22 Ekim 2015 Perşembe

GLADYO’NUN ESİRİ TÜRK TOPLUMU

Bu yazı 16 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Gladyo çok geniş bir kavram. Onu gerçek boyutları ile görebilmek çok güç. Sekiz kollu bir ahtapot gibi sanki; hangi eliyle sizi sıkboğaz ettiğini görebilirsiniz ancak. Diğer kolları kimbilir başka nerelerde canlar yakıyor, sistemler kurup yıkıyordur da bilemezsiniz. Hattâ; bir koluyla boğazınızı sıkarkan diğer koluyla da sizin başınızı okşuyor olabilir. Sonra ustaca, sıkan kolunu gevşettiğinde siz, başınızı bir baba şefkatiyle okşayan diğer koluna âşık bile olabilir, onun koruyucu! vantuzlarına farketmeden yapışır ve o şekilde bir ömür geçirebilirsiniz. Hem bu gladyotik kolların her biri renk de değiştirebilirler. Sizi tokatlayan kol kızıl renk alırken, okşayan kol yeşil renk alabilir meselâ…

Ülkemizde de derin bir Gladyo’nun varlığını hepimiz biliriz. Derin devlet deriz ona; kırmızı kitaplı devlet. Kimine göre ‘baba’dır; kimine göre ise kökü dışarıda, NATO ve ABD güdümlü illegal bir oluşum. Hangi ideolojiden baktığınıza göre değişir onu nasıl tanımladığınız. Kimileri düşmandır ona başlangıçta; ama gücü tadınca, AKP örneğinde olduğu gibi, kölesi oluverir onun bir anda. Kimileri zâten hep âşıktır ona. Kimileri kızıl rengine, kimileri yeşil muhâfazakar tonlarına, kimileri de milliyetçi; gerektiğinde ulusalcı tonlarına vurulmuştur onun. Oysa bunların her biri ahtapotun farklı renklere bürünmüş, o rengin temsil ettiği ideolojiye kendini yakın hisseden insanları vantuzlarına yapıştırmış, ayaklarıdır.

Her partide adamı olan, her gruba sızıp onları kontrol etmeye çalışan, bir çok STK’yı, sendikayı, baroyu, gazeteyi, televizyonu himayesinde tutmaya çalışan; gazeteciler, iş adamları, hukukçular, bürokratlar, siyâsîler, askerler, polisler, din adamları devşiren bir yapı… Bunların kimini vatan-millet, kimini makam-mansıp, kimini ihâle-çıkar, kimini din-diyânet, kimini özerklik-devrim, kimini de gizli kaset vantuzları ile yakalar ve onlara istediklerini yaptırır.

Hep perde gerisindedir Gladyo’nun vücudu. Beyni zâten dışarıdadır. İnsanlar sahnede görünen aktörlerin peşine takılıp giderlerken; yine o aktörlere bir takım toplum mühendisi süflörlerin fısıldadıkları sloganlarla yaşayıp giderler. Her biri bir ayağa yapışık halde; doğruyu yalnız kendisinin temsil ettiğine inanır durur. Farklı renkteki bir koldan bir daha dayak yememek için yapıştığı kola olan hayranlığı onu kör etmiştir. Diğer kollara yapışan insanlar hep ötekidir, hâindir, düşmandır. Onlarla bir arada yaşamak imkânsızdır. O yüzden herkes öfkelidir o toplumda. Kin kaplamıştır etrafı.

Bâzan kasıtlı olarak kollarını birbirine sürter ahtapot. Birbirine sürter ki; insanlar arasındaki gerilim hep canlı kalsın ve yapıştıkları kola olan bağlılıkları artsın. O kolu bırakıp gitmek istemesin hiç kimse. Ayrılmanın, yok olmak anlamına geleceğini düşünen şartlandırılmış kimlikler oluşur böylece toplumda. Hintli birisiyle konuşurken farkettiğim bir gerçek vardı. Aldığı İngiliz eğitiminin etkisiyle bana; bizim ülkemizde yüzlerce dil-lehçe var. Eğer İngilizler ve İngilizce olmasaydı bir arada yaşayamazdık demişti. O da farketmemişti ahtapotun oynadığı oyunu. O lehçeler, diller ve renkler prizması Hindistan demekti oysa…

Ahtapotun kollarına yapışmış insanlar için hayat ahtapotun kollarında sürüp gitmelidir hep. Tek başına kalsa çaresiz kalacağını düşünürler. Yıllarca kafese mahkum edilmiş bir kuşun; kafesin kapağı açılsa bile kafesi terketmemesi durumudur bu. Psikolojide buna ‘öğrenilmiş çâresizlik’ denir. Yâni ne zaman birlik-beraberlik adına bir şeyler yapacak olsa ayağına elektirik şokları verilen, diğer gruba ‘cıs’ demeyi öğrenen, aynı silahla önce sağcının sonra da solcunun öldüğü şoklarla şartlandırılan toplum, çâresizlik geliştirir ve geçmişte yaşadığı acı deneyimlerin ve şartlanmışlıkların etkisiyle bugün kimseyle bir araya gelip de birlikte birşey başarabileceğine inanmaz. Toplumun diğer renkleri ile bir araya gelip bir mozayik oluşturabileceğini düşünemez. Bildiği tek şey; sürekli düşman îlân etmek, etrafının hep düşmanlarla çevrili olduğu inancıyla, ‘baba-şef-reis’ figürlere yapışmak ve kendisinden farklı olan herkese çelme takmaya, onları yuhalamaya kalkışmaktır.

Özellikle Cumhuriyet sonrası siyâsî ve politik tarihimizin serencamesi budur ve yetiştirdiği Gulyabanî toplum da böyle anlayışların ve toplumsal ve psikolojik manipülâsyonların hem eseri hem de esiridir. AKP ile ülkenin geldiği nokta; artık bu parçalanmışlığın ve kutuplaşmanın zirve yaptığı, toplumsal ahlâk ve vicdanın iyice çöktüğü; kısaca mızrağın artık çuvala sığmadığı bir noktadır. Toplum her yönüyle dibe vurduğu için bunun sonu; ya mahvolmak ya da o dibe vurmuşluğun hayra inkilap edip bir arada yaşama fikrini ateşlemesidir.

Bu son noktaya kısmetse devam edeceğiz.