27 Nisan 2016 Çarşamba

AKP’NİN YURT DIŞI AJANLIK FAALİYETLERİ

Bu yazı 27 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları AK Parti Hükümeti’nin kurduğu büyük yolsuzluk çarkına sokulan ilk çomak olmuştu. AKP’nin şeffaflaşma ve aklanma yerine büyük bir panik ve korku içinde bir nevi suçun kabulü anlamına gelen adâletten kaçış yolunu tercih etmesi ülkemizi tehlikeli bir sürece soktu. Hukuk sistemi felce uğratıldı, her kuruma müdâhale edildi, devlet itibarı, onuru ve saygınlığı ayaklar altına alındı.

Hükümet’in son üç yılın özeti olan faâliyetlerini dört ana başlıkta toplamak mümkün:
Yolsuzluk soruşturmalarının tekrar açılmaması için her türlü idârî ve gayrı hukûkî tedbiri almak; bu uğurda gerekli dezenformasyon ve algı yönlendirme çalışmalarını eldeki Havuz medyası ve devlet aygıtı, ajansı ve medyası aracılığıyla sürdürmek.

Patlamak üzere olan ekonomi balonunu Katar ve Suudi paralarıyla yamamaya devâm etmek.

Devlet ayakta ve hâlâ itibarı var görüntüsü vermek. Her hatayı inkâr etmek, yalanla savuşturmak; yetmiyorsa ‘paralele’ yıkmak.

Erdoğan’ın başlattığı, Ergenekon ve PKK’ya sözü verilen ‘’cadı avı’’nı devam ettirmek. Kendi halkını, rakip ve düşman gördüğü kesimleri fişleyip onların kurumlarını ve mallarını kayyımlar atamak yoluyla gasp etmek. Bu uğurda yurt içi ve yurt dışı istihbârat faâliyetlerinde bulunmak…

Bu yazının amacı açısından bu sonuncu madde ile devâm edelim.

Yurt içi istihbarat çalışmalarımızı tek kelimeyle özetle deseniz, adam fişleme uzmanlığı, hırsı ve azmi derim. Yıllardır eğer tek değilse bile en iyi yapılan iş bu maalesef. Sürecin en başlarında Erdoğan’ın ataşelikleri toplayıp Cemaati bulundukları ülkelerde şikâyet etmelerini istemesi, yurt dışındaki okulları kapattırabilmek adına tek tek ziyâretler yapıp bizzat devlet başkanları nezdinde taleplerde bulunması bu fişleme olayının daha da genişleyeceğinin habercisiydi. Zaten Ergenekon dönemlerinde de yapılan bu yurt içi ve yurt dışı fişleme çalışmaları, Ergenekon’un akıl hocalığı ve Erdoğan’ın gözünü kin bürümüş hırsı ile birleşince daha ileri bir noktaya taşınmış oldu.

Her ülkenin yurt dışında ajanlık faâliyetleri yapması belli kâideler çerçevesinde normal karşılanabilir; hattâ bu çoğu zaman bir zorunluluktur. Ancak bizdeki, Ergenekon ve Erdoğan özelinde temsil edilen anlayışlar köklü bir devlet aklından yoksun, kişisel çıkarlar ve hırslarla güdümlü, devlet itibârını ve geleceğini tehlikeye atan gayretlerdir. Gelişmiş ülkelerin faâliyetleri daha çok devlet güvenliğinin temîni, bilgi, teknoloji ve kaynak takibi, önleyici ve işlevsel espiyonaj vb. çerçevelerde cereyân eder. Sırf kendi vatandaşına odaklı, onlara güvensizlikten beslenen ve yine iç politika endeskli reflekslere dayanan fişleme ağırlıklı bir anlayış ancak, ya sosyalist ya da diktatör rejimlerde olur ki bizde her iki refleks de baskın durumda.

Yurt içine baktığımızda MİT bugün KCK’yı örgütleyen, PKK ile masaya oturup tâvizler veren, Öcalan kuryeliği yapan, Suriye’ye ve başka bâzı ülkelere silah ticâreti yapan, Erdoğan ailesi ve bâzı AKP’li çevrelerin bölge ülkeleri ve İsrail ile olan gizli ticârî ilişkilerini yöneten bir yapı olarak algılanıyor. Kendi halkını fişleme uzmanlığından zâten bahsettik.

Yurt dışında ise MİT eliyle Arap ülkelerinde tesis edilmeye çalışılan ‘abi’ rölü ve ‘Halîfe Erdoğan!’ çalışmaları Araplarla aramızı daha da açtı. Nijer’e bile kaçak silah satıyoruz. Sızan bir ses kaydında bir THY yetkilisinin ağlamaklı bir sesle ‘gönderiyoruz ama ölenler kim, Müslüman mı, Hristiyan mı’ şeklindeki sözleri hâlâ kulaklarımızda çınlıyor.

Tüm bu illegal hareketler büyük devletler tarafından kayıt altına alınıyor. Gerektiğinde tâviz koparma gerektiğinde sopa gösterme amacıyla karşımıza çıkarılıyor. Ülke güvenliğimiz tehlikeye giriyor. Dikkat dağıtma adına yapılan her algı çalışması daha büyük bir algı çalışmasıyla örtülmeyi gerektiriyor. Böylece yanlışlar daha büyük yanlışları doğuruyor.

Geçen yıl AKP adına Avrupa’da istihbârat faâliyeti yapan Erdoğan’a yakın bâzı isimler tutuklanmışlardı. Devlet işleri adına mı faâliyet yürütüyorlardı? Elbette hayır! Erdoğan’ın başlattığı ve Hizmet Hareketini bitirme adına yapılan cadı avı yurt dışına sıçratıldı o kadar. Daha doğrusu Ergenekon’un da hep yapageldiği çalışmalar genişletilmiş oldu. Daha geçtiğimiz Şubat ayında Hollanda’nın Rottherdam elçiliği nezdinde ‘Cumhurbaşkanına hareket eden Türkleri bildirin’ şeklinde bir skandal ortaya çıkmıştı. AKP zihniyetinde ‘hakaret’ yazılan şeyin aslında ‘eleştireni fişle ve paralelse bildir’ şeklinde okunduğunu hatırda tutalım. Kaldı ki o ülkelerde bir Başkana hakaret de düşünce özgürlüğü kapsamında kanuni bir vatandaşlık hakkıdır.

İlâve olarak, yurt dışındaki elçiliklerimizde çalışan bâzı insanlar oralardaki vatandaşlarımızın kişisel bilgilerini seçim zamanında AKP teşkilatlarına vererek hukuksuz bir iş yapmakla kalmıyorlar, listelerdeki isimleri tek tek fişliyorlar ve ‘paralel’ olanları tesbit ediyorlar.

Amerika gibi dünyanın süper gücü bir ülkede bile bu câhil cesareti faâliyetler tam gaz sürdürülüyor. Hatırlamanız açısından eski bir hâdiseyi hatırlatayım. Yanılmıyorsam 2014 yılı sonbaharıydı. Fethullah Gülen’in kaldığı Pennsylvania’daki konutun önünde iki kere protesto gösterileri tertîb edilmişti. Gazeteci Aydoğan Vatandaş benim de İngilizce’ye çevirdiğim ve oldukça ilgi gören yazısında, gösterilerin ardında AK Parti izleri olduğunu imâ etmiş ve bu FBI’ca tesbit edildiği takdirde çok ciddî sonuçları olabileceğine değinmişti.

Geçenlerde Fuat Avni lakaplı Twitter fenomeni, bir Afrika ülkesinde öldürülen Türk öğretmenlerin ölümünde de AKP’ye işaret etmişti. Bu doğruysa yurt dışı istihbârat rezaletlerimize büyük bir skandal daha eklenmiş demektir.

Daha geçenlerde Yeniyön’den Fuat Baran ve Yenihayat’tan Nazif Apak, Cemaat mensubu bâzı iş adamlarının pasaportlarına illegal şekilde ama devlet eliyle el konulduğunu veya iptal ettirildiğini yaşanmış örneklere dayanarak ifâde ettiler. Bu uygulamanın yurt dışında bulunan Cemaatin öğretmen ve ailelerine de sıçrama ihtimâlinin yüksekliğine binâen, bu kişilerin bu yaz mümkünse Türkiye’ye tatile gitmemeleri de tavsiye edilmişti. Apak ayrıca İnterpol yetkililerinin bu pasaport iptali uygulamasından duydukları rahatsızlığı da aktarmış ve bunun ancak 3. Dünya ülkeleri ve diktatörlüklerde görülen türden uygulamalar olduğu şeklindeki söylemlerini bizlerle paylaşmıştı.

Ben de sizlere kimsenin pek bilmediği veya bilse de çok konuşmadığı başka bir istihbârat-fişleme yönteminden bahsedeyim.

Sadece ateşeliklerdeki bâzı personel değil; bizzat AK Partili bâzı vatandaşlar ve akademisyenler eliyle de bu fişleme çalışmalarına devâm ediliyor. Kendilerine neler vaad ediliyor, nasıl motive ediliyorlar ve nasıl organize oluyorlar bu ayrı bir araştırma ve sosyolojik analiz konusu.

Sadece kişiler de değil; Hareket’in kurumları da fişleniyor ve mümkünse işleri engellenmeye çalışılıyor. Yahudi ve Ermeni lobilerine para verilip Amerika’daki Charter okullarının kapatılması veya aleyhte kara propaganda yaptırılması yönünde Ergenekon döneminde de varolan çalışmalar yürütülüyor. Kültür merkezlerinin faâliyetleri tesbit edilip, meselâ Cemaat fakir Ahıska Türklerine yardım eli uzatıyorsa, onlara adam gönderip ‘size para verelim kendi kültür merkezinizi açın’ deniliyor ve bağlar kopartılmaya çalışılıyor.

Türkiye’de bir iki yıl evvel adı fişleme skandalı ile gündeme gelen bir devlet çalışanı, Milli Eğitim bursu ile yurt dışında okuyan öğrenci ve akademisyenleri takip eden kurumun başına getirilmişti. Gelişmelere ve duyumlarıma bakılırsa yaptığım çıkarım şu: AKP bu tarz kişiler aracılığıyla hem Türkiye’deki üniversitelerde hem de yurt dışındaki üniversitelerde bulunan bâzı partililerini belirli motivasyonlarla organize ediyor ve oralarda yaşayan, özellikle Milli Eğitim burslusu akademisyen ve öğrencileri, fişlettiriyor. Böylece, hem elçiliklerdeki bâzı elemanları hem de bu partili akademisyenleri kullanarak esnafından öğrencisine onbinlerce kişiyi fişliyorlar. Bu sadece Amerika’da değil başta Avrupa olmak üzere birçok yerde uygulanıyor.

İsim vermeden birkaç örnek vereyim. Geçenlerde Cemaatten bâzı arkadaşlarla görüşüyordum. Bizzat benim de tanıdığım ABD’de burslu okumuş sonra da bir devlet üniversitemizde kadro almış olan ve

AKP adına trollük yapmaya başlayan bir şahsın ziyâret! amaçlı geldiği şehirde bâzı insanları fişlediği ve hattâ bir tanesine; ‘senin adını bildirmeyeceğim!’ diyerek aklınca ukalaca bir iyilik örneği sergilediğini öğrendim. Kendisi ABD’de öğrenci iken Cemaat’in her aktivitesine katılır hattâ önayak olurdu.

AKP adına bugün trollük yapan başka bir kimya profesöründen de bahsettiler. Tanımıyorum ama önceden Hareketten insanlarla birlikte okul bile açmış bu kişi. Bugün kendi açtığı okulun terörist yetiştirdiğini savunuyor. Sohbetlerine gittiği o insanlara terörist diyor!

Bu insanlara neler vaad ediliyor da bu hale geliyorlar  bu sosyolojik ve gazetecilik bağlamında analiz edilmeli.

Başka bir örnek. Yaşadığım eyaletten tanıdığım bir kişi ki, hala eşini sıkılmasın diye Cemaat ablalarının sohbetine gönderiyor, tanıdığı bâzı kişileri arayarak ‘filanca kişi hala Cemaat sohbetine gidiyor mu’ gibi ifâdelerle aklınca istihbârat topluyor.

Başka bir örnek ise daha vahim. Başarılı ve Türkiye’de ufak bir şehrimizde bir üniversiteye başvuran bir akademisyen hakkında Ankara’daki bir üniversiteden kısa süreli akademik ziyaret! amaçlı gelen iki hocanın ‘paralel mi?’ diye istihbârat topladığını duyduğumda çok sinirlenmiştim. Ankara nere, o küçük şehir nere! Bu nasıl bir istihbârat ağı insan merak ediyor!

Herkes akademik çalışmayı bırakmış, kim bilir ne vaadlerle Amerika gibi espiyonaj hassasiyeti güçlü bir ülkede adam fişleme cesâreti sergiliyorlar.

ABD ve diğer birçok ülkede bu yapılanlar (Erdoğan’a ‘hakaret! tesbiti dahil) ifade özgürlüğü ilkesine aykırıdır ve o ülkenin iç işlerine bir müdâhaledir. Fişlenen bu insanların önemli bir kısmı çifte vatandaş yani o ülkelerin de vatandaşlarıdır. FBI’ın bunları takip etmemesi mümkün değil. İleride yaptırımları mutlaka olur.

Zaten ben de elinde delili olan kişilerin durumu FBI’ya bildirmelerini tavsiye ediyorum. Bu işin acıması olmaz! Mâsum olduklarını bildikleri insanları birtakım vaadler uğruna yurt dışında illegal fişlemelere tabi tutup hak ihlallerine sebep olanlara acımamalı ve hesapları sadece âhirete bırakılmamalı. Bu, en başta içinde yaşadığımız ve kanunlarına uymaya bir bakıma söz verdiğimiz Amerikan halkına karşı bir vazifemizdir. Ben öyle düşünüyorum diyor, son kararı mağdur edilen kişilerin kendilerine bırakıyorum.

Bu önemli konuyu şimdilik burada kesiyorum, ancak takipçisi olacağım. Ne derler! Yayalım!



20 Nisan 2016 Çarşamba

ERDOĞAN VE ETRAFINDAKİLER NEDEN ÇOK ÖFKELİ?

Bu yazı 20 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir Korku Analizi başlıklı yazıda, korkunun bir çok yanlışlığın, ruhi sorunların ve günahların sebebi olduğundan bahsetmiştik. Bunu öfke için de söylemek mümkün. Said Nursi’nin işâret ettiği gibi korkunun varlığı, ölçüsünde kaldığı müddetçe, insan için aslında bir nimettir. Fazlası ise bir önceki, ‘Erdoğan Cemaat’e Neden Bağırıyor?’ başlıklı yazıda değindiğimiz zararlı hâllerin oluşmasına neden olur.

Öfke de böyledir. Öfke insanın bütün duygularına nüfûz edebilir ve orada kök salıp yerleşebilir. Zamanla da insanın tüm melekelerini zehirler. O, insana; tıpkı korku gibi faydalı birtakım hikmetler ve imtihan için verilen kaabiliyetlerden birisidir; ancak fazlası, insanı geri dönülmez bir girdabın içine çeker. O öyle bir girdaptır ki; insanın iyilik adına ne tür karakter özellikleri varsa hepsini içine çekip yutabilir.

Karadeliklerin ışığı yutması gibi; öfke girdabı da kalbin ışığı olan îman nurunu yutar ve geride her türlü ruh hastalığına açık bir et parçası bırakır. Sanki atmosferi emilip yutulmuş ve artık meteor saldırılarına karşı savunmasız kalmış bir gezegen gibi öfke de kalbi, yalnızca kötülük üreten vesveselerin, korkuların, kinlerin ve daha binbir türlü hastalıkların taarruzlarına açık hâle getirir ve savunmasız bırakır. Böylece insan gittikçe insanlıktan uzaklaşır. Böyle bir insanın sağlıklı bir zihinle düşünmesi zorlaşır ve ardından şeytânî ve insânî çevrelerin maniplasyonlarına açık hâle gelir.

Korku ve öfke birbirleri ile iç içe geçmiş kuvvetlerdir. Star Wars (1999) filminde geçen sevdiğim bir repliği daha önce sizlerle paylaşmıştım. Şöyle der; ‘’korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar.’’

Bu söz, maalesef, Erdoğan ve AK Parti’nin özellikle 17-25 Aralık yolsuzluk dâvâları sonrası yaşadıkları saldırgan üslûbu sadece açıklamakla kalmıyor, yaşadıkları ve yaşayacakları üç süreci de özetliyor.

Şöyleki;

Kurduğu büyük yolsuzluk ve rüşvet ağının ortaya çıkmasından ve yargılanmaktan korkan Erdoğan ve AK Partili çevreler büyük bir korku ile hareket ederek yanlış bir yola saptılar. Kendilerini aniden korkunun insanı ‘karanlık tarafa’ iten caddesine atıverdiler. Çünkü yeterli kadroları ve siyâsî zekâları yoktu. Kurnazlık, tüccarlık ve mütahitlik ile bir yere kadardı! Bu sebeple kendilerini karanlığın bağrına yuva kurmuş olan Ergenekon ahtapotunun kollarına salıverdiler. Böylece kendilerinin tüm yolsuzluklarına göz yumulacak ancak karşılığında ışığın temsilcisi olan insanlar ‘paralel’ îlân edilerek bitirileceklerdi.

Paralel dedikleri insanların mâsum olduklarını en iyi onlar biliyorlar. Ne var ki içine düştükleri bu durumda kendilerine bîat ederek aynı caddelerde yürümeyi reddeden o Camia, onlar açısından bir öfke kaynağı hâline gelmiş oldu. Zaten Ergenekonvâri yapılar, çoktan beridir kulaklarına eğilip; ‘bu insanlar bir gün sizin pisliklerinizin peşine düşerler’ diye fısıldıyorlar ve gelin onları temizleyelim ve siz de istediğiniz gibi ülkede at koşturun diyorlardı.

Ergenekon ve AKP’yi birbirine en çok mahkûm eden hâdise 17-25 Aralık tarihlerinde patlak veren soruşturmalar oldu. Hayatında ilk defa Ergenekon ve Balyoz dâvâları ile ürkütücü günler yaşayan derin yapı ile AKP’nin başında patlayan beklenmedik yolsuzluk soruşturmaları iki yapının ortak bir kaderi hâline geliverdi.

Korkuya kapılan Erdoğan ve etrafındakiler; batacak olan gemiyi kıyıya kadar yüzdürebilmek adına Ergenekon’a ruhlarını tamamıyla sattılar. Böylece Ergenekon, yeşil bir elbiseye büründü ve kendisine büyük bir korku yaşatmış olan ve her zaman karşısındaki tek güç odağı olarak gördüğü Hizmet Hareketi’nin bitirilmesi adına Erdoğan’a önemli bir misyon yükledi. Bunu daha önce Erdoğan ve Perinçek ilişkisini ele alan yazılarımızda da dile getirmiştik.

Erdoğan ve etrafındakilerin bu korkuları, onları yukarıda belirttiğim birinci aşamaya getirdi. Korkuya kapılıp öfke ile hareket ettiler. Hâlen Başbakan olduğu ve seçimlerin adetâ bir ölüm kalım meselesi noktasına geldiği o dönemlerde Erdoğan, meydanlardan hep öfke ile bağırdı. Paralel, haşhaşi, sülük, hâin, ihânet çetesi, lobi maşası, âlim müsveddesi ve benzeri birçok seviyesiz ve öfke dolu ifâde ile tanıştı kitleler.

Erdoğan ve takip edenleri her ne kadar sürekli bağırsalar da, görebilenler aslında karizma entârilerinin altında gelecek endişesi ve yargılanma korkusu ile titreyen bedenleri görebiliyorlardı. Öfke, zayıf insanları ürkütüp susturabilir ve münâfık karakterli kişileri kendine çeken bir ‘ampül’ gibi kızışıp parlayabilir; fakat selim kalpli insanlar için o, her türlü acziyeti ve hastalığı ortaya döken bir röntgen âleti gibidir.

Öfkeli ve saldırgan üslupların insanları bastıracağını, korkutup dağıtacağını düşünmüşlerdi. Bu strateji yoğun bir medya algı operasyonu ile de desteklenince, öfke AKP’li çevrelerin zihinlerini esir aldı. Halk artık çocuk tecâvüzlerine, hırsızlıklara, gasplara bile sesini çıkaramayacak bir vaziyette! Halkı bir korku girdabının içine çektiler ve hakîkate karşı vurdumduymaz olmaları içinse onları propaganda ve sürekli tekrarlanan yalanlarla uyuşturdular. Sağda solda bir grup insan dışında, toplu manada sadece Hizmet Hareketi bu gelişmelere karşı dik durdu ve yaklaşımından asla tâviz vermedi.

Bu direniş üzerine AKP ve Erdoğan ikinci aşamaya geçtiler. Artık öfkeye dönen korku aşaması geçilmiş, bu sefer öfkeler nefrete dönüşmüştü. Aileler arasına bile nefret tohumları ekildi. Herkes önüne geleni paralel olmakla, hâin olmakla suçlamaya başladı. Karı, koca, anne, baba, hala, teyze, kuzen… artık bir mecliste oturamaz konuma gelmişlerdi. Erdoğan’ın bizzat kendi ifâdesi olan ‘’cadı avıysa cadı avı, biz bunu yapacağız!’’ sözü işte bu nefretin filizlenmiş bir şekliydi.

Nefrete dönen öfke zorla canlı tutulmaya çalışılan köz ateşine benzer. Ona sürekli üflemek gerekir. İşte onun gibi, AKP ve Erdoğan da nefrete dönmüş ve haksız ithamlara dayanan söylemlerini canlı tutabilmek adına halkın kulağına sürekli yalan üflemek zorunda kaldılar medya imparatorlukları aracılığıyla. Erdoğan bununla da yetinmeyip, bizzat kendisi ülke ülke dolaşarak, Hareketi dış ülke temsilcilerine şikâyet etti ve açtıkları Türk okullarını kapattırmaya çalıştı. Bir tuğla dahi sökemeyince de; kabaran öfkesi bu sefer, onu ve etrafındakileri ülke içinde bir çok hukuksuz uygulamalar yapmaya itti. Kurumlar usulsüzce gasp edildi, başlarına kayyımlar atandı, insanlar haksızca hapse atıldı ve kanunlar hiçe sayıldı.

Bu nefret üslûbunun seçimlerde oy kaybettirdiği anlaşılınca söylemlerini ve öfkesini bir nebze bastırmak zorunda kalmış olan Erdoğan, bu ikinci aşamada gemisinin yelkenlerini hep bu nefret rüzgarı ile şişirdi. Zîrâ nefret, öfke gibi uğuldayarak değil sinsice esen bir rüzgar gibidir.

Günler böyle geçerken bizler artık üçüncü aşamaya yaklaşıyoruz. Yâni nefretin acıya yol açacağı ufuklara doğru ilerliyoruz. İster Gayretullah’ın vurması deyin, ki en az iki yıl önce gördüğüm bazı rüyalar ona işâret ediyordu, isterse de sebepler bazında ele alın; Erdoğan ve çevresindekilerin sonunun acı çekmek, ızdırap ve pişmanlık ile ahu efgan etmek olacağı âşikâr.

Bu üçüncü aşamanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, ne zaman gerçekleşeceği beklenmeli.

Erdoğan’ın oluşturduğu yapay öfke selinde nefret gemisiyle yol alan milletimiz, kendisini ne tür acıların beklediğini bir görebilse ve Yunus’un felâketten önce tevbe eden kavmi gibi hatalarını kanun ve hukuk düzleminde çözebilse keşke…

Ama her şeye rağmen Erdoğan ve etrafındakiler, kendi oluşturdukları kin ve nefret denizinde boğulacaklar gibi. Bir insanın kendi nefsine zulmetmesi de bu olsa gerek! Biz ise yazılarımızla insanımızı o denizin azgın dalgalarından kurtarmaya, dualarımızla da kötü akıbetlere paratoner olmaya devâm edeceğiz.


18 Nisan 2016 Pazartesi

ERDOĞAN CEMAAT’E NEDEN BAĞIRIYOR?

Bu yazı 18 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Erdoğan’ın, korumalarının, etrafındaki danışman ve bürokrat havuzunun, Havuz medyacılarının ve partili iş adamı ve trollerin hattâ halk tabanından birçok partili sevenin en belirgin ortak özellikleri son derece öfkeli olmaları.

Erdoğan, Başbakan olduğu ve kendisi ve çevresindekiler için hayâtî öneme sahip yerel ve genel seçimler öncesinde hep öfke ile bağırıyordu. Haşhaşi, paralel, hâin, sülük vb. birçok seviyesiz ifâde siyâsette kullanılan malzemeler hâline gelmişti. Daha sonra bizzat Erdoğan’ın ‘’cadı avı’’ diye nitelediği tâlihsiz bir süreç yaşanmaya başlandı. O gün bugündür Erdoğan ve peşindeki medya sürekli bağırıyor, devamlı öfke ve kin kusuyor. Korumaları son derece sinirli ve her muhâlif sese aşırı sertlikle müdâhale ediyorlar. Artık paralel ifâdesi bile öfke ateşlerini harlamaya yetmeyince, paralel cadı avına dayanak teşkil etmesi açısından ‘’FETÖ’’ (terör örgütü) etiketi kullanılarak mâsum insanlar terörist ilân edildiler ve kurumları kayyım atama yöntemiyle gasp edilmeye başlandı.

Bir yandan sürekli bağırıp, dinmeyen bir öfke ateşi ve hep canlı tutulan bir kin ile kendilerine bağlı kitleleri arkalarında tutmaya çalışırken, diğer yandan da oluşturdukları kaos ortamından istifâde ederek algı dağıtma operasyonları yapıyorlar. Bunu yaparken de emellerine engel gördükleri kitleleri, en başta Hizmet Hareketi olmak üzere, yoğun duygusal tâcizlere, maddî gasplara, mağduriyetlere ve tutuklanmalara mârûz bırakıyorlar.

Bir insan çâresizlik hissettiği, acizlik noktasına ulaştığı durumda bağırır. Aklıselim ve kalbiselim ufkunda yaşayan insanlar için bu tür çâresizlik yâni dibe vurma halleri Allah’a en çok tevekkül edilen, yakınlaşılan anlardır. Meselâ, Yunus’un ‘’ben nefsime zulmettim!’’ yakarışı ile Eyyub’ün ‘’bu hastalık artık kulluğuma dokundu!’’ yakarışı hep böyle bir hâlin, bir yakîn hâlinin tezâhürleridir. Oysa, ruhunu çeşitli hastalıklarla yaralamış, şeytanın oyuncağı hâline gelmiş insanlar için bu tür acziyet halleri bir isyânın, öfkenin, bağırmanın, veryansın etmenin, başkalarını suçlamanın vakitleridir.

Adem’in yaratılışı ile kibir kulesinden bir anda acziyet çukuruna düşen Şeytan’ın ilk tepkisi de isyân etmek, ‘kendisine yapılan haksızlığa!’ veryansın etmek olmuştur. Oysa Allah’ın her şeye kadir yaratıcı olduğunu ve her işi bir hikmetle yaptığını en iyi onun bilmesi gerekirdi. ‘Bir Korku Analizi başlıklı yazıda Şeytan’ın bu hâlinin temellerine işâret etmiştik. Orada sözü edilen korku onda bir nefrete ve isyâna dönüşmüştür.

Kendisinin geri dönüşü olmayan bir yola girdiğini anlayınca da bu sefer kibir engelini aşamamış ve Adem’in yaptığı gibi ilk hatasının ardından af dilemek yerine kovulmasının müsebbibi olarak gördüğü insanoğlu’nu Allah’tan uzaklaştırma yoluna gitmiştir. Yâni kendince; insanoğlunun acziyetini isbât ederek, kendi acziyetini örtme zehâbına kapılmıştır. Artık insanoğlunun varlığı da, katından kovulduğu İlah’a edeceği her türlü kulluk da Şeytan’ın tahammül edemeyeceği bir kin ve nefret kaynağı hâline gelmiştir. Zîrâ bu yeni türün varlığı dahi Şeytan’a içine düştüğü konumu hatırlatan bir acı kaynağı haline gelmiştir artık. Bu yol; yâni nefrete dönen acziyet hâli bir acı kaynağıdır. O yüzden ben, Şeytan’ın sürekli acı çektiğini düşünürüm hep!

Erdoğan ve etrafındakiler neden hep bir bağırma hâlindeler peki? Sosyo-psikolojik süreçlerin içerisinden hızla akıp geçtiğimiz bu dönemde sosyo-psikolojik travmalar yaşayan bu bahtsız AK Parti cenâhının, dolaylı olarak Ergenekon eşrafının, ruh halleri, gelecek nesillere ders olması açısından iyi tahlil edilmeli.

Bu bağırma ve öfke hâline neden olan maddî sebepleri önceki yazılarımızda ele aldık. Ruha dönük birtakım yönlerine de temas ettik. İrdelemeye devâm edelim…

Bağırıyorlar, çünkü korkuyorlar ve çâresizler!

Bağırıyorlar! Çünkü bu, Şeytan’ın Adem ile mücâdele formatıdır.

Evet!

Hayatım boyunca sürekli bağıran ve öfke ile dolaşan insanların arasında büyüdüm. Büyüyüp bir eğitimci olduğumda da bu tür insanların olduğu ortamlarda bulundum. Öfkeli öğrenciler, öfkeli veliler, öfkeli idâreciler… Ülkemiz siyâsetçilerinin durumları da mâlûmunuz!

Hayatı bu tür ortamlarda geçmiş ve bu nedenle de öfkeye karşı bir çeşit bağışıklık kazanmış bir insan olarak her fırsatta geri çekilip bu insanların hâllerini ve hayatlarını analiz etmeye çalıştım.

Hepsinde gördüğüm şey bir acziyet ve çâresizlik hâliydi.

Bir insan; ister bir baba olsun, ister idâreci, ister siyâsî lider, ister diktatör…

Eğer bağırıyorsa, bilin ki artık çâresizlik ve acziyet noktasına gelmiştir; ne yapacağını, önündeki sorunu nasıl çözeceğini bilemiyor demektir. Çocuğuna bağıran bir babada da durum aynıdır; altında bulunan insanlara öfke kusan bir diktatörde veya liderde de.

Erdoğan ve etrafındakiler bağırıyorlar, çünkü bir sürü hatânın eşiğinde, halkın gözleri önünde sobelendiler. Çâresizler ve ne yapacaklarını bilemiyorlar! Kapıldıkları korku hâliyle adâletin ışığına değil; derin yapıların kucağına yâni karanlığın bağrına doğru koştular. Bağırırsak; öfke patlaması yaşarsak herkesi ürkütür ve kaçırırız diye düşünüyorlar. Suçüstü yakalanan hırsızların da ilk tepkisi böyledir. Bağırarak kaos ortamı oluşturmak isterler hep.

Özetle bu çevreler; hatâlı bir yolda olmanın suçluluk psikolojisi ile öfke kılıçlarını kin taşlarında bileyliyorlar. Saldırganca tavırlarının nedeni budur.

Kibir kulesinden acziyet çukuruna düşen ve çıkmaz sokakta kin ve nefret ipine tutunan Şeytan gibi, onlar da nefret ipine tutunuyorlar. Tek ve son çârelerinin, Ergenekon gibi derin ve illegal yapıların ve PKK gibi terör örgütlerinin en korkulu rakibi olan Hizmet Hareketini bertaraf etmek olduğunu biliyorlar. Kucağa oturmanın bedelinin bu olduğunu sadece kendilerini takîb eden saf halk kitleleri bilmiyor o kadar.

İçlerinden bazıları da, ‘Yangın var!’ diyerek insanların dikkatini dağıtmak sûretiyle, yangından ne kaçırırsak kârdır düşüncesiyle hareket ediyorlar.

Bir süre daha bağırmaya devâm edecekler! Gittikçe güçleri tükenecek ve bîtab düşmeye başlayacaklar. Bu sefer, bağırmalar anlamsız ‘böğürmelere’ dönüşecek. Ardından ses telleri iflâs edecek ve yorgunluktan oldukları yere yığılıp kalacaklar. Aldattıkları insanlar gelip suratlarına tükürürken, mağdur ettikleri insanlar da hâllerine acıyıp belki onlar için gözyaşları dökecekler.

Süreç ilk başladığında gördüğüm bir rüyada benim, onların kaybedişlerinin ardından bir kaldırım taşına oturup ‘’bunun için âhiretinizi mahvetmeye değer miydi!’’ diyerek hüngür hüngür ağlamam gibi meselâ…

Buda’ya atfedilen bir sözle bitirelim: ‘’Öfkeye sarılmak, birine atmak için kavradığınız sıcak bir kömür parçası gibidir; yanan aslında sizsinizdir.’’

‘Erdoğan ve etrafındakiler neden çok öfkeli?’ sorusuyla devâm edeceğiz.




13 Nisan 2016 Çarşamba

ERDOĞAN, GÜNEYDOĞU VE KENTSEL DÖNÜŞÜM

Bu yazı 14 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Erdoğan Mart ayı başında Güneydoğu’daki olayları kasden ‘’Bundan sonra bölgeyi kentsel dönüşüm heyecanı saracak. O huzurlu günlere geri döneceğiz” demişti. Bu söz karşısında gazeteci Kâzım Güleçyüz haklı olarak şu soruyu sormuştu: ‘’Huzur kentsel dönüşümde, öyle mi?!’’

Güneydoğu adetâ kan ağlıyor ve bölge bölünmenin eşiğine geldi. Erdoğan, 7 Haziran seçimleri öncesinde ‘’400 vekil verin bu iş tatlılıkla çözülsün!’’ demiş ve bu söylemlerle ülkeyi yine germişti. Seçimlerdeki hezimetin ardından bazı Havuz yazarları ‘’halk kaosu seçti!’’ diyerek gelecek kanlı günlere işâret etmişlerdi.

Sonrasında büyük bir beceriksizlik ve basiretsizlikle yönetilen ‘çözüm süreci’ bitti ve PKK eskisinden daha güçlü bir şekilde yeni kanlı eylemlere imza attı.

Bugün bölge bir kan ve gözyaşı deryâsına mahkûm edilmiş vaziyette. Şehirler târumâr edildi ve halkın bir kısmı can güvenliği olmayan bölgelerde mahsur kalırken diğer kısmı da çoktan Batı illerine göç etti.

Bu tâlihsiz gelişmelerin sorumlusu olan hükümet ve sürecin baş aktörü Erdoğan hâlâ görevdeler ve büyük bir kayıtsızlıkla gelişmeleri seyrediyorlar. Erdoğan’ın; ‘PKK bizi aldatmış, demek ki arkasında daha büyük bir akıl var’ sözüne mi hayıflanalım yoksa büyük bir çâresizlik içinde ‘hadi bunu da paralele yıkalım’ aklı ile hareket etmelerine mi yanalım bilemiyoruz. Evet! Güya PKK’ya bağlı bir evde Gülen’in kitaplarının olduğu bir kitaplık resmi ile Cemaat’in PKK ile ortak hareket ettiğine inandırılmaya çalışıldı bu millet hükümet tarafından. Oysa çok değil bir iki yıl öncesinde aynı insanlar bu sefer PKK ile barış sürecindeyiz ama ‘paralel’ engel oluyor diyorlardı!

Tüm bu kanlı hengâme sürerken, Erdoğan’ın çıkıpta ’’Bundan sonra bölgeyi kentsel dönüşüm heyecanı saracak. O huzurlu günlere geri döneceğiz’’ şeklinde bir ifâde kullanmış olması büyük bir tâlihsizlik ve basiretsizlik örneğidir; eğer ardından planlı bir hareket yoksa!

Yâni, bölge planlı bir kaos ortamında yerle bir ediliyor, sular durulduğunda kentsel dönüşümde uzmanlaşmış AKP’li şirketlerce bir ihâle ve rant saldırısına açık hâle getirilmek isteniyorsa durum başka.

Her hâlükârda, kentsel dönüşüm hiçbir zaman ‘huzurlu günlerin’ kaynağı olamaz. O, sadece niyet ve sistematik gayretlerinize bir araç olabilir ancak.

Bir yerde huzurun kaynağı; mülkün temeli olan adâlet, birliğin temeli olan şefkat, sevgi ve muhabbet, gelişmenin temeli olan ekonomik yatırım ve iktisat, inkişafın temeli olan bilgi, ahlak ve vicdandır.

Bir devlet ve devlet lideri bunları temîne çalışan gayretler içerisinde değilse, yapılan şeyler ya durum kurtarma, ya yangından mal kaçırma, ya da dostlar alışverişte görsün nevinden kendini ve halkı aldatma teşebbüsleri ve ruh halleridir.

Yukarıda çizdiğim somut gelişmeler çerçevesinde bu cümleler irdelendiğinde ortaya pek de iyi bir görüntü ve niyet çıkmamaktadır.

Fethullah Gülen Hocaefendi, ‘’Meşru Siyâset ve Makyavelist Politikacılar’’ başlıklı sohbetinde siyâseti tanımlarken şöyle der:

‘’Siyaset; taht-ı tasarrufta olan şeyleri idare etme, düzene koyma, ahenk içinde götürme.. farklılıklardan bir bütünlük meydana getirme, onlardan bir dantela gibi bir hayat örgüleme.. şahısları ve hadiseleri doğru okuyup doğru değerlendirme sayesinde gayr-ı mütecanis şeyleri bir araya getirip bir vahdet ruhu ortaya koyma demektir. Siyaset; sağlam idare etme, yönetimi ahenk içinde götürme demektir; problemsiz, ayrıştırmadan, kendini öne sürmeden, her şeyi kendi arzu ve isteklerine bağlamadan; umumun hissiyatını ve farklı insanlar arasında nasıl bir birlik ruhu teessüs ettirilebileceğini nazar-ı itibara alarak işi götürme demektir.’’

Kullandığı üslûbuyla halkın çoğunluğunu ve özellikle de Güneydoğulu vatandaşlarımızı sürekli ötekileyen anlayışlar sergileyen, PKK ve KCK ile yapılan anlaşmalar sürecini büyük bir basiretsizlik ile yönetip sonlandıran Erdoğan ve ekibinin yürüttükleri siyâsî anlayışı ve bu noktada sergiledikleri kaabiliyetleri; ayrıca bu yazıya konu ettiğim söylenmiş sözün ardındaki niyeti, Hocaefendi’nin bu tanımı çerçevesinde tekrar idraklerinize sunuyorum.


6 Nisan 2016 Çarşamba

AK PARTİ NELERİ SÖMÜRÜYOR?

Bu yazı 6 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


AK Parti dediğimiz oluşum, geldiği nokta itibârıyla artık devâsâ, organize bir suç örgütü konumunda. Özellikle de 17-25 Aralık yolsuzluk dâvâları ile yaşadığı şokun ardından adâletten kaçabilmek adına, büyük bir çirkeflikle, devletin her kurumuna çöküp adâlet sistemini felce uğratmasıyla da ‘mafyatik devlet’ aşamasına geçti.

Böylece; muhâberât hevesli, mafyatik düzende çalışan, çıkarcı ve organize bir yapıya dönüşmüş oldu. Tabanını kaybetmeme adına uydurduğu ‘paralel devlet’ safsatası da bu süreçte kullandığı en başarılı kamufle aracı oldu ve yapılan her kanunsuz uygulama bu kılıfa sarılarak gizlendi ve halkın gözlerinden kaçırıldı.

Bu süreç hâlen devâm ediyor. Daha geçen gün AKP’li bir vekilin, katıldığı bir programda kendinden gâyet emin bir tavırla sarfettiği, ‘’yasama bizde, yargı bizde, yürütme bizde’’ sözü, geldiğimiz noktayı çok iyi özetliyordu aslında.

Gözleri önüne perde çekilen halk, maruz kaldığı yoğun propandanın da etkisiyle adetâ efsunlanmış gibi; yaşadığı hiç bir anormalliği sorgulayamaz durumda. AK Partililerin ve hattâ bizzat Erdoğan’ın her gün değişen ve birbirini yalanlayan söylemlerini bile idrâk edememekte veya sorgulayamamaktalar. Bir Karabasan Gibi Çöktün Üzerimize! başlıklı yazımda bu ruh hâlini resmetmeye çalışmıştım.

Neler mi idrâk edilip sorgulanmıyor? O kadar çok ki, sadece bir kaç örnekle iktifâ edelim…

17 Aralıkta bizimkilere âit evlerden çıkan milyon dolarları önce polisler koydu dedik, ama adamlar salıverilince paraları bu sefer fâiziyle birlikte aynı adamlara geri verdik!

Zamanında çocuklarımızı emânet ettiğimiz ve sizlerin de hep övdüğünüz insanlar nasıl bir anda “PKK’dan daha tehlikeli teröristler” oluverdiler... delili ne?

AK Partiye yakın bir yurtta 45 çocuğa tecâvüz ediliyor ve bizden bunu ‘’bir kereden bir şey olmaz!’’ diyerek savunmamız neden bekleniyor? Sorumlular neden adâletin kollarına teslim edilmiyor? Bakanlarımız kendilerini neden bu vakfı savunmak zorunda hissediyorlar!

İslâmcı kesim olarak, özellikle de seçim zamanlarında, her iki kelimemizden biri Haçlı Seferleri, diğeri de Yahudiler iken, pek kudretli ve haşmetli dünya liderimiz Erdoğan, Türk okullarının kapatılması için, neden hâlâ Yahudi lobilerinden ve Papa’dan yardım istiyor? Bunların karşılığında bir şey veriliyor mu? Her zaman ‘’hep kötülüğümüzü isteyen şer odakları’’ olarak bize tanıtılan bu yapılar bu sefer bize karşılıksız mı yardım ediyorlar?

PKK ile yapılan anlaşma hakkında önce böyle bir görüşme olmadı diyen liderimiz, bir süre sonra da emri ben verdim derken bir hikmeti vardır dedik. Takip eden ‘çözüm sürecini’ eleştirenleri ise barış düşmanı ilân ettik. Ama süreç elimizde patlayınca da PKK bizi kandırdı, şehirlere silah yığdı dedik. Hattâ geçenlerde Erdoğan, bu PKK’dan daha üst bir akıl olduğunu gösterir dedi. Bu bir devlet acziyetinin itirâfı anlamına gelmez mi?

İran, Suriye’de kanlı lider Esed’e açıkca destek olurken aynı anda ‘’İkinci Evimiz!’’ nasıl olabiliyor?

Bizim için her kötülüğün kaynağı olan İsrail ile olan ticâret hacmimiz neden artıyor, Bilal’in gemileri oraya neden yakıt taşıyor ve ekranlara çıkıp neye dayanarak ‘İsrail ile birbirimize ihtiyacımız var!’ diyoruz? Komşu İslâmcılar görse hakkımızda ne derler!

IŞID, açık bir terör örgütü iken neden hep bu örgütü koruyor gibi biz izlenim veriyoruz?
Reza Zarrab, bizzat AKP’li Bakan’ın ifâdesiyle, ‘’cârî açığımızı kapatan!’’ ‘’saygın’’ bir iş adamıyken ABD’li savcı tarafından tutuklanınca bir anda nasıl ‘’tanımayız, bilmeyiz’’ denilen bir insan oluveriyor?

Paralel dediğimiz yapı nasıl hem CIA ajanı hem de MOSSAD ajanı olabiliyor ve ABD’ye gittiklerinde devlet ricâlimiz bu ‘’ABD ajanlarının’’ neden ABD’yi Müslümanlaştırmak istediğini söylüyorlar! Türkiye’de ‘Müslümanlığın zararına’ dediğimiz bu yapı gerçekten ABD’nin ‘ajanıysa’ neden onları,’ABD’yi Müslüman yapacak!’ diye yine ABD’lilere şikâyet ediyoruz?

Bu sorular uzar ve gider, sadede gelelim…

İşte, içine düştüğü suç çukurundan sıyrılmak ve o tatlı meyvelerine çok alıştığı mafyatik soygun düzeninden de dûr olmamak adına her gün yeni bir yalan ve maniplasyonla hayatını idâme ettirmek zorunda olan yapı, tüm bunları yaparken bizi bir çok yönden sömürüyor.

AK Parti, kurduğu rüşvet, ihâle ve yolsuzluk düzeni ile önce kaynaklarımızı sömürmekle işe başladı.

Bu arada insanları fişleyerek ve gizli ödeneklerle desteklediği paralarla da kendi örgütlenmesinin temellerini attı ve haksız kadrolaşmalara girişti.

17-25 Aralık’ta yaşadığı korkunun ardından yaptığı propaganda ile korkularımızı, geleceğe dâir umutlarımızı, devlet kurumlarına olan güven ve itimad duygumuzu, Müslümanlara duyulan güven sermâyesini ve aileler ve dindarlar arasında düşmanlık tesis etmek sûretiyle de kardeşliği sömürdü.

Şimdilerde, bu yapının cemaatleşme adına devlet kaynaklarıyla haksız şekilde palazlandırdığı vakıflardan çocuklara ve kız öğrencilere tecâvüz haberleri geliyor. Karaman’da tecâvüz edilen 45 erkek çocuk haberi, Çorum’da partili zengin bir iş adamının oğlu tarafından kurdukları yurtta tecâvüz edilen kızlar ve gözlerden kaçırılmaya çalışılan kimbilir daha niceleri…

AK Partiyi deştikçe üzeri örtülmüş yaralardan irin akıyor ve tüm parti; milletvekiliyle, bakanıyla ve medyacısıyla bu yüz kızartıcı suçlara adı bulaşmış kişi ve kurumları savunma telaşına düşüyorlar… Olayın peşinde gidenler ise hep aynı; ‘’hedef AKP’’ yalanıyla ‘’hâin’’ ilân ediliyorlar.

Tecâvüz olayları karşısında ‘’bir kereden bir şey olmaz!’’ diyen bir Bakan için savunma yapılıyor. Namusuna düşkün bir halk olan milletimizin, bu tür ahlaksızlıklar üzerine gitme refleksleri de sanki felç edilmek isteniyor.

Zâten uzun süredir aile kavramına ve ahlaka zıt düşen Mut’a nikahı ve ikinci eş olayları ile sarsılan parti imajı mızrağın artık çuvala sığmadığını haber veriyordu ya, bu ‘dindar’ İslâmcı partinin tecâvüzler karşısında sergilediği bu şaşırtıcı vurdumduymazlık; hattâ savunma refleksi de bize, AK Partinin artık toplumsal ve ferdî ahlakımızı da sömürdüğünü düşündürtüyor.

Hasıl-ı kelâm AK Parti ve Erdoğan, milletimizin geleceğini, birbirlerine olan güven ve itimad duygularını, birlikte yaşama azim ve kaabiliyetlerini, ümitlerini, öz güvenini, benliğini, kaynaklarını, bizi biz yapan ahlakî değerleri ve devlete olan güven duygusunu ve benim burada zikretmeyi unuttuğum daha nice değerlerimizi çalıyor, sömürüyor ve ülkemizi tamiri çok uzun yıllar alacak olan yıkımlara mâruz bırakıyor.

Umarım, Allah milletimize şefkat eder de, bizleri bu belâdan tez zamanda kurtarır. Tıpkı rü’yâlarımdaki gibi…