31 Aralık 2015 Perşembe

BATI DÜNYASI, İSLÂM, KAOS VE SAMİMİYET SINAVI

Bu yazı 15 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Hayatı kendisine ve başkalarına zehir etme konusunda son derece mâhir olan insanoğlu, kan ve ızdırap ile yoğurduğu 20. yüzyılın ardından 21. yüzyılda da pek iyi bir insanlık sınavı vereceğe benzemiyor.

Yüz yıl içerisine yüz milyonlarla ifâde edilen sayıda ölüm sığdırdık.

Güç, kaynak ve hırs uğruna çıkan savaşlarla,

Rejim tesis etme veya koruma adına yapılan katliamlarla,

Enerji hatlarının kontrolü adına çıkarılan ülke içi karışıklıklar ve iç isyânlarla,

Diktatörleri ve onların çıkarlarını, konumlarını koruma adına verilen mücâdelelerle veya üretilmiş yapay tehditlerle,

Batı’nın ve onların kuklaları olan diktatör, Tiran, kral, Muhâberat ve Baas marifetleriyle,

Daha çok kazanç uğruna kirletilen veya haksızca sömürülen yeraltı ve yerüstü kaynaklarının etkisiyle açlık ve kirlilik dolayısıyla oluşan hastalıklar ve ölümlerle…

Yüz milyonlarca mâsum insanı katlettik ve 21. yüzyıla da aynı havada girdik.

Tarihteki savaş ve mücâdelelerin eğer tamamı değilse de bir çoğu hep güç, hırs ve açgözlülüğe dayalı ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır.

İçinde bulunduğumuz şu günlerde insanlık tekrar ciddî bir dar boğazın kapısına gelip dayandı. Artık 3. Dünya Savaşı’nın başlama ihtimâlinden söz ediyoruz. Başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın her yerinde; ağırlıklı olarak da Müslüman coğrafyalarda hep kan, zulüm ve gözyaşı hâkim. İnsanın yaratılacağını ilk kez haber alan meleklerin; “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?’’ derken ki endişelerinde sanki bu yüzyıla uzanmış bakışların hüzün dolu izdüşümlerini görürüm hep.

Birçok yerde vatanlar terkediliyor. Terör, tıpkı bir kanser hücresi gibi onların terk ettikleri yurtlarında, enerji kaynakları üzerine çöküp yerleşiyor ve kaos planlayıcılarına yeni kazanç kapıları sağlıyor.  

Şimdilerde insanlık Suriye ve İŞİD terörü üzerinden yeni bir bataklığa çekilmek üzere.

Dünya’ya kaos ile nizâm vermeye ve onu kontrol etmeye and içmiş bir ‘üst akıl’ adetâ çıldırmış vaziyette; her yerde fesat çıkarıyor. Kur’an’da ifâdesini bulan şekliyle; ‘’Biz barışçılarız; ve ortalığı düzeltmeden başka bir işimiz de yok!’’ diyerek saldırıyor pervâsızca her yere.

Bu kaos teorisyenlerinin en büyük mahâretleri ise şöyle özetlenebilir;

Kaos oluşturarak istikrar beklentisi;

Düşman ve tehdit oluşturarak korku atmosferi;

Bu korkuları sürekli canlı tutmak suretiyle de bir koruyucu ihtiyacı oluşturmak ve o koruyucu sıfatıyla da kendi düzenlerini idâme ettirmek veya değişen şartlara göre yeni dizaynlar gerçekleştirmek.

Bu saldırgan ve yayılmacı tavrın en büyük mağduru Müslüman coğrafya olurken yine en büyük destekçileri de Müslüman toplumların kendi içlerinden çıkardıkları; zaaflarının esîri olmuş; ya bizzat münâfık veyâhuhtta münâfık karakterli liderler, tiranlar, krallar ve daha nice zâlimler; kısaca zamanın Yezidleri ve onların emellerine oyuncak olup, silah ile dünyaya İslâm getireceğini zanneden serserî cahiller güruhu; yani Hadis-i şerifin işaretiyle; ‘Cehennem köpekleri!’

Süreçte Müslümanlar din ile sınav oluyorlar; ona sahip çıkmayarak, onun özünden uzaklaşarak. Evet! Dinin özünden uzak yaşıyoruz. Onu kendi kültürel öğelerimiz ve nefsi hastalıklarımızla, ayrıca imandan uzak olan bozuk, hamasî ve şeklî anlayışlarla kirletiyoruz. Temsil kaabiliyetimiz ise hiç yok.

Hâl böyle olunca; Batı dünyasını da benzer taktiklerle tesiri altına almış olan o üst akla karşı elimiz kolumuz bağlı kalıyor. Özünden kopuk bir şekilde, temsil kaabiliyeti olmadan, medenî Batı insanına ne derdimizi, ne isyanımızı ne de sıkıntılarımızı anlatabiliyoruz. Bu uğurda yola çıkmış ve sistem geliştirmeye çalışan Hizmet hareketi gibi oluşumları da yaptıkları diyalog çalışmalarından dolayı küfür veya ihânet ile suçlayıp ayaklarına çelme takmaya çalışıyoruz.

Büyük kaosun planlayıcısı olan akıl da bunun böyle olmasını istiyor zâten. Zîrâ en istemediği şey, manipülâsyonları ve illüzyonları etkisiyle kandırdığı Batılı ve Doğulu insanın uyanması. Çünkü bu kişilere göre; hep bir medeniyetler çatışması yaşanmalı ve sürekli olarak düşman üretilmeli.

Önceleri komünizm düşman idi; şimdilerde cihatçı ‘’İslâmî’’ terör. Hattâ yaymaya çalıştıkları anlayışa göre İslâm, sadece terörist yetişmesine olanak sağlayan; bozuk, ezilmeye mahkûm bir inanış sistemi; bir hastalık. Elindeki müthiş medya illüzyonu ile Batı insanının kafasına sürekli bu korkunun tohumlarını ekiyor; bunun temîni adına da kendi besleyip büyüttükleri İŞİD ve El Kaide gibi örgütlere Avrupa başkentlerinde eylemler yaptırarak o korkuları hep canlı tutuyorlar.

Bir yandan İslâm coğrafyasında Yezidler ve Tiranlar eliyle çıkardıkları fitnelerle Müslümanları kutuplaştırıp birbirine kırdırırken, diğer yandan da Batı dünyası ile gerçek Müslüman kitleler arasındaki mesâfenin ve kutuplaşmanın daha da artması adına canla başla gayret sarfediyorlar. Bunda da büyük ölçüde başarılı oluyorlar.

Geldiğimiz noktada artık Batı ve onu medenî yapan değerler bütünü de İslâm üzerinden bir samimiyet sınavından geçiyor. Kendi ülkesinde demokrasi ve huzur isteyen Batı, konu başka coğrafyalar olduğunda diktatörlükleri destekleyebiliyor ve oralarda huzursuzluğun garantörü olabiliyor.

Bir samimiyet sınavını da ‘cihad’ ve ‘terör’ kavramları üzerinden veriyor. Kendilerini gittikçe artan oranda tehdit eden ‘’İslâmcı’’ terör karşısında; ‘’peki İslâm barış diniyse o zaman tüm teröristler neden hep Müslümanlardan çıkıyor’’ diye soran Batı ve medyası; ‘’İslâm barış dinidir’’ ve ‘’terörist Müslüman olamaz’’, ‘’terörün bitmesi adına gelin birlikte çalışalım’’ diyen Hizmet hareketi gibi ılımlı Müslümanları dinleme noktasında çekingenlik sergiliyor. Böylece, bir buçuk milyar Müslüman arasından çıkan çok az sayıdaki teröristin sesinin daha çok çıkmasına ve onların Müslümanları temsil eder bir konuma gelmesine zemin oluşturuyorlar.

Elbette bunda az önce işâret ettiğim kaos planlayıcılarının medenî Batı insanının gözleri önüne çektikleri setlerin etkisi de var. Onlar da herşeyi net olarak göremiyorlar. Bakışlar bulanık! Medyatik bir illüzyonun ve korkuya bulanmış bir propagandanın esîri durumundalar. Ancak herşeye rağmen, onlar arasında da önemli bir kesim artık gerçekleri görmeye başlıyor.

Bugün Suriye mültecîleri ve artan terör eylemleri konusunda Batı başkentlerinde yaşanan tartışmalara bakın; her şeye rağmen hâlâ sağduyulu kalabilen bir çok ses işiteceksiniz. Haftalık klise ayinlerinde ‘’İslam barış dinidir’’ şeklinde konuşmalar yapan din adamları bile var. Kaos planlayıcılarının, Batılı ülkelerde faşist reflekslerin artması ve ırkçı aşırı sağ partilerin dizginleri ele geçirmesi adına her türlü manipülâsyonu ve algı operasyonunu yapmalarına ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmalarına rağmen, bu sağduyulu kesimlerin varlığı benim geleceğe dönük beklenti ve ümitlerimi artırıyor.

Bu bölünmüşlük, kaos ve kan deryâsı içinde yüzerken; insanoğlunun kendi planlaması ile bu sıkıntıların üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. Ancak, her kesimde az sayıda bulunan sağduyulu ve özverili insanların samimi ve ihlâslı gayretleri, duaları ve mazlumların âhı neticesinde Lutf-u ilâhî tecelli eder ve kaos planlayıcılarının ve onlara hizmet eden Tiranların tuzaklarını başlarına çalarsa, insanoğlunu güzel günler bekleyebilir ve kötü başlayan 21. yüzyılın kör ve makûs talihi düzelebilir; yerini aydınlık ve huzurlu günlere bırakabilir.

Ben insanlıktan hâlâ ümitliyim!


10 Aralık 2015 Perşembe

GOLLUM’A BENZEMEK DEĞİL, GOLLUMLAŞMAK SORUN

Bu yazı 7 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Son zamanların en iyi ve en pahalı filmleri arasında yer alan ve Titanic ve Ben Hur gibi meşhur filmler kadar Oscar ödülü kazanmayı başarmış olan Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) üçlemesi ve yine çok başarılı bir yapıt olan Hobbit üçlemesinin şüphesiz en renkli karakteri Gollum.

Modern fantezi edebiyatının babası olarak addedilen J.R.R. Tolkien’in eserlerine dayanılarak çekilen bu serilerde baştan sona etkin bir rolde izlediğimiz Gollum karakteri her ne kadar bu iki film ile zihinlere kazınmış olsa da aslında Batı edebiyatı içinde gelişen Yahudi folkoruna dayanan esrârengîz, mistik, insan-yaratık arası bir canlı. Tıpkı Frankestein’da olduğu gibi bir insan tarafından yaratılabilen ve kontrol edilebilen; bazı Yahudi hikâyelerinde, Yahudileri korumak için kullanılan bir yaratık. Elbette, bahsi geçen filmlerde çok daha farklı bir rol biçiliyor Gollum karakterine. İnsanlarca yaratılmış olmaktan öte, insandan yaratığa dönüşmüş bir karakteri temsil ediyor bu sefer.

Aydın ilimizde yaşayan bir doktorun Tayyip Erdoğan’ı Gollum’a benzeten üç resim paylaşması ve ardından Erdoğan tarafından dâvâ edilmesi ile birlikte bir anda dünya gündemine oturduk. Erdoğan’ı sadece karikatürize eden o benzerliğe dayalı resimler eğer görmezden gelinseydi Erdoğan için daha hayırlı olacaktı. Dâvâ açılması ve filmdeki Gollum karakterinin ‘’kötü’’ olup olmadığının belirlenmesine ilişkin bir bilirkişi heyetinin oluşturulmuş olması üzerine konu bir çok yabancı basının gündemine oturdu. Hattâ filmin yönetmeni ve oyuncuları bile konu hakkında görüş bildirdiler. Erdoğan ve Gollum’un resimlerini yanyana koyup resmin altına ‘’soldaki Erdoğan’’ diye yazan gazete bile oldu meselâ.

Gollum’un iyiliği veya kötülüğü noktasında bilirkişi heyetimiz nasıl bir sonuca varır bilemeyeceğim. Ancak filmin yönetmeni, resimlerde görülen şekliyle Gollum’un sevecen, iyi bir yönü olduğunu ifâde etti bile. Dâvâ haberini resimleri ile birlikte ilk gördüğümde Gollum’un görüntüsünden hareketle Erdoğan’a ‘’çirkinlik’’ atfedildiği için dâvâ açıldığını sanmıştım. Oysa dâvâcı Erdoğan ‘’kötülük’’ üzerinden hareket etmiş.

Mezkur hâdise üzerinden Gollum benzetmesinin benim zihin dünyamda çağrıştırdığı şey biraz faklı aslında.

Bence insan olarak Gollum’a benzemekten ziyade Gollumlaşmak tehlikesinden korkmalıyız. Çünkü asıl sorunumuz gerek siyasilerimizin gerekse de toplumumuzun yaşadığı olumsuz değişim, yani Gollumlaşma; bizleri insanlıktan ve vicdânî boyuttan alıp, Said Nursi’nin tesbitiyle, belki hayvanlardan bile daha aşağı bir konuma düşüren, îmân-vicdân-insaf-iz’ân boyutunda yaşadığımız dönüşüm ve eğrilmeler. Yâni bir çeşit maddi ve mânevî Gollumlaşma (bozulma) süreci.

İzah edeyim…

Filmdeki Gollum karakteri aslında ismi Smeagol olan Hobbit klanından bir insan (Tolkien’e göre bir insan çeşidi). Mutlu, mesud bir hayat yaşarken bir gün akrabası Deagol ile balık avına çıkan Smeagol, nehirde gizemli bir altın yüzük bulan Deagol’dan yüzüğü kendisine hediye etmesini ister. Daha yüzüğü gördüğü ilk anda ondaki sihirli gücün tesirine kapılmış ve onun benliğinde hâsıl ettiği ihtiras ile önce hırsa sonra da öfkeye kapılmış ve Deagol’u öldürmüştür. Filmde resmedilenin aksine kendisini hemen dağdaki bir mağaraya hapsetmez. Tolkien’in eserinde köyüne geri dönmüştür; ancak zamanla yüzüğün büyüsü onu iyice sarmış ve giyildiğinde insanı görünmez kılan özelliğini de kullanarak köydeki insanları rahatsız eder duruma gelmiştir. Böylece oradan kovulur. O da bir mağaraya kapanır ve yine yüzüğün tesiriyle uzun bir ömre kavuşurken artık insanlıktan (hobitlikten) çıkar ve Gollum diye bilinen, çift kişilikli, şizofrenik, çirkin bir yaratığa dönüşüverir. Yüzlerce yıl sonra mağaraya yolu düşen başka bir hobit olan Bilbo’nun yüzüğü ondan çalması ile Orta Dünyanın (Tolkien’in fantezi dünyası) kaderini belirleyecek ve iyilerle kötüler arasında bir varolma mücadelesini başlatacak hâdiseler zinciri tetiklenmiştir artık. Yüzüğü bularak eski gücünü tekrar tesis etmek isteyen karanlıklar lordu Sauron ve onun yardımcıları olan Ork’lar ile onlara karşı; yüzüğü bulup onu yok etmeye and içmiş Yüzük Kardeşliği arasında amansız bir mücâdele artık dünyanın kaderini belirleyecek bir maceranın adı ve amacı olmuştur. 

Bir yüzük uğruna; nehirdeki bir kayak üzerinde işlenen iki akraba arasındaki bir cinâyet önemli bir mücâdelenin fitilini ateşlemiş ve sanki Tolkien’in dünyasındaki iyi ve kötü insanların kader çizgisini belirlemiştir. Tıpkı bir kıskançlık ve ihtiras uğruna öz kardeşini öldüren Hz. Adem’in oğlu Kabil gibi…

O ilk cinâyet ile de bizim dünyamızdaki iyi-kötü mücâdelesi başlamış; Kabiller insanlıktan dönüşerek şeytanlaşmışlardır. Tıpkı Gollum’un bazen iyi bazen kötü olabilen şizofrenik çift kişiliğinde olduğu gibi onlar da vicdânları ve şeytanlaşan egoları arasında hep gelgitler yaşamışlar; ama çoğu zaman da içlerindeki kötüye yenilen, onun fısıltılarının gereğini yerine getiren birer zâlime dönüşmüşlerdir.

Yaşadıkları öfke, kin, hırs ve tamahkârlık, benliklerini ele geçirmiş ve vicdânları ne zaman Smeagol olarak var olmaya çalışssa onları Gollumlaştırma yönünde dizginlemiş ve onları hatâ üstüne hatâ yaptırarak daha çok zulüm işlemeye yeltendirmiştir. Habil’i öldüren kardeşi Kabil’in, Musa’nın peşindeki Firavun’un, Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinin, İbrahim’i ateşe atan Nemrud’un, Hüseyin’i öldüren Yezid’in hikâyeleri hep Gollumlaşan benliklerin hikâyeleridir. Nefislerinin ve ihtirâslarının kurbanı olmuş, mal edinme, altın, para, makam, güç gibi dünyalıkların vicdânlarında hâsıl ettiği yıkıcı tesirlerin, büyülenmenin ve güç zehirlenmelerinin etkisiyle Gollumlaşmış nefisler onları insanlıktan çıkarmış ve Smeagol’dan Gollum’a dönüştürmüştür. İlk günahlarını Smeagol olarak işlemiş; ama büyüsüne kapıldıkları ellerindeki ‘yüzüğün’ etkisinden kurtulamadıkları için de zamanla benlikleri değişime uğramıştır. Nemrud’un çok çirkin bir insan olduğu rivâyet edilir; ama onu Nemrud (Firavun) yapan yüzündeki çirkinlik değil, benliğinde yaşadığı geri dönüşü olmayan o Gollumlaşma değişimi; tefessüh (bozulma, çürüme) hâlidir.

İşte bizler de insan olarak asıl Gollumlaşma tehlikesinden korkmalı, Said Nursi’nin ve Fethullah Gülen’in eserlerinde işâret ettikleri o mânevî hastalıklardan korunmaya çalışmalıyız. Erdoğan’ın Gollum dâvâsı nasıl neticelenir bilemem; ancak her insanın kendi Gollumlaşma serüveninin hesabını vereceği bir Mahkeme-i Kübrâ olduğu gerçeğini unutmamalı insan.

Şunu da unutmamalı! Yüzüğün gücü, yüzüğe sahip olan kimseye de yâr olmamıştır. Gene filme ve Tolkien’e dönersek; yüzüğü ateşe atıp yok etmesi gereken kahraman Frodo da onun güç câzibesine kapılmış ve misyonunu başaramamıştır. Arkadaşı Sam’in üzgün bakışları arasında yüzüğü gene Gollum ele geçirmiş; ancak yüzükle beraber ateşe düşerek yüzüğün yok olmasını sağlamıştır. Yani, romanda Tolkien’in çizdiği kader; yüzüğü, iyilik savaşçısı olan Frodo’ya değil, onu ilk baştan beri hırsı ve münafık, şizofrenik karakteri ile hayatta tutmaya çalışan Gollum’a yok ettirmiştir. Bununla sanki; kötülük, kendisini yok eden bir maslahattır demek istemekte ve insanlığa bir ders vermektedir.

Zaten, romanın ve filmin başrollerinden ve iyilik tarafının adetâ mânevî hocası olan, Beyaz Gandalf, Tolkien’in romanında Gollum hakkında ‘’kalbim bana onun (Gollum) oynayacağı bir rol olduğunu söylüyor’’ der ve şeytânî bir yaratık olsa da, onun yüzükle bağlantılı olduğunu ve her şeyin sonunda bir şekilde faydası olacağını düşünür hep. Evet! Tıpkı zâlimi bir başka zâlimin eliyle yok eden kader-i ilahî gibi, yüzüğü ve sahibi Sauron’u, Gollumlaşmış bir karakter olan münâfık ruhlu, çift karakterli ve şizofrenik özellikleri olan Gollumlaşmış bir benlik eliyle yok etmiştir Tolkien.

Sözün özü, siz siz olun, Gollum’a benzemekten değil; Gollumlaşmaktan korkun sevgili dostlarım! 


4 Aralık 2015 Cuma

DİLİPAK’IN ANKETİ VE ALGI SAVAŞLARI

Bu yazı 4 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak tartışmalı bir kişiliğe sahip. Ülkenin bâzı kritik dönemlerinde hep adı geçen birisi. Hakkında, 28 Şubat post-modern darbesine zemin teşkîl etmiş olan Kudüs Gecesi’ni organize ettiği; ama katılmadığı suçlaması yapıldı. İsrail ile aramızda nerede ise savaş çıkmasına sebep olacak olan ve dokuz vatandaşımızın hayatına mâl olan Mavi Marmara baskınının da teşvikçilerinden olduğu; ama son anda ‘’Umre’’ gezisi için ekipten ayrıldığı yolunda yorumlar yapıldı. 17 Haziran 2014 tarihli Aktifhaber’de ‘’Bir Garip Adamın Portresi’’ başlıklı yazıda bu güçlü iddiâlar bir takım ispatlar eşliğinde dile getirilmiş ve bunlara ilâve olarak Dilipak’ın kendi anlatımıyla şu özellikleri de dikkatlere sunulmuştu:

12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatta bütün darbeler döneminde hep ön safta yer almış olması,

12 Eylül’ün sebeplerinden gösterilen MSP’nin Konya mitinginin tertip heyetinde olması ve

28 Şubat’ta 28 Şubat karşıtı bütün toplantılarda protestoları örgütleyen kişi olması.

Yâni kritik dönemeçlerde hep en önde olan; ama bir vesileyle geri planda kalmayı başarmış bir isim Dilipak. Bunlara ilâve olarak dikkate değer üç nokta daha var: (1) Dilipak’ın Perinçek gibi ideolojik spektrumun diğer ucundaki başka bir şâibeli kişilik olan Perinçek ile olan samimiyeti (2) Ergenekon dâvâsında sanık olan Emin Gürses’in, Dilipak’ın kendisine ‘Ergenekon ve istihbârata çalıştığını söylediği’ yönündeki iddiâsı (3) Kayseri’de yaptığı bir konuşmada Öcalan’ın MİT ajanı olduğunu îmâ ederek onu ‘’aileden biri’’ olarak tanımlaması.

Dilipak bugünlerde Cemaat karşıtı olan Erdoğan’ın AKP’li Havuz algı operatörleri ile aynı safta yer alıyor. Aynı yangına odun taşıyorlar birlikte. Her biri kendi kulvarında yörüngelerine soktukları insanların algılarını yönlendiriyorlar. Hattâ; AKP tabanının bugünlerde, Levent Gültekin’in de ifâde ettiği gibi, gittikçe hamâsî Akit çizgisine kaydırıldığını üzülerek izliyoruz.

Algı savaşları tüm hızıyla devam ediyor. Dilipak’ın yukarıda çizilen çerçeve dâhilinde, zaman zaman eleştiri yöneltse de, AKP lehine algılara devâm ettiğini görüyoruz.

Anket konusuna gelirsek…

Dilipak’ın son algı çalışması elinde patladı. Rusya, uçağının düşürülmesinin ardından dünya gündemine bomba gibi düşen açıklamalar yaptı. Putin, İŞİD petrollerinin Erdoğan ve yakınları tarafından Türkiye üzerinden satıldığını ve elinde deliller olduğunu iddiâ etti ve birtakım belgeler yayınlamaya başladı.

İşte bu gelişmeler olurken Dilipak, Twitter üzerinden bir anket yayınlayarak DAEŞ petrolünü Putin Rusyasının mı, Esed Suriyesinin mi yoksa Erdoğan Türkiye’sinin mi aldığını sordu. Ankete çok kısa bir süre içinde 15.000’in üzerinde katılım oldu ve yüzde 78 oranında Erdoğan Türkiyesi seçeneği seçildi. Bunun üzerine Dilipak, sonuçların gerçeği yansıtmadığını, sosyal medya da anketin manipüle edildiğini, o kadar kısa sürede o sayıda katılımın olamayacağını iddiâ etti.

Kendisine istatistiksel olarak bunun mümkün olabileceğini yazdım. Zîrâ kendisinin 486 bin takipçisi var. Ayrıca anket 1200 den fazla kişi tarafından da paylaşılarak dağıtılmış. Bu da anketin bir iki saat gibi kısa bir zaman içerisinde milyonlarca kişiye ulaştığını gösterir. O kadar insan arasından, Dilipak gibi önemli bir kişinin koyduğu ilgi çekici bir ankete 17 bin civarında katılım olması son derece normal. Yâni insanımız gerçekten de petrolün Türkiye’ye taşındığını düşünüyor olabilir. Oysa Dilipak, ‘’anket başkaları tarafından kullanıldığı ele geçirildiği için kaldırıyorum. Ruslar ve Esed’in adamları iyi çalıştı’’ diyerek anketi kaldırdı. Teknik olarak Twitter’daki anketin ‘’ele geçirilmesi’’ mümkün olmadığı ve Türkçe bilmeyen Putin ve Esed ekiplerinin o kadar kısa süre içerisinde organize olamayacağı açık olduğu halde Türk milletinin bir Twitter anketine yansıyan irâdesi inkâr edilmiş oldu. Çünkü bu sonuç arzu edilen algı çalışmasına hizmet etmiyordu. Kendisine yazdığım açıklama çok rahatsız etmiş olmalı ve başkalarının görmesini arzu etmemiş olmalı ki, Dilipak beni blokladığı gibi ardından anketi de iptâl etmiş.

Normalde kişiler hakkında yazmam. Daha önce de; yazdıklarına karşı hakâret içermeyen entelektüel düzeyde fikir beyan ettiğim için bâzı Havuz yazarları tartışmak yerine direk olarak bloklamayı tercih etmişlerdi. Cevap yazmamak hakları olsa da kendilerine küfür ve hakâret etmeyip sadece fikir sunan birilerine karşı hemen bloklama yoluna gitmelerinin tek açıklaması olabilir: Mesajlarının altında kendilerini çok zor durumda bırakan ve sonradan ‘’caps’’ olarak diğer insaların kullandıkları karşıt görüşlere tahammül edemiyorlar.

İnsanlarla artık tartışamayacağımız, fikir beyan edemeyeceğimiz noktalara gelmiş olmamız beni endişelendiriyor. İçinden geçtiğimiz bu önemli ve dumanlı süreçte yapmaya çalıştığım toplumsal analizler kapsamında bir önemi olduğunu düşündüğüm için bu yazıyı yazdım. Kritik bir kişiliğe sahip olan Dilipak’ı ve onun gibilerin toplumun önemli bir kesiminde temsil ve îfâ ettikleri konumlarını, vazifelerini ve etkilerini; ayrıca yaşanan algı savaşlarını takîb etmeye devam edeceğiz!

İlave: Faruk Arslan Twitter hesabında yazdı:

Dilipak Kanada'da yaptığı konuşmalarda 'Yeni Osmanlı'yı kuruyoruz, Selefiler AKP ve Erdoğan'a çalışıyor, Saray'da odaları hazır' dedi.

Doğu Perinçek'in gadim Gladyocu dostu Gladyo'nun kullanışlı elemanı A. Dilipak, AKP'lilere 'Hilafeti kuruyoruz, Erdoğan Mehdimiz' diyor.

Dilipak'ın konuşmalarına vakıf olan AKP'liler bu nedenle yaptığı ankette Erdoğan ve ailesinin IŞİD ile petrol ticaretini kanıksamadı.



AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (5)

Bu yazı 24 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



‘AK Parti ve Ergenekon Neden Yargılanmalı?’ başlığı altında dört yazılık bir seri ile konuya çerçeve çizmeye çalışmıştık. Ana hatları ile özetleyerek daha genel bir perspektiften devâm edelim.

İttihatçı gelenekten gelen Ergenekon yapılanması ve İslâmcı gelenekten gelen ama sonradan son derece materyalist, oportunist (fırsatçı) ve pragmatik davranan ve bir çıkar sağlama aygıtına dönüşen AK Parti oluşumunun ortak bazı özellikleri var:

(1) Kendi siyâsî ajandası ve çıkarları uğruna ülkeyi bir hırsın, mâceranın ve hukuk dışı uygulamaların cenderesine sokmakta beis görmeme,

(2) bunun temîni adına gerekli olan devletçilik anlayışını ikâme ve idâme etme,

(3) bu uğurda gerekli polemikleri üretme, her türlü propaganda araçlarını ve manipülâsyon tekniklerini etkin bir şekilde kullanma,

(4) bu araçları baskı ve zulüm aracına dönüştürürken hukukun sınırlarını, üretilen ‘’gereklilikler’’ üzerinden zorlama ve onu kontrol etme,

(5) ‘kaos ile dizayn’ gerçekleştirmek amacıyla önce bir istikrâr boşluğu oluşturup ardından ‘istikrâr’ tesis ederek ‘vazgeçilmezlik’ elde etme ve bunu yeni siyâsal dizayn yolunda yapılacak hukuk ihlâllerinin gerekliliğine bir iknâ aracı olarak kullanma,

(6) sürekli düşman üreterek, bölerek, ayrıştırarak, ötekileyerek yönetme.

Bu bağlamda, her iki oluşum da, uygulamalarında bazı yöntem ve ton farlılıkları olsa da, toplumu kamplara ayırdı ve onları gerek korkutarak gerekse de birbirleri ile çarpıştırarak temsil ettiği devlet gücünü ‘otoriter koruyucu’ ve ‘istikrârın sağlayıcısı’ olarak ikâme etti.

Ergenekoncu gladyotik zihniyet, toplumu Kürt, Türk, lâik, dinci, Alevî, Sünnî, sağcı, solcu vb. kimlikler üzerinden birbiri ile çatışan fraksiyonlara böldü. Devleti illegal işlerin ve fâili meçhul cinayetlerin içine sokarken bile herşeyi ‘’devletin bekâsı!’’ için yaptı. Dış ve iç düşmanlar üretti. Atatürkçülük, Kemalizm, sonrasında da Ulusalcılık anlayışları altında siyâsî ve toplumsal mühendislikler yaptı.

AK Parti de zamanla bir çıkar örgütüne dönüştü ve yolsuzluklara bulaştı. Bunların örtülmesi adına da Ergenekonla kenetlenerek devletçi bir zihniyete büründü. Ona yeşil bir entari hediye ederek gönüllü Truva atı olmayı kabul etti. İnananlarını ise güya ‘şeriatı sağlamak’ maksadıyla; kayıt dışı maddi güç elde etmenin ve illegal faâliyetlerin gerekliliğine inandırdı. Artık herşey ‘dâvâ’nın, ‘hilâfete’ gidecek yolun güç taşlarını döşemek uğruna yapılıyordu! Buna itirâz eden her ses; ‘tek lider’ Erdoğan’a karşı darbeye teşebbüs eden bir hâin, ajan, dış güç piyonu îlân edildi. Bu uğurda Müslüman gruplar arasına bile nifak sokmaktan çekinilmediği gibi toplum iyice kamplara ayrıştırıldı. Adâlet sistemi Erdoğan’ın ve Saray’ın irâdesinin tutsağı edildi. Basın susturuldu ve özel kurumların mallarına tıpkı eskinin Varlık Vergileri gibi hukuksuzca el konulmaya başlandı.

Tüm bu uygulamalar Ali Ünal’ın iddiâ ettiği gibi devlet trenini rayından çıkardı. Kayıt dışı Arap sermayesi ile ayakta tutulmaya çalışılan ekonomi balonu patladığında; adâlet ve eğitim sistemleri dumura uğratılmış, yasama-yürütme-yargı dengesi hercümerç edilmiş ve bir sürü suça bulaştırılmış devlet aygıtı iflâs edecek. O dibe vurma anı yaşandığında birbirine düşman hale getirilmiş, câhil bırakılmış, vicdânen ve ahlâken çökmüş ve özgüvenini yitirmiş toplum fertlerinin birlikte o hasarı onarma kaabiliyetlerinin de köreltilmiş olduğu anlaşılacak. AKP’nin sahneden çökerek çekilmesi ile Ergenekon, devlet yularını bir darbe veya ‘gerekli koşul’ ile tekrar ele geçirip ülkeyi daha karanlık bir noktaya getirmezse bile; burada resmini çizdiğim şartlar, altından kalkılması çok güç bir kaos ve istikrârsızlık ortamı oluşturacak.

Bu bir ülkenin başına gelebilecek en kötü belâlardan birisi ve bir dibe vurma durumudur. Bu tarz dibe vurmalar her toplumun başına gelebilir. Bir lütfu ilahi tecellisi olarak o topluma yeni bir şans verilebilir. Sebepler bazında ise o toplumda birtakım dinamik ve kaabiliyetlerin tohumlarının olması gerekir. Bunun sağlanabilmesi içinse o toplumda; yozlaşmış, rüşvetçi, rantçı, spekülator, hırsız, zâlim, ahlaksız idarecilere ve zümrelere karşı direnen bazı fertlerin olması ve zamanı gelince de onlardan hesap sorma yetenek, niyet ve dirâyetini sergilemeleri gerekir.

Batı, siyâsî, ekonomik ve ahlâkî bir dibe vurmanın ardından üzerindeki Ortaçağ zulmüne baş kaldırmış ve Rönesans’ın ışığını yakabilmiştir. Daha sonra ise 1. ve 2. Dünya savaşları ile dibe vurmuş ve faşist idârelere direnerek ve onları tarihten silerek bir arada yaşama zeminini tesis edebilmiştir. Amerika, kölelik gibi bir zulme bulaşmış ancak hatalardan ders alabilme yeteneği sâyesinde bir iç savaş ile dibe vurduktan sonra birlikte yaşamayı bilen bir süper güç haline gelebilmiştir.

Bizler şimdilik o noktada olamadığımız için hâlâ İttihatçı macerâcıların gemisinde kürek çekerek hayatımızı sürdürüyoruz. Ermeni tehcîrinde yapılan yanlışları bugünkü nesiller olarak savunmakta ve başkalarının tezlerine karşı bir antitez geliştirmekte zorlanıyor, sadece onların tezlerine küfrediyoruz. Varlık vergisi gibi bir zâlimlik ve hırsızlığı yargılamadığımız için o kiri üzerimizden atamıyor, bugün AKP ile aynı suçu tekrar işliyoruz. Ergenekonvârî örgütlerin ardında bıraktığı binlerce fâili meçhulü, kendi halkımıza yapılan zulümleri ve asit kuyularında kaybolan hayatları yargılamadığımız sürece onların kiri de gelecekteki nesillerin üzerine yapışacak. AK Parti’nin tüm yolsuzlukları, halkı kamplaştırıp bölmesi, oy uğruna Müslümanlar arasına soktuğu büyük fitne, komşu ülkelerle yıkılan ilişkiler, silah kaçakçılıkları, İŞİD ve benzeri terör gruplarına verilen destek gibi bir çok suçun da hesabı sorulamadığı takdirde bizleri yakın gelecekte çok büyük sorunlar bekliyor olacak. Rayından çıkan bir devlet sistemi ile de bunun altından kalkılması adetâ imkansız olacak.

İşte tüm bu nedenlerden ötürü hem AK Parti hem de Ergenekon türü yapılardan kanunlar çerçevesinde çok ciddî hesaplar sorulmalı ve sorumlular cezalandırılmalıdır. Aksi takdirde son üç asırdır içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkamayacağımız gibi, bu sefer, AK Parti ile yaşayacağımız dibe vuruşun hasarını telâfi edemeyecek ve milletçe hak ettiğimiz yeni geleceği inşâ edemeyeceğiz.

Muâsır medeniyetler seviyesine erişebilmek için haksızlık ve adâletsizliğe direnen ve hesap sorabilen bir toplum olmamız şart.