi artar azalmaz... tarıma destek vermeyeceksin, hayvanı yok edeceksin, domuz eti satacaksın, hadi oradan domuz uşağı sen de'' (Milliyet, 15 Temmuz 2007).
Bu cümleleri alıntılarken bile hicap duymamak elde değil. Erbakan'ın, AKP için sarfettiği nefret ve iğrençlik dolu sözleri bunlar. İrfandan uzak, politikanın çirkefliğe düçar doğasının bile sınırlarını aşan son derece seviyesiz sözler... Bilgiden yoksun olduğu kadar İslam'ın o engin sevgi ve şefkat atmosferinden de nasibini alamamış akla ziyan beyanlar... Tüm bunların ötesinde, bir Müslümanın gerek akidesi gereği gereksede ahlaki enginliği gereği hiç bir zaman ağzına alamayacağı, almaması gereken talihsiz ifadeler... Bir vatandaş olarak değilse bile, bir Müslüman olarak; bu lâfıgüzâfın dindar! bir liderin ağzından çıkabildiğini görmek gönüllerimizi yaralıyor.

Siyaset bu kadar mı ayağa düşürülmeli idi? Seçimde oy alabilme telaşı bu kadar mı zorluyor insanları? Hırs, aklın ve kalbin dizginlerini bu kadar mı kolay ele geçirebiliyor? Bir zamanlar aynı masada yemek yemiş insanlar, bu kadar kolay mı düşmanlık duyabiliyor bir diğerine? İslam fakültesi bu kadar mı zayıfladı ki; bir dini! lider, muhabbet ve hoşgörü yerine kin, nefret ve su-i zan kusabailiyor televizyon ekranlarından yada meydanlardan? Erbakan hiç mi bilincinde değil; yukarıda tarif ettiğim beyanlarının, peşinden giden yığınların ağzına zamanla sakız olabileceğinden?... Fitne ve fesat kazanını kaynatmaya devam edeceğinden... Masum ve cahil insanları gıybet, dedikodu ve en kötüsü de; su-i zan bataklığına saplayacağından... İki ihtimalden başka bir açıklama gelmiyor aklıma bu hengamede: Bir insan bunu ya bilinçli olarak yapar; yada benliğini sarmalamış bulunan hırs ve öfke gözlerini kör ettiği için yapar.

Erbakan, acaba gerçeğin aslında pekte kendisinin söylediği gibi olmadığının bilincinde mi acaba? Yani; ''(terörden) akan kanların mesulü bu hükümet'' mi gerçekten? Bunun böyle olmadığını hepimiz, en iyi de dindar çevreler biliyor bu ülkede. Akan kanların arkasında asıl kimlerin olduğunu, kimlerin nasıl ve ne şekillerde teröre destek verdiklerini çok iyi biliyoruz. Bu gerçeği Erbakan'ın da iyi bildiğinden ve bunları inanarak söylemediğinden eminim.

Hükümetin faaliyetlerinin ciddi bir takipçisi değilim. Hele tarım alanında yaptığı icraatları hiç bilmem. Ancak ne var ki; tarıma hiç destek vermediklerini, hayvanları da (hayvancılığı demek istedi yada ''hayvanları'' demek süretiyle olayı bir katliammış gibi göstermek istedi) yok ettiklerini hiç sanmıyorum. Neyse, benim asıl değinmek istediğim husus bu alıntıların ardına iliştirilmiş şu ifade: '
'domuz eti satacaksın...'' Bu nasıl bir zihin cimnastiğidir, nasıl bir siyaset anlayışıdır aklım ermiyor. Bir insan bu kadar mı ileri gidebilir? Bir Müslüman kardeşini, ülkede domuz eti satılmasından sorumlu tutmak nasıl bir anlayıştır? Peşinden giden masum insanların, senin sözünü senet kabul edip etrafta aynı ithamları dillendireceklerinden hiç mi endişe etmezsin? Bunun vebali yok mudur? Yoksa istediğin bu mudur? Yani onları kendi su-i zan çemberinin içine hapsetmek...

İşte bu talihsiz ifadelerin hemen ardından o hezeyan dolu, aklı başında Müslümanlara sadece kusma hissi verebilecek olan o beyan geliyor: '
'Hadi oradan domuz uşağı sen de.'' Sanırım daha fazla tahlile gerek yok. Bu faslı burada keselim.

Bundan bir kaç gün öncesinde ise Erbakan, AKP'ye verilen oyların cehenneme bilet almak gibi olacağını ifade etmişti. Şahsen bu cümleleri ağzına alabilen bir Erbakan değil benim derdim. Asıl derdim: Bu tür beyanları dinlediğimde; Avrupa'nın karanlık çağlarında, hamasi, dini görünen; ama dini hakikatlerden mahrum beyanlarla, insanları savaş meydanlarına toplamaya çalışan Kardinalleri dinliyormuş hissine kapılmam ve bazı Müslüman kardeşlerimin bu tuzağa düştüklerini görüyor olmam... Kendilerini böyle bir fecaatin ve su-i zan bataklığının içine sürükleyen kişileri ''mücahit'' diye çağırabildiklerini işitiyor olmam... Endişem boşuna değil: daha evvel bu tür hamasi ve talihsiz beyanların büyüsüne kapılmış bir Müslüman kardeşimden, Refah Partisine oy vermeyenlerin Müslüman olamayacaklarını bizzat işitmiştim. Elbette ki hepsi böyle düşünmüyordu; ama, gayet masum tek bir Müslüman'ın bile bu tarz beyanlardan etkilenip diğer Müslümanların imanlarını değerlendirmeye alabiliyor olması, meselenin ciddiyetini ifade ediyor sanıyorum. Bu tür yanlış yaklaşımları benimseyen bir insanın; benim gibi düşünmeyen teröristtir diyen Bush'tan ve benim gibi yapmayan kafirdir diyen Fundementalistlerden ne farkı kalır ki?

Umarım; dini hassasiyeti olan ve belli siyasi liderlerin peşinden giden kişiler bundan sonra basiret ile hareket ederler. İnandıkları liderlerin ağızlarından kin, öfke ve nefret sözleri değil; sevgi, kardeşlik ve muhabbet sözleri saçılıyor olmasına dikkat ederler... Böyle liderlerden ne ''mücahit'' ne de ''mehdi'' çıkamayacağının bilincinde olurlar... Umarım artık bu kişileri ''mücahit'' nidaları ile değil de; muahiz (çekiştiren, tenkit eden) nidaları ile karşılarlar ve tarihin tozlu sayfaları arasına gömerler... 15 Temmuz 2007

İlave (16 Temmuz 2007):

Yukarıdaki yazıyı yazdıktan kısa bir süre sonra, Zaman Gazetesi'nin İnternet sayfasına bir göz atayım dediğimde, bir de ne göreyim: Erbakan, Çağlayan mitinginde gene boş durmamış ve aklaziyan beyanlarına devam etmiş. Bu mitingle aynı zamana denk gelen, AKP'nin düzenlediği Kazlıçeşme mitingine atıfta bulunarak bakın neler diyor:

''Kazlıçeşme'de Narkoz meydanında, kırık ampul altında toplananlar var. Kendini Bizans çocukları sayanlar orada, Fatih'in torunları burada toplandı.'' Allah'ım, neresinden tutup ta değerlendirmeye tabi tutayım bu ifadeyi. Daha öncede belirttiğim gibi; o meydana toplanmış; bu hamasi ve boş beyanatlar karşısında alkış tutan-tutturulan insanıma acıyorum. Cehaletlerini istismar eden, onları dışı süs-içi pis lâfıgüzâfla kendi gıybet ve su-i zan bataklıklarına çeken bu kişileri sana havale ediyorum. Erbakan, yapma yazıktır bu insanlara...

Mitingde bir de; ''Türkiye'nin Siyonizmin işgali altında olduğunu'' öne sürüyor Erbakan. İnanın hiç önemli değil bu benim için şu aşamada. İnsanlar kendilerine dışarıdan gelen tehlikelerin farkına varırlar elbet bir gün. Ancak; kendilerinden bildikleri ve sempati besledikleri kişilerin onları nasıl manevi bir bataklığın içine çekiyor olduklarını aynı rahatlıkta kestirmekte zorlanabilirler. Herşeyden evvel; Türkiye'nin, boş siyaset önderlerinin boyunduruğundan kurtulmasını tercih ederim. Millet geçen seçimde öyle yapması gerektiğini anlamış ve bunu denemişti. Utanmayıp ders almayanlar hala meydanlarda. Bu seçimde de gerekli yanıtı alacaklardır ümid ederim. Erbakan'ın kendisi de bunu bir şekilde ifade ediyor zaten. Konuşmasının devamında ''40 yıldır konuştuğunu, ancak Türk halkının kendisini anlamadığını'' söylüyor. Onun zannettiğinin aksine millet, ekseriyeti itibari ile gerçekleri anlamaya başlamış demekki. Hem de 40 yıl evvelinden... Ne diyeyim: Sizleri bilemem ama, Erbakan'ın bu son cümlesi beni çok rahatlattı... Saadet Partili kardeşlerimin artık uyanması temennisiyle burada kesiyorum.

14 Temmuz 2007 Cumartesi

BAY KAL'

Başlığı okuduğunuzda sanırım Deniz Baykal'dan bahsettiğimi anlamışsınızdır. Soyadını yazarken bir hata yaptığımı düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bilinçli bir tercihti o şekilde yazmak. Bu seçimin nedenlerine geçmeden evvel isterseniz bu yazıya konu olan kısmıyla Baykal'ı ele alalım.

2002 seçimleri ertesinde CHP, AKP haricinde meclise girmeyi başaran tek parti olunca şöyle bir durum çıktı ortaya: Milletimiz, bazı elit! azınlıkların isteklerine ve toplumsal manipulasyonlarına rağmen, eski siyasetçileri tarih sahnesinden sildi ve onların partilerine de taban yaptırdı. Bununla da kalmayıp, AKP gibi Refah Partisinin hatalarından dezenfekte olmayı başarmış genç ve dinamik bir kadroya söz ve temsil hakkı verdi. Aynı zamanda, bu gelişmelerden demokrasi adına değil de ideolojileri adına (özellikle laiklik demiyorum) endişe ve rahatsızlık duyan bir kesim ise CHP'yi yüksek bir oy oranı ile meclise taşıdı. Buraya kadar herşey demokrasi kavramı bağlamında gayet güzeldi. Hatta meclisin faaliyete başlamasından kısa bir süre sonra, CHP lideri Baykal'ın sergilediği ılımlı ve olumlu tavırlar hepimize rahat bir nefes aldırdı. Galiba CHP o eski CHP modundan sıyrılacak ve gerçek bir muhalefet partisi olacak diye geçirdik içimizden. Zira; CHP'nin uygulayacağı ılımlı ve kaliteli muhalefet anlayışı; AKP iktidarını, alacağı ve uygulayacağı kararlarda daha isabetli olmaya yönlendirirken; AKP iktidarının başa gelmesinden rahatsızlık duyan bir kesimin endişeleri ise zamanla yerini karşılıklı anlayışa bırakabilecekti. Bu son cümle şu açıdan çok önemli: Üniversitede profesörlük koltuğunda oturan bir tanıdığım çok ciddi bir endişe şeklinde izhar ederek ''Bunlar başımıza gelirse başımızı keserler'' diyordu. Bu kişiyi bu kadar korkuya sevkeden şeyin ne oluğunu hiç bir zaman anlayamasamda, yaşadığım ilginç bir hadise olması hasebiyle, yeri de gelmişken zikretmek istedim. İşte bizler kendimizi böyle olumlu bir siyasi atmosferin iklimine hazırladığımızı düşünürken, statükonun aslında hiç te değişmemiş olduğunu zamanla müşahede etmeye başladık. Artık Baykal eski Baykal; CHP ise o alışageldiğimiz CHP idi.

Daha fazla ilerlemeden bir ayrıntıya daha değinmek istiyorum. Bu noktada Sezer'den bahsetmeden geçemeyeceğim. Onun konumu, çizmeye çalıştığım resmin içerisinde önemli bir yere sahip çünkü. Tüm bunlar olurken; elimizde nasıl bir Sezer olduğuna da bir göz atıp resmin çerçevesini biraz daha genişletelim. Sezer de çiçeği burnunda bir Cumhurbaşkanı iken benzer hülyalar (serap mı demeliyim yoksa?) görmüştük. Ilımlı, ağırbaşlı, trafik ışıklarında bile beklemeyi tercih eden bir halk adamı ile muhatap olduğumuzu düşünmeye başlamıştık. Fakat kısa bir süre sonra bunun da sadece politika çölünde gördüğümüz bir serap olduğunu anladık. Tanıdığımız Sezer artık sokaklara bile çıkmayıp kendisini köşke tıkarken, aslında bizden (La elit tabakadan, halktan) ne kadar uzak olduğunu göstermeye başladı. Hatta kendisinin halk adamı tarzı bir portre çizmemek için özel bir gayret içerisinde olduğunu bile düşünmüyor değilim. Sonra bildiğiniz gibi; Ecevit gibi mülayim bir şahsiyetin suratına anayasa kitapçığını fırlatıp siyasi ve ekonomik bir krize sebep olan bir Sezer bulduk karşımızda. İşte aynı Sezer, yukarıda genel hatlarını çizdiğim seçim arefesinden sonra siyaset sahnesinde daha aktif bir rol almaya başladı. Sanki birilerinin kendisi için belirlediği yeni bir roldü bu. Artık karşımızda tek başına bir muhalefet partisi olan Sezer vardı. Kendisi, Cumhurbaşkanlığı makamının ciddiyet ve tarafsızlığına helal getirecek hiçbir uygulamadan geri durmadığı gibi, şimdiye kadar hiçbir Cumhurbaşkanına nasip olmamış olan 'veto' rekorunu kırdı. İçimden, kendisine biçilen yahut da kendisinin belirlediği yeni rolün AKP'ye rahat adım attırmamak olduğunu geçirmişimdir hep. Nitekim, son yaşanan Cumhurbaşkanlığı seçimi-Yargıtay kararı süreci devam ederken okuduğum ilginç bir mülakat bana haklı olabileceğim hissini veriyor. Bu ilginç mülakatta bir gazeteci, AKP başa geldiği sırada yaşadığı ilginç bir anısını aktarıyordu. Söylediğine göre; üst düzey bir hukukçu tanıdığı, kendisine merak etmemesini AKP'ye adım attırmayacaklarını söylemiş. Sezer'in de aynı kesimden olmaması için hiçbir engel yok. Tüm bunların dışında, Sezer, AKP'nin varlığından duyduğu rahatsızlığı birçok kez gerek sözleriyle gerekse gazetlere yansıyan asık suratlı resimleri ile gizlemekte bir beis görmedi. Kendisinin ''ulusalcı'' kanada verdiği maddi ve maneyi destek ise hiçbir zaman gözlerden kaçmadı. Bir AKP'li olmasamda rahatlıkla söyleyebilirim ki, Sezer'in bu yanlı tavırları; sadece AKP'ye karşı değil bu millete karşı yapılmış en büyük haksızlıklardan birisi idi. Şimdi, Cumhuriyet tarihinin bence en kötü Cumhurbaşkanının yukarıda bahsettiğim siyasi süreçteki konumunu bir kenara bırakıp yolumuza Bay Kal' ile devam edelim.

Sezer yukarıda ana hatlarını çizdiğim rolünü ifa ederken, bir yandan da Baykal zikrettiğim ani değişimin gereklerini yerine getirmekle meşgul idi. Kendisi hiçbir yapıcı muhalefete imza atamazken, kısa bir süre sonra (Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde) darbe çığrtkanlıkları yapmaya başladı. ''Klasik CHP siyasi anlayışı'' dediğinizi duyar gibiyim. Zaten bu nedenle olsa gerek; geçenlerde bir yazar Baykal'dan ''Deniz İnönü'' diye bahsetmişti. Baykal'ın bu antidemokratik ve faşist görünümü nerede ise CHP'nin Avrupadaki sosyalist partiler birliğinden atılması ile sonuçlanmak üzere idi. CHP, şimdilik bu kazayı ucuz atlatsada 22 Temmuz seçimlerini nasıl atlatacak hep birlikte göreceğiz.

Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci devam ederken, ortada son derece asabi ve hamasi bir Baykal vardı. Bu sürecin arefesinde ise daha çok mızıkçı bir çocuk edası ile hareket ettiğini belirtmek lazım. İlk önce, Yargıtay'dan bizim istediğimiz şekilde bir karar çıkmazsa ''Türkiye'de kötü şeyler olur'' diyerek bu süreci baltaladı ve Yargıtay'ın taraflı ve yanlış bir karar almasında aktif bir rol oynadı. Yada bir kesimin sözcülüğünü üstlendi... Ardından, Cumhurbaşkanını ''uzlaşma ile belirleyelim'' polemikleri geliştirerek AKP'yi zor duruma düşürmek için elinden geleni yaptı. AKP, ''tamam uzlaşabiliriz'' dediğinde ise bu sefer mızıkçı bir çocuk gibi davranıp ''Ama benim istediğim şekilde uzlaşacağız, meclis dışından seçecegiz'' polemiklerine başladı. Daha dün kendisi ile yapılan bir söyleşide ''Sezer çok iyi bir Cumhurbaşkanlığı yaptı'' (Zaman, 14 Temmuz 2007) diyerek aslında nasıl bir Cumhurbaşkanı istediğini açık etmiş oldu. Çok sevdiği Sezer'in ise karne notunu zaten yukarıda açıklamıştım. Bağlantıyı siz kurun...

İste tüm bu etkenleri dikkate alarak, Baykal'ı, Bay kal' şeklinde yazmayı daha uygun görüyorum. Kal', Osmanlıcada ''Bir şeyi kökünden çekip koparmak, kendisinden iyi kalay çıkan maden ve azletmek'' manalarına geliyor (Osmanlımedeniyeti.com sözlüğünden). Kelimenin her üç anlamı da Baykal'ın yukarıda özetlediğim özeliklerini tarif etmede geçerli olabilir. Kendisinin, o alışageldiğimiz klasik CHP anlayışı içerisinde, AKP'nin elinden hem iktidar koltuğunu hem de Cumhurbaşkanlığı koltuğunu kendi arzusu doğrultusunda ''sökerek'' yani darbe çığırtkanlığı yaparak almaya çalışması, kelimenin birinci ve üçüncü anlamları ile iyi örtüşüyor. İkinci anlam olan ''kalay madeni'' ise daha manidar bir alana götürüyor bizi. Kalay zayıf metallerden biridir. Hayır Canım... metal demekle ''siyasetçi'' teşbihi yapmıyorum! Lafımı kesmeyiniz... Vikipedia'dan kalay siyasetçisinin amaan metalinin (dikkatimi dağıttınız işte) bir kaç özelliğine göz atarak devam edelim:

''Kalay mekanik olarak zayıf olduğundan bakır, demir gibi bazı diğer metaller ile alaşım halinde kullanılır''. Yani Baykal da doğal şartları gereği; mecliste ve anamuhalefet koltuğunda kendi iradesi ile kendisi olarak duramadı. Yukarıda bahsettiğim ani değişimleri yaşamış olması ve sürekli olarak; Sezer, Ulusalcılar, İlhan Selçuk, Kanaltürk, Bahçeli ve Ordu içinde öbeklenmiş güçlü bir azınlık ile alaşım halinde meclisteki 5 senesini geçirmiş olması bunun en belirgin göstergesi. Devam edelim... ''Kalay dövülebilir ve sünek bir metaldir. Kolayca tel ve levha haline getirilebilir. Kuvvetli asitlerden... etkilenir.'' Yani tüm anlatmak istediğim bu aslında... Ilave olarak Kalay; ''oda sıcaklığında dövülebilir olmasına karşın ısıtıldığında kırılganlaşır.'' Evet, kendisi normal şartlar altındakli meclis sıcaklığı içerisinde bazı çevreler tarafından nasıl kolaylıkla ''dövülüp''; ''kolayca tel ve levha'' haline getirilmişse, AKP'nin başarılı ve kurt politikaları karşısında ısınınca da, kolayca kırılganlaşarak yukarıda altını çizdiğim şekilde alıngan ve mızıkçı çocuk tavırları takınmaya başladı. İşte bu nedenlerden ötürü ben; artık Baykal yerine Bay kal' ifadesini daha çok yakıştırıyorum kendisine. Görünen o ki; önümüzdeki seçimlerde CHP, yüzde 18 civarında oy alacak. Bakalım seçimin ardından nasıl bir Bay Kal' izleyeceğiz. 14 Temmuz 2007

İlave: (Zaman, 12 Temmuz 2007)

Bay Kal' bakın neler diyor:

''Geçen sefer bir parti militanını seçtirme denemesi yaptılar, olmadı. Şimdi o kadar militan olmayan birini itelemek isterlerse yanlış yaparlar. Ayrıca, Başbakan dereye görmeden paçaları sıvamaya başlamasın. Önce bir seçim olsun."

Ne söz söylemiş ama. Bu arada, benim Baykal'ın ismindeki Kal ekine taktığımı biliyorsunuz. Kal ekini, a'yı uzatarak söylediğinizde ''söz'' anlamına gelir. Kendisinin yukarıdaki gibi akla ziyan sözlerini okudukça hep aklıma bu gelirde o yüzden bahsetmeden geçemeyeceğim.

''Parti militanı'' diye bahsettiği kişi bu ülkenin beş sene boyunca Dış İşleri Bakanlığı görevini yürüymüş, devletin en gizli bilgilerine imzasını atmışbu milletin seçtiği bir şahsiyet. Bunu takip eden ikinci cümle ise daha bir felaket. Neymiş; eğer AKP, daha az militan birini itelerse yanlış yaparmış. Yani Bay Kal' a göre her AKP'li bir parti militanıdır ve içlerinden hiçbirisi Cumhurbaşkanı olamaz. Çok kısa bir süre önce ise böyle demiyor, beraber uzlaşarak seçelim diyordu. Bir ani değişim daha...

Habere göre Bay Kal', AKP'nin kendi içinden birisini seçme seçeneğini tükettiğini! (çok şans tanıdı ama AKP beceremedi ya!) ekliyor ve nedenini ise şöyle diyor:

''Çünkü bir cumhurbaşkanında aranması gereken en önemli husus yargıya siyaseti bulaştırmaması. Yeni cumhurbaşkanının Anayasa Mahkemesi üyelerini siyasi partili gibi atamaması lazım."

İşte Bay Kal' ın ve alaşımda bulunduğu kesimin en önemli iki korkusu: Hükümetin ardından, Cumhurbaşkanlığı ve Yargıtay'ın (genel olarak adalet sistemi) da ellerinden çıkacak olması. Her zaman bahsettiğim, Türkiye'deki elit! azınlığın asıl endişe kaynağı... Mersin'de söylediği bu sözleri bakalım nasıl noktalıyor Bay Kal'. ''Mustafa Kemal'in yolundan sakın ha şaşırmayın." Gülmeyi kestiyseniz; şimdi de yukarıdaki yazıya geri dönün ve Bay Kal', Mustafa Kemal'in gerçekte temsil ettiği değerleri gerçek niteliklerinden söküp aldığında, kal' kelimesinin kaçıncı anlamını kullanmış bulmaya çalışın...

10 Temmuz 2007 Salı

İLHAN SELÇUK (İS) SÜRÜM 2007

İlginç bir adam şu İlhan Selçuk. Her dönemin ihtiyacına göre kendisinin farklı bir versiyonunu piyasaya sürebilmeyi başaran nadir insanlardan birisi kendisi. Bunu önemli bir yetenek olarak zikrettiğimi belirtmek isterim. Aynı yeteneklere sahip; hatta bunda Selçuk'tan daha da başarılı olan birisi daha var: Doğu Perinçek. Şimdilik Perinçek'i sonraki bir yazıya bırakalım ve İS Sürüm (Version) 2007 ile konumuza devam edelim.

2007 yılına damgasını vuran bazı çıkışları oldu Selçuk'un. Bunlardan birincisi Cumhurbaşkanı Sezer ile olan sıkı-fıkı ilişkisi. Kimseler ile görüşmeyen, kendisini halktan koparıp köşke tıkayan Sezer ile görüşebilen, hatta ona fikir babalığı yapabilen bir isim İlhan Selçuk. İkinci özelliği, ''Tehlikenin farkında mısınız?'' başlığı ile AKP'ye karşı bir ittifak oluşturma arayışına girmesi ve bununla belli çevrelerin endişelerini korkuya dönüştürmeyi amaçlaması (Bu çıkışı ile başka bir şeyi amaçlamış olabileceğini belirtmişti Tamer Kormaz, son paragraftaki alıntıya bakabilirsiniz). Bu ittifak oluşturma meselesi çok su götürür. Onun için Cumhuriyet gazetesi ve İlhan Selçuk'un Ulusalcı hareketin oluşumunda oynadıkları rolü de irdelemek gerekir. Sezer'in Ulusalcı Kanaltürk'e para aktardığından daha önceki bir yazıda bahsetmiştim. Selçuk-Sezer ilişkisine de az önce değindik. Bu iki bilgi bir köşede dursun. Burada kesip, İS 2007'nin bir başka yeni-pakt oluşturma çabasına değinelim. Evet!, seçim öcesi, MHP ile olan yakınlaşma ve ortak hareket etme gayretinden bahsediyorum. Sol kesimden, böylesi bir MHP-CHP-Cumhuriyet Gazetesi yakınlaşmasına bazı tepkiler gelsede bazılarının AKP tehlikesı! karşısında bu yakınlaşmayı mübah gördükleri de açık. Kolay değil; 80 döneminde birbirlerini boğazlamış iki farklı oluşumdan bahsediyoruz. Eğer her iki taraf da samimi ise bu çok güzel bir gelişme tabiki. Ancak benim bu yakınlaşmanın niteliği konusunda ciddi endişelerim var. Birileri, siyaset arenasında bazı dengelerin değişmesinden ürktüğü için panik havası içinde hareket ediyor ve bu gayretleri bazen sergiledikleri garip ama komik söz ve uygulamarında kendisini hissetiriyor.

Bu garipliklerden bir tanesi gene Selçuk'tan geldi geçenlerde. Zaman gazetesindeki (9 Temmuz 2007) bir haberde şöyle deniyor: ''12 Mart askeri muhtırası sonrasında kendisine işkence yapanları affettiğini belirten Selçuk, bu tavrını eleştirenleri ise 'dönek solculuk' ile suçladı.'' Bu alıntıda geçen gariplik Selçuk'un 80 dönemine ait olayları tek taraflı olarak değerlendirip ülkücüleri önce işkencecilikle suçlayıp ardından da onları affettiğini ilan etmesi değil. Ya, alıntının devamında okuduğumuz ve Selçuk'un kendisini bu yakınlaşmadan dolayı eleştiren solcuları döneklikle suçlaması. Bir an için kendisinin bağışlayıcı ifadelerinde samimi olduğunu farzedelim. Sol camia açısından bir dönmelik yapılmış ise bu bizzat Selçuk'un ifadeleri ile yapılmış olmuyor mu? Yakınlaşmaya hala karşı çıkan solcular bir bakıma davalarına bağlı kalmayı tercih eden solcular olmuş olmazlar mı? Güzel ama boş bir kelime oyunu ile tepkileri savuşturmanın iliginç bir örneği anlayacağınız. Yani, karşı tarafı hiç hak etmediği bir itham ile suçlayıp baskı altına alma taktiği. İsmini hemen hatırladınız herhalde bu meşhur Cumhuriyet Gazetesi taktiğinin: ''Çamur at izi kalsın.'' Bush'un kendisine karşı çıkan herkesi terörist ilan etmeye mehil tavrı gibi de diyebilirsiniz...

Ama ben yinede, Selçuk'un bu ifadelerinde samimi olmasını çok arzu ederim. Kullandığı şu ifadelere bakınız: ''Türkiye tehlikenin farkındadır. Tüm sağcılar, solcular, ilericiler, gericiler, vaktiyle birbirlerine diş bilemiş ve can yakmış olanlar Cumhuriyet Türkiyesi'ni yaşatmakta buluşacaklardır. Geçmiş geçmişte kaldı, dünden kalma kin güdüleri bugün eskimiş bakkal defterinde veresiye hesabının değerinde bile değil.'' İşte tam bu noktada anlayamadığım bir şey var. Geçmişteki kanlı hesapları Cumhuriyet Türkiye'si için yok sayıp unutmaya açık olduğunu ifade eden bir zat ve gazetesi nasıl olurda halihazırda siyasey yapan ve kendileri ile hiç bir kanlı çatışmaya girmemiş AKP gibi bir partiye bu kadar düşman olurlar. Ya da; tüm söylem ve uygulamarında Türkiye'deki farklı grupları kardeşlik duygusu etrafında buluşturmaya çalışan Fethullah Gülen gibi birisi nasıl olurda İlhan Selçuk'un en çok nefret ettiği kişiler arasında baş sırada olur. Üstelik az önce de belirttiğim gibi hem AKP tabanı hem de Fethullah Gülen sevenleri şimdiye kadar hiç bir solcunun burnunu bile kanatmadıkları gibi aksine hep birleştirici ve uzlaşmacı oldular. AKP, bünyesine her kesimden (CHP, Alevi, Kürt,vs.) adaylar ilave ederken, Fethullah Gülen daha da ileri gidip çok daha farklı kesimleri ortak vatandaşlık ve kardeşlik paydası etrafında buluşturmayı amaçlayan vakıflar kurdu. Bütün bunlar karşısında, yukarıdaki ifadelerin sahibi olabilen bir Selçuk'un en azından husumet sergilememesi gerekmez miydi? Yoksa bu husumetler şimdiki konjektur gereği yok sayılmamalı mı? Unutulmaları için illa ki aradan uzun zaman geçmesi mi gerekir? Ya da bu husumetlerin ''eskimiş bakkal defterindeki veresiye hesabı'' değerine düşmesini mi beklememiz gerekir?

Gelelim İS 2007'nin bu son sürümünün en son maharetine. İS 2007, artan AKP tehlikesine karşı en sonunda Bush'tan bile destek istedi (Taha Kıvanç, Yenişafak, 9 Ocak 2007). Taha Kıvanç'ın İS 2007'den aktardığı alıntıları okumaya devam edelim:

''Herkesin bildiği gibi Türkiye'deki siyasal iktidarların ipleri Amerika'nın elindedir... / Önümüzdeki yıl bizde hem cumhurbaşkanı seçimi var... / Hem genel seçim var... / Topal ördek ne yapacak?.. / Bush ne düşünüyor?.. / Amerika Irak'a girdi, komşumuzda yarım milyondan fazla insan öldü... / Kayıplar 650 bini aştı.. / 'Ilımlı İslam devleti modeli' ni Türkiye'nin başına bela gibi saran artık topal ördektir... / Peki, bu topal ördek Türkiye'de topallamayacak mı?...''

''Artık çok iyi biliniyor ki dinci ya da takıyyeci AKP iktidarı Ortadoğu'da bir Amerikan marifeti... / Ancak Bush 'AKP operasyonu' ndan beklediğini alamadı!.. Amerika bugün terör örgütü PKK'yi Türkiye'ye karşı kullanıyor... / Türkiye'de 'huzursuzluk' ve 'istikrarsızlık' doruğa tırmanıyor... / Bush yönetimi ne yapmalı?... Bush, Ortadoğu'da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye'den başlaması aklın yoludur... / (..) Ortadoğu cehennem... / Bu cehennemde ne yapacağını şaşıran Başkan Bush'un Türkiye'de dincilik ve bölücülük siyasetlerini bir yana bırakarak Atatürk'ün laik Cumhuriyetini Ortadoğu'da bir denge unsuru gibi düşünmesi gerekiyor...''

Alıntılar içerisindeki bazı hakikat kırıntılarını okurken duygulanmamak elde değil. Ancak hemen ardından Bush'a akıl veren, Türkiye'de her istediğini yapabiliyorsun bari gel benim istediğim şeyi yap ve AKP'yi başımızdan defet hayıflanması dikkate şayan. Yani sizin anlayacağınız şunu demek istiyor İS 2007: ABD, Türkiye'ye İS 2007'nin ve mensubu olduğu kesimin (eskilerin Atatürk düşmanı ama şimdilerde laikliğin ve Atatürk'ün tek ve yılmaz koruyucuları!) arzu ettikleri bir müdahelede bulunabilir ve gerektiğinde bulunmalıdırda. Bu satırları okuyan bir insanın ya hu ne menem şeymiş şu AKP iktidarı diyesi geliyor. Yazıkki bu takıyyecilerin!, ABD uşaklarının!, Türkiyedeki ''huzursuzluk'' ve ''istikrarsızlığın'' müsebbibi AKP'nin! tek farkında olan da bu çevreler. Ben şimdiye kadar farkedememişim. Yazık bana...

İS 2007'den yapılan alıntıdaki diğer bir çelişki ile devam edelim. Sözlerine başlarken ABD'nin ve dolayısıylada Bush'un fecaatleri ve hataları ile başlıyor İS 2007. ABD'nin komşumuza müdahelelerinin neticesinde Ortadoğu'nun cehenneme dönüştüğünü, yarım milyondan fazla insanın öldüğünü ve kayıpların 650 bini aştığını belirtmeden edemiyor. Ardından ise; bu şecaatlerin müsebbibi Bush'a bir tavsiye ve davette bulunup ona şöyle sesleniyor: ''Bush, Ortadoğu'da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye'den başlaması aklın yoludur...'' Çelişki içinde çelişki. Hangi birini analiz edeyim. Yani, Bush'un yukarıda kendisinin de zikrettiği hataları ve suçları sanki masum bir istikrar arayışı gayretleri imiş de Bush yanlış adres seçmiş bu istikrar arayışı için. Bu alıntıları okuyan bir kişi kendi kendine; bu kadar felaketin tetikçisi Bush (İS 2007 değerlendirmesi açısından) hangi mantıkla Türkiye'de birşeyler yapmalı imiş ki diye sormaz mı? Aynı adam istikrar arayacağım derken Türkiye'yi de benzer bir ''cehenneme'' sokmaz mı? Sonra, kendisi için ''bugün terör örgütü PKK'yi Türkiye'ye karşı kullanıyor'' dediğin ve ''Türkiye'deki siyasal iktidarların iplerini'' elinde tuttuğunu söylediğin ABD'nin, hangi mantıkla istikrar arayışına senin ülkenden başlaması gerektiğini iddia edebiliyorsun ki?.... Akla ziyan şeyler bunlar...


Hadi bunu da geçtik, İS 2007'nin bir hassasiyetini daha öğreniyoruz aynı alıntılar içerisinde. Bakın ne diyor: 'Ilımlı İslam devleti modeli' ni Türkiye'nin başına bela gibi saran artık topal ördektir...'' Anladınız değil mi hangi hassasiyetten bahsettiğimi? Meğer bizim İS 2007 sürümünün bir hassasiyeti de İslam'ın güvenliği imiş. ABD ''Ilımlı İslam'' modelini başımıza musallat etmiş. Geleneksel İslam'ı tehdit eden bir gelişme anlayacağınız. Açıkçası bu tür gelişmeler en çok dindar çevreleri rahatsız ediyor. Kimbilir belki de bu yğzden İS'nin yeni sürümleri, bu dindar çevreler ile olan husumetini de bir gün bir kenara bıraktığını söyler ve onlarla birlikte çalışacağını ilan eder. Sırf ABD'nin başımıza sarmaya çalıştığı ve belli ki geleneksel İslam'ın bir alternatifi olan ''Ilımlı İslam Modeli'nin'' başarılı olamaması için... Kendisine o zaman için karşı çıkan günümüz ulusalcılarını da dönek ulusalcı ilan eder mi acaba. Bakalım göreceğiz?

İS 2007'nin yaman bir çelişkisinden daha bahsedip bitirelim. Bakın Taha Kıvanç (Yenişafak, 6 Temmuz 2007) ne diyor: ''İlhan Bey'in yalnızca ilk baskısına devlet kütüphanelerinde ulaşılabilen 'Güzel Amerikalı' adlı bir kitabı olduğunu biliyordum elbette; nasıl bilmem, 1980'lerden beri elimin altında durur o kitap ve punduna düşürüp mutlaka sözünü ederim. Amerikan Haberler Merkezi (USIS) dâvetine katılmış ve Amerika'nın değişik kentlerinde gözlemde bulunmuştur İlhan Selçuk 1960'larda; 'Güzel Amerikalı' o geziden 'güzel' izlenimlerini yansıtır… Bu sebeple, Mr. Bush'a hitaben kaleme aldığı, Ak Parti hükümeti pis, onu tutmaktan vazgeç, bizi destekle, anlamına gelen yazıları çıkmaya başladığında (Kasım 2006) İlhan Selçuk'un, herkes şaşırdı da ben sadece gülümsedim. Sonra istediği olmadı galiba ki, Mr. Bush yeniden hedef tahtası haline geldi Cumhuriyet sayfalarında.'' Al takke ver külah buna deniyor herhalde. Yoksa; bu alıntılardaki İS, aslında İS 1960 sürümü o yüzden normal görmek lazım mı demeliyim. Yukarıdaki satırları okuyunca siz nasıl bir çıkarım yapıyorsunuz bilemiyorum. Ancak ben, bu konuda Tamer Kormaz'ın yorumunu çok beğendiğimi belirtmek isterim (Zaman, 12 Ocak 2007). Onun ötesinde yorum yapmanın malumu ilanın ötesine geçemeyeceğini de bildiğimden Tamer Bey'in o enfes yorumu ile bitiriyorum: ''Kamera şakası değil: Türkiye'de AKP iktidarının alaşağı edilmesi için ince ince Bush'tan yardım isteyen bir İlhan Selçuk var, karşımızda! Bahsettiğim satırlar kırıntı hükmünde: Cumhuriyet'in Gizli Amerikancılığı'nın çok daha derinde saklı bir gerçek olduğu kanısındayım! İlhan Selçuk, MİT Müsteşarı'nın son çıkışını dahi ''MİT ulusuna 'Tehlikenin farkında mısınız?' dedi" diye çarpıttı... İşin sırrı bu 'Tehlikenin farkında mısınız?' parolasında saklı gibi: Görüntüde sözü edilen 'AKP sayesinde artan şeriat tehlikesi'; peki ya perde arkasında? İlhan Selçuk'un 'tehlike' olarak gördüğü gelişme, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin 2006'da ABD'nin yörüngesinden çıkması olmasın?'' 10 Temmuz 2007

8 Temmuz 2007 Pazar

2007 YILI VE BİZİM DALTONLAR

2007 senesinin siyasi açıdan oldukça hareketli geçeceğini herkes tahmin ediyordu. Malum; Genel Kurmay atamaları ile başlayan bu süreç, Cumhurbaşkanlığı seçimi ile ani bir parlama yaşadı. Şimdi de genel seçim sürecinden geçiyoruz. Şeçimin kendisi bu hareketliliğe katkıda bulunsada, mitingleri itibariyle aynı şeyi söylemek zor. Meydanlarda eski seçimlerde gördüğümüz türden bir hareketlilik yok. Bunda muhakkak AKP'nin yüksek oy alacak olmasının herkes tarafından bilinmesinin etkisi büyük. CHP geçen seçimde elde ettiği yüzde 17-19'luk barajı aşamayacağının bilincinde. Bundan daha da önemlisi; hiç bir seçim hazırlığı yapmasada AKP'nin varlığına tahammül edemediği için oylarını CHP'ye verecek böyle bir grubun varlığından haberdar CHP yönetimi. Cem Uzan geçen seçimlerdeki performansını sergileyemiyor. Uzan ailesinin kurduğu yolsuzluk ağının devletin birimleri tarafından ortaya çıkarılmış olması bunun en önemli nedeni. Millet uyanmış oldu o süreçte. Bu seçimde Genç Parti'nin alacağı oy oranı (bence yüzde dört çıkacak) hala uyanamamış kesimin oranını gösterecek sadece. Öte yandan MHP'nin, urgan fırlatma dışında farklı ve önemli bir mitinge ev sahipliği yapamayacağı çok açık. Çok iddialı oldukları Konya mitingi bile bunun bir göstergesi idi adeta. Perinçek'in, mazot 1 YTL olacak vaadi ve diğer bazı partilerin de bu vaadi ciddiye alıp aynı vaadi tekrarlayarak Periçek düzeyinde siyasete muhtaç kalmış olmaları, yukarıda bahsettiğim durgunluğa ayrı bir katkıda bulunuyor.

Biz bu durgunluktan gözümüzü kaydırıp 2007 hareketliliğine geri dönelim. Seçimin bu harekeliliğe kattığı geçici durgunluğun hemen ardından Cumhurbaşkanlığı seçimi süreci harareti tekrar artıracağa benziyor. Gül tekrar aday olacak mı?, Cumhurbaşkanını halk seçebilecek mi? bunu göreceğiz. Bu konuda şimdiden bir yorumda bulunmak için çok erken. Şu kadarını söylemekle iktifa edelim. Fehmi Koru dünkü yazısında (Yenişafak, 8 Temmuz 2007) Ertuğrul Özkök'ten alıntı yaparak seçim sonrası
bizi bekleyen hareketliliğe dair önemli bir ipucu verdi. Hürriyet yazarı, dindar bir Cumhurbaşkanı seçilmesi ihtimalini kastederek; ''bu, çok ama çok tehlikeli bir gelişmeyi başlatır” diyor. Darbe gulyabaniliği yapıyor anlayacağınız. Gulyabani kelimesini özellikle seçiyorum. Gulyabani ifadesini zihnimize kazıyan o eski Türk filmini hatırlarsınız. Gulyabani gerçek bir 'öcü' olmayıp ev ahalisini korkutmak ve hizada tutmak için kullanılan bir korku figüranıdır sadece. Türkiyede artık darbe filan olacağı yok. Ama belirli bir zümre darbe olabilir korkusu salarak insanların karar mekanizmasını etki altına almak istiyor. Bu gulbayani hareketinin en önemli propaganda aracı da Hürriyet Gazetesi. (Bir ara aynı gazetenin Irak'a girmemiz için nasıl haber manipulasyonu yaptığına da değiniriz). Milliyet Gazetesinin hakkını da yemeyelim tabiki...

Bütün bu hareketlilik bir yana, kanaatimce, 2007 yılının üzerinde durulması gereken ve yukarıdaki süreçte adı zikredilmemiş olan en önemli konusu ''ulusalcılık!'' ve ''vatansever!'' hareketler. Yani bizim vahşi batının modern Daltonları.

Her iki hareket de bir anda bir mantar gibi ortaya çıkmadılar elbette. Temelleri itibari ile bazılarını İttihat ve Terakki hareketine kadar uzatmak mümkün. Derin devlet-mafya-gladyo sacayağında birtakım izler sürmek de bizi yanlış adrese götürmez. Bu bilinenler bir yana, bir kavram olarak ''ulusalcılık!'' hareketinin ve bunun vurucu kol faaliyeti olduğu izlenimini veren ''vatansever!'' ve ''kuvvacı!'' örgüt-çete faaliyetlerinin 2007 hareketliliği ile yakın bir bağlantısı var. Tohumları 2007 döneminde atılmadı elbet; ancak 2007 baharında önceden atılan tohumlar çiçek açtı ya da bir aciliyete binaen açmak zorunda kaldılar. O nedenle, geleceğin sosyologlarının bu dönemi analiz ederken bu son etkeni mutlaka denkleme dahil edeceklerine inanıyorum. Bu klikin organize ettikleri Cumhuriyet mitingleri de buna dahil tabiki.

Ortada; sosyopolitik bir düşünce hareketi olduğu görünümünü veren ''ulusalcılık!'' hareketi ve daha aksiyoner, vurucu görünümlü ''kuvvacı!'', ''vatansever!'' iki hareket mevcut. Ortak özellikleri vatansever ve vatan kurtarıcı olduklarını iddia etmeleri. Yukarıda sözünü ettiğim 2007 hareketliliği kapsamında bu iki yeni kuvvet çok etkin bir rol oynamaya başladılar. Öncelikli olarak, belki altı-yedi senelik bir mazisi olan ''ulusalcılık!'' hareketi siyaset alanındaki etkinliğini artırmaya başladı. Kimler çıkmadı ki ''ulusalcılık!'' sahnesine. Rahşan Ecevit ilk boy gösterenlerden oldu. Sonra arka plana çekildi. Ardından İlhan Selçuk ve bazı Cumhuriyet gazetesi zevatı, gazetecilik sıralarından birden Kanal sahipliğine fırlayan Tuncay Özkan ve Kanaltürk boy gösterdiler sahnede. Bazı emekliler, YÖK ve akademisyenler de bu sahnedeki yerlerini aldılar hiç gecikmeden. Bazı MHP'liler ve CHP de takip etmekte gecikmediler. Taha Kıvanç'ın geçenlerde satırlarına taşıdığı 1999 Şubat'ına ait şu alıntı ne kadar da manidar: ''İlhan Selçuk ile Devlet Bahçeli buluştu; Kuva-yı Milliye cephesi oluşuyor'' (Yeni Şafak, 6 Temmuz 2007).

Atatürkçü Düşünce Derneği'ni de unutmayalım bu arada. Ulusalcı hareketin ilk olarak askeriye içerisinde yeşerip geliştiğine dair içimde bir his var. Diğer bir hareket olan ''kuvvacı!'' ve
''vatansever!'' oluşumlar ise Kuvayı Milliye! hareketi ve Vatansever Kuvvetler Birliği gibi isimlerle çıktılar sahneye. Bunlar da bazı emeklilerin öncülüğünü yaptıkları Daltonlarımız. Daltonlar benzetmesi yapmamın bazı önemli nedenleri var elbet. Dalton kardeşler arasında nasıl bir kan bağı var ise bu oluşumlar da Türklük! etrafında oluşuyor görüntüsü veriyor. Diğer bir neden için ise o meşhur çizgi filmin karakteristik bir özelliğini hatırlayalım. Dalton kardeşlerin en kısa boylu, en akıllı; ama en öfkeli ferdi Jo ile öne çıkan bir özellik bu: Her seferinde tekrar kondukları hapishaneden bir yolunu bulup kaçmak ve Redkit'i öldürmek. Tabi eylemlerini gerçekleştirmek için ilk olarak sığınabilecekleri bir kasabaya ihtiyaçları olur Dalton kardeşlerin: Pek tanınmadıkları ve içerisinde soyulmaya musait bir bankası bulunan bir mekan. Tekrar güçlenebilmeleri ve yollarına devam edebilmeleri için gereklidir bu onlar için. Trabzon ve Ümraniye kasabalarını hatırlayınız mesela. Yeri gelmişken söyleyeyim. Redkit en son Ümraniye'de görüldü. Vatansever! elemanlarımız Ümraniye'de ellerinde bombalarla yakayı ele verdiler. Geçen sene Cumhuriyet gazetesinin bahçesine de fırlatılan ama her nedense Cumhuriyet gazetesinin peşine hiç düşmediği ordu malı bombalarla hemde. Bundan öncede Danıştay saldırısında, Tranzondaki rahip cinayetinde yakayı ele vermişlerdi. En son Hırant Dink cinayetinde rol aldıkları da çıktı ortaya (Tamer Korkmaz, Zaman, 6 Temmuz 2007).

Redkit neler mi ortaya çıkardı? Birkaçını listeleyelim. Soygun, dolandırıcılık, çete kurma, ihale yolsuzluğu, şehit ailesine bile vatansever duygularla yaklaşıp ardından dolandırma, vesaire. Herhalde bağlantıyı kurdunuz. Bizim Daltonlar da vatanı kurtarmak! için eylem yapacakları bir beldeye ve de bankaya (para kaynağına) muhtaçlar. Eee! parasız vatan kurtarılmaz tabi. Anlayışlı olalım.

Geçenlerde gazetelerde bir ''Mersin hatırası'' fotoğrafı yayınlandı. Önceden aralarındaki ilişkiyi inkar eden bazı kuvvacı! önde gelenlerimizin (Dalton kardeşlerin) yanyana çekilmiş resmi idi bu.
Emekli Albay Fikri Karadağ, Kuddusi Okkır, Emekli Astsubay Oktay Yıldırım, Hüseyin Görüm ve Emekli Yüzbaşı Muzaffer Tekin (Yenişafak, 26 Haziran 2007) derin beşlisi aynı resim karesinin içerisine girmişlerdi. Başka Dalton kardeşler de var tabi resmin dışında kalan. Bu arada bahsetmeden geçemeyeceğim. Tamer Korkmaz, Zaman'daki köşesinde lafı Oktay Yıldırım'a getirdiğinde ''uzun boylu kuvvacı'' tanımlamasını yapıyor. Bu benim bahsettiğim Dalton kardeşlerin uzun boylu Avarel'i olsa gerek. Bombalar ile yakalandı ya Ümraniye'de, çizgi filmi hatırlayanlar ne demek istediğimi anlayacaklardır.

Biz devam edelim. Mümtazer Türköne, çok yerinde olarak ''vatan haini çeteler'' olarak tanımladı bu oluşumu (Zaman, 6 Temmuz 2007). Redkit'in başarılı operasyonlarını tanımlama yönünden ise başarılı bir isimlendirmeyi Tamer Bey yaptı Zaman'daki köşesinde: ''Çorap söküğü çetesi'' (6 Temmuz 2007). Benim en sevdiğim isimlendirmesi ise Tamer Bey'in şüphesiz ''Vatansoyar Hareketi.'' Resme tekrar bakalım; önümüzde vatanı kurtarmak için yola çıktığını iddia eden; ulusalcı hareket ile özellikle emekliler aracılığı ile irtibatı bulunan; Atatürkçü Düşünce Derneği, CHP, Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği ve Ulusalcı Tuncay Özkan ve Kanaltürk işbirliği ile Cumhuriyet mitingleri tertip eden; yolsuzluk, cinayet, gasp ve ihale yolsuzluklarına karıştığı ispatlanmış bulunan; CHP'li bir abilerinden! maddi destek alan; Cumhuriyet gazetesine bomba attığı halde nedense İlhan Sleçuk ve Cumhuriyet gazetesinin desteği arkalarında olan; Cumhubaşkanı Sezer'in bile Cumhurbaşkanlığı fonundan kendilerine para akıttığı; MHP'lilerin desteklerini almayı başaran; JITEM ve halihazırda görev yapan birtakım askerlerle ilişkileri olan; darbeci Jandorma eski komutanı Şener Eruygur'un da aralarında bulunduğu; Perinçek ile dahi aynı ulusalcı koroda yer alabilen etkili ve girift bir oluşum...

Bu kadar karışık (sofistike) ve derin bir ağ nasıl oldu da bir anda kendisini aktif bir mücadelenin içesirine attı? Önceden ayrı ayrı kulvarlarda ve el altından yürüttükleri mücadelelerini açıktan ve bir birlik havası içerisinde neden sürdürmek zorunda kaldılar? Ulusalcı ve Kuvvacı bir görünüm kazanma süreçleri nasıl ve nerede başladı? Şimdiye kadar, dine ve dini olana karşı oldukları halde ülkemizdeki misyonerleri bahane edip neden ''din elden gidiyor'' telaşına! kapıldılar?... Bunlar nedenleri sonradan daha iyi anlaşılabilecek sorular elbette. Biz şimdilik Fehmi Koru'nun YÖK Başkanı Erdoğan Teziç'in açıklamakta hiç bir beis görmediği bir alıntısı ile noktalayalım: ''
Bugün parlamentodaki siyasi çoğunluk, sadece siyasi iktidarı değil, devlet iktidarını da eline geçirmek istiyor.'' Haklı olarak ekliyor Fehmi Bey: ''Siyasi iktidar ile devlet iktidarı arasında var olduğu itiraf edilen farklılık ortadan kalkmasın diye yapılıyor, şu son birkaç ay içerisinde ne yapılıyorsa…'' Tesbit doğru, ama bu mücadelenin bir tarafında yukarıda bahsettiğim elit! kadro, diğer tarafında ise AKP yok sadece. Tek korkuları, AKP'nin yukarıda adı geçen farklılığı ortadan kaldıracağı endişesi değil. Çok korktukları ve yukarıda zikredilen ayrılık ile alakalı birşey daha var. Neyse onun yeri burası değil...

Not: Yeri gelmişken belirteyim: Ben hiç bir zaman ''Kuvvacı'' olamayacağım. Zira bir ara Daltonlardan bir tanesi, yurt dışında okumuş olanların vatan müdafaası konusunda güvenilemeyeceğini söylemişti. O gün bugündür bunu bilmekteyim vesselam. Hani şu; ülkede kurulu bir ordu olduğu halde alternatifini kurmaya çalıştıkları, depolarda silah eğitimi verip eylemlere gönderikleri alternatif Kuva-yı Milliye! ya da Vatansever Kuvvetler Birliği Hareketi var ya işte onu kastediyorum. Bu satırları okurken; herhalde bu bilgiler gün yüzüne çıktığında ordu genelge yayınlamıştır bu hezeyanı durdurmak için diye içinizden geçirdiniz değil mi? Hayır! maalesef şimdiye kadar ordumuz tarafından yayınlanmış hiçbir gece yarısı bildirisi okumadım bu konu ile alakalı. Sadece bu mu! Bu çetelerin yaptıkları karşısında ya da 2003 senesinde bazı kuvvet komutanlarının iki kere darbe planı yaptıklarını ancak başarısız olduklarını duyduğumuzda ''Türkiye'de kıyamet kopmalıydı'' (Leyla İpekçi, Zaman, 19 Haziran 2007) ancak kopmadı. Aksine elimizde; çetelerin varlığı karşısında sessizliğini koruyan önemli bir kesim ile, darbe planlarını ortaya çıkardığı için kapatılan Nokta dergisi ve Şemdinli'de kitapçıyı bombalamak üzere iken yakalanan ordu mensuplarının davasını yüklendiği için görevlerinden men edilen ya da tayin ettirilen hukukçularımız var. 8 Temmuz 2007

1 Temmuz 2007 Pazar

SEÇİM ÖNCESİ APO POLEMİĞİ

2007 Genel Seçimlerine yaklaştığımız şu günlerde, MHP ile AKP arasında ilginç bir Apo polemiği yaşandığına şahit oluyoruz. Elbette tartışmayı başlatan taraf sayın Bahçeli. Bir önceki seçime nazaran oy kaybetmeyip aksine oylarını sürekli artıran bir parti konumunda AKP. Şahsen, yaptığı icraatları pazarlamada çok yetersiz buluyorum AKP'yi. Buna rağmen oylarını artırmada en önemli katkıyı hasımları, muhalefet ve anamuhalefet partileri yapıyor. Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde AKP'ye uygulanan çifte standardın halkı AKP çizgisine yaklaştırmasını saymazsak bu grupların AKP ile yaşadıkları polemikler de AKP'nin işine yarıyor. Yukarida bahsettiğim yeni Apo çekişmesi de bunlardan biri. Maalesef MHP lideri Bahçeli bunu seçim sonuçları açıklandığında yakinen idrak edecek. Şimdi Bahçeli'nin Erzurum mitinginde bir şov ile süslemeyi de ihmal etmediği bu tartışmanın detaylarına geçelim.

Adı geçen mitingde Bahçeli, AKP'ye şöyle yükleniyor: ''Öcalan'ı neden asamadınız? Yoksa asacak ip mi bulamıyorsun?'' (Zaman, 1 Temmuz 2007). Ardından da ''Al sana ip, as'' diyerek elindeki ipi göstererek şovunu tamamlıyor. Abdullah Gül ve Tayyip Erdoğan bu sataşmaya cevap vermekte geç kalmadılar tabiki ve haklı olarak Bahçeliye önemli bir hatırlatmada bulundular.MHP lideri bir kaç gün evvel de aynı sataşmayı yaptığında, o dönemi ben de çok iyi hatırladığımdan dolayı, Gül ve Erdoğan'ın verdikleri tepkinin aynısını vermiştim.

Apo asılmadı ya da asılamadı ise bu MHP'nin bir önceki koalisyon hükümeti sırasında gerçekleşti. Üstlelik ABD Apo'yu teslim ettiğinde hem DSP hem de MHP bunu çok önemli bir seçim malzemesi olarak kullanmış, milliyetçi duyguları yüksek olan halkımız MHP'yi hiç ummadığı bir oy oranı ile meclise taşımıştı. MHP'nin ve dönemin hükümetinin Apo'yu asmaları için üzerlerinde bir sorumluluk vardı. Ancak, teslim sırasında ortaya konan asmama şartları onların hareket alanlarını kısıtlamış, bu gizli antlaşmanın ve baskının bir neticesi olarak ta idam cezasını kaldırma yönünde gerekli adımları atmaktan da geri durmamıştı dönemin koalisyon hükümeti. MHP her ne kadar red oyu verdi ise de Apo'nun asılmaması üstelik de idam cezasının kaldırılması karşısında onurlu davranmalı ve koalisyon hükümetinden ayrılmalı idi. Ancak kendileri bütün bu süreci büyük bir sessizlik ve pasiflik içerisinde takip ettiler. Buğz dahi ettiklerini hatırlamıyorum. Bazı ülkücülerin şimdilerde (tabi ki gene seçim öncesinde) yaptıkları gibi o zamanlar şehit cenazelerine gidip slogan attiklarını da hatırlamıyorum.

Söz bu dönemden açılmışken bir noktanın daha altını çizmekte yarar var. Aynı MHP yönetimi başörtüsü sorununu çözeceğini de vaad etmişti vatandaşlara. Ancak 28 Şubat'ın organizatörleri bu ülkede dindarları ezecek bazı uygulamalara imza atarken MHP yönetimi sessizliğini korumuştu. Sayın Bahçeli'nin karar alınırken ben Mecliste değildim mesajı veren yurt dışı gezisini de unutmak olmaz tabi. Tüm bu veriler ayan beyan ortada iken, MHP liderinin Apo'yu neden asmadin diye Erdoğan'a yüklenmesi tam bir yavuz hırsız malın sahibini bastırır türünden bir olay. Son derece yakışıksız ve haksız bir itham. Erdoğan haklı olarak ''Bu kadar mahirdin de sana teslim ettikleri zaman yasalar, kanun, yargı ne ise yargı kararını verdiği zaman iktidardaydın ip yoksa millet sana ip gönderirdi. Bu işi halletseydin ya niye etmedin'' (Zaman, 1 Temmuz 2007) diyerek yanıt gönderdi MHP liderine. Son derece doğru ve yerinde bir cevap. Sayın Bahçeli Apo'yu asmak için elinden geleni yapsa idi gerekli ipi kendisine gönderecek bununla da kalmayıp Öcalan'ı asmak için kuyruğa girecek çok kişi vardı bu ülkede. Uzun lafa gerek yok. Umarım Devlet Bahçeli bir adım daha atıp ''Başörtüsü sorununu niye çözmedin'' diye AK Partiye yeni bir sataşma yapmaz ve yeni bir polemik başlatmaz. Daha doğrusu yeni bir yüzsüzlük yapmaz. Zira MHP liderinin bu konudaki karne notunu az önce zikretmiştim. Seçim öncesi oy kapma telaşı insana neler yaptırıyor değil mi? Merak ediyorum; acaba MHP lideri bazı ülkücülerin kendisi ile çok övündüğü ve koalisyon döneminde kurulan bir kaç yüz kişiden oluşan uzmanlar grubundan mı akıl alıyor yoksa CHP-Ulusalcı-Emekli sacayağından mı? Son zamanlardaki CHP-MHP yakınlaşmasının önemli mimarlarından birisinin Tuncay Ozkan olduğunu ve de Cumhuriyet Gazetesinin derin adamı, Sezer'in silah arkadaşı! İlhan Selçuk'un geçenlerde Bahçeliyi ziyaret ettiğini düşünürsek; buna Cumhuriyet gibi bir gazetede MHP'yi öven yazılar çıkabildiğini eklersek varın gerisini siz düşünün.
1 Temmuz 2007


İlave 1 (5 Temmuz 2007):

Bu yazıdan hemen dört gün sonra, 5 Temmuzda, Zaman, Yenişafak, Milliyet ve Hürriyet'te ''İşte Apo'yu kurtaran imza'' başlıklı ilginç bir haber yayınlandı. Bahçeli'nin fırlattığı urgana güzel bir cevap niteliği taşıyor bu haber. Haberde iki önemli detayın altı çiziliyor: Bahçeli'nin, Apo'nun idam cezasının uygulanmasını önleyen kararın altındaki imzası ve idam cezasının uygulanmayacağına dair verdiği söze sadık kalacağını belirtmesi. Apo, bugün hayatta ise ve kaldığı adadan örgüt ile ilişkisini halen devam ettirebiliyorsa bunda sorumluluğu olan birisi MHP lideri. Şu tabloya bakın: APO ulusalcı takılıyor, zamanında ona gül uzatan Perinçek ulusalcı takılıyor, bazı çeteler ulusalcı takılıyor, bazı emekliler , CHP, Cumhuriyet gazetesi, Sezer ve MHP de aynı şekilde. Sanırım asıl konuşulması gereken konu bu ilişkiler yumağı ve bu tarafların nasıl olup ta böyle ortak bir paydada buluşabildikleri. Bahçeli, etrafa urgan fırlatarak dikkatimizi mi dağıtmaya çalışıyor ne. O zaman bu APO meselesini rafa kaldırıp asıl mevzudan devam edelim bari...

Ilave 2 (10 Temmuz 2007):

Zaman'dan aktarılan habere göre; Bahçeli bugün Kanal B televizyonunda yayınlanan ''Başkent Oturumları'' programında şunları söylemiş son yaşanan APO polemiği ile alakalı:

''MHP, 30 bin insanın cinayetinden sorumlu olan bir kişinin idam edilmesi anlayışına sahiptir, bunu da adaleti dengelemek açısından hak görmektedir. Ama şartların ne getirdiğini de dikkate alarak hareket etmek lazım. Anayasayı değiştirecek bir iktidar muktedirliğini versinler ne yapacağımızı görürler.''

Benim merak ettiğim husus, Sayın Bahçeli'nin; ''ama şartların ne getirdiğini de dikkate alarak hareket etmek lazım'' sözünü ederken bunun AKP için de geçerli olduğunu görmezden gelmesi. Yani, ortada ABD'ye ve AB'ye Apo'yu teslim etmeleri karşılığında verilmiş bir devlet sözü var. Üstelik bunda, her ne kadar ama biz hayır oyu vermiştik deselerde, MHP'nin ve Bahçeli'nin de imzaları var. Apo yakalanmadan evvel idam cezası var iken tam da yakalanmasının ardından kaldırıldı idam cezası. Bunun kaldırılmasında onayı olan bir partinin çıkıpta; benim mecliste çoğunluğum olacak ki bak gör o zaman nasılda kaldırıyorum idam cezasını ve asıyorum Apo'yu demesi hiç inandırıcı değil. O zaman için, Bahçeli'nin bahsettiği ''şartların gerektirdiği'' şeylerin yapılmayacağını neye binaen garanti ediyor MHP lideri. Üstelik ortada devlet olarak verilmiş bir söz var ve bu söz AKP'yi de bağlıyor. Çünkü, devlet daimdir, hükümetler geçicidir. Her yeni hükümet devraldığı devlet yönetiminin verdiği sözleri de devralır. Burada Bahçeli'nin anlamadığı yada anlamak istemediği husus AKP'nin de ''şartların ne getirdiğini dikkate alarak hareket etmekle'' yükümlü olduğudur.

Bunulada kalmıyor Bahçeli. Kendisine, MHP'nin iktidara gelmesi halinde idam cezasını tekrar Anayasaya koyup koymayacağı yönünde bir soru sorulması üzerine bakın ne diyor: ''Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar gerektirirse, ihtiyaç bulunduğu takdirde, toplumsal bir talep çıktığı takdirde gereken her şeyin yapılması lazım.'' Tam bir politika insanının ağzına layık bir kelam. İnandıkları bir hakikati! neden direk olarak söyleyemezler hiç anlayamadım. Belki de; muğlak bırakılan ifadelerin birgün istedikleri gibi eğilip bükülebileceği biliyor olmaları gerçeğidir bunun nedeni. İfadelere bir daha göz atalım: ''Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar gerektirirse, ihtiyaç bulunduğu takdirde, toplumsal bir talep çıktığı takdirde gereken her şeyin yapılması lazım.'' Yani, şu an Türkiye'nin içinde bulunduğu şartlar Apo'nun asılması gerektiriyor bunu anlıyoruz Bahçeli'nin sözlerinden. Bundan 5 sene evvel kendi koalisyon iktidarları döneminde hem de Apo daha yeni yakalanmış ve idam cezası da varken bu şartlar oluşmamış... AKP sonrası dönemde de oluşacağı kesin olmayan... ama her nedense ikisinin ortasındaki AKP döneminde oluşmus bu şartlar.... Ee tabii ki AKP'de gerekeni yapmamış. Git Allah Aşkına... Geçenlerde bir Amerikalı yetkilinin dediği gibi: Adamı zorla AKP'li yapacaklar. Beni bile...