Bu yazı 30 Temmuz 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Bu başlığı bundan birkaç yıl sonra okuyan bir insan olduğunuzu
düşünün. Sizin için pek bir anlam ifâde etmeyecektir. Çünkü o zaman Türk
siyasî tarihinde yaşanan bir volkanik patlamanın külleri arasında
dolaşıyor olacaksınız. Bu yanardağ patlar mı sorusundan ziyâde bu
patlamanın yaraları nasıl sarılır düşüncesi ile hemhâl oluyor
olacaksınız; milletinin dertleri ile dertlenen bir insansanız tabi.
Ama unutmayın! Bizler bu soruyu karanlığın en zifiri noktasında iken
soruyoruz. Dağın eteklerinde sarsıntıların henüz başladığı, küllerin
gökyüzüne yeni fışkırdığı bir anda… Zifiri karanlıktayız. Işığın
geleceğini biliyoruz; vâd edilmiş bir nur o zîrâ; ancak göremiyoruz onu.
Önümüz sanki bir karadelik ile çevrelenmiş gibi; umudumuz olacak her
ışığı yutuyor âdetâ. Ümitsizlik mi peki bize bu soruyu sorduran? Hayır!
Ne ümitsizlik, ne de çâresizlik. En azından benim etrafımdaki dostlarım
ümitsiz ve çâresiz değiller. Asr suresinde belirtildiği gibi; insanların
hüsran içinde olduğu böyle bir fitne zamanında birbirlerine sabrı
tavsiye ederlerken diğer yandan hakkı da tavsiye etmeye devam ediyorlar.
O güzel insanlardan biri olan Abdullah Aymaz, dağın etekleri 17-25
Aralık depremi ile ilk sarsıldığında; ‘’işimiz var, müşteriler
bekliyor!’’ demişti; ‘ışık süvarilerinden’ bir yardım eli bekleyen ve
Kimse Yok Mu? diyen dünyanın dört bir yanındaki yüz binlerce mağdur ve
mahsun gönlü kasdederek…
Ufak bir soru daha soralım: Hak kime tavsiye edilir? Fitneye, zulme
sebep olan yoldan çıkmış bir muhatabınız varsa elbette onadır çağrınız.
Şefkatinizin gereğidir bu. Ama zaman olur; muhatabınızın kini, kibri ve
hırsı öyle derin, öyle kesiftir ki; ne deseniz kâr etmez. Düşman
bellemiştir sizi. Varlığınız onun günaha bulaşmış ruhunu rahatsız
etmekte, siz onun körelmiş vicdanını iyi niyetle bilemeye çalışırken
onun ağzından sadece öfke gıcırtıları duyulmakta… duruşunuz belki de ona
Allah’ı ve âhiret hesabını hatırlattığı için ‘’onlara su bile yok!’’
dedirtecek derecede basîretini bağlamaktadır. Anlayacağınız; suç
deryasına batmış, kendi menfaatleri uğruna vatanı Gulyabanîlere teslim
etmiş, sonra da onların biçtiği rolleri kabullenip oynamak zorunda
kalmış ve karşılarına çıkan herkesi bertaraf etmek zorunda bırakılan
aciz, ahmak; ama bir o kadar da sinsi, yalancı, acımasız, ‘omurgasız’,
dönek, müfteri ve çıkarcı insanların hâkim olduğu günlerin
içerisindesinizdir. Yezid’in karşısındaki Hüseyin, ağabeylerine güvenip
yola çıkmış ama kendisini kuyuda bulmuş Yusuf, Kızıldeniz ile
Fir’avun’un ordusu arasında sıkışmış Musa, zırhı ve gücü ile mağrur
Calut’un karşısında elinde sapanla bekleyen, bıyıkları henüz terlemiş
Davut olduğunuz günlerdesinizdir.
İnsanların belki de son bir umut diyerek; hitabetlerine, ellerindeki
Kur’an’a ve simgeleri kullanmadaki ustalıklarına güvenerek destek
verdiği liderler zamanla güç zehirlenmesi yaşamış, kendilerine kurulan
tuzakların esiri olmuş, nâsihlere kulaklarını tıkamakla kalmayıp;
onların varlığından rahatsızlık duyan hırsızların, arsızların,
teröristlerin, çıkarcıların ve bilmem daha hangi iç ve dış mihrakların
telkinleriyle o nasihatçileri terörist, paralel, örgüt, hain ilan etmiş…
Bunlarla da yetinmeyip o insanların dünyanın dört bir yanında
oluşturdukları ‘sulh adacıklarını’ yok etmeye çalışmış…
Aslında tüm bu saldırılar; kendini bir daha seçtirip iktidarını
koruma, kendini güvenceye alma, yargılamalardan kurtulma adına zaman
kazanma ve kazanılan süreçte bir daha yargılanmamak amacıyla ne
yapılması gerekiyorsa onu yapma hamleleridir. Görevlerinden alınan veya
atılan binlerce polis, hâkim, savcı ve asker, yargıya yapılan
müdahaleler ve mühendislik çalışmaları, Havuz medyası ile iğfâl edilen
yığınlar… Bir yandan KCK, PKK ve İŞİD gibi terör odaklarına verilen
destekler, aklanan kara paralar, rüşvetler, yolsuzluklar, fesat
karıştırılan ihâleler ve elde edilen milyar dolarlar… ve tüm bunlar
sayesinde kazanılan inanılması zor bir güç ve o gücün verdiği kibir ve
hırs sarhoşluğu altında ezilen, idrakleri felç edilmiş, illüzyon mağduru
bir toplum…
Peki geçer mi bu günler? Dağılır mı etrafımızı kuşatan ve ışığımızı
yutan karadelikler. Def olur mu toplumun nabzına sürekli korku, fitne ve
nefret tohumları saçan münâfık Gulyabanîler? Kısacası yargılanır mı bir
gün AK Parti denen ve artık bizi insanlığımızdan utandıran yapı?
Benim hiç şüphem yok bundan! O yüzden ‘müşterilerim’ ile
ilgileniyorum ben; şimdiki ve gelecekteki müşterilerimle… Planlar
yapıyor, projeler geliştiriyorum onların gelecekleri adına. Çünkü
biliyorum ki; herşey bittiğinde ve AK Parti adâlet lavlarının altında
eridiğinde yanardağın külleri arasında dolaşan insanlar ümütsizce
bakınacaklar etraflarına. Zâlim Tiranlara inanıp nasihatçılara ettikleri
küfürlerin mahcûbiyeti vuracak suratlarına. Olsun önemli değil! İşimiz
şefkat bizim. Küllerin arasında durup onların ellerinden tutacak ve
birlikte Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerimizden tekrar doğacağız; aşkla ve
şevkle!
Öyle bir yargılanacak ki AKP, bu ülkede belki elli sene boyunca
kimse; bir daha halkın duyguları ile hoyratça oynamaya, devlet
imkanlarını kullanarak çalmaya, rüşvet almaya, adâleti baltalamaya ve
dini duyguları bir paçavra gibi atmaya cesâret edemeyecek!