9 Temmuz 2010 Cuma

KIBRIS’TAKİ SENDİKA TERÖRÜNE AMERİKA’DAN BAKIŞ

Bu yazı 10 Temmuz 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Oldum olası sendika kavramının bizim toplumumuzdaki algılanış ve uygulanış biçiminden rahatsızlık duymuşumdur. Cumhuriyet tarihimiz sendikalaşma kapsamında nice kutuplaşmaların, sorunların ve çözüm adına üretilen çözümsüzlüklerin gözlendiği bir zaman dilimi olmuştur. Kendisine böyle ek anlamlarla yüklenen misyonu, onu yapay bir mevkiye taşıyınca, sendikalaşma; toplum mühendisliğine soyunan bir takım çevrelerin vazgeçemediği bir alet haline gelmiştir.

Medya, bugün nasıl 4. Kuvvet olarak tanımlanıyorsa, ülkemize has sendikalaşma konsept ve uygulamalarından tevellüd eden sendikaları da 5. Kuvvet olarak tanımlamak hiç yanlış olmaz. Nitekim, halihazırda, mahkeme delil klasörlerine giren bazı deliller ışığında Ergenekon suç örgütünün sendikalara nasıl bir görev biçtiğini yakinen müşahede ettik ve aynı Ergenekon’un Kıbrıs’ta ne kadar etkin olduğunu da çok iyi biliyoruz.

Değişik anlamlar ihtiva edebilen sendika kavramı, ilk uygulanış alanları yönüyle ekonomik temelli olsa da, zamanla gelişen tanımı sayesinde bugün daha farklı kulvarlarda da kullanılmaktadır. Tanımı ve kökeni itibari ile belirli bir amaç/ticari kaygı neticesinde bir araya gelen insanların oluşturdukları bir örgüt veya daha çok Yunanca kökenli ‘syndikos’ kelimesinden türemiş olması bakımından (bkz. Wikipedia) bir ‘sorun’un koruyucusu/kollayıcısı anlamını da ihtiva eder. Fakat dikkatinizi çekmek isterim ki; sendika kavramı belirli bir suç işlemek maksadıyla organize olmuş insanlar birliği olarakta değerlendirilmekte ve tanımlanmaktadır.

Bu bağlamda ülkemize baktığımızda, sendikalar daha çok bir meslek grubunun haklarını savunma amaçlı faaliyet yürütmektedirler! Bu daha çok kişi/meslek grubu eksenli bir algılayış biçiminin bir ürünüdür ve özellikle 80 öncesi ve sonrası gelişen sol hareketlerin güdümü ile artan bir değere ulaşmıştır. Darbe mühendisi çevrelerin ise her zaman iştahını kabartan bir ‘kale’ olarak algılanagelmiştir. Daha özel ve geniş bağlamda, ‘’sorun’’ eksenli sendikalaşmalar (çalışan haklarını hariç tutarsak) bizde biraz eksik kalmıştır. Mesela, bir grup insan bir araya gelip, ‘kıyafet özgürlüğü sendikası’, ‘hayvanları koruma sendikası’ da kurabilirler. Bizim kültürümüzde bu daha çok vakıf mantığı ile ele alınan bir husustur. Henüz daha temel yaşamsal sorunlarla boğuşmakta olan ülkemiz vakıfçılık alanında da zayıf kalmış olsa da, bu konudaki örnekler için Osmanlı dönemine ait vakıflaşma kültürüne göz atmak yeterlidir.

Sizler sendika kavramına, ülkemizdeki ve yavru vatan Kıbrıs’taki muhtemel uygulamalara bu zaviyelerden baka durun, ben bu yazının yazılmasına neden olan hadisenin önce sunumuna ardından da Amerika’da bir eğitim kurumunda görev yapan bir idareci olarak bunun bir değerlendirmesine gireyim.

Takip etmişsinizdir. İlk olarak 1 Temmuzda Kıbrıs’ta bazı eğitim sendikaları, bünyelerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayı ve gözetimi dahilinde yaz Kur’an kursları tertip edilen iki okulu bastılar. Zaman Gazetesi’nin aktardığına göre, ortaokul öğrenci ve öğretmenlerini zorla dışarı çıkararak sonrada protestolarını gerçekleştirdiler. Eskiden Türkiye’de çok dinlediğimiz klasik sloganlarını attılar. Tarih 4 Temmuz... Ülkenin Başbakanı bu sendikaları tavırlarından dolayı kınadı ve haklarında hukuki işlem yapılacağını ilan etti! (9 Temmuz itibari ile henüz herhangi bir adım atılmadı). İlaveten, bu sendikaların ‘’toplumun değerlerine savaş açmanın anlamsız olduğunu’’ belirterek onları saygılı olmaya davet etti (Zaman, 4 Temmuz 2010).

6 Temmuz tarihinde baskına ait bir takım detaylar gün yüzüne çıktı. Yine Zaman Gazetesi’nin haberine göre, ismi ‘Kıbrıs Türk’ ifadesi ile başlayan ve bu baskını gerçekleştiren sendika üyeleri, polisin müdahalesine rağmen, okula kapıdan giremeyince yangın merdiveninden giriyorlar; çocukları kovalayarak fotoğraflarını çekiyorlar. Daha sonrada taciz ettikleri öğrenci ve öğretmenler aleyhinde Türk oldukları gerekçesiyle ‘’işgalci’’; onları korumaya çalışan polisleri de ‘’işgali koruyan polisler’’ şeklinde suçluyorlar ve polisle tartışıyorlar. Ve yine habere göre, polis sendika üyelerini güçlükle dışarı çıkarabiliyor.

7 Temmuz... Aynı sendika üyeleri bu sefer başka bir okulu basıyorlar. Hem de KKTC Başbakanı ‘’gerekli güvenlik önlemlerini alıyoruz!’’ demiş olmasına rağmen! Yine polisin engelleyemediği bir eylem... Okula zorla giren ve kapıları tekmeleyerek, öğrencilerin zorla resimlerini çeken sendika üyeleri ve durumdan şikayetçi olan, çaresiz öğrenci velileri... Çaresizliklik içindeki bir velinin; aynı şeyin geçen sene de yaşandığını ve bir işlem yapılmadığını belirten sözleri ile aslında kendisi acizlik içerisinde olan adalet ve hukuk sistemimizin ne durumda olduğuna işaret edip şimdi, Amerika’da bir eğitim kurumunda yöneticilik yapan birisi olarak, Kıbrıs’ta yaşanan bu vahim hadisenin Amerika’da yaşanması halinde izleyeceğimiz senaryoyu Kıbrıs örneğine paralel bir şekilde sizlerle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle şunu belirteyim: Amerika’da hiçbir sendika böyle bir eylem gerçekleştirmeye cesaret edemez. Hele Kıbrıstaki gibi ’ayrımcılık yapma’ kategorisine giren bir eylemi... Diyelim ki etti. Bu durumda ne olur? Birincisi; Amerika’da her ilk ve orta öğretim kurumunda, okula baskın olması durumunda öğretmen, idareci ve öğrencilerin nasıl hareket edeceğine dair yıl içerisinde bir kaç kez tatbikat yapılır. Baskın olması durumunda öğrencilerin ve öğretmenlerin bildiği bir sistemle uyarı verilir. Bu uyarıyı duyan herkes kapılarını kilitler. Öğrenciler duvar kenarlarına çömelerek dizilirler. Kıbrıs hadisesinde polis daha dışarıdakileri sakinleştirmeye çalışırken bu yeterli süre zaten mevcuttu.

İdareciler hemen 911’i arayarak okulun bir kaç yetişkin tarafından basıldığını ve silahları olup olmadığını bilmediklerini rapor ederler. Özellikle küçük öğrencilerin bulunduğu okullara yapılan saldırılara karşı daha hassas olan polis teşkilatı olayı fazlasıyla ciddiye alır. Üç dakika içerisinde yerel polis eşliğinde özel eğitimli SWAT timleri ve federal büro ajanları (FBI) ambulanslar ve itfaiye eşliğinde okula gelirler.

Bu aşamada yukarıda koyulaştırdığım noktaları senaryoya yerleştirmeye başlıyorum. Sendika üyelerinin polisle tartışması gibi bir lüksleri yoktur. Polis buna kesinlikle müsaade etmez. Dinlemez bile. Üyeler slogan ata dursunlar, polis kendileri ile ‘’yahu yapmayın etmeyin’’ repliklerine kesinlikle girmez. Aciz değildir çünkü. Arkasında adalet sisteminin olduğunu bilir. Tek şey söyleyip durur: Sizi uyarıyorum derhal susun ve benimle iş birliği yapın babında emir cümleleri kullanır. Öfkeli gurup taşkınlığa devam ettiğinde ise bu sefer onlara birazdan yapacakları uygulamaları hatırlatır; elektrik şoku verme gibi. Tabi bu senaryo hadisenin halen okul dışında cereyan etmesi halindedir. Yerel polisi izlemekteyiz. Diyelim ki sendika üyeleri polisi aştı ve yangın merdiveninden içeri girdi veyahutta polis geldiğinde üyeler zaten içeri girmişlerdi. Birincisi; polisin gözü önünde böyle bir şey cereyan edemez. Anında silahını çeker ve vurur yada başka bir şekilde üyeleri pasivize eder. Yada olaya direk SWAT timleri müdahele eder. Üyelerin derhal dışarı çıkmasının emredildiği bir anonsun ardından çıkmadıkları takdirde, SWAT timleri içeri dalar ve gerekirse sendikacıları öldürür.

Diyelimki sendikacılar sağ salim pasivize edildiler. Direk olarak gözaltına alınırlar. Arkalarında kim var, başımıza iş gelir mi gibi bir endişesi yoktur polisin. Haklarında özel ve kamu davaları açılır. Aileler asla çaresiz olmadıklarını iyi bilirler. Aileler ve eğitim kurumu sendika aleyhine tazminat davaları açarlar. Büyük ihtimalle de kazanırlar. Öğrencilere ve öğretmenlere psikologlar atanır. Muhtemelen sendika da kapatılır yada toplum baskısından dolayı kendisini fesh eder.. Yada idarecileri istifa ederler. Ayrımcılık suçları direk olarak federal bir suç olduğundan sendika kendisini FBI’ın takibinden kurtaramaz.

Amerika’da bir öğrencinin velisinin istemi dışında resmini de çekemezsiniz. Okulun İnternet sayfasında öğrencinin resmini yayımlayabilmek için bile veliden imzalı bir belge almanız gerekir. Öğrencilerinizi herhangi bir yarışmaya götürmek istediğinizde bile, yarışmayı organize eden kurum günler öncesinden öğrencilerin resimlerinin çekilmesi ihtimaline binaen veli izin kağıdı gönderir size. Kıbrıslı sendikacıların, öğrencilerin zorla resimlerini çekmesi bile, başlarına çok büyük belaların açılması için yeterlidir ABD’de.

Daha çok detaylar olsada burada keseceğim. Kıbrıs’ta ve ülkemizde benzer hadiseler, kanunsuzluklar çok uzun zamandır yaşanıyor. Adalet sistemlerimiz böyle zayıf, aciz, pısırık bir kişilik taşıdığı müddetçe de yaşamaya devam edeceğiz. Böyle fütursuz bir kanunsuzluk irtikab eden bir sendika, arkasında ona destek veren Ergenekonvari bir güç olmadan bu tür kabadayılıklara cesaret edemez. Ergenekonvari yapılanmalar ise gücünü bu yazıda resmetmeye çalıştığım zayıf damarımızdan alırlar. Yani, hukuk sistemimizdeki gedikler, devletin güçlü olmaması, polis teşkilatının kanunları koruma noktasında elinin zayıf olması... Yaklaşık bir yıl önce gazetelerin İnternet sayfalarına düşen bir videoyu izliyorum. Elinde bıçak, bir saldırgan etrafındakileri tehdit ediyor; gazetecilerin tabiri ile ‘’dehşet saçıyor’’. En az 10 dakika süren bir zaman zarfında polis memurlarımız sadece, ‘’kardeş yapma etme’’ diyaloğundan öte geçemiyorlar zanlı ile. Amerika’da ise olay çok basittir. Adamı emir cümleleri ile sükunete davet edersiniz ve işbirliği yapmadığı takdirde başına gelecekleri hatırlatırsınız. Hele elindeki bıçağı polise sallamaya da başlamışsa ya elektrik tabancasının elektrotlarını yada bir kurşunun yakıcı sıcaklığını bağrında hissediverir. Artislik yapmasına müsaade edilmez.

Polis ve arkasındaki adalet sistemi güçlü ve yıldırıcı olmalı. Anlayışlı, tedbirli; ama tavizsiz olmalı. Bir grup kendini bilmez, milletin gözünün içine baka baka geçen sene de işlediği bir haltı, aynı cesaretle polisi dahi aşarak işleyememeli. Bu güçlü bir devlet olabilmenin, gerçek bir hukuk devleti olabilmenin göstergesidir. Bir okulunu ve içerisindeki küçük çocukları dahi koruyamayan, sorumluları en ağır şekilde cezalandıramayan bir devletin etkin ve uzun ömürlü olması beklenemez. Bir gün, Amerika’da da benzer bir hadise karşısında ülke başkanının benzer acizlikler içerisinde bir açıklama yaptığını, adalet sistemi ve polis teşkilatının olaya Kıbrıs ve Türkiye’deki gibi müdahale ettiğini görürseniz, Amerika’nın artık son nefeslerini vermeye başladığından emin olabilirsiniz. Çünkü sağlam bir hukuk ve adalet sistemi uzun nefesli bir devlet olmanın temelidir. ‘Adalet mülkün temelidir’; işte bu demektir. Ancak, güçlü bir polis teşkilatı ve güçlü bir hukuk sistemi ile geleceğe güven ve ümitle bakabiliriz. Keşke Polis teşkilatımıza, meclisimize ve hukuk çevrelerimize bu önemli konuda en ince detaylarına kadar bir brifing verebilseydim.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

MEDYA GÜNDEMİ EŞLİĞİNDE: NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bu yazı 6 Temmuz 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye’de herhangi bir gazetede köşe yazarlığı yapmak zor bir iş midir, yoksa kolay mı? Bu soruyu size yöneltseler nasıl cevap verirdiniz? Böyle muğlak sorular karşısında Amerikalıların kullandıkları çok kısa ama öz bir cevap şekli vardır: ‘It depends’ derler. Yani, cevabın niteliği soruyu hangi koşula ve parametreye göre değerlendirdiğimize göre şekil alır demektir bu. Yukarıdaki soruyu da işte bu zaviyeden ele alıp bir değerlendirme yapalım ve oradan da mevzumuzu daha genel bir perspektife taşıyarak ‘biz ne zaman adam oluruz?’ sorusuna cevap bulmaya çalışalım.

Bir ülke düşünün! Sanat, kültür, edebiyat ve felsefe bilgileri yeterli düzeyde olan kişilerin bile kendilerini sadece siyaset ve politika yazmak zorunluluğunda hissettikleri... Entelektüel düzeyi geniş ve derin olan yazarlarının ülkenin düşünce ufkunu ve geleceğini inşa ettikleri değil, ülke gündeminin, yazarların düşünce altyapısını inşa ettiği... Ciddi anlamda hiçbir entelektüel birikimi olmayan bir takım yazarların, ülke gündeminin belirlenmesinde ve şekillenmesinde daha çok etkin oldukları... Ellerine tutuşturulan dosyalarla bir sağa bir sola saldıran, kaynakları kesilince de kaldırımlara savrulan köşe yazarlarıyla dolu... Bir üniversitede öğrenci yetiştirse daha faydalı olabilecek bir sosyoloğun, medyanın ‘amiral köşküne oturtularak’ hükümet kurma-yıkma mühendisliğine soyundurulduğu... Gazetecilerin vurulduğu... Ne zaman güzel bir gelişme yaşasa aniden artan terör ile sevincinin kursağında bırakıldığı...

Bir ülke düşünün! Halkının düşmanlıklar, kin ve nefret duygularıyla birbirine düşman hale getirildiği... Birbirini anlamaz, dinlemez ve birbirine tahammül edemez hale getirildiği. Böyle bir ortamda her gazeteci ve köşe yazarının kendisine bir taraf bulma zorunluluğu hissettiği; özgür iradesini yitirip ve mesleğin gereği olan şüpheciliği hakikat izciliği noktasında değil de, sadece karşı grup aleyhinde bir silah olarak kullanır hale geldiği...

Bir ülke düşünün! Belirli bir tarafı tutmadığı halde, sadece ülkede çetecilerden, darbelerden arınmış bir demokrasi tesis edilsin diye kalem tutan yazarların dahi gene kendi meslektaşları tarafından ‘’karşı taraf’’ olarak ilan edildiği ve fikri bir linçe tabi tutulduğu...

Bir ülke düşünün! Kan, kin, nefret, ölüm, kavga, aldatma, tecavüz, sahtekarlık, hırsızlık, zam, falan parti filan parti vb. haberlerin eğreti verecek bir çılgınlıkta ve yoğunlukta gazete sayfalarını doldurduğu... Kadın resimleri ile gazetelerin satılabileceği anlayışının hakim olduğu.. Gazete sayfalarının yarısını yukarıdaki türde haberlerin diğer yarısını da futbolun işgal ettiği... Bu nedenle de insanların hem takım hem de parti tutmadan yaşayamaz bir hale geldikleri...

Bir ülke düşünün! Ordunun ve bir siyasi partinin ‘Cumhuriyet’in temel direği sayıldığı’. Aynı partinin milletin gözünün içine baka baka ‘ordu darbe yapsa da biz de nemalansak’ anlayışı ile yıllardır demokrasiyi baltaladığı... Bir başbakan’ı idam ettirdiği... Parti liderinin, davalar henüz devam ederken sırf yargıyı etkilemek için, ‘’ben Ergenekon’un avukatıyım diyebildiği’’ ama bu desteğe rağmen bir gece operasyonu ile Ergenekoncu çevreler tarafından alaşağı edilerek vezirin piyon ile yer değiştirildiği (ileride bir taşla çok kuş hesabı eşliğinde yeni bir vezirle değiştirmek üzere)...

Bir ülke düşünün! Bütün dünya profesyonel ordular tesis etmeye yönelirken, kendi subaylarının ‘profesyonel ordu’ kavramından bu kadar korktuğu ve kaçındığı... Ordunun ve Genelkurmay’ın başka hiçbir ülkede olmadığı derecede burnuna kadar siyasetin içine battığı... 2003, 2004 ve 2007 yıllarında dahi içerisinden darbe planlayan üst düzey bazı komutanlar çıkarabildiği ve yargılanan bu kişileri hapishanede ziyaret ederek destek vermeye başka bir subayını gönderebildiği... Geçenlerde 2000 küsürüncü yılını kutlayan ordusunun tarihinde hiç bu kadar kötü yönetilmediği... Hatta tarihinin en kötü Cumhurbaşkanı (Sezer) ve Genelkurmay Başkanlarının (Özkök hariç) aynı on yıl içerisinde beraber siyaset! yaptıkları... Genelkurmay başkanının, ‘’bize karşı bir ‘psikolojik’ harekat yürütülüyor’’ diye diye açık bir psikolojik harekat yürüttüğü ve emrinde bir ‘Psikolojik Harekat Dairesi’ (şimdiki adı Bilgi Destek Daire Başkanlığı) bulunan tek kurumun başında olduğu halde bunu söyleyebildiği...Ordu içinden vatanını seven bazı subaylar yaşanan darbe girişimi, yolsuzluk vb. bir takım suçları belgeleri ile ihbar ettiğinde, bizzat Genelkurmay başkanın veya başka üst düzey bir komutanın medya karşısına çıkıp; gereğini yapıp soruşturma başlatacağız diyeceklerine, utanmadan ‘’kim sızdırıyor’’ tarzı repliklere girebildikleri... Hatta Genelkurmay Başkanı’nın 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nı ihbar eden ‘meçhul subayı’, 'yanlış adam' olarak tanımlayabildiği ve ‘’bizden de yanlış adamlar çıkabilir. Önemli olan onu bulup gereğini yerine getirmek.'' diyebildiği... (Zaman, 6 Temmuz 2010)

Bir ülke düşünün! Adaletin her yerde mülkün temeli olarak görüldüğü bir zaman diliminde, bazı yüksek yargı mensuplarının, Ergenekon çetecilerini ve darbe planlayıcılarını kurtarmak için akla hayale gelmeyen hukuksuzluklara, Ali Cengiz oyunlarına yeltendikleri... Kara planları, ses kayıtları ve belgelerle ortalığa saçılan devlet memurlarının kendinden emin tavırlarla ‘ben yaptım oldu’ şeklindeki kayıtsızlıkları... HSYK’nın tahakkümünden, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın siyasete bulaştığından sıklıkla bahsedildiği, ‘’o mahkeme bizden’’ diyenlerin ortalıkta rahat rahat dolaştıkları... Bazı önemli davaları, anlamsız yere senelerce süren bir sürece yayılıp sonrada ‘mürur-u zaman’ (zaman aşımı) denilerek bazı kesimlerin mahkemelerde kurtarıldığı... Darbecilikten ve diğer suçlardan yakalanan bazı üst düzey komutanların nedense bir anda çok ciddi rahatsızlıklar geçirerek ‘GATAKULLİ’ ye getirildikleri...

Bir ülke düşünün! Hala başörtüsü takmanın yasak olduğu... İktidardaki hükümetin bile bu konuda bir çözüme gitmesine izin verilmediği... Ana muhalefet partisinin bazı yüksek yargı organları ve bazı askerlerle iş birliği yaparak bu konudaki çözümsüzlüğün bayraktarlığını yaptığı... Ama bununla da kalmayıp sanki bu sorunu ancak kendisi çözermiş gibi sahte yalanlar uydurduğu; ardından da ‘’ben öyle bir şey demedim’’ diyerek hemen çark ettiği (Kılıçdaroğlu’nun son açıklamaları, 1-2 Temmuz tarihli gazeteler)... Ana muhalefet liderinin, ’terörü, başörtüsünü biz çözeriz’’ cümlesi ardından gazetecilerin ‘’nasıl’’ sorusuna karşılık ‘’onu bize bırakın’’ diyerek siyaset yaptığını, oy kazandığını sandığı, milleti aptal yerine koyduğu ve aslında hiç bir şey için bir planı olmadığını tüm dünyaya böylece açık ettiği... Ve gene aynı ana muhalefet liderinin, hükümetten oy çalacağım ve kendimi ispatlayacağım telaşı ile, bizleri ‘’bana ne ben de isterim’’ siyaseti ile tanıştırdığı...

Başbakan’ın şehit verdiğimiz mevzileri gezmesinin ardından, ‘ben de giderim, banane! banane!, hem ben gidip ayakta dururum, çok cesurum’dur’ mantalitesi ile siyaset yaptığı... Bazı gazetelerin de bu tek taraflı tartışmayı ciddiye alıp gündem oluşturduğu... Üstüne üstlük, Genelkurmay Başkanı’nın da böyle bir ‘’mevzii turizmine’’ (Abdullah Abdülkadiroğlu, Samanyoluhaber, 5 Temmuz 2010) kasıtlı veya kasıtsız kapı aralayarak siyasete bir kez daha alet olduğu... İnternet sayfasında bu resimleri Başbakan’ın adından bahsedilmeden; ama ana muhalefet liderinin yanındakilerin bile isimleriyle yayınlandığı... Tıpkı bir çocuk tiyatrosu oynar gibi cepheye gidilip (başka bir cephe) ayakta resim çektirerek resimlerin basına servis edildiği...

Bir ülke düşünün! Ordusunun iki bin küsür yıllık tarihinde hiç bu kadar zayıf olmadığı... Teröristi çoban zannedip (gidip kontrol etme gereği bile duymadan) askerlerini şehit veren; parkta duran sade vatandaşı ise terörist zannedip vuran... Bunun kendisinden hesabının dahi sorulamadığı... Sayıları yüzü aşan terörist gurubunun sınır geçip karakol bastığı... Ve gene kimsenin hesap soramadığı... Halka karşı balyoz darbesi planlayan ve bu plan kapsamında kendi uçağını düşürüp komşu ile savaş çıkarmaya, Fatih Camii’ni bombalatıp halkı galeyana getirmeye, diğer din ve ırklardan bazı kimseleri öldürterek bir iç savaş çıkarmaya çalışan, bir cemaate ait evlere silah yerleştirerek sonrada cadı avı başlatmayı planlayan bir askerin; ‘’üstlerim ne dedi ise onu yaptım’’ sözüne rağmen hiç bir üssün yargılanmayı bırakın haklarında soruşturma dahi açılamadığı... (Hadi Kıbrıs’ı da bizden sayalım) ülkenin Milli Eğitim Bakanlığı izni altında çalıştıkları halde bir Kur’an kursunun kendini rejimin bekçisi ilan eden ‘solcu’ ve/veya ‘Ergenekon tandanslı’ sendikalar tarafından basılarak içindekilerin sorgulanması ve hanelerine tecavüz suçu işlendiği halde yaptıklarının yanına kâr kaldığı...

Bir ülke düşünün! 21. yüzyılda şehir içlerinde bile hala Jandarma karakollarının olduğu... En büyük üniversitelerinden biri olan ODTÜ’nün hâlâ Jandarma tarafından korunduğu... Jandarmanın polisin görev alanında olan yerlerde hesap vermeden iş yürüttüğü... Öğrenci yurdu basıp halkı fişlediği... Terörle çok etkili bir şekilde mücadele eden Polis Özel Harekat’ın 28 Şubatçılar etkisiyle el etek çektirildiği... 30 bin masumun katili bir terör elebaşısının sivil hükümetin ve polisin elinin yetişemediği bir adadan avukatları aracılığı ile ülke gündemi belirlediği; ufak çaplı bir siyasi parti liderinden daha çok mesaj verebildiği... Mecliste hükümet ortağı iken bu kişinin asılmasına giden yolu ‘çekimser’ kalarak (şimdiki gibi; ‘asmazsam namerdim’ edebiyatından uzak bir tarzda) kendisi tıkadığı halde, şimdiki Başbakan’ı neden asmıyorsun diyerek suçlayan, meydanlarda halka urgan atarak şov yapan milliyetçi! bir liderin siyaset yaptığı...

Bir ülke düşünün! Bir hükümet iyi bir iş yaptığında bile muhalefet partileri ve bir kısım medyası sırf muhalefet olsun diye o işten eleştirilecek bir şeyler bulmak için taklalar atsın... Muhalefet etmenin politikacılar nezdindeki tek karşılığı; ‘ona nasip olmasın yeter ki!’ mantalitesi olsun... Sadece politikacılar mı? Hudson’da yapılan bir toplantıda bir komutanı dahi; ‘’terör şimdi biterse AKP’nin işine yarar’’ diye endişe arz edebilsin... Ve halkın nerede ise yarısının oyları ile iktidar olmuş bir parti bu kadar çetin şartlarda politika üretmeye, devlet yönetmeye mecbur kalsın...

Bir halk düşünün! Bir imparatorluk iken böyle sefil hallere düşmüş, düşürülmüş olsun. Yukarıda kısmen resmetmeye çalıştığım çirkeflikler kendisine medya diye, haber diye, siyaset diye, rejim-laiklik diye yutturulmuş olsun... Parçalanmış; partilere, takım tutma mantığı altında dağıtılmış, birbirinden nefret eder hale getirilmiş olsun... Orduya, medyaya ve yargıya sızan Ergenekoncu suç çetesinden hesap bile soramaz hale getirilmiş olsun... Seçimde oligarşik-faşist bir zihniyetin sevmediği bir partiye oy verdi diye ‘’ahmak’’, ‘’göbeğini kaşıyan adam’’ diye hakaret görsün... Başı türbanlı analarının evlatları sürekli şehit olup dururken aynı analar ordusunun kışlasına girmeye layık görülmesin... Okuduğu gazeteler, seyrettiği televizyonlar askerin ‘’akreditasyonuna’’ takılıp kalsın... Bu arada bazı komutanların yakınları ve bazı iş adamlarının çocukları hal-hatır veya rüşvet karşılığında askerliklerini yapmak üzere tatil beldelerine gönderilsin...

Bir halk düşünün! Kendisini özgür bilip, demokrasi altında yaşadığını zannetsin; ama aslında demokrasi kendisine çok görülüyor olsun... Kendi sivil anayasasını dahi yapmasına izin verilmesin... Kendi sivil mahkemesinde suç işleyen askerleri yargılaması istenmesin. Referandumda kendi kaderini belirlemesin diye Anayasa Mahkemesi’nin ön iptali için birileri ülkede her tezgahı denesin...

Liste uzayıp gider. O yüzden burada keselim.

Ne zaman mı adam oluruz? İşte yukarıda sıraladığım komik ve eğreti senaryolar artık tartışılmadığı, tek ve ana gündemimiz olmadığı zaman... Alevi, Sünni, Kürt, Türk vesairi ile birlikte artık birbirimizi sevip ortak noktada yaşamayı öğrendiğimiz zaman... Barış, dostluk, kardeşlik diyenleri ‘’acaba ne amacı var?’’ şüphesi ile değerlendirmekten vazgeçtiğimiz zaman... Artık takım tutar gibi parti tutmadığımız zaman... Doğan gurubu ve Cumhuriyet anlayışındaki gazetecilik, kendisini Taraf ve diğer alternatif gazetecilik anlayışlarına bıraktığı zaman... Ergenekon teröristlerinden hesap sorup, demokrasiyi sağlam kazığa bağladığımız zaman... Oligarşik, elitist, faşizan, milliyetçilik körü ve sadece eleştiren bir muhalefet anlayışından kurtulup Avrupa’da ki muhalefet anlayışını geliştirdiğimiz zaman... Artık köşe yazarlarımız halkı az siyasetin yanında sanat, kültür, edebiyat, felsefe vb. alanlardaki fikir ve düşüncelerle de besleyebildiği, eğitebildiği... bu ülkede entelektüel anlamda gazetecilik yapmanın zor olmadığı zaman... Ülke gündemi bu kadar cıvık ve eğreti şeylerle çok yoğun bir şekilde uğraşmadığı zaman... Entelektüel birikimi olmayan kimselerin gazeteci; güvenilir olmayan kimselerin hukuk adamı; ehil olmayanların lider ve demokrasi sevdalısı-sempatizanı olmayanların ise asker olamadığı bir ülke haline geldiğimiz zaman... Kısacası; Türkiye uygarlığın neresinde? sorusunun cevabını gönül rahatlığı ile verebildiğimiz zaman...

4 Haziran 2010 Cuma

TODA İSRAİL

Bu yazı 6 Haziran 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

İsrail'in, Gazze'ye yardım ulaştırmak maksadıyla yola çıkan yardım gemilerine yaptığı saldırı dünya çapında çok geniş kesimlerin tepkisini çekti. Endişe ile karışık duygularla, ''saldırmasa iyi olurdu!'' şeklindeki ''light'' tepkilerden tutunda; ''yeter artık!'', ''hadlerini bildirelim!'', hatta ''savaş açalım!'' derecesine kadar varan bir tepkiler yelpazesi izledik kısa bir zaman dilimi içerisinde. Bu hislerden çok farklı ve gayet sükunetli bir haleti ruhiye içerisinde ben de, İbranice teşekkürler anlamına gelen 'toda' kelimesi ile birlikte 'Toda İsrail!' diyerek duygularımı paylaşmak istedim sizlerle.

Neden mi bu başlığı seçtim? Arz edeyim:

Teşekkürler İsrail...

Bir avuç sivil insanın, en üstün nitelikli komandolara ve en modernize donanıma sahip olduğunu düşünen bir orduyu sadece su sıkarak yenebildiğini gösterdiğin, savaşın silahla değil azimle, sabırla ve bazen şehit vererek kazanıldığını gösterdiğin için...

Türkiye'nin seni rahatsız eden barışcıl politikalarını ve dünya nezdinde ve Araplar arasında artan itibarını, gemideki sivil insanları öldürerek 'çizebilirim' diye düşünecek zavallılıklara, acziyetlere düştüğün için...

Gemiyi uluslararası sularda basmanın ne kadar ahmakça olduğunu düşünemediğin için...

Uçaktan atlamayı bile beremeyip güverteye düşen kendi komando askerini tedavi etmeye çalışan insanların üzerine mermiler sıkarak insanlık dereceni gösterdiğin ve kendi kuyunu kendin kazdığın için...

Sadece PKK terörüne değil, İsrail'in ''devlet terörüne'' de şehit vermemizi sağladın... Artık PKK ile birlikte terazinin diğer tarafını doldurduğun için... Evlerimize Güneydoğu'dan şehitler gelirdi. İlk defa olarak evlerimize İsrail'den de şehit cenazeleri gönderdiğin, zulmün kalkması uğruna bazen şehitler vermesi gerektiğini bilen bir millete bir birleşme ve kaynaşma unsuru daha kazandırdığın için...

Saldırıyla eş zamanlı olarak güney sahillerimizde ve ardından diğer şehirlerde PKK terörünün tekrar hortlamasını tetiklediğin, PKK'nın sana nasıl taşeronluk yaptığını bizlere ve Kürt kardeşlerimize gösterdiğin ve böylece bundan sonra PKK üzerine çok daha ısrarla gitmemizi sağlayacağın için... Kürt kardeşlerimiz PKK'nın arkasında Ergenekon çetesinin olduğunu daha yeni öğrenmişti... Onlara yeni birşey daha öğrettiğin için...

Eskiden sadece Filistin'li kanı akıtırdın. Şimdi ise; tüm dünya'ya ait kanları tek bir geminin içinde Filistin'li kanları ile katıştırıp, onları aynı dava etrafında birleştirmeyi kendi ellerinle başardığın için...

Dünyanın şımarık, fütursuz ve kendi başına buyruk yaşayan bir çocuğu olduğunu tekrar ispat ettiğin için...

Yaptığın her fütursuzca ve 'ben yaptım oldu' eksenli hareketinin artık göz ardı edilmeyeceğini sebep olduğun tepki seli ile sağladığın için...

Eskiden olsa; eylemlerin bir çok dünya medyası, hatta hükümeti tarafından görmezden gelinirdi. Sen de bunu bir güç alameti sayar ve yeni eylemlerine bir geçit olarak kullanırdın. Bu son olayın ardından öncelikle CNN'den başlayıp diğer malum medya hatlarında turladım. CNN, klasik; üstü örtülü, sinsi yönlendirmeli haberlerle sana nefes aldırmaya; diğer bazı medya organları da açıktan savunma refleksleri ile sana can simidi atmaya çalışsalarda, aslında dünya medyası bazında da eski popüleritenin kalmadığını gördüm. Türkiye'de ki; eskiden hemen seni açıktan savunma yarışına giren tipler dahi durumun vehametinden dolayı seni açıktan destekleyemez hale gelmişler. Yardım gemileri yola çıktığında bizim bazı medyacılar da acaba kendi aralarında ve kendi amiral gemilerinde; hele bir iki sıkıntı çıksında içinden AKP'ye yüklenecek bir iki malzeme çıkarırız diyorlar mıydı ki? Bunu nereden mi çıkarıyorum: Eski amiral gemisi kaptanının şu sözlerinden: ''İsrail Hükümeti öyle bir şey yaptı ki, artık hiçbirimizin 'Ama' [yani İsrail'i savunmaya çalışacak, U.T.] diyecek ne mecali, ne hali, ne de cesareti kaldı...'' ''Bakın bizleri de ne hale getirdiler [İsrail Hükümetini kastediyor]. 'O gemide niye çocuklar var' diye dahi soramıyoruz'' [burada AKP hükümetine yüklenme niyet ve planını ibraz ediyor] (Hürriyet, 1 Haziran 2010).

Baskının hemen ardından dünya Yahudilerinin tepkilerine dair bir arayış içerisine girdim... Klasik söylemlerin ve fanatikliğin girdabından kurtulamayan bazı grupların klişe tepkileri dışında bir de ne göreyim: Sayıları azımsanmayacak düzeyde bir çok Yahudi, İsrail hükümetini eleştiriyor. Önemli bir Yahudi diaspora merkezi olan Los Angeles şehrinin önde gelen bazı Yahudi kanaat önderlerinin demeçlerini okuyorum: İsrail'in çok kötü bir şekilde yönetildiğinden bahsediyorlar; aralarda 'ama' lı ifadeler kullansa da bazıları... Sonra, kendisi de Yahudi asıllı bir televizyoncu, stand-up'çı olan Jon Stewart da İsrail'i ekranda rezil edenler arasında yerini alıyor; İsrail'in yardım gemisine müdahale mantığını ve argümanlarını 'ti'ye alarak.

Teşekkürler İsrail...

Tek bir Yahudi'nin dahi desteğini kaybetmenin senin için hayati değerde olduğu bir dönemde, önemli bir Yahudi kesimini karşına almayı başardığın için...

İsrail'in hamasi ve beceriksiz bir kaç politikacının ellerine düştüğünü, Yahudi ağızlardan da dünyaya dinlettirdiğin için...

Konuyu meclisinde görüşürken; Arap asıllı olan ve kendi milletinin seçtiği milletvekillerini ''vatan haini'' olarak nitelendirdiğin ve kendi demokrasinin ayağına kendin kurşun sıkarak tüm dünyaya Ortadoğu'da nasıl bir ''tek demokrasi'' olduğunu bu şekilde ispat ettiğin için...

Bu da yetmez! New York'lu bazı Yahudi grupları sokaklara döküp; onların, ellerinde Türk bayrakları ile İsrail'i protesto etmelerini sağladığın ve bizlere bir ilki yaşattığın için...

Yahudiler arasında aslında sanıldığı gibi yek vücut bir dayanışma olmadığını cümle aleme gösterdiğin için...

Arkandaki güçlü medya desteğine ve zengin şirketlere rağmen; bir avuç masum sivilin, yaşlının, kadının hatta çocuğun PR (halkla ilişkiler) başarısı karşısında eriyebildiğini ispatladığın için...

Teşekkürler İsrail...

Milyonlarca dolar harcasak yapamayacağımız PR çalışmasının bereketini ve getirisini beceriksiz ve öfkesinin kurbanı olmuş bir kaç yöneticin sayesinde bize tepside ikram ettiğin için...

Yine bu duygularla Davos'a gelmiş olan lideriniz, Başbakanımıza ''One Minute'' dedirttiği için. Bizler 20 sene uğraşsak diğer İslam ülkeleri hatta diğer milletlerden bir çok insanın nezdinde bir günde bu kadar popüler hale gelemezdik.

Bu iki kelimelik ifadenin tezahürlerinin; son saldırı ardından Hükümetin gerçekleştirdiği, diğer dünya ülkeleri nezdindeki girişimlerin ve yapılan okkalı ve güzel düşünülmüş demeçlerin arttırdığı öz güvenimizi Fenerbahçe 10 kere üst üste UEFA şampiyonu olsa gene de kazanamazdık.

Olaya tepki olsun diye 15,000 İsrail vatandaşı Türkiye'ye gezilerini iptal edecek demişşin. Şimdi bizim hükümet akıllı davransa ve her gün Türk dizileri izleyen Araplara yayın arasında; İsrail'liler turizmden para kazanmayalım diye vatandaşlarını göndermiyor dedirtse... ertesi yıl 150,000 Arap Türkiye'ye gelmez mi? Gelirse gene teşekkürler İsrail...

Teşekkürler İsrail...

Tüm bu davranışlarınla ve zulmü andıran uygulamalarınla kendine ''Hitler'in çocukları'' dedirttiğin için... Eski'nin mazlum ve mağdurunun nasıl yeninin zalim ve mağruru haline gelebildiğini tarihin ibret levhalarına yazdığın için...

Kurşunlarla yere serdiğin yaralı, masum sivillerin göğüsleri üzerine komandalarına ayak bastırtıp; sonra da güya hakaret etsinler, öç alsınlar mantığı ile ''one minute'' dedirttiğin için... (Gemide bulunan Yenişafak yazarı Hakan Albayrak'ın aktarımı) ve böyle davranarak aslında Erdoğan'ın ''one minute''ının sinende ne kadar derin bir yara açtığını; seni sinirden kudurttuğunu; ne kadar etkili bir Osmanlı tokadı yemiş olduğunu acizlik kokan bir tavırla ima ettiğin için...

Sivillere karşı silahındaki bir kurşunla dahi güvenilemeyecek bir İsrail'in, barınaklarındaki atom bombaları ile hiç güvenilemeyeceğini dünyaya gösterdiğin ve Türkiye'nin bu konudaki uyarılarının haklılığını ispata yardım ettiğin için...

Eski Mısır'da sana zulmeden Firavun; kibrinin, gururunun ve öfkesinin kurbanı iken bir Musa gerekti seni onun pençesinden kurtarmak için. Yukarıda hatlarını çizdiğim davranışlarınla şimdi sen; kendinin Firavun, Mavi Marmara'nın ise Musa olduğunu tespit ettirdin gören gözlere, düşünen beyinlere ve hisseden kalplere.

Yazımı Yahudi halkı adına bir temenni ile bitiriyorum. Umarım sizler; ülkenizi ve soydaşlarınızı yukarıda resmettiğim şekildeki bir ülke ve onun vatandaşları haline sokmayı başaran, basiretsiz ve beceriksiz; ama bir o kadarda öfke dolu, hınç dolu, düşmanlık dolu, faşist liderlerinizden kurtulursunuz. Demokratik bir ülkesiniz! Önünüzdeki ilk seçimde yapacağınız tercih kendi kaderinizi kendinizin tayin edeceği önemli bir dönüm noktası olacaktır. Unutmayın! Yahudileri yeni saldırıların ve nefretlerin pençesinden kurtarmak istiyorsanız, kendinizi öncelikle Netanyahu gibi, Lieberman gibi liderlerin fikri hastalıklarından ve azgın pençelerinden kurtarın. Dünyanın öfkesinin Yahudiliğinize değil; sinesi öfke dolu basiretsiz liderlerinize olduğunu görün ve gereğini yapın.

Savaşsız ve barış dolu, nefretten uzak bir dünya hayali ile noktalıyorum. Saldırılarda şehit olan masum ve yardımsever vatandaşlarımıza Allah'tan rahmet diliyorum.

11 Mayıs 2010 Salı

TÜM ERGENEKON AVUKATLARINA DERS OLSUN

Bu yazı 11 Mayıs 2010 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Sayın Baykal'ın ismi üzerinde oynanan son kaset oyunu, ülkemiz siyasi tarihinin önemli mihenk taşlarından biri olmaya aday gözüküyor. Hadisenin, yıllar sonra bile bir takım derin analizlerin ilgi odağı olacağına eminim. Kasetteki görüntülerin Baykal'a ait olup olmaması ile hiç ilgilenmiyorum. Konuyu; zamanlaması, sunuş tarzı, hangi kesimlerin ne tarz tepkiler verdikleri ve çıkış kaynakları açısından değerlendirmek lazım. Yoksa salt, Baykal ismi üzerinden meseleye yaklaşmak, planın arkasındaki çevrelerin ekmeğine yağ sürmek anlamına gelir. İslam inancı ile yoğrulmuş Anadolu kültürü de zaten meseleye bu açıdan yaklaşmayı öğütlüyor bizlere.

Herşey ayarlanmış. İki hafta sonra gerçekleşecek CHP kurultayı öncesi Baykal'ın ayağını kaydırmak için mevcut kaset hazırda bekletilmiş. Partililer tarafından yapılan bir açıklamanın da gösterdiği gibi, kaset İnternete sürülmeden evvel, Baykal konudan sekiz saat öncesinden haberdar imiş (Taraf, 9 Mayis 2010). Eminim bundan daha da önce haberi olmuştur Baykal'ın. Zira parti başkanlığı seçimine bir daha katılmaması için pazarlıkların ve köşeye sıkıştırmaların daha öndecen başlamış olması icap eder. Böyle pazarlıklar son iki haftaya bırakılmaz.

Hadisenin arkasında CHP karşıtı (CHP jargonu ile konuşursak laiklik karşıtı) kesimlerin olmadığı çok açık. Zaten, olayın duyulduğu andan itibaren Baykal lehinde en anlayışlı ve alkışa değer yaklaşımlar bu çevrelerden geldi. Başbakan'ın yaptığı açıklama ve bazı gazetelerin (mesela Zaman, Yenişafak, Taraf...) kaset haberlerine değer vermemesi nedense en çok CHP sempatizanı gazeteleri rahatsız etti. Mevzuya ilk olarak kendilerinin, 'komplo' vb. savunmalarla atlaması gerekirken, onlar aynı anda kurulmuş saatler gibi 'Baykal istifa!' zilleri çalmaya başladılar. Bu nedenle olayın arkasında Ergenekon'a yakın çevrelerin ve partililerin olduğunu düşünmek mantığa hiç te ters düşmüyor. Star'dan Ergun Babahan (9 Mayıs 2010), ''Deniz Baykal, dün sabah gazeteleri alıp birinci sayfalarına baktığında, kendisine bu kirli tezgahı kimin kurduğunu anlamıştır'' derken aynı çevrelere işaret etti ve ''neden sistem iktidara karşı en büyük silahı olan partinin, kendisini her koşulda koruyan liderini bir anda satıyor?'' diyerek meseleye anlamlı bir boyut kazandırdı. Samanyoluhaber'den Abdullah Abdülkadiroğlu da (9 Mayıs 2010), ''Ergenekon’un ağızları şimdi koro halinde Baykal’a istifa besteleri yapıyor'' diyerek sızdırma işinin arkasındaki adrese işaret etti.

Akl-ı selim her ne kadar bu şekilde olduğunu göstersede, Ergenekon çevrelerinin kaynak saptırması yapmaya çalışması beklenen bir gelişme olmalı. Nitekim gene Ergun Babahan aynı yazısında şöyle demeyi gerek görmüş: ''Kimin bundan sonra ne yazacağına dikkat edin. Şimdi F Tipi, cemaat, polis teşkilatı çekti sızdırdı geyikleri de artacak. İnanmayın.''

Peki neden? Neden kendisini ''Ergenekon'un avukatı'' olarak tanımlamış bir kişi yine bu çevreler tarafından siyasetin dışına itilmeye çalısılıyor?

Muhtemel nedenlerin iki boyutu var: Güncel; siyasi ve politik gelişmeler ve bunlarla ilişkili olarak şekillenen gümdemlerden zarar gören bazı çevrelerin psikolojik durumları ve bunların dışa vurum şekilleri.

'Adam harcama', Ergenekon'un ve benzer yapıların bazen isteyerek bazen de mecbur kalarak yaptıkları bir eylem. Bu tür yapıların içerisine girmiş iseniz hatta sadece sempatik yaklaşmış bile olsanız bir kullanım sürenizin olduğunu bilmeniz gerekir. 12 Eylül olaylarında kullanıldıklarını ve aldatıldıklarını itiraf eden binlerce sade vatandaştan tutun, 'ikinci Atatürk' alkışları arasında Genelkurmay koltuğuna uğurladıkları Genelkurmay Başkanlarına kadar, oradan da Necip Hablemitoğlu'na kadar kimleri harcamadılar ki? ''İkinci Atatürk'' Yaşar Büyükanıt Paşa'yı darbe yapmadı diye nerede ise vatan haini ilan ettiler. Soyuyla ilgili haberler yaydılar. Suçunu da dindarlara yıkmaya çalıştılar. Necip Hablemitoğlu'nun idealist çizgisini kullanıp sonrada ölüsü sağlam propaganda malzemesi olur düşüncesi ile öldürdüler. Öldürülen, sonrada defterleri Veli Küçük'lerden çıkan subaylar, kendilerine suikast tertip edilen paşalar, yada evlerinde ölü bulunan bazı subaylar ise cabası. İlker Başbuğ'a da ''ikinci Atatürk'' gözüyle baktılar; ama onun da darbeye pirim vermeyen tavrı karşısında, İsrailde ki ağlama duvarı önünde çekilen resimlerini piyasaya sürdüler.

AKP ve devlet kurumları eksenli çok büyük değişimler oluyor. 12 Eylül anayasası değişmek üzere. Kürt vatandaşlara dönük siyasi ve ekonomik açılımlar terörün sonunu getirebilecek ölçekte. Bunlardan da önemlisi artık halk suça bulaşmış derin yapılanmalarını sorguluyor, hatta bununla da kalmıyor yargılamak istiyor. Muvazzaf subayların bile tutuklanabildiği bir ülke haline geldi Türkiye. İşte böyle hayati tehlikelerin cenderesinde kıvranan bir yapılanma, daha sabırsız hareket ediyor. İşine yarar düşüncesi ile desteklediği isimleri kendi arzu ettiği kısa süreçte etkin olamazlarsa hemen defterinden siliyor. Kendisini ''Ergenekon'un avukatı'' ilan etmiş, anayasa değişikliğine karşı çaba göstermiş bir sempatizanını bile harcıyor bu çevreler. Zaman kaybetmeye tahammülleri yok. O yüzden aceleci ve panik atak yaşıyor. Kendi çizgisine uygun görüşler taşıyan kişileri o yüzden daha kolay gözden çıkarabiliyor. Baykal, kendi milletvekillerini arkasına alıp anayasa değişikliğine karşı ne kadar mücadele vermiş olsa da sonuçta başarısız oldu. Tıpkı Büyükanıt Paşa ve Başbuğ gibi kendisinden beklenen şeyi gerçekleştiremedi.

Bu başarısızlığı dışında Baykal'ın (bu çevrelere göre) bir zayıf karnı daha var. O da Baykal'ın partideki kemalist çizgiyi takip etse de aşırı laikçi olmaması hatta dini değerlere saygılı oluşu. Yani bir temsil sorunu da var Baykal'ın. Rejimin laiklik kapısının bekçisi konumundaki bir parti başkanının Mevlana ile ilgili anlamlı sözler ifade etmesi, çarşaflı bir üyeye parti rozeti takması ve bir zamanlar darbe yapmaya sebep gösterilecek kadar ciddi bir ''gericilik'' örneği olan Kutlu Doğum haftasına katılması, Ergenekoncu çevrelerin ve katı laikçi derin CHP'nin tahammül edebilecekleri hususlar değil. Hele bir de; Kutlu Doğum töreninde yaptığı komuşmayı düşünün. Ben ilk okuduğumda kendi kendime Baykal'ın işi bitti demiştim. Hatta ''mücahit Baykal'' başlıklı bir yazı yazmayı bile düşünmüştüm. Neler mi demişti Baykal o konuşmada? ''İslamiyet, insanoğlunun yaşadığı her türlü soruna çözüm üretiyor. Dinimiz, 1400 yıl önce insanların renginin ve ırkının önemli olmadığını vurgulamıştır, ırkçılığı yasaklamıştır. Öldürmeyi, eşitsizliği, adaletsizliği yasaklamıştır. Herkes Allah önünde eşittir. Eğer İslam ahlakını ve sistemini bütün dünyaya yayabilirsek hiçbir yerde kavga, gürültü olmaz. Zaten İslam anlayışı ne zaman nerede tam anlamıyla hakim olsa, orada hiçbir gürültü patırtı olmadığını görüyoruz." Taha Akyol'un dediği gibi (Milliyet, 17 Nisan 2010) laikliğin belkide en içten savunucusu olan Ecevit'i bile ''Gülen’in müridi diye suçlayabilecek kadar ‘laikçi’ bir zihniyete sahip'' olan bir CHP mantalitesinin ve laikçi çizginin yukarıda alıntıladığım sözleri hazmetmesi mümkün değil.

Nitekim Baykal da sızan kaset ile ilgili olarak yaptığı açıklamada benzer bir hususa işaret etmiş:

''Orada [Kutlu Doğum töreninde] yaptığım konuşmanın mütedeyyin insanlarımız tarafından da takdirle karşılanması bazı çevreleri ürküttü... Bazı çevrelerin yıllardır sürdürdükleri 'CHP din düşmanı bir partidir' yalanını yıktık. İnançlı yurttaşlarımızla hiçbir kavgamız olmadığı, halkımızın dinine, diline, giyim ve kuşamına müdahale etmediğimizi halkımız gördü. O kesimleri de sahiplenmemiz ve bilhassa son olarak Diyanet İşleri Başkanı'mızın davetlisi olarak Kutlu Doğum Haftası'na katılışım ve orada yaptığım konuşmanın mütedeyyin insanlarımız tarafından da takdirle karşılanması bu çevreleri ürküttü. Yıllardır sürdürdükleri yalanın ortaya çıkmasından, CHP'nin halkımızın her türlü dini inancına ve yaşam tarzına saygılı olduğunun anlaşılmasından korktular."

Bu açıklama ile Baykal her ne kadar yukarıda izah ettiğim harcanma nedenlerinden bir tanesine üstünkörü değinmişsede yinede politik davranıp Ergenekoncu çevreleri ele vermemiş. Kasetin ikinci günü gazete köşelerinden ''istifa'' çığlıkları atmaya başlamalarına rağmen Baykal gene de Ergenekon'a karşı itidalli davranmayı tercih etmiş. Açıklaması çok ortada. Birileri çıkıp açıklamayı taraflı yorumlayarak kaset olayından dindar çevreleri ve AKP'yi sorumlu tutabilir. Vatandaş bunun böyle olmadığını bilsede açıklamanın belirsizliği iki taraflı bir bıçak gibi her kesimi yaralamaya açık bir üslüp belirsizliğine sahip. Baykal artık gerçekleri görmeli ve demokrasiden yana tavrını belirlemeli. Korkunun ecele faydası olmaz. Bu çevrelerin geçenlerde Şamil Tayyar'ın önemli isimlere suikastlar olabilir diyerek uyardığı gibi bu sıralar Baykal'a suikast yapmaya kadar işi götürebileceklerini düşünüyorum.

Bu son olayın ve yukarıda örneklerini verdiğim olayların ışığı altında tüm ''Ergenekon avuklatlarına'' sesleniyorum: Bu tür yapılanmalar için sizin ideolojik ve idealist çizginizin hiçbir önemi yoktur. Genel olarak yurt dışı bağlantılı olan bu tür hareketler insanlarımızı ''vatan, millet, Sakarya'' edebiyatı ile kandırırken devlet içi bir yapılanmaya ve kadrolaşmaya ihtiyaç duyarlar. Milliyetçilik yada laiklik duygularını istismar ettiği kişilerin beyinlerini doyurarak kontrolünde uzun süre tutamayacağını bildiği içinde diğer yandan kuyularını kazmaya başlar. Ergenekon operasyonları ile devlet birimlerinin ele geçirdiği yüzlerce şantaj kasetlerini, üst düzey komutanlar (Büyükanıt Paşa dahil) hakkında nasıl istihbarat çalışmaları yaptıklarını (eşinin harcamaları dahil), ve halen ele geçirilememiş (özellikle yargı mensuplarına ait) kozmik odalarda saklanan başka şantaj kasetlerini bu gözle bir daha düşünün. Düşünün ve bir gün mutlaka sizlerin de ipini pazara çıkaracaklarını aklınızdan çıkarmayın. O yüzden iyisimi onurunuzla hatalarınızı göğüsleyin; ama Ergenekonvari yapıların ekmeğine yağ sürecek antidemoktarik yaklaşımlar içerisine girmeyin. Ergenekon'a yaranılmaz. O yüzden hep Ergenekon'a değil, halka nasıl hesap veririz endişesi ile hareket ediniz. Halk'a kendinizi sevdirdiniz mi o halk sizin kasetlerinizi görmez ayrıca affedip bağrına basmasını da bilir.

2 Ocak 2010 Cumartesi

TÜRKİYE’NİN ERGENEKON’LA KOZMİK İMTİHANI

Bu yazı 7 Ocak 2010 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Çok ilginç gelişmelere sahne olan, sürprizlerle dolu bir yılı geride bıraktık. Toplumun hem yekünü hem de farklı farklı kesimleri, muhatap olma derecelerine göre, nasiplerini aldılar 2009 yılı bohçasından. Kürtçeye özerklik haberleri ile açılan; ama devletin üst düzey yetkililerine suikast planları ile kapanan, bize ne sunacağını hiç kestiremediğimiz haylaz bir yıl...

Eminim, ne milletimiz ne de Başbakanımız, zamanın en küçük birimlerinden biri olan ‘’bir dakika’’ ifadesinin, 2009 yılında asırlara bedel bir mâhiyet ve anlam kazanacağını tahmin etmemişlerdir. Evet! İngilizce bir dil olalı ‘one minute’ ifadesi hiç bu kadar büyük bir anlam kazanmamış; kibir âbidesi bir devlet başkanının başını ezerken dünyanın yarısına yakın bir kitleye ‘eyvallah!’ dedirtmemiştir. İşte 2009 yılı bize bunun olabileceğini tüm cesareti ile gösterdi.
Daha neler mi oldu? Obama Amerika’nın ilk siyahi başkanı olmayı başardı. Amerika, Irak’ta iflas ettiğini nisbeten kabul etti, onurunu zedelemeden Irak bataklığından çıkma planları yaparak, gözünü Afganistan’da yeni mâcerâlara dikti.

Ancak kanaatimce en büyük sürprizi bizim Ergenekon câmiası yaşadı. Bir örümcek ağı hassasiyeti ile kurdukları suç organizasyonunun bu kadar kolay çözülebileceğine hiç ihtimal vermemiş olacaklar ki; yaşadıkları hezimetler karşısında şaşkınlıkla karışık bir sağa tosladılar bir de sola. Eskiden hep taşeron kullanmaya alışmış olan örgüt, yaşadığı panik havası ile artık piyonlarını değil, kale (orduya sızmış), vezir (adalete sızmış), at (medyaya sızmış) ve fillerini (siyasete sızmış) çıkardı sahneye. Hatta, son günlerde ‘at’ların topu taca atma gayretlerine bakılırsa ‘şâh’ı rahatlatmak için ‘kale’leri ile bir ‘rok’ hamlesi yapmak isteyeceklerini kestirmek bile zor değil. Savcıların hamlesi zaten bu ‘rok’ hamlesini savuşturup ‘şah’ı savunmasız bırakmak idi belkide.

Efendim! bu yıl, Alevi kardeşlerimiz için de sürprizlerle dolu bir yıl oldu. Âcizâne bendenizin de dahil olduğu bir grup insan şimdiye kadar hep, Alevi kardeşlerimizin yıllardır nasıl sinsi bir plan ile CHP siyasetine mahkum edildiklerini, bir takım provakasyonlar ve sahte laikçilik oyunları ile toplumdan izole edildiklerini söyleyip durduk. İşte 2009 yılı orataya döktüğü kirli Ergenekon çarşafları ile, Alevi kardeşlerimizin önemli bir kısmına bu gerçeği gösterdi. Bir çok Alevi’nin Ergenekon fişleyicileri tarafından nasıl fişlendikleri, bazı liderlerine nasıl kışkırtma amaçlı suikast tertip edildiği, hem Alevi hem de Sünnileri birbirlerine düşürmek için nasıl kurnazlıklar planlandığı belgeler ışığında bir bir ortaya döküldü ve herkesin gözünü açtı. En önemlisi de, CHP’nin Aleviler hakkında gerçekte ne düşündüğü o meşhur ‘Dersim’ açıklaması ile gün yüzüne çıktı ve Baykal’ın da destek vermesi ile tarihte yerini alan ifşaatlar arasında yerini aldı. Alevi kardeşlerimizin hâlâ süren tepkileri konunun burada kalmayacağını gösterir mâhiyette.

Ergenekon’la devam... 2009 senesi, bize Kozmik odanın kapısını açarak güzel bir hediye bırakarak gitti. Genelkurmay’dan birileri son bir hamle ile bazı evrakları yakmış olsada, odanın içindeki dumanlar bertaraf olduğunda bu kozmik oda bize sırlarını ifşâ edecek ve milletimiz, 2009 senesinin bize aslında ne kadar büyük bir armağan takdim ederek, bir teşekkür dahi beklemeden, mütevâzi bir edâ ile aramızdan çekip gittiğini anlayacaktır.

Kozmik oda açılırda basın bundan nasibini almaz mı hiç! Hem de ilk alan o oldu. Kozmik odanın ilk kurucularından gelen ifşaatlar, bu odanın varlığını ilk açık eden Ecevit’ten tevârüs ettiğimiz alıntılar ve bazı gazetecilerin satırlarına yansıyan itiraflar meğer bazı gazetecilerin ve siyasilerin ‘’Özel Harekatçı’’ olduklarını gözler önüne seriverdi. Bazı gazetecilerin bir anda Genelkurmay’dan daha çok ‘kozmik oda’ savunucusu çıkmaları, bazı siyasilerin hiç gecikmeden topu taca atma gayretleri, bizleri şimdiden 2010 yılından yeni sürprizler dilenen bir hâlet-i ruhiye içerisine soktu bile.

2009 yılı, yer altından lav silahları çıkardı; birileri ‘boru’ dedi. Adâlet mühürler ‘ıslak’ dedi; birileri ‘tuzum kuru’ dedi. Belgeler Ergenekon dedi; biri ‘fasa fiso’ dedi, diğeri ‘ben avukatıyım’ dedi. Kurucuları JİTEM dedi; birileri ‘yok’ dedi. Taraf ‘darbe günlüklerini’ doğruladı; birileri ‘bağcıyı’ dövdü. Deliller ‘kafes planı’ dedi; birileri ‘kağıt parçası’ dedi. Adâlet, ‘Ergenekon çetecileri’ içeri dedi; birileri ‘gidip bir ziyaret edelim’ dedi. Hakimler adaleti tescil edelim dedi; ama birileri emekli paşaları ‘GATAKULLİ’ ye getirdi, rahat ettirdi. AKP, demokratik açılım dedi; en çok Kürt hakları savunucuları panik yaşadı. ‘’Bir arslan miyav dedi; minik fare kükredi. Fareden korktu kedi; kedi pır uçuverdi’’. İşte önceden devir aldığıyla, kendisiyle böyle bir yıldı 2009.

Zaman’dan Mustafa Ünal’ın bir tarih kitabından aktardığı gibi (1 Ocak 2010): ‘’Tarihin kesin dönemleri ve çağlara ayrılması sadece ders kitaplarında vardır. Tohumdan ağaca sıçrama olmadığı gibi insanlığın evrimi de sıçramalarla yürümez…’’ Hele bir yıldan bir diğerine bu hiç beklenmez. Bizler de 2010 yılından bir sıçrama beklemiyoruz. Sadece; 2009 yılından tevârüs ettiği sürprizlerin üzerini örtmesin, aksine deştikçe deşsin; kozmik ve benzeri odaların gizemlerini fâş etsin; ‘oda’dan ‘loca’ya geçit açsın; ‘şâh’a ‘mat’ çeksin; ülkemizin Ergenekon’a karşı yürüttüğü ‘kozmik sınavda’ yüzünü güldürsün ve bu ülkenin Başbakanına bir daha ‘one minute’ dedirtmesin yeter. Mümtazer Türköne, 2010 yılı için ‘’Tarihin hüküm yılı’’ ifadesini kullanıyor (Zaman, 1 Ocak 2010). Şimdi, hâl böyle iken, sizce ben çok mu şey istiyorum 2010 yılından?

2010’dan ilk medya notu: DKM’nin işaret ettiği bir habere göre (2 Ocak 2010) Hürriyet’in yeni amirali Berberoğlu, kendisini tanıttığı ilk yazıda ‘şeyh torunu’ olduğu vurgusunu yapmış. Hafızam yanıltmıyorsa daha önce de Sezer’in atadığı ve AKP’ye kapatma davası açan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Abdurahman Yalçınkaya da Doğan Grubu medyasında özellikle ‘şeyh torunu’ vurgusu ile tanıtılmıştı kamuoyuna. Bu bir taktik midir? Basınımızın yeni ‘Amiralinin’ hangi çizgide olacağının göstergesi ve AKP’ye bir ‘aba altından sopa gösterme’ yöntemi midir bunu zaman gösterecek.