13 Ekim 2015 Salı

CESUR YÜREK CEMAAT

Bu yazı 11 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Mel Gibson’ın oynayıp yönettiği o meşhûr Cesur Yürek (Braveheart) filmi üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa da filmin sahneleri bugün bile hafızalarımızda taptâze canlı duruyor. Gibson’ın, İskoç halkının bağımsızlığı adına mücâdele eden William Wallace’ı canlandırdığı filmde, onun bir yandan İngilizlerle yaka paça oluşu, diğer yandan da korkak İskoç soylularını özgürlük mücâdelesine iknâ çabaları ve gördüğü ihânetler ele alınıyor.

Wallace, İskoç asillerinin siyasî ve askerî güçleri olmadan özgürlük savaşını kazanmanın çok güç olacağını bilmektedir. Asiller ise bir yandan Wallace’a özgürlük mücâdelesinde onun yanında oldukları izlenimini vermekte, diğer yandan da iliklerine kadar korktukları İngilizlere karşı savaşma konusunda çekince sergilemektedirler. İskoç tahtının prensi Bruce, Wallace’a hayranlık duymakta ancak babasının yönlendirmelerinin ve İngilizlere karşı mücâdelenin anlamsız olduğuna dâir söylemlerinin etkisi altında kalmaktadır. Babasına göre; İngilizlerle birlikte hareket etmek kendi asillik imtiyazlarının devamı adına gerekli olan tek şeydir ve Wallace’ın ön ayak olduğu özgürlük mücadelesi İngilizleri kızdıracağı için kendi çıkarları aleyhinedir. Benzer sebeplerle tüm asiller İngilizlerden korkmakta, onlara karşı savaşmak istememekte ve İngilizlerin verdiği toprak rüşvetleri, güç vaadleri ve asillik imtiyazlarını kaybetme korkuları ile kolayca etki altında kalmaktadırlar.

Halk arasında fitili çoktan ateşlenmiş olan özgürlük mücadelesi ateşi her yeri sardığı için, asiller halkın kahraman ilan ettiği Wallace’ın destek beklentilerine direk olarak hayır diyememekte onun yanındaymış gibi görünmektedirler. Ancak Falkirk Savaşı esnasında İskoç soyluları ona ihânet ederler. Plana göre Wallace yaya askerleri ile düşman saflarına dalmıştır ve ardından İskoç asillerinin atlı birlikleri gelecektir. Ama öyle olmaz! Savaşın en kritik noktasında rakibine son darbeyi vurmaya hazırlanan Wallace, arkasına dönüp bakar; fakat asillerin sahadan usulca ayrılışını, onları İngilizlerin önünde ölüme terkedişini seyreder.

Asiller bu savaşta Wallace’ın biteceğini düşünmüş ve İngilizlerden toprak rüşveti almışlardır. İngiliz kralı sinsice gülmektedir ve yanındaki bir ekiple savaş alanından ayrılır. Wallace son bir hamle ile arkalarından tek başına gider. Kral, yanındaki bir kasklı savaşçıya geri dönüp Wallace’ı bitirmesini emreder. O da gelir ve Wallace ile dövüşmeye başlar. Wallace rakibini yere yatırır; boğazını kesmek için kaskını çıkarır ve bir anda karşısında Bruce’u görür. En güvendiği, İskoç tahtının prensi, belki de bağımsızlık sonrası İskoç kralı olmasını ümit ettiği Bruce; İngiliz kralının yanında bir nefer gibi dolaşmakta bununla da yetinmeyip onu öldürmeye çalışmaktadır. Mel Gibson’un sergilediği belki de en güzel oyunculuk sahnesi işte ihânete uğradığı o andır. Hiç konuşmadan; yüz ifâdeleri ile çok şey anlattığı enfes bir sahnedir o. İhânet karşısında hissedilen duygular bir roman zenginliğinde Wallace’ın kanlı yüzünde seyredilmektedir adetâ.

17-25 Aralık sürecinin ardından ülkemizde yaşanan gelişmeler, Hizmet hareketinin AK Parti ve Erdoğan eliyle gördüğü ihânet bana tekrar bu sahneyi anımsattı. Ergenekon Terör Örgütü dâvâları eğer neticelense idi ülkemizde darbe günlerine vedâ edebileceğimiz ve sivil bir anayasaya kavuşabileceğimiz bir zemin yakalanabilecekti. Bu bir bakıma Türk halkının, etrafını kuşatan Ergenekon surlarını eriteceği bir özgürlük mücâdelesi idi. Başta Cemaat olmak üzere liberaller, Alevîler, Kürtler ve toplumun diğer kesimleri Erdoğan’a ve AKP’ye (filmdeki güç ve siyaseti temsil eden asillere) güvenmişlerdi. Oysa onlar kişisel hesapların, beklentilerin, makam ve güç sevdasının, korkuların, kasetlerin, dosyaların, kolay paranın mağduru olmuş; bununla da kalmayıp Ergenekon dâvâları ile kendisini ön plana çıkarmış olan Cesur Yürek Cemaat’in bitirilmesi çalışmalarının bir parçası (neferi) haline gelivermişlerdi. Artık KCK suçluları serbest bırakılıyor, Dolmabahçe’de Ergenekon’a; Oslo’da İngilizlerin gözetiminde PKK’ya, Cemaat’in bitirileceğine dâir sözler veriliyor; ardından da dershâneleri kapatılmaya, iş adamları tehdit edilmeye başlanıyor, KCK’ya ve IŞİD’e darbe vurmuş polisler hapse atılıyordu. Gazeteci Baransu, Samanyolu TV müdürü Karaca ve daha niceleri haksızca hapse giriyor; eşler stresten henüz doğmamış bebeklerini kaybediyorlardı.

Tam ümit ufkuna ulaşıldığının sanıldığı bir anda; Ergenekon dâvâlarının (mücâdelesinin) tam ortasında destek vermesi beklenen AKP (asiller) savaş alanını, kim bilir ne vaadler ve korkular üzerine, terkediyordu. Bununla da kalınmıyordu. İngiliz kralın kendisini takip eden Wallace’ı bitirmek için kendi adamlarını değil de alaycı bir emirle İskoç prensi Bruce’u göndermesi gibi, Cemaati bitirmek üzere Erdoğan ve onun danışmanları, havuz medyası, bazı akademisyenler ve ilâhiyatçılar gönderiliyorlardı.

Batı’da kullanılan anonim bir sözde şöyle der: ‘’Bugünün hayal kırıklıklarının yarının rüyaları üzerine gölge etmesine izin verme.’’ Yetiştiği felsefe ve hayata bakış açısı gereği; Hizmet hareketi zaten gözünü hep geleceğin hülyalarına dikmişti ve ayağına takılan dikenlere aldırış etmiyordu. Kısa süreli bir hayal kırıklığı yaşanmıştı sadece. Endenozyalı yazar Toba Beta’nın Benim Atam bir Astronottu isimli eserinde ‘’ihânete uğradıysan hayal kırıklığından hemen kurtul; o sayede umutsuzluk acısı (bitterness) kök salmaz’’der.

Cemaat de AKP liderliğinden gördüğü ihânet karşısında kendisini çok hızlı bir şekilde toparlamış, onların yaşattığı hayal kırıklığını bir kenara itmiş ve ‘’kalbin zümrüt tepelerine’’ giden yola ümitsizlik gölgesi düşmemesi adına acının orada kök salmasına izin vermemişti. Kimbilir belki de Montaigne; ‘’aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor. Sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun’’ derken veyahutta Kafka, ‘’ beni hayal kırıklığına uğratan, kendimden başkası değil’’ derken haklıydılar. Buna hak verdiği için olsa gerek; daha sürecin başlarında Fethullah Gülen, ‘’gayrımeşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir’’ diyor; bir yandan Kafka’ya hak veriyor, diğer yandan da gittikçe daha da artacak olan ve bizim şimdilerde şahit olduğumuz gittikçede çirkefleşen merhametsizliklere, zulümlere işâret ediyordu.

Bu ilk ihânetin şoku hızlıca atlatılmıştı. Ancak Hizmet insanlarını hâlâ üzen, hayretlere düşüren bir hayal kırıklığı, bir üzüntü daha vardı. Ona da ‘’Cemaatin en büyük hayal kırıklığı’’ diyerek sonra devam edelim.