9 Temmuz 2010 Cuma

KIBRIS’TAKİ SENDİKA TERÖRÜNE AMERİKA’DAN BAKIŞ

Bu yazı 10 Temmuz 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Oldum olası sendika kavramının bizim toplumumuzdaki algılanış ve uygulanış biçiminden rahatsızlık duymuşumdur. Cumhuriyet tarihimiz sendikalaşma kapsamında nice kutuplaşmaların, sorunların ve çözüm adına üretilen çözümsüzlüklerin gözlendiği bir zaman dilimi olmuştur. Kendisine böyle ek anlamlarla yüklenen misyonu, onu yapay bir mevkiye taşıyınca, sendikalaşma; toplum mühendisliğine soyunan bir takım çevrelerin vazgeçemediği bir alet haline gelmiştir.

Medya, bugün nasıl 4. Kuvvet olarak tanımlanıyorsa, ülkemize has sendikalaşma konsept ve uygulamalarından tevellüd eden sendikaları da 5. Kuvvet olarak tanımlamak hiç yanlış olmaz. Nitekim, halihazırda, mahkeme delil klasörlerine giren bazı deliller ışığında Ergenekon suç örgütünün sendikalara nasıl bir görev biçtiğini yakinen müşahede ettik ve aynı Ergenekon’un Kıbrıs’ta ne kadar etkin olduğunu da çok iyi biliyoruz.

Değişik anlamlar ihtiva edebilen sendika kavramı, ilk uygulanış alanları yönüyle ekonomik temelli olsa da, zamanla gelişen tanımı sayesinde bugün daha farklı kulvarlarda da kullanılmaktadır. Tanımı ve kökeni itibari ile belirli bir amaç/ticari kaygı neticesinde bir araya gelen insanların oluşturdukları bir örgüt veya daha çok Yunanca kökenli ‘syndikos’ kelimesinden türemiş olması bakımından (bkz. Wikipedia) bir ‘sorun’un koruyucusu/kollayıcısı anlamını da ihtiva eder. Fakat dikkatinizi çekmek isterim ki; sendika kavramı belirli bir suç işlemek maksadıyla organize olmuş insanlar birliği olarakta değerlendirilmekte ve tanımlanmaktadır.

Bu bağlamda ülkemize baktığımızda, sendikalar daha çok bir meslek grubunun haklarını savunma amaçlı faaliyet yürütmektedirler! Bu daha çok kişi/meslek grubu eksenli bir algılayış biçiminin bir ürünüdür ve özellikle 80 öncesi ve sonrası gelişen sol hareketlerin güdümü ile artan bir değere ulaşmıştır. Darbe mühendisi çevrelerin ise her zaman iştahını kabartan bir ‘kale’ olarak algılanagelmiştir. Daha özel ve geniş bağlamda, ‘’sorun’’ eksenli sendikalaşmalar (çalışan haklarını hariç tutarsak) bizde biraz eksik kalmıştır. Mesela, bir grup insan bir araya gelip, ‘kıyafet özgürlüğü sendikası’, ‘hayvanları koruma sendikası’ da kurabilirler. Bizim kültürümüzde bu daha çok vakıf mantığı ile ele alınan bir husustur. Henüz daha temel yaşamsal sorunlarla boğuşmakta olan ülkemiz vakıfçılık alanında da zayıf kalmış olsa da, bu konudaki örnekler için Osmanlı dönemine ait vakıflaşma kültürüne göz atmak yeterlidir.

Sizler sendika kavramına, ülkemizdeki ve yavru vatan Kıbrıs’taki muhtemel uygulamalara bu zaviyelerden baka durun, ben bu yazının yazılmasına neden olan hadisenin önce sunumuna ardından da Amerika’da bir eğitim kurumunda görev yapan bir idareci olarak bunun bir değerlendirmesine gireyim.

Takip etmişsinizdir. İlk olarak 1 Temmuzda Kıbrıs’ta bazı eğitim sendikaları, bünyelerinde Milli Eğitim Bakanlığı’nın onayı ve gözetimi dahilinde yaz Kur’an kursları tertip edilen iki okulu bastılar. Zaman Gazetesi’nin aktardığına göre, ortaokul öğrenci ve öğretmenlerini zorla dışarı çıkararak sonrada protestolarını gerçekleştirdiler. Eskiden Türkiye’de çok dinlediğimiz klasik sloganlarını attılar. Tarih 4 Temmuz... Ülkenin Başbakanı bu sendikaları tavırlarından dolayı kınadı ve haklarında hukuki işlem yapılacağını ilan etti! (9 Temmuz itibari ile henüz herhangi bir adım atılmadı). İlaveten, bu sendikaların ‘’toplumun değerlerine savaş açmanın anlamsız olduğunu’’ belirterek onları saygılı olmaya davet etti (Zaman, 4 Temmuz 2010).

6 Temmuz tarihinde baskına ait bir takım detaylar gün yüzüne çıktı. Yine Zaman Gazetesi’nin haberine göre, ismi ‘Kıbrıs Türk’ ifadesi ile başlayan ve bu baskını gerçekleştiren sendika üyeleri, polisin müdahalesine rağmen, okula kapıdan giremeyince yangın merdiveninden giriyorlar; çocukları kovalayarak fotoğraflarını çekiyorlar. Daha sonrada taciz ettikleri öğrenci ve öğretmenler aleyhinde Türk oldukları gerekçesiyle ‘’işgalci’’; onları korumaya çalışan polisleri de ‘’işgali koruyan polisler’’ şeklinde suçluyorlar ve polisle tartışıyorlar. Ve yine habere göre, polis sendika üyelerini güçlükle dışarı çıkarabiliyor.

7 Temmuz... Aynı sendika üyeleri bu sefer başka bir okulu basıyorlar. Hem de KKTC Başbakanı ‘’gerekli güvenlik önlemlerini alıyoruz!’’ demiş olmasına rağmen! Yine polisin engelleyemediği bir eylem... Okula zorla giren ve kapıları tekmeleyerek, öğrencilerin zorla resimlerini çeken sendika üyeleri ve durumdan şikayetçi olan, çaresiz öğrenci velileri... Çaresizliklik içindeki bir velinin; aynı şeyin geçen sene de yaşandığını ve bir işlem yapılmadığını belirten sözleri ile aslında kendisi acizlik içerisinde olan adalet ve hukuk sistemimizin ne durumda olduğuna işaret edip şimdi, Amerika’da bir eğitim kurumunda yöneticilik yapan birisi olarak, Kıbrıs’ta yaşanan bu vahim hadisenin Amerika’da yaşanması halinde izleyeceğimiz senaryoyu Kıbrıs örneğine paralel bir şekilde sizlerle paylaşmak istiyorum.

Öncelikle şunu belirteyim: Amerika’da hiçbir sendika böyle bir eylem gerçekleştirmeye cesaret edemez. Hele Kıbrıstaki gibi ’ayrımcılık yapma’ kategorisine giren bir eylemi... Diyelim ki etti. Bu durumda ne olur? Birincisi; Amerika’da her ilk ve orta öğretim kurumunda, okula baskın olması durumunda öğretmen, idareci ve öğrencilerin nasıl hareket edeceğine dair yıl içerisinde bir kaç kez tatbikat yapılır. Baskın olması durumunda öğrencilerin ve öğretmenlerin bildiği bir sistemle uyarı verilir. Bu uyarıyı duyan herkes kapılarını kilitler. Öğrenciler duvar kenarlarına çömelerek dizilirler. Kıbrıs hadisesinde polis daha dışarıdakileri sakinleştirmeye çalışırken bu yeterli süre zaten mevcuttu.

İdareciler hemen 911’i arayarak okulun bir kaç yetişkin tarafından basıldığını ve silahları olup olmadığını bilmediklerini rapor ederler. Özellikle küçük öğrencilerin bulunduğu okullara yapılan saldırılara karşı daha hassas olan polis teşkilatı olayı fazlasıyla ciddiye alır. Üç dakika içerisinde yerel polis eşliğinde özel eğitimli SWAT timleri ve federal büro ajanları (FBI) ambulanslar ve itfaiye eşliğinde okula gelirler.

Bu aşamada yukarıda koyulaştırdığım noktaları senaryoya yerleştirmeye başlıyorum. Sendika üyelerinin polisle tartışması gibi bir lüksleri yoktur. Polis buna kesinlikle müsaade etmez. Dinlemez bile. Üyeler slogan ata dursunlar, polis kendileri ile ‘’yahu yapmayın etmeyin’’ repliklerine kesinlikle girmez. Aciz değildir çünkü. Arkasında adalet sisteminin olduğunu bilir. Tek şey söyleyip durur: Sizi uyarıyorum derhal susun ve benimle iş birliği yapın babında emir cümleleri kullanır. Öfkeli gurup taşkınlığa devam ettiğinde ise bu sefer onlara birazdan yapacakları uygulamaları hatırlatır; elektrik şoku verme gibi. Tabi bu senaryo hadisenin halen okul dışında cereyan etmesi halindedir. Yerel polisi izlemekteyiz. Diyelim ki sendika üyeleri polisi aştı ve yangın merdiveninden içeri girdi veyahutta polis geldiğinde üyeler zaten içeri girmişlerdi. Birincisi; polisin gözü önünde böyle bir şey cereyan edemez. Anında silahını çeker ve vurur yada başka bir şekilde üyeleri pasivize eder. Yada olaya direk SWAT timleri müdahele eder. Üyelerin derhal dışarı çıkmasının emredildiği bir anonsun ardından çıkmadıkları takdirde, SWAT timleri içeri dalar ve gerekirse sendikacıları öldürür.

Diyelimki sendikacılar sağ salim pasivize edildiler. Direk olarak gözaltına alınırlar. Arkalarında kim var, başımıza iş gelir mi gibi bir endişesi yoktur polisin. Haklarında özel ve kamu davaları açılır. Aileler asla çaresiz olmadıklarını iyi bilirler. Aileler ve eğitim kurumu sendika aleyhine tazminat davaları açarlar. Büyük ihtimalle de kazanırlar. Öğrencilere ve öğretmenlere psikologlar atanır. Muhtemelen sendika da kapatılır yada toplum baskısından dolayı kendisini fesh eder.. Yada idarecileri istifa ederler. Ayrımcılık suçları direk olarak federal bir suç olduğundan sendika kendisini FBI’ın takibinden kurtaramaz.

Amerika’da bir öğrencinin velisinin istemi dışında resmini de çekemezsiniz. Okulun İnternet sayfasında öğrencinin resmini yayımlayabilmek için bile veliden imzalı bir belge almanız gerekir. Öğrencilerinizi herhangi bir yarışmaya götürmek istediğinizde bile, yarışmayı organize eden kurum günler öncesinden öğrencilerin resimlerinin çekilmesi ihtimaline binaen veli izin kağıdı gönderir size. Kıbrıslı sendikacıların, öğrencilerin zorla resimlerini çekmesi bile, başlarına çok büyük belaların açılması için yeterlidir ABD’de.

Daha çok detaylar olsada burada keseceğim. Kıbrıs’ta ve ülkemizde benzer hadiseler, kanunsuzluklar çok uzun zamandır yaşanıyor. Adalet sistemlerimiz böyle zayıf, aciz, pısırık bir kişilik taşıdığı müddetçe de yaşamaya devam edeceğiz. Böyle fütursuz bir kanunsuzluk irtikab eden bir sendika, arkasında ona destek veren Ergenekonvari bir güç olmadan bu tür kabadayılıklara cesaret edemez. Ergenekonvari yapılanmalar ise gücünü bu yazıda resmetmeye çalıştığım zayıf damarımızdan alırlar. Yani, hukuk sistemimizdeki gedikler, devletin güçlü olmaması, polis teşkilatının kanunları koruma noktasında elinin zayıf olması... Yaklaşık bir yıl önce gazetelerin İnternet sayfalarına düşen bir videoyu izliyorum. Elinde bıçak, bir saldırgan etrafındakileri tehdit ediyor; gazetecilerin tabiri ile ‘’dehşet saçıyor’’. En az 10 dakika süren bir zaman zarfında polis memurlarımız sadece, ‘’kardeş yapma etme’’ diyaloğundan öte geçemiyorlar zanlı ile. Amerika’da ise olay çok basittir. Adamı emir cümleleri ile sükunete davet edersiniz ve işbirliği yapmadığı takdirde başına gelecekleri hatırlatırsınız. Hele elindeki bıçağı polise sallamaya da başlamışsa ya elektrik tabancasının elektrotlarını yada bir kurşunun yakıcı sıcaklığını bağrında hissediverir. Artislik yapmasına müsaade edilmez.

Polis ve arkasındaki adalet sistemi güçlü ve yıldırıcı olmalı. Anlayışlı, tedbirli; ama tavizsiz olmalı. Bir grup kendini bilmez, milletin gözünün içine baka baka geçen sene de işlediği bir haltı, aynı cesaretle polisi dahi aşarak işleyememeli. Bu güçlü bir devlet olabilmenin, gerçek bir hukuk devleti olabilmenin göstergesidir. Bir okulunu ve içerisindeki küçük çocukları dahi koruyamayan, sorumluları en ağır şekilde cezalandıramayan bir devletin etkin ve uzun ömürlü olması beklenemez. Bir gün, Amerika’da da benzer bir hadise karşısında ülke başkanının benzer acizlikler içerisinde bir açıklama yaptığını, adalet sistemi ve polis teşkilatının olaya Kıbrıs ve Türkiye’deki gibi müdahale ettiğini görürseniz, Amerika’nın artık son nefeslerini vermeye başladığından emin olabilirsiniz. Çünkü sağlam bir hukuk ve adalet sistemi uzun nefesli bir devlet olmanın temelidir. ‘Adalet mülkün temelidir’; işte bu demektir. Ancak, güçlü bir polis teşkilatı ve güçlü bir hukuk sistemi ile geleceğe güven ve ümitle bakabiliriz. Keşke Polis teşkilatımıza, meclisimize ve hukuk çevrelerimize bu önemli konuda en ince detaylarına kadar bir brifing verebilseydim.

5 Temmuz 2010 Pazartesi

MEDYA GÜNDEMİ EŞLİĞİNDE: NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bu yazı 6 Temmuz 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye’de herhangi bir gazetede köşe yazarlığı yapmak zor bir iş midir, yoksa kolay mı? Bu soruyu size yöneltseler nasıl cevap verirdiniz? Böyle muğlak sorular karşısında Amerikalıların kullandıkları çok kısa ama öz bir cevap şekli vardır: ‘It depends’ derler. Yani, cevabın niteliği soruyu hangi koşula ve parametreye göre değerlendirdiğimize göre şekil alır demektir bu. Yukarıdaki soruyu da işte bu zaviyeden ele alıp bir değerlendirme yapalım ve oradan da mevzumuzu daha genel bir perspektife taşıyarak ‘biz ne zaman adam oluruz?’ sorusuna cevap bulmaya çalışalım.

Bir ülke düşünün! Sanat, kültür, edebiyat ve felsefe bilgileri yeterli düzeyde olan kişilerin bile kendilerini sadece siyaset ve politika yazmak zorunluluğunda hissettikleri... Entelektüel düzeyi geniş ve derin olan yazarlarının ülkenin düşünce ufkunu ve geleceğini inşa ettikleri değil, ülke gündeminin, yazarların düşünce altyapısını inşa ettiği... Ciddi anlamda hiçbir entelektüel birikimi olmayan bir takım yazarların, ülke gündeminin belirlenmesinde ve şekillenmesinde daha çok etkin oldukları... Ellerine tutuşturulan dosyalarla bir sağa bir sola saldıran, kaynakları kesilince de kaldırımlara savrulan köşe yazarlarıyla dolu... Bir üniversitede öğrenci yetiştirse daha faydalı olabilecek bir sosyoloğun, medyanın ‘amiral köşküne oturtularak’ hükümet kurma-yıkma mühendisliğine soyundurulduğu... Gazetecilerin vurulduğu... Ne zaman güzel bir gelişme yaşasa aniden artan terör ile sevincinin kursağında bırakıldığı...

Bir ülke düşünün! Halkının düşmanlıklar, kin ve nefret duygularıyla birbirine düşman hale getirildiği... Birbirini anlamaz, dinlemez ve birbirine tahammül edemez hale getirildiği. Böyle bir ortamda her gazeteci ve köşe yazarının kendisine bir taraf bulma zorunluluğu hissettiği; özgür iradesini yitirip ve mesleğin gereği olan şüpheciliği hakikat izciliği noktasında değil de, sadece karşı grup aleyhinde bir silah olarak kullanır hale geldiği...

Bir ülke düşünün! Belirli bir tarafı tutmadığı halde, sadece ülkede çetecilerden, darbelerden arınmış bir demokrasi tesis edilsin diye kalem tutan yazarların dahi gene kendi meslektaşları tarafından ‘’karşı taraf’’ olarak ilan edildiği ve fikri bir linçe tabi tutulduğu...

Bir ülke düşünün! Kan, kin, nefret, ölüm, kavga, aldatma, tecavüz, sahtekarlık, hırsızlık, zam, falan parti filan parti vb. haberlerin eğreti verecek bir çılgınlıkta ve yoğunlukta gazete sayfalarını doldurduğu... Kadın resimleri ile gazetelerin satılabileceği anlayışının hakim olduğu.. Gazete sayfalarının yarısını yukarıdaki türde haberlerin diğer yarısını da futbolun işgal ettiği... Bu nedenle de insanların hem takım hem de parti tutmadan yaşayamaz bir hale geldikleri...

Bir ülke düşünün! Ordunun ve bir siyasi partinin ‘Cumhuriyet’in temel direği sayıldığı’. Aynı partinin milletin gözünün içine baka baka ‘ordu darbe yapsa da biz de nemalansak’ anlayışı ile yıllardır demokrasiyi baltaladığı... Bir başbakan’ı idam ettirdiği... Parti liderinin, davalar henüz devam ederken sırf yargıyı etkilemek için, ‘’ben Ergenekon’un avukatıyım diyebildiği’’ ama bu desteğe rağmen bir gece operasyonu ile Ergenekoncu çevreler tarafından alaşağı edilerek vezirin piyon ile yer değiştirildiği (ileride bir taşla çok kuş hesabı eşliğinde yeni bir vezirle değiştirmek üzere)...

Bir ülke düşünün! Bütün dünya profesyonel ordular tesis etmeye yönelirken, kendi subaylarının ‘profesyonel ordu’ kavramından bu kadar korktuğu ve kaçındığı... Ordunun ve Genelkurmay’ın başka hiçbir ülkede olmadığı derecede burnuna kadar siyasetin içine battığı... 2003, 2004 ve 2007 yıllarında dahi içerisinden darbe planlayan üst düzey bazı komutanlar çıkarabildiği ve yargılanan bu kişileri hapishanede ziyaret ederek destek vermeye başka bir subayını gönderebildiği... Geçenlerde 2000 küsürüncü yılını kutlayan ordusunun tarihinde hiç bu kadar kötü yönetilmediği... Hatta tarihinin en kötü Cumhurbaşkanı (Sezer) ve Genelkurmay Başkanlarının (Özkök hariç) aynı on yıl içerisinde beraber siyaset! yaptıkları... Genelkurmay başkanının, ‘’bize karşı bir ‘psikolojik’ harekat yürütülüyor’’ diye diye açık bir psikolojik harekat yürüttüğü ve emrinde bir ‘Psikolojik Harekat Dairesi’ (şimdiki adı Bilgi Destek Daire Başkanlığı) bulunan tek kurumun başında olduğu halde bunu söyleyebildiği...Ordu içinden vatanını seven bazı subaylar yaşanan darbe girişimi, yolsuzluk vb. bir takım suçları belgeleri ile ihbar ettiğinde, bizzat Genelkurmay başkanın veya başka üst düzey bir komutanın medya karşısına çıkıp; gereğini yapıp soruşturma başlatacağız diyeceklerine, utanmadan ‘’kim sızdırıyor’’ tarzı repliklere girebildikleri... Hatta Genelkurmay Başkanı’nın 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nı ihbar eden ‘meçhul subayı’, 'yanlış adam' olarak tanımlayabildiği ve ‘’bizden de yanlış adamlar çıkabilir. Önemli olan onu bulup gereğini yerine getirmek.'' diyebildiği... (Zaman, 6 Temmuz 2010)

Bir ülke düşünün! Adaletin her yerde mülkün temeli olarak görüldüğü bir zaman diliminde, bazı yüksek yargı mensuplarının, Ergenekon çetecilerini ve darbe planlayıcılarını kurtarmak için akla hayale gelmeyen hukuksuzluklara, Ali Cengiz oyunlarına yeltendikleri... Kara planları, ses kayıtları ve belgelerle ortalığa saçılan devlet memurlarının kendinden emin tavırlarla ‘ben yaptım oldu’ şeklindeki kayıtsızlıkları... HSYK’nın tahakkümünden, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın siyasete bulaştığından sıklıkla bahsedildiği, ‘’o mahkeme bizden’’ diyenlerin ortalıkta rahat rahat dolaştıkları... Bazı önemli davaları, anlamsız yere senelerce süren bir sürece yayılıp sonrada ‘mürur-u zaman’ (zaman aşımı) denilerek bazı kesimlerin mahkemelerde kurtarıldığı... Darbecilikten ve diğer suçlardan yakalanan bazı üst düzey komutanların nedense bir anda çok ciddi rahatsızlıklar geçirerek ‘GATAKULLİ’ ye getirildikleri...

Bir ülke düşünün! Hala başörtüsü takmanın yasak olduğu... İktidardaki hükümetin bile bu konuda bir çözüme gitmesine izin verilmediği... Ana muhalefet partisinin bazı yüksek yargı organları ve bazı askerlerle iş birliği yaparak bu konudaki çözümsüzlüğün bayraktarlığını yaptığı... Ama bununla da kalmayıp sanki bu sorunu ancak kendisi çözermiş gibi sahte yalanlar uydurduğu; ardından da ‘’ben öyle bir şey demedim’’ diyerek hemen çark ettiği (Kılıçdaroğlu’nun son açıklamaları, 1-2 Temmuz tarihli gazeteler)... Ana muhalefet liderinin, ’terörü, başörtüsünü biz çözeriz’’ cümlesi ardından gazetecilerin ‘’nasıl’’ sorusuna karşılık ‘’onu bize bırakın’’ diyerek siyaset yaptığını, oy kazandığını sandığı, milleti aptal yerine koyduğu ve aslında hiç bir şey için bir planı olmadığını tüm dünyaya böylece açık ettiği... Ve gene aynı ana muhalefet liderinin, hükümetten oy çalacağım ve kendimi ispatlayacağım telaşı ile, bizleri ‘’bana ne ben de isterim’’ siyaseti ile tanıştırdığı...

Başbakan’ın şehit verdiğimiz mevzileri gezmesinin ardından, ‘ben de giderim, banane! banane!, hem ben gidip ayakta dururum, çok cesurum’dur’ mantalitesi ile siyaset yaptığı... Bazı gazetelerin de bu tek taraflı tartışmayı ciddiye alıp gündem oluşturduğu... Üstüne üstlük, Genelkurmay Başkanı’nın da böyle bir ‘’mevzii turizmine’’ (Abdullah Abdülkadiroğlu, Samanyoluhaber, 5 Temmuz 2010) kasıtlı veya kasıtsız kapı aralayarak siyasete bir kez daha alet olduğu... İnternet sayfasında bu resimleri Başbakan’ın adından bahsedilmeden; ama ana muhalefet liderinin yanındakilerin bile isimleriyle yayınlandığı... Tıpkı bir çocuk tiyatrosu oynar gibi cepheye gidilip (başka bir cephe) ayakta resim çektirerek resimlerin basına servis edildiği...

Bir ülke düşünün! Ordusunun iki bin küsür yıllık tarihinde hiç bu kadar zayıf olmadığı... Teröristi çoban zannedip (gidip kontrol etme gereği bile duymadan) askerlerini şehit veren; parkta duran sade vatandaşı ise terörist zannedip vuran... Bunun kendisinden hesabının dahi sorulamadığı... Sayıları yüzü aşan terörist gurubunun sınır geçip karakol bastığı... Ve gene kimsenin hesap soramadığı... Halka karşı balyoz darbesi planlayan ve bu plan kapsamında kendi uçağını düşürüp komşu ile savaş çıkarmaya, Fatih Camii’ni bombalatıp halkı galeyana getirmeye, diğer din ve ırklardan bazı kimseleri öldürterek bir iç savaş çıkarmaya çalışan, bir cemaate ait evlere silah yerleştirerek sonrada cadı avı başlatmayı planlayan bir askerin; ‘’üstlerim ne dedi ise onu yaptım’’ sözüne rağmen hiç bir üssün yargılanmayı bırakın haklarında soruşturma dahi açılamadığı... (Hadi Kıbrıs’ı da bizden sayalım) ülkenin Milli Eğitim Bakanlığı izni altında çalıştıkları halde bir Kur’an kursunun kendini rejimin bekçisi ilan eden ‘solcu’ ve/veya ‘Ergenekon tandanslı’ sendikalar tarafından basılarak içindekilerin sorgulanması ve hanelerine tecavüz suçu işlendiği halde yaptıklarının yanına kâr kaldığı...

Bir ülke düşünün! 21. yüzyılda şehir içlerinde bile hala Jandarma karakollarının olduğu... En büyük üniversitelerinden biri olan ODTÜ’nün hâlâ Jandarma tarafından korunduğu... Jandarmanın polisin görev alanında olan yerlerde hesap vermeden iş yürüttüğü... Öğrenci yurdu basıp halkı fişlediği... Terörle çok etkili bir şekilde mücadele eden Polis Özel Harekat’ın 28 Şubatçılar etkisiyle el etek çektirildiği... 30 bin masumun katili bir terör elebaşısının sivil hükümetin ve polisin elinin yetişemediği bir adadan avukatları aracılığı ile ülke gündemi belirlediği; ufak çaplı bir siyasi parti liderinden daha çok mesaj verebildiği... Mecliste hükümet ortağı iken bu kişinin asılmasına giden yolu ‘çekimser’ kalarak (şimdiki gibi; ‘asmazsam namerdim’ edebiyatından uzak bir tarzda) kendisi tıkadığı halde, şimdiki Başbakan’ı neden asmıyorsun diyerek suçlayan, meydanlarda halka urgan atarak şov yapan milliyetçi! bir liderin siyaset yaptığı...

Bir ülke düşünün! Bir hükümet iyi bir iş yaptığında bile muhalefet partileri ve bir kısım medyası sırf muhalefet olsun diye o işten eleştirilecek bir şeyler bulmak için taklalar atsın... Muhalefet etmenin politikacılar nezdindeki tek karşılığı; ‘ona nasip olmasın yeter ki!’ mantalitesi olsun... Sadece politikacılar mı? Hudson’da yapılan bir toplantıda bir komutanı dahi; ‘’terör şimdi biterse AKP’nin işine yarar’’ diye endişe arz edebilsin... Ve halkın nerede ise yarısının oyları ile iktidar olmuş bir parti bu kadar çetin şartlarda politika üretmeye, devlet yönetmeye mecbur kalsın...

Bir halk düşünün! Bir imparatorluk iken böyle sefil hallere düşmüş, düşürülmüş olsun. Yukarıda kısmen resmetmeye çalıştığım çirkeflikler kendisine medya diye, haber diye, siyaset diye, rejim-laiklik diye yutturulmuş olsun... Parçalanmış; partilere, takım tutma mantığı altında dağıtılmış, birbirinden nefret eder hale getirilmiş olsun... Orduya, medyaya ve yargıya sızan Ergenekoncu suç çetesinden hesap bile soramaz hale getirilmiş olsun... Seçimde oligarşik-faşist bir zihniyetin sevmediği bir partiye oy verdi diye ‘’ahmak’’, ‘’göbeğini kaşıyan adam’’ diye hakaret görsün... Başı türbanlı analarının evlatları sürekli şehit olup dururken aynı analar ordusunun kışlasına girmeye layık görülmesin... Okuduğu gazeteler, seyrettiği televizyonlar askerin ‘’akreditasyonuna’’ takılıp kalsın... Bu arada bazı komutanların yakınları ve bazı iş adamlarının çocukları hal-hatır veya rüşvet karşılığında askerliklerini yapmak üzere tatil beldelerine gönderilsin...

Bir halk düşünün! Kendisini özgür bilip, demokrasi altında yaşadığını zannetsin; ama aslında demokrasi kendisine çok görülüyor olsun... Kendi sivil anayasasını dahi yapmasına izin verilmesin... Kendi sivil mahkemesinde suç işleyen askerleri yargılaması istenmesin. Referandumda kendi kaderini belirlemesin diye Anayasa Mahkemesi’nin ön iptali için birileri ülkede her tezgahı denesin...

Liste uzayıp gider. O yüzden burada keselim.

Ne zaman mı adam oluruz? İşte yukarıda sıraladığım komik ve eğreti senaryolar artık tartışılmadığı, tek ve ana gündemimiz olmadığı zaman... Alevi, Sünni, Kürt, Türk vesairi ile birlikte artık birbirimizi sevip ortak noktada yaşamayı öğrendiğimiz zaman... Barış, dostluk, kardeşlik diyenleri ‘’acaba ne amacı var?’’ şüphesi ile değerlendirmekten vazgeçtiğimiz zaman... Artık takım tutar gibi parti tutmadığımız zaman... Doğan gurubu ve Cumhuriyet anlayışındaki gazetecilik, kendisini Taraf ve diğer alternatif gazetecilik anlayışlarına bıraktığı zaman... Ergenekon teröristlerinden hesap sorup, demokrasiyi sağlam kazığa bağladığımız zaman... Oligarşik, elitist, faşizan, milliyetçilik körü ve sadece eleştiren bir muhalefet anlayışından kurtulup Avrupa’da ki muhalefet anlayışını geliştirdiğimiz zaman... Artık köşe yazarlarımız halkı az siyasetin yanında sanat, kültür, edebiyat, felsefe vb. alanlardaki fikir ve düşüncelerle de besleyebildiği, eğitebildiği... bu ülkede entelektüel anlamda gazetecilik yapmanın zor olmadığı zaman... Ülke gündemi bu kadar cıvık ve eğreti şeylerle çok yoğun bir şekilde uğraşmadığı zaman... Entelektüel birikimi olmayan kimselerin gazeteci; güvenilir olmayan kimselerin hukuk adamı; ehil olmayanların lider ve demokrasi sevdalısı-sempatizanı olmayanların ise asker olamadığı bir ülke haline geldiğimiz zaman... Kısacası; Türkiye uygarlığın neresinde? sorusunun cevabını gönül rahatlığı ile verebildiğimiz zaman...