28 Mart 2008 Cuma

ERTUĞRUL ÖZKÖK AYNAYA BAKIP YAZARSA!

Bu yazı 2 Nisan 2008 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yazının takip eden bölümlerine ışık tutması açısından yazıma mecaz bir söylem ile başlamak istiyorum. Sanırım Ertuğrul Özkök bazı yazılarını aynaya bakarak yazıyor. Bunun ne anlama geldiğini, bir şeklin görüntüsünün aynada nasıl tezahür ettiğini bilirsiniz? Görüntülerin aynadaki akisleri ters olduğu için, mesela bir yazıyı aynaya bakıp okumak çok zordur. Hal böyle iken daha da zor olanı deneyip aynaya bakarak yazı yazmak ise hiç akıl karı değildir. Peki bu mecazi aynanın mahiyeti nedir diye soracak olursanız, yanıtım şudur: Bu ayna hakikat değil, iğfal yansıtan bir aynadır. Hani şu lünaparklardaki gibi; hakikati (insanın gerçek şeklini) normal boyutlarında değil de, ışığı iğfal ederek, yanılsama oluşturarak ve odağından saptırarak deve veya cüce şeklinde gösteren aynalar...

Özkök'ün bana bu mecazı hatırlatan yazısına (Hürriyet, 26 Mart 2008) değinerek devam etmek istiyorum.

''Ortak akıl, krize el koyuyor'' başlıklı bir yazıyı ulusalcı bir yayın organı haline gelen Hürriyet'te değilde, mesela; demokrat Taraf Gazetesi'nde okusanız nasıl bir ilk izlenime kapılırdınız? Sizin adınıza bir çıkarımda bulunmama izin verin. Herhalde, temsil kabiliyeti olan birileri bir araya geldiler ve son yaşanan parti kapatma teklifine, bu teklifin hassas ekonomimiz üzerindeki olumsuz tesirine, demokrasiye müdahele planlarına (ortaya çıkarılan darbeler) ve demokrasi rayına döşenmiş bazı suikast bombalarına (planlarına) dur dediler şeklinde düşünürdünüz değil mi?

Halbuki aynı ifade ışığı, Ertuğrul Özkök gibi ulusalcı ve İlhan Abici bazı yazarların gözleri önündeki aynaya yansıdığında hadise çok farklı bir mahiyet kazanıyor ve şu anlama geliyor: Sivil toplum kuruluşları bir araya geldi ve tıpkı bizim gibi düşünerek (ulusalcı kanat) ''uzlaşma'' istedi. Yani, Ergenekon diye birşey yok. Hükümet yargıyı kullanarak gereksiz yere bir savaş başlattı... Aydınları! susturuyor... Yargı ve Ordu'yu hedef alıyor... Ülkeyi geriyor... ve çok asabi hareket ediyor...

İşte Özkök ve benzerlerinin önlerinde duran ve kendisine bakarak yazılarını yazdıkları 'deve', 'cüce' aynası böyle bir işlem görüyor. Gelin şimdi biz hakikatin aynalardaki yansımalarından gözümüzü bir an için alalım ve objenin kendisine yani hakikate, olayların aslına dikkat kesilelim.

Özkök'ün ilgili yazısına konu olan ''ortak akıl'', 40 milyon insanı temsil kabiliyeti olan sivil toplum kuruluşlarının bir araya gelerek yaptığı değerlendirmeye tekabül ediyor. Evet bu kuruluşlar bir araya gelip ortak bir açıklama yaptılar; ancak üzerinde durdukları ana tema ''ülkemizde huzur ortamının devam ettirilmesi'' şeklindedir. Bunun nasılına değinen açıklamalar içerisinde, ''siyasi partilerin kolaylıkla kapatılabilmesi... demokratik süreç ve kurumların güçlenmesine hizmet etmek yerine zarar vermektedir'' şeklinde bir ifade de vardı. Oysa Özkök, demokrasi vurgulu bu uyarıyı görmeyerek, AKP'nin kapatılması konusuna hiç değinmiyor yazısında. Konuyu ustalıkla, ulusalcı kanadın Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu tutuklanmalarının hemen ardından geliştirdiği ''uzlaşmacılık'' postuna bürüyor.

Şu ifadelere bir göz atalım:

''Bütün bunların anlamı şu. 'Sivil toplum', yani Türkiye’nin 'ortak aklı', 'ortak sağduyusu' krize el koyuyor. Siyasetçilerin bundan etkilenmemesi mümkün değil. Etkilenmezlerse, bundan böyle demokrasi kelimesini de ağızlarına almamalıdırlar.''

Özkök'ün de varlığını kabul ettiği ve 40 milyon insanı temsil kabiliyeti olan (bu arada yüzde ellisi AKP'ye oy vermiş olan) insanımızı temsil eden bu 'sivil toplum' kuruluşları ''parti kapatma, demokrasiye zarar verir derken'', bunu görmezden gelip, AKP kapatılsın ama Ergenekoncuların da üzerine sinirli bir şekilde gitmesin, sakinleşsin, uzlaşsın şeklinde göz boyamak demokrasi ile nasıl açıklanabilir. Acaba bu göz boyamanın ardından utanmadan ortaya çıkıpta ''etkilenmezlerse, bundan böyle demokrasi kelimesini ağızlarına almasınlar'' demeye nasıl cüret edebilir bir insan. Halkın yüzde ellisinin demokratik haklarını kullanarak seçtiği bir partiyi kapatmaya çalışıyorsunuz... Baykal zamanı geldi diyor... Varlığını inkar ettiğiniz Ergenekon teröristleri darbe planlıyor... İlhan abiniz de bu örgütün peşindeki savcıları tehdit edip duruyor... Acaba, ''demokrasi kelimesini ağzına almaması gerekenler'' kimler diye merak ediyorum..., ya da ''sivil toplumun ortak aklını'' görmezden gelenler, ondan ''etkilenmeyenler''... Hem yeri gelmişken! Seçimden hemen sonra aynı sivil toplumu ''göbeğini kaşıyan adam'' ve ''ahmak'' olarak nitelendiren bazı yazarlar hala gazetenizde yazıyor ve bir tanesi zatınızın da ödül dağıttığı bir törende ödül alıyor! (DKM, 27 Mart 2008). Bu turşunun adını bize de bağışlar mısınız?

Özkök'ün önündeki aynaya bakarak yazdığı yazıdan başka alıntılarla devam edelim:

''İlhan Selçuk, bu kadar hoyratça bir gözaltından sonra, Başbakan’a 'uzlaştırma' çağrısı yapabiliyorsa, herkesin kendi sinirlerini, kendi öfkelerini kontrol altına almak gibi tarihi bir görevi var demektir. Bunun için ne yapmalıyız?... Herkes kulaklarını 'marjinallere', 'savaş tamtamları çalanlara', 'rövanşizme', 'intikamcılığa', savaşa çağıran seslere, kalemlere kulaklarını tıkayacak... Beş on bin satan gazete köşelerinde uydurulan abuk sabuk komplo teorilerini elinin tersiyle itecek.''

Bir şeyi anlamakta güçlük çekiyorum. Selçuk'un kendisi bile kendisini gayet kibar bir atmosferde sorguya götüren ''küpeli'' ve ''okumuş çocuklar'' olan polislere laf edemedi. Bu ulusalcı kanadın olayın sadece zamanına bakarak (sabah saat 4'te) konuyu ''hoyratça'' şeklinde yorumlamalarını anlamak güç. Yahu bu ülke, 12 Eylül dönemlerinde evlerinden götürülen ve kendilerinden bir daha haber alınamayan insanların, aydınların hikayelerini dinlemiş bir ülke. Kendiniz de o dönemlerde bunları tecrübe ettiğiniz halde, artık işini nezaketle yapan, döverek, tartaklayarak adam götürmeyen bir polis buldunuzda neden rahatsız oluyorsunuz? Kıymetini bilsenize. Neden tek söyleyebildiğiniz şey, ''sabah'ın o saatinde alınır mı?'' dan öteye geçemiyor? ve bunu ''hoyratlık'' olarak nitelendiriyor sunuz? Oysa Sacvılık bu sorunuzun cevabını vermişti. Gözaltına alınanlardan bir kaçı erken vakitte yurt dışında bir toplantıya gideceği için operasyonu erkene almaları gerektiğini ifade etmişlerdi. Savcılık, Genelkurmay gibi ''andıç'' uygulamadığına göre, bunlar sizin gazetede yazılmadı galiba!

Hem sonra, İlhan Selçuk salıverildikten sonra ''sakinleşti'' de biz mi farketmedik? Adam hala savcı tehdit edip duruyor. Dünkü, ''Yargı Sisteminin İade-i İtibarı'' başlıklı yazımda bunu detayları ile resmettim (DKM, 27 Mart 2008). Aradan daha bir gün geçti, adam çıkıp savcıyı tekrar tehdit etti: ''Kendi kariyerini tehlikeye atma'' diyerek. Hem de utanmadan; ben yaşlıyım, bunca hastalığım var. Ölseydim katil olacaktın ''katil savcı!'' pişkinliği ile karışık sundu arzettiğim tehdidini. Aklıma gelmişken sorayım: Ergenekon hakkında haber yapan Taraf gazetesi'nden bir gazetecinin evini bastı polis dün. Evde gazetecinin yaşlı annesi vardı. Eğer o kadıncağız da kalpten gitseydi, İlhan Selçuk bu baskına onay veren savcıyı da ''katil'' diyerek tavsif edecek miydi? Yoksa benim savcım ''iyi'', senin ki ''kötü'' yü mü oynayacaktı?

Tüm bunların nesi sakinleşme belirtisi anlayamıyorum. Salıverildikten sonraki ilk açıklamasında hükümete yüklenerek onu, ''yargıyı'' ve ''orduyu'' hedef almakla suçlamadı mı? Hem de yakalanan Ergenekoncuların (Perinçek'in partisinden çıkan belgelerin de desteği ile) yargıç ve komutan öldürme planları göz önünde iken... Buna rağmen Perinçek tutuklanması karşısında hala ''hedefte ordu ve yargı var'' diyebilmişken... Şimdi aynı adam çıkıpta hükümete karşı ''uzlaşı'' kelimesini kullandı diye, bu tehdit dolu ve saldırgan beyanları nasıl ''sakinleşme'' belirtisi olarak kabul edeceğiz ve pişkinlikle, bu suçlamayı yönelttiği partinin liderine ''yahu sakin ol, sakin'' diyeceğiz? Ayrıca, adamların ''uzlaşma'' dan ne kast ettiklerini de iyi biliyoruz: Sakinleştikleri filan yok. Tek istedikleri Ergenekon'un üzerine gidilmemesi ve 'partinin kapatılmamasına karşılık' meselenin (yani bu terör örgütünün) hasır altı edilmesi. Özkök'e soruyorum: Hala sakinleşmeyip ortalığa tehditler savuran Selçuk'un da ''kendi sinirini ve öfkesini kontrol altına almak gibi tarihi bir görevi'' yok mudur? Hem de tarihimizde belkide ilk defa devletin ve milletin savcıları bu kadar açıktan tehdit ediliyor, saygısızca tahkir ediliyorken... Umarım Selçuk ve diğer 'İlhan abiciler' Türkiye Gazeteciler Cemiyetinin en son yayınladığı mesajda savunduğu gazeteci tanımını okurlar: ''Gazeteci... iftira, hakaret, lekeleme, saptırma, manipülasyon, söylenti, dedikodu ve dayanaksız suçlamalardan kesinlikle uzak durur... her ne amaçla olursa olsun, tehdit ve şantaj gibi yollara başvurmaz.'' (DKM, 28 Mart 2008).

Özkök'ün aynasından bizlere yansıttığı çözüm de süper. Neymiş; ''herkes kulaklarını 'marjinallere', 'savaş tamtamları çalanlara', 'rövanşizme', 'intikamcılığa', savaşa çağıran seslere, kalemlere kulaklarını tıkayacak''mış... Beş on bin satan gazete köşelerinde uydurulan abuk sabuk komplo teorilerini elinin tersiyle itecek''miş. Yapma ya! Devletin güvenlik birimleri Ergenekon hakkında her gün yeni bir delil ortaya çıkarırken, Veli Küçük'ün bizzat notlarının başlığı Ergenekon... ifadeleri ile süslenmişken bu örgütlenmenin mafya kurmak, adam fişlemek, yargıç ve kuvvet komutanı katletmek planları ortaya çıkarılmışken... darbe planları bizzat ispatlanmışken... bu kişiler, ''marjinal'', ''savaş tamtamcısı'', ''rövanşist'', ''intikamcı'' olmuyor da; kanuni görevlerini yapan savcı ve emniyet mensupları ile bunları köşelerine taşıyan yazarlar mı oluyor?

Son bir sorum daha var Özkök'e. Artık bir şeyin hakikat olarak değer kazanabilmesi için yazıldığı gazetenin illaki yüksek tirajlı mı olması gerekiyor? Tirajı bir kaç bin diye Taraf veya başka bir gazetenin haber yaptığı deliller direk olarak komplo teorisi yerine mi geçiyor? Sizin tekzip edilmiş yüzlerce haberinizi tirajınız yüksek diye bu halk kabul mü etmeliydi? Ya da parti kapatmaya temel oluşturan ''hiç uydurulmamış!'' haberlerinizi... Madem artık 'tirajın kadar konuş', 'tirajın azsa seni takmaya lüzum yok' gazeteciliği öneriyorsunuz, o zaman Taraf Gazetesi'ne bir öneri yapayım: Bundan sonra elinize geçen ilginç Ergenekon haberlerini Zaman Gazetesi'ne postalayınız. Malum, nerede ise Hürriyet ve Milliyet'in toplamından çok satıyor. O zaman dikkate alır belki Özkök bu haberleri ve Ergenekon diye bir terör örgütünün varlığını (Veli Küçük'ün notlarını görmezden gelsede) kabul etmiş olur.

Yazısını bitirirken şöyle diyor Özkök: ''Ben geçen pazar gününden beri bu 'muzır neşriyata' kulaklarımı tıkadım. İnanın ne olup bittiğine daha sağlıklı bakıyorum. Daha güzel, daha pozitif düşünüyorum.'' Ne olup bittiğine nasıl daha sağlıklı baktığın, hangi aynadan bakarak yazdığın bu yazı ile ifadesini bulmuştur. ''Muzır neşriyatı okumayı bırakma'' tavsiyesine gelince: Asıl ''muzır neşriyat'' hangisi acaba? Özkök'ün ilgili tavsiyesini mevcut Hürriyet okurlarına bir belletmek lazım. 28 Mart 2008

26 Mart 2008 Çarşamba

YARGI SİSTEMİNİN İADE-İ İTİBARI

Bu yazı 27 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Başlıkta kullandığım terim bildiğiniz üzere, vakti zamanında itibarı bir şekilde zedelenmiş, dumura uğratılmış bir kişinin yada kurumun yok olan, hasar gören itibarının geriye teslim edilmesi, temize çıkarılması vb. anlamlara geliyor. Bunun gerçekleşmesi için ilgili kişinin hayatta olması da gerekmiyor. Mesela seneler önce (haksız) nedenlerle asılmış bir kişinin seneler sonra itibarı iade! edilebiliyor. Daha enteresan olanı, halen hayatta olan bir kişi ya da kurumun itibarlarının zaten aramızdan göçüp gitmiş olanlarına kıyasla daha az hatırlanıyor, düşünülüyor olması. İşte bu yazıda, halen nefes alabilen yargı sistemimizin iade-i itibarı konusuna değineceğim.

Sizleri bilemem ama ben yaşanan son gelişmelerden ve ulusalcı kesimin yargının saygın kimliğine zarar veriyor olmasından son derece endişe duymaktayım. Herkes yaşanan gerginliğin bir tarafına doğru hızla sürüklenirken, halen hayatta olan hukuk sistemimizin onurunun ve saygınlığının nasıl ayaklar altına alındığını fark eden az. Meseleyi; falan yargıcın yanlı, ideolojik kararı; filan yargıcın saat 4'te iş başı yapmasının sorun olması! noktasında ele almıyorum. Ulusalcı kanadın yargı sistemini nasıl manipüle etmeye çalıştığını zaten delilleri ile izliyoruz. Bu meslek grubundan birilerinin bir takım hataların içine düşmesi tüm yargı sistemimize teşmil edilemez.

Beni rahatsız eden ve endişelendiren husus yaşanan bu son süreçte yargı mensuplarımızı tehdit etmenin ne kadar kolay hale geldiği hususu ve maalesef bu öfke tufanının cezalandırılması noktasında yargımızın hiç bir tepki vermiyor olması. Söylenenler yenilir yutulur cinsten değil. Demokrasi ve ifade özgürlüğü ile de hiç alakası yok. Çünkü adamlar ortaya alternatif, aykırı bir fikir filan sunmuyorlar. Açıkça tehdit ediyorlar.

Hatırlarsanız, İlhan Selçuk ''savcı görevini yapmasın, görür gününü'' tehditleri savurmuştu gözaltına alınmadan bir iki gün evvel. Baykal ise seçimden hemen önce 367 konusunda (Danıştay) hele gerekeni yapmasın ülkede 'kan çıkar' demişti. Benzer taşkınlıkların ve sokak kabadayılığının bu kesimin başka fertleri tarafından da dile getirildiğini ya medyada okuyor ya da etrafımızdaki fertlerinden duyuyoruz. Bu öfke tufanı arasında gözlerden kaybolan bir hakaret daha vardı. Kanaltürk'ün sahibi Tuncay Özkan da çıkıp milletin seçtiği bir bakana (bağışlayın) ''köpek'' tabirini kullanarak hakaret edebilmişti (DKM, 23 Mart 2008).

Bu sürece en son dahil olan kişi, tutuklanan İşçi Partisi Genel Başkanı Perinçek'in avukatı ve Parti Genel Sekreteri Nusret Senem. Bakın ne diyor kendisi: ''İşçi Partisi'ne leke sürecek adamın biz alnını karışlarız'' (Samanyolu Haber, 24 Mart 2008). Ne demek istediğim herhalde sizler gibi nazik ve sakin insanlar nezdinde herhalde anlaşılıyordur. Anlaşılıyordur da; bu insanların serdettikleri bu ciddi tehditlerin neden yanlarına kar kaldığını sizler de benim gibi anlayamıyorsunuzdur herhalde!

Oysa bunlar hukuk devleti kapsamında çok ciddi suç unsurları. Bir insanın 'seni mahvederim' demesi bir mahkemede 'adam tehdit etme' kapsamına alınabilir. Hedefteki kişiye gerçekten bir şey olursa, bu tehditleri sarf eden kişilerin hiç bir kaçar yolu da olmaz bir hakimin önünde. Ciddi bir suçlama unsurudur bu çünkü. Bu ulusalcılarımız ortaya çıkmış; birisi ''gerekeni yapma gününü görürsün diyor'', diğeri ''kan çıkar diyor'', diğeri de ''alnını karışlarım diyor.'' Ya hu madem bu kadar erkeksiniz, gününü nasıl göstereceğinizi de söylesenize?... Ya da alnını nasıl karışlayacağınızı?... Bir savcının bu tehditlere karşı suç duyurusunda bulunması için bu kişilerin bu tanımlamaları yapması bile gerekmiyor üstelik. Tehdidin kendisi bunun için yeterli bir gerekçe.

Peki bu noktada soruyorum: Neden hukuk sistemimiz içerisinden birileri çıkmıyor ve yargı mensuplarımızın bu şekilde aşağılanmasına, kendi mesleklerinin ve onurlarının bu şekilde yıpratılmasına ses çıkarmıyor? İlhan Selçuk, Ergenekon soruşturmasından ziyade öncelikle bu tehditvari üslubundan dolayı sorguya çekilmeliydi; ama olmadı. Millet ''Aman İlhan Abi'miz yaşlı'' tiriplerine girdi hemen. Adam çetecilikten yargılanıyor, ama bazı gazeteciler meseleyi ''ifade özgürlüğü'' maskesi ile örtüp zihin bulandırma telaşındalar. Herkes gözünü Ergenekon'a dikmiş. Arada yargı sistemimiz yıpranıyormuş, halkın yargıya ve yargı mensuplarına olan itibarı sarsılıyormuş bakan eden yok. Gözaltından şartlı salıverildikten sonraki ilk yazısında gene hükümete yüklenen İlhan Selçuk, ''İktidar yargıyla oynamaya başlamak hevesine kapıldı mı ülkede ne huzur kalır ne de istikrar...'' diye yazıyordu. Bu ne pişkinlik böyle? Sormak lazım: Peki yargı üyelerini açıkça tehdit etmek ne zaman ''yargıyla oynamak'' gibi belirsiz bir fiilden daha masum hale geldi?

Böyle bir garabette şüphesiz iki faktörün bileşkesi etkili bir rol oynuyor. Birinci ve en etkili sebep, Ergenekon örgütü ile çok ciddi bağlantıları ortaya çıkan ulusalcı kesimin dinmek bilmeyen öfkesi ve hayatta kalma mücadelesi altında sergilediği taşkınlık. Bu kesim yaşanan gözaltıların ve ispatlanan suçların etkisini hafifletecek, paratöner görevi ifa edecek propagandalara ihtiyaç duyuyor ve yargıya yüklenmesinin, onu etki altında tutmaya çalışmasının temel nedeni de bu. Bu süreçte laiklik, demokrasi, vatan elden gidiyor tarzı her türlü değer istismar edilecek ve ediliyorda. Diğer yandan, devlet kanadı bu kesimin taşkınlık nedenlerinin farkında; ancak onun büyük propaganda gücünden ve halkı (özellikle laik kesimleri) iğfal etme (aldatma) kabiliyetinden de çekiniyor. Zira, bu kesim bıyık altından; ipimiz piyasaya çıktı telaşı yaşarken, diğer yandan son bir çırpınış sergilemeyi de ihmal etmiyor. Bu uğurda kullandıkları en büyük koz örgütün altına gizlendiği milliyetçilik! ve vatan kurtarma! postu. İşte bu yöntemi kullanarak laik kesimlerin ve yargının zihnini bulandırmak, dikkatlerini dağıtmak istiyorlar. CHP, Doğan Grubu medyası ve Cumhuriyet Gazetesinin Ergenekon'dan hiç bahsetmemesinin ya da Baykal örneğinde olduğu gibi savunmasının (Zaman, 26 Mart 2008) hikmeti ne sanıyorsunuz!... Yaşanan soruşturmayı, 'kişilere ve laik kesime karşı bir şey yapmıyorum'; 'sadece bir örgütün peşindeyim' haklı yöntemi ile selamete kavuşturmayı hedefleyen devlet kanadı, bu kişilerin hakaret ve tehditlerine karşı bu nedenle sert önlemler almıyor, alamıyor. Zira iyi biliyor ki, Ergenekoncu kanadın suçlanan fertleri böyle bir durumda hemen ''mağdur'' rolü oynayacaklar ve daha çok propaganda yaparak meseleyi ''vatanseverler eziliyor'' noktasına getirerek hedef saptıracaklar. Yakalananlardan bazılarının Rus, bir kısmının da Amerika bağlantıları ortada iken, çıkıpta; ''hükümet vatanı Amerika'lılara teslim ediyor'' çığlıkları atıyor olmaları da bu bağlamda değerlendirilebilir.

İşte bu iki etkenin garip ittihadı ülkemizi böyle içler acısı bir hale sokuyor. Yargı ne zaman beğendikleri bir iş yapsa, ''yargıya zarar vermeyelim'' diyenler, aleyhlerinde bir iş yapınca da ortalığa saçılıp bizzat savcı tehdit ederek yargıya zarar vermemiş oluyorlar!. Yargı mensuplarından önemli bir rica ile bitirmek istiyorum. Ortalık biraz süt liman olurda, şu Ergenekon belasından kurtulursak, şu savcı ve yargıç tehditçilerinin de ifadesini bir alın. Bakalım kim kimin ''alnını karışlıyormuş'' o zaman görsünler ve hadlerini bilip bu milletin kanun adamına saygı duymak zorunda olduklarını idrak etsinler. Umarım zamanı gelince kendi hukuk sistemimiz kendisine ait olan bu iade-i itibar işini sağlıklı bir şekilde yerine getirebilir. Ortalıkta kabadayılık taslayan bu kendini bilmezlere verilecek bu tarz bir hukuki yanıt, aynı zamanda halkımızın ve Cumhuriyetimizin de iade-i itibarı anlamına gelecektir. Milletimiz bunu ziyadesiyle hak ediyor, öyle değil mi? 26 Mart 2008

21 Mart 2008 Cuma

HÜRRİYET'TEN ÜLKEMİZ GAZETECİLİĞİNE BİR KATKI DAHA!

Bu yazı 24 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Ergenekon soruşturmasının gelip dayandığı noktayı hepimiz hayretler içerisinde izliyoruz. Bir kısım insanlar olayın İlhan Selçuk, Perinçek ve Alemdaroğlu gibi kelli felli isimlere dayanmış olmasından ötürü hayrete düştüler. Benim de içinde bulunduğum bir başka kesim ise, bu isimlerin soruşturma sürecinin içerisine dahil olmuş olmasından değil, bu kadar erken bir aşamada dahil olmuş olmasından dolayı şaşkın.

Dikkat ediniz, bu satırlar ile savcılık tarafından yalnızca gözaltına ve soruşturma kapsamına alınmış bulunan kişilerin suçları kesinmiş gibi bir ön kabul yapmıyorum. Bu kişilerin isimleri bir takım gelişmelerin arefesinde kamuoyuna yansımıştı zaten. O nedenle de Ergenekon soruşturmasının kapsamı genişledikçe şahsen bu isimlerin de bir gün gündeme geleceğini bekliyordum ben. Beni şaşırtan; henüz daha dar kapsamda birileri soruşturma kapsamına dahil olmadan, sürecin aniden böyle meşhur isimlere sıçrayabilmiş olması. Bu, Ergenekon soruşturmasının geldiği noktanın ve devletin bu süreci ne kadar ciddiye aldığının en önemli göstergesi konumunda bence.

Hatırlayınız... Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan bombalar Cumhuriyet Gazetesi ve Hürriyet Gazetesi tarafından bir anda ''dincilere'' yıkılmaya çalışılmış (tıpkı Danıştay baskını gibi), ancak bombalama eyleminin Ergenekon yapılanmasının işi olduğu bizzat kanıtlanınca da nedense Cumhuriyet Gazetesi'nin hiç sesi soluğu çıkmamıştı. Oysa herkes, kendisini bombalamış bir yapının suç üstü yakalanmış olmasından ötürü en çok Cumhuriyet Gazetesi'nin ve İlhan Selçuk'un memnun olacağını beklemişti. Aradan geçen onca zamandan sonra, sevgili Selçuk ortaya çıkıpta Ergenekon aleyhine hiç bir yazı da yazmayınca insanlar durumdan rahatsız olmuşlar, garip bir komplo halet-i ruhiyesinin içerisine girivermişlerdi. Kendisinin bu konuda yazdığı nadir yazılardan birisinde sadece, 'asıl Hizbullah'a bakmak lazım' şeklinde bir yönlendirme yapmış olması da duyulan şüphelere tuz biber ekmek dışında bir tesir icra etmemişti kamuoyunda.

En ilginç hikaye ise Perinçek'in. Bazı gazetelerin, ''Kıvrıkoğlu Paşa Özkök'ü neden istemedi'' şeklindeki haber ve röpotajları ülkede kısa süren; bir çoklarının gözünden kaçsada, çok etkili bir tesir hasıl etti. Olayın bir ucu halen tutuklu bulunan Veli Küçük'e dayanınca konunun kendisine yöneleceğini (bir şekilde!) hisseden Perinçek, panikledi ve Kıvrıkoğlu'nun Veli Küçük'ü Kuzey Irak'ta bir takım operasyonlar yapmak ve oluşum kurmak üzere bizzat görevlendirdiğini açıkladı. Ben yaşanan bu son süreçte Perinçek'in bu ani paniğinin de bir etkisi olduğunu düşünüyorum.

Ülke gündemine bomba gibi bir anda düşen parti kapatma hadisesini değişik şekillerde yorumlayanlar oldu. Ulusalcı-CHP kanadına göre zaten bunun zamanı gelmişti: AKP derhal def edilmeliydi. Karşıt cepheye göre ise, oligarşik bir kesim yargıyı tesir altında tutarak ''hukuki bir darbe'' (ifade ulusalcı çevrelere ait) planlamışlardı çoktandır. İşin bu noktasında belki de Şamil Tayyar (DKM, 21 Mart 2008) haklı olabilir. Kendisi bu ani kapatma hadisesinin nedenini, bu üç önemli ismin soruşturma kapsamına alınacak olmasına bağladı ve aslında önceden planlanmış bu ''hukuki darbenin'', yaşanacak gelişmenin Ergenekoncu kesimler tarafından bir şekilde bilindiği için öne alındığını iddia etti. Yani bu üç ismi bir şekilde kurtarma operasyonu, önleyici bir darbe... AKP'yi kapatma davası gündeme geldiğinde, bazı arkadaşlarımın sordukları, benim de cevaplayamadığım bir soru vardı: Ulusalcı çevrelerin; işi kesin bir şekilde üstlenecek, davanın sonunu getirene kadar ısrarlı takipçisi olacak 7-8 savcıyı bu kadar kısa sürede nasıl ikna edebildiklerini anlamak güç; ama bunu garanti etmeden de böyle bir işe girişmiş olmaları akıl karı değil. Bu nasıl olabilir? şeklinde soruyordu arkadaşlarım. Sanırım yaşanan son gelişme ile merakları biraz olsun azalmıştır.

Gelelim Hürriyet'e. Sizi bilemem; ama ben Hürriyet ve Milliyet Gazetelerini normal şartlarda hiç okumadığım halde bu tür kritik olaylar gündeme düştüğünde mutlaka ziyaret ederim. Küçük kutucuklar içerisine yerleştirilmiş resimler üzerine kazınmış mesajlar olayın Doğan gurubu tarafından nasıl irdelendiğine ve nasıl kullanılacağına dair çok önemli ip uçları verir bana.

Bu sefer de öyle yaptım ve Hürriyet'in sayfasını açtım hemen. Bir de ne göreyim! Sayfanın en tepesine konmuş, ilk başta önemli bir röportaj olduğu izlenimini veren bir haber: ''Kilit adam Saygı Öztürk'e konuştu.'' Haberin alt başlığı ise daha da ilginç: ''Türkiye’yi sarsan Ergenekon Soruşturmasının ilk sinyalini veren Tuncay Güney, Gazeteci-yazar Saygı Öztürk’e konuştu. İŞTE SAYGI ÖZTÜRK’ÜN KALEMİNDEN İNANILMAZ OLAYLAR ZİNCİRİNİN DERİN HALKALARI!..'' (Hürriyet, 21 Mart 2008).

Şimdi hepiniz böyle bir başlığın ardından önemli ve uzun bir röportaj ve yazı dizisi okuyacağınızı beklersiniz değil mi? Ben de o beklentiler içerisinde başlığın altındaki 12-13 kısa paragrafı okudum. Haber kesinlikle bir röportaj değil. Zira bu kısa paragrafların içerisinde kendisi ile konuşulduğu söylenen Yahudi Din Adamı'na (Tuncay Güney) ait sadece iki alıntı (tırnak içinde) ifade var. Saygı Öztürk'ün, ''çok önemli olaylar zincirini'' ortaya dökeceğini söyleyerek, kendisi ile görüştüğü bir kişiden bizler için uygun görüp seçtiği iki alıntı bakın nelermiş:

“Elhamdülillah ben Müslüman değilim. Ama bu benim İsrail ajanı olduğumu, İsrail'e çalıştığımı göstermez. Ben Musa’nın kitabına inanıyorum ve mesihi bekleyenlerdenim.”... ve [Veli Küçük ile] ''en az 100 defa görüşmüşüzdür.''

Seçilen Yahudi rabbay'ın (din adamı demek) dini yetkinliği beni biraz şaşırttı doğrusu. Konu ile alakası olmadığı halde bahsetmeden geçersem içimde kalacak. Karşımızda, Elhamdülillah diyen bir rabbay var. Yahudilikte bunun karşılığı yok. Tamamen İslamiyete özgü bir dini kabul. Ayrıca, ifade içerisinde şöyle bir akıl kıtlığı sergilenmiş: ''Müslüman olmayanlar mutlaka Yahudi ajanıdır diye düşünen birileri vardır.'' Bu görüşün dünya üzerinde karşılığı yok. Dünya üzerinde hiçbir yerde kimse çıkıpta yukarıdaki iddiada bulunmuyor ki, ''Müslüman olmasamda Mossad ajanı değilim'' şeklinde bir savunmaya gerek olsun. Hem bildiğim kadarı ile, Yahudiler ''ben Musa'nın kitabına inanıyorum'' demezler hiç bir zaman. Tanrı'nın gönderdiği emirler (kitap) kavramı vardır onlarda da. Sonra, Yahudiler ''mesih'' beklemezler. Mesih dini terminoloji de İsa'ya tekabül eder. Mesih bekleyen Hıristiyanlardır. İsim Hz. İsa'ya işaret ettiği için Müslümanlar da bu kategoriye girerler. Yahudiler sadece bir ''kurtarıcı'' beklerler. Bu daha çok bir kraldır. Kral Davut'un soyundan gelecek olan, mesih ismi ile çağrılmayan, Yahudileri kutsal topraklarda buluşturacak olan bir kral lider. Şu Yahudi ile bir de ben konuşmak isterdim doğrusu.

Gelelim sadede... İş asıl buradan sonra ilginçleşiyor. Birisi ile ''çarpıcı ilişkileri'' ortaya çıkaracak olan bir görüşme yapıyorsunuz, ama ortada sadece iki adet alıntı var. Bu alıntıların haberin amacına dönük hiç bir fonksiyonu da yok. Çünkü haberin amacı; Ergenekon ile Fethullah Gülen arasında bir bağlantı kurmaya çalışmak. Yorumları (röportajı!) gülünç kılan da bu zaten. Haber metninde savunulan görüşlerin kalan kısmı tamamen Güney'in kendisine ait kişisel yorumlar ve çıkarımlar. Yazının grafiksel analizi (mantık silsilesi) bakın aynen şöyle işliyor: Bu Yahudi din adamının bilgisayarından Ergenekon ile ilgili gizli bir dosya çıkmıştır (hani millet hep Yahudi düşmanı ya! artık ne söylense yutmaya hazır bu noktadan sonra); bu Yahudi Veli Küçük ile de görüştüğünü söylemiştir (Yani Ergenekon bağlantılıdır)... Aynı Yahudi seneler önce STV televizyonunda bir talk şov yapmıştır... Eee! STV de Gülen'e yakın olduğuna göre, demek ki Ergenekon'un arkasında ya da içinde! Gülen de vardır.

İşte anlıyor musunuz benim neden önemli gelişmelerin ardından hemen Hürriyet'e baktığımı? Ülkede ne zaman önemli bir olayın üzerine gidilse Hürriyet ya olayın hedefini saptıran ya da matlaştıran bir başlık atıyor. Bu da olmadı; sihirli förmül takip ediliyor ve hemen Gülen'le uğraşılmaya başlanıyor. Yukarıda verdiğim garip mantık silsilesi ile ülke gündemine yine böyle bir takla attırılmaya çalışılıyor anlaşılan, ya da bundan sonra çalışılacak... Ulusalcı kesimin yeni propagandasının zemini hazır anlayacağınız.

Şimdi Hürriyet'e bazı gazetecilik soruları sorayım: Kanada'da gidip bulduğunuz bu rabbay'ın! Ergenekon ile bu kadar sıkı bağlantısı var ise, bu kişi ile ilgili bilgileri devlet birimlerine verecek misiniz? Yalanlanmış haberleriniz bir parti kapatmak için delil yerine geçebiliyorken, bu kadar kesin itirafların ardından bu Yahudi rabbay'ın tutuklanması için elinizden geleni yapacak mısınız? Haberde bu detaylar neden yok. Hem sahi! Haberde ismini verdiğiniz Yahudi'nin resminde yüzünü neden kapattınız?

Gazeteciliğin 5N1K kuralı gereği; Samanyolu televizyonuna telefon edip bu Yahudinin eskiden orada çalışıp çalışmadığını teyit ettiniz mi? Ya da bu adam şimdi siz de neden çalışmıyor diye soruşturdunuz mu haber yapmadan önce? Adamı belki kovdular kardeşim olamaz mı? Yoksa sizin 5N1K yerine, BYO şeklinde bir kuralınız mı var? Hani, 'Ben Yazdım Oldu' cinsinden. Aynı mantıktan hareketle; diyelimki on sene önce Hürriyet'te çalışan bir kişi bir mafya işine karıştı. Şimdi başka bir gazete çıkıp Hürriyet Gazetesi'nin tüm çalışanlarını ''mafyacı'' olarak ilan edebilir mi? Ya da Aydın Doğan'ın kendisini?

Gazetecilik sorularından şimdi de hakikatlere geçiyoruz...

Yakalanan Ergenekoncuların ulusalcı çevreler ile bağlantılı oldukları delilleri ile ortaya çıktı. Bu ulusalcıların hepsi Gülen'e son derece düşman olan insanlar. Onun bu ülkedeki en tehlikeli hareket olduğunu iddia ediyorlar senelerdir ve her fırsatta kendisine saldırıp duruyorlar. Sadece düşünsel değil, fiziksel tepkiler de veriyorlar. Onun hakkındaki sahte kasetleri piyasaya sürenler de yine aynı çevreler. Ergenekon kapsamında en son göz altına alınan Perinçek'in belki de ilk sözü; ''bu, Fethullahçıların bir komplosudur'' oldu. Arada bu kadar belirgin bir kutuplaşma var iken, Hürriyet hangi araştırmacı gazetecilik nosyonu ile hareket ediyor ve ilginç bir röportajın! ucunu kıvırarak namluyu başka bir hedefe çevirmeye çalışıyor ve Gülen'i, kendisine açıkça düşman olan Ergenekon ile yandaşmış gibi göstermeye çalışıyor. İşte size, bir röpörtajla! yakalanan ''inanılmaz olaylar zincirinin derin halkaları!''... 21 Mart 2008

19 Mart 2008 Çarşamba

SAVCILARIMIZA ÖNEMLE DUYURULUR!

Dünya hukuk tarihinin en trajikomik sahnesini izlediğimiz günlerin içerisindeyiz. Sağda solda bazı gazete köşelerinde çıkan haber ve yorumlar ülkenin yüzde ellisinin oyları ile seçilmiş bir partinin kapatılması için gerekçe olarak kullanılıyor. Hem de bu haberlerin çoğunun yalan haber oldukları delilleri ile, alternatif-özgür basında defalarca yer almışken. Benzer bir sahneyi 28 Şubat döneminde de izlemiştik. Bu seferki artık Son Mohikan'ın ritüel dansına benziyor. Zira nesli tükenmek üzere olan faşist bir zümrenin artık Atatürk ve laiklik istismarcılığının arkasına saklanamadığı, içlerindeki faşist duyguları gizleyemedikleri günlerin içerisindeyiz. Bu son sahnenin bir öncekinden farkı; artık toplumun ve aydınların sergilenen oyunun rezaletini sessizce izlemeyip, sahnedeki oyunculara domates fırlatıyor olmalarıdır.

Ülkemizde hukuk adına yaşanan hukuksuzluklara geri dönelim. Son seçimler öncesi izlediğimiz hukuksuz ve keyfi bir uygulama olan 367 kararını hatırlarsınız! Tamamen ideolojik olan bu karar, Abdullah Gül'ün Cumhurbaşkanlığının ve AKP'nin önünü kesmek için tasarlanmış, CHP lideri Baykal'ın ''kan çıkar'' tehditleri ve İlhan Selçuk'un yargı mensuplarını tehdit eden beyanları altında hayat bulmuştu. Son yaşadığımız; 'gazete haberleri referanslı parti kapatma komedyası' ise ufak bir farkla ama aynı figüranlarla tekrar sahneleniyor: İlhan Selçuk gene savcılara; ''dava açmazsan gününü görürsün'' (DKM, 16 Mart 2008) tehditleri savururken, Baykal; bu sefer biraz bekledikten sonra, evet evet kapatılsın! nakaratları söylüyor. Cumhuriyet gazetesine, Aydın Doğan'a ve medyasına da kendi haberleri tekrar dava nedeni olabildiği için göbek atmak, ülkede ne tür tesirler oluşturabildiklerinin doyumsuz özgüven duygusu ile mest olup kadeh tokuşturmak kalıyor.

Hani Ergenekon örgütünün (henüz ismi ifşa olmadan) ilk faka bastığı bir Şemdinli vak'ası vardı. Yüzüstü yakalandıkları o günlerde bir savcımız hazırladığı tutanakta bir şekilde Büyükanıt'ın da ismini zikretmişti. Bunun üzerine Büyükanıt, ''dünya hukuk tarihine geçecek bir hukuk cinayeti işlendi'' demişti, sırf ismi tutanağa girdi diye. Hem de bu sırada delilleri ortaya çıkmaya başlayan Ergenekon örgütünün üzerine giden tüm savcılar tek tek egale edilmeye, başka şehirlere sürülmeye başlanmışken... (Sürecin detayları için bakınız; Şamil Tayyar, Star 19 Mart 2008).

Halbuki, ''dünya hukuk tarihine geçebilecek olan hukuk cinayetleri'' bizzat mezkur çevreler ve Ergenekon terör örgütü destekçileri tarafından işlenmektedir. Yaşanan hukuksuzluğun örneği dünya üzerinde mevcut değil; muz cumhuriyetlerinde bile... Tamamen bize özgü. Özbe öz Türk! malı. Belki de ''Çılgın Türk!'' malı demeliyim. Diğer üçüncü dünya ülkelerinde bir kaç zalim diktatör masaya yumruğunu vurarak en azından mertçe yapıyor yapacağını, kapatıyor kapatacağını. Bizdeki oligarşik faşist laiklik istismarcılarının artık yeni darbeler körükleme yetenenekleri de kalmadığı için olsa gerek, böyle dünya hukuk literatürüne! girecek taklalar atmaları, şaklabanlıklar yapmaları gerekiyor. Hem de gözümüzün içine baka baka.

Olayları daha da detaylandırıp moralinizi bozmak istemiyorum. Bu yazıdaki amacım tamamen farklı. Madem artık ülkemizde gazete haberleri dava tutanaklarına gerekçe hatta 'delil' olabiliyor, ben de vaziyet-i umumiyeye ve yaşanan bir çok toplumsal sorunun çözümüne katkım olsun istedim. Eee! sayın Yargıtay başsavcımız; ''sadece Cumhuriyet ve Hürriyet mecmualarının haberleri bu kategoriye dahildir'' tarzı bir beyanda bulunmadığı için, ben de ''Özgür Gazeteciler Platformu'' olan DKM üzerinden bu kutsal toplumsal vazifeyi ifa etmek istedim. Nasılsa şimdi yazacaklarım birilerini ve bir yerleri kapatmak için yeterli delil zeminini oluşturacak keyfiyette olacaktır.

Sevgili Savcılar...

Şimdiye dek DKM'de yayınlanmış yazılarımda bizzat ilgili kişilerin kendi ağızlarından yaptığım alıntıları da kullanarak, İlhan Selçuk'un laikliğimizi nasıl tehdit ettiğini delilleri ile ortaya koymuştum. Bu nedenle kendisinin ivedilikle yargılanması ve Cumhuriyet gazetesinin kapatılmasını zat-ı alilerinizden istirham ederim (bakın onun gibi yapıp, kapatmazsanız görürsünüz gününüzü de demiyorum). Buna ilaveten, adres gösterdiğim yazılarda İlhan Bey'in, bazı rektörlerin ve de Deniz Baykal'ın türban ile alakalı olarak nasıl fetvalar verdiklerini ve türbanlılara yeni yöntemler öğretmek sureti ile laik Cumhuriyetimizin temeline nasıl dinamit döşediklerine bizzat kendi ifadelerini referans göstererek işaret etmiştim. İşbu vesile ile Deniz Baykal'ın siyasetten men edilip CHP'nin de kapatılmasına... İlgili rektörlerin ve mümkünse üniversitelerinin kapatılmasına... ve bu fetvalara sütunlarında yer vererek destek çıkan Hürriyet ve Milliyet gazetelerinin meslekten men edilmesine dair gerekli zemin, okumakta olduğunuz yazı ile ve eski yazılarım ile sağlanmış bulunmaktadır. Gereğinin yapılmasına...

Ayrıca, türban tartışmalarının arkasında Mason localarının olduğu ispatlanmıştır. Bendeniz bu konuda daha önce hiç yazmış olmasam da, sizlere istihbarattan delil toplamak zorunda da değilim. İlgili duyumlar Fehmi Koru'nun köşesinde dile getirilmiştir ve gazetede çıkmış olması delil olmasına nasılsa yetmektedir. Zaten yaşanan gelişmeler üzerine Fransız Mason Locası da bir açıklama yapmış ve ilgili yasağı desteklediklerini ifade etmiştir. Bu localarda laiklik dışı bazı dini ritüeller uygulanmakta ve hatta üyeleri arasında kendine özgü bir yargı sistemi işletilmektedir. Ülkemiz kanunlarının suyu mu çıktı? Elimde elbette kaset, belge filan yok. Ancak Youtube'da yayınlanmış bazı görüntüler ve değişik gazetelerde çıkan ifşaatlar ve yorumlar pekala mevcut. Hem zaten Ulu Önder Atatürk de bu locaları Cumhuriyetimize zararlı bulmuş ve kapatmıştı. Bundan ala neden mi olur? O nedenle bu localar işbu yazının tutanaklara işlenmesi sureti ile derhal kapatılmalıdır.

Efendim devam edeyim...

İsmi bende gizli bir kızımız (savcılar talep ederlerse ismini veririm) geçenlerde üniversiteye girerken türbanını çıkarıp peruk takmış ve bu esnada yanındaki arkadaşına ''ya bu adamlar çok aptal, türbanı çıkarıp peruk taktığımda daha mı az tehlikeli oluyorum'' demiştir ve laikliği ciddi bir şekilde tehdit etmiştir. Elimde ses kaydı yoktur; ama malum artık yazdım bir kere. Siz gereğini yapın artık. He! bu arada bu kızımız ile uğraşmamın, arkadaşım Kemal'in evlenme teklifini geri çevirmesi ile bir alakası yoktur! Ohhh!

Pek değerli savcılarımız... Bizim mahalledeki sütçü Kamil amcanın süte su kattığı söylentileri ortalıkta dolaşmaktadır. Onu da buraya dercedeyim ki siz gerekeni yapabilesiniz. Tutanaklara girmesi için bir yazı daha lazımsa, bizim Şükrü ''mahalle gazetesinde ben de bir yazı yazarım abi'' demişti, haberiniz olsun. Böylece mahalle de bir dertten kurtulmuş olur. Ha bu arada bakkal Şeref'in hesap defterlerine de bir göz atın. Hesapları şişirdiği yönünde bir şayia var. Onu da buraya işleyeyim ki tutanaklar sağlam olsun. Hakkında makale yazıldı der gerekeni yaparsınız artık. Bu vesile ile mahalle bakkalımızın da kapatılmasına... Hem böylece amcamın süpermarketin işleri de birazcık açılmış olur... Hangi devirde yaşıyoruz canım! öyle çağdışı bakkallar filan... Hem mahallenin sakallıları da o bakkala çok girip çıkıyor. Dincilere ekmek tedarik etmek sureti ile laikliğe de zarar veriyor zaten.

Oh be, rahatladım. Bunca zamandır yazılar yazıyordum da niye hep mantıksal çıkarımlar ve analiz gerektiren detaylar ile vakit kaybediyordum anlamak güç. Neymiş? insanları ikna edip, eğitip, laiklik istirmarcılarının ocağına incir ağacı dikecekmişim de vatandaşı uzun vadede eğiterek ülkeme hizmet edecekmişim... Pöh! Meğer eli kalem tutanlar için çok daha kolay hem de hukuki! bir yöntem varmış da haberimiz yokmuş. Yaz gazetede olsun kapatma gerekçesi. İş sadece uygun savcıyı fitillemeye kalıyor. Şimdi de onun yöntemlerini bulmam lazım. Acaba, mahalledeki avukatlık bürosuna dalıp bakkalı ve sütçüyü kapatmazsanız ''görürsünüz gününüzü'' demem mi gerekiyor?

Ben işin bu aşamasını halletmekle meşgul iken siz okurlar bana sorunlarınızı ve sorun çıkaranlarınızı yazınız. Yazın da onları buradan ifşa edivereyim. Pardon yoksa savcıların tutanaklarının ilgili paragraflarını yazmaya başlayayım mı demeliydim? 19 Mart 2008

14 Mart 2008 Cuma

TARİHİ ve GAZALİ'Yİ DOĞRU OKUMAK

Bu yazı 17 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Takvimler üç haneli rakamları geride bırakmış, artık dört haneli yılların içerisine girilmiştir. 11. yüzyıl başlamak üzeredir. Fakat tek değişen takvimler değildir elbet. Tüm dünya üzerinde, dönemin insanlarının idrak edemedikleri kara bulutlar dolaşmaktadır. Ortam puslu ve sinsidir. Herkesi ve herşeyi bir sıkıntı hali kaplamıştır. Hayvanlar bile neşesizdir. Sanki tarih önemli olaylara gebedir ve bu doğum çok sancılı olacağa benzemektedir. İslam coğrafyasında, Avrupa'da ve Asya'da çok önemli değişimler olmak üzeredir. Batılı vahşi sömürgeciler tarafından henüz keşfedilmemiş olan Amerika kıtası ve kıtalar içerisinde en yaşlı coğrafya olan Afrika bu belirsiz değişimlerin yeni bin yılda kendilerini nasıl etkileyeceğinin merakı ile bir köşeye sinmiş heyecan içerisinde çaresiz beklemektedir.

İslam dünyası son iki yüz yıl içerisinde her ne kadar ilmi alanda önemli bir çığır açmışsa da, siyasi alanda yaşanan sorunlar, itişip kakışmalar hiç durulmamıştır. İlmi çalışmalar alanında 800'lü yıllardan başlayarak ciddi bir ivme yakalanmış olunsada, yakında yaşanacak olan bazı vahim hadiseler bu sürece önemli bir darbe vurmaya hazırlanmaktadır. Zaten düşman da uyumamaktadır. Nitekim 1200'lü yıllardan sonra ilim İslam dünyasından elini eteğini çekmeye başlayacak, İslam dünyası Osmanlı Devleti genç bir delikanlı olana dek pek rahat bir nefes alamayacaktır.

İşte böyle çıldırtıcı bir dönemde yaşamıştır Gazali. Neler mi olmuştur? Avrupa'da mazlum halk tabakası bir yandan fakirlik ve sefalet içerisinde yaşarken diğer yandan zalim Feodalların ve gözünü maddi hırs bürümüş Vatikan'ın zulmü altında ve bu Feodal beylerin kendi aralarındaki çıkar savaşları arasında inim inim inlemektedir. Şimdiki Oryantalistler ve bizdeki oligark laikçiler ''İslam Ortaçağ karanlığına götürür'' yalanı ile göz boyamaya çalışsalarda, bu dönem en koyu haliyle ve belki de tarihte ilk ve son defa Avrupa kıtasında yaşanıyordu ve bu çağın mukabili olan sefil yaşam tarzı ve zulümler Avrupalı zengin oligarklar ve Kilise tarafından kendi insanlarına reva görülüyordu.

Nitekim çok geçmeyecek, gözünü hırs, güç ve maddi kazanımlar bürümüş olan Papa, Feodal beylere ve krallara maddi kazanç, sefalet içerisindeki insanlara da Cennet vaadederek, tarihin en büyük fitnesi olan Haçlı Seferlerinin fitilini ateşleyecektir. Bu sıralarda Gazali belki de genç bir insandır. İslam dünyası bu büyük savaşa hazırlıklı değildir. Zira, bu topraklarda yaklaşık iki yüz yıl daha etkisini sürdürecek olan bir ilmi zenginlikten bahsedilebilsede, siyasi anlamda önemli çalkantılar yaşanmaktadır. İslami bir birlikten bahsetmek güçtür. Bu coğrafyada da tıpkı Avrupa'da olduğu gibi iç çekişmeler, çatışmalar ve kopmalar yaşanmaktadır. Haçlı seferlerinin kısmen başarılı olmasının ve Kudüs'ü ilk defa ele geçirebilmiş olmasının nedeni; karşısında bütünleşmiş bir Müslüman dünyası bulmamış olmasıdır. İslam dünyasınaki en büyük fitnelerden birisi olan ve üyelerine afyon içirerek ve Cennet vaadederek eylem yaptıran Haşşaşi belası da bu dönemde ortaya çıkmıştır. Neyseki Haçlı ordularının Selçuklulardan aldıkları ağır darbeler işe yaramış, Selahattin Eyyübi'nin sonradan bir birlik sağlamaya muvaffak olması ile de bu büyük tehlike savuşturulmuştur. Ancak bu büyük tahribatın İslam coğrafyasında bıraktığı derin tesirler ve sarsıntılar bugün bile hala hissedilmektedir. Zaten çok kısa bir süre önce büyük, ihtişamlı ve bir ilim yuvası olan Endülüs Emevi devleti de İspanyollar tarafından yıkılmış, Katolik olmayan tüm unsurları ya kılıçtan geçirilmiş ya da göçe zorlanmıştır. İslam Dünyası bu şokun da tesirlerini hala üzerinden atabilmiş değildir.

Avrupa ve İslam coğrafyalarında bunlar olurken, Uzak Doğu Asya'da da ileride bu coğrafyalara kan kusturacak olan Moğol saldırılarının temelleri atılmaktadır. Bu gelişme de İslam dünyasındaki ilmi faaliyetlere önemli bir darbe vurmaya teşnedir. İşte bu Asya vadilerinin insanları da kendi içinde bu yeni gelişmelerin sancılarını hissetmekte, mezkur gelişmeleri, Cengiz Hanları ve Timurları netice verecek olan oluşumun iç çatışmaları arasında inlemektedir.

Gene İslam coğrafyasına dönecek olursak... Yine bu dönemde yöneticiler dinin gerçek öğretilerinden kopmaya başlamış, rahat ve rehavete kapılıp 'Hak için halka hizmet' anlayışından iyice uzaklaşmışlardır. Birbirileri ile itişip kakışan ve hakikatten kopmaya başlayan bu yöneticiler zamanla ilmi ve ilim adamlarını da etraflarından uzaklaştırmaya başlamışlardır. Yanlarında tuttukları bir kaç kişi ise, astronomi, matematik ve tıp gibi alanlarda yenilikler geliştiren alimler değil, bu yöneticilere taban oluşturacak bazı fikri ve felsefi yorumların temellerini atacak olan düşünür, din adamı ve felsefecilerdir. En azından bu yönlerini kullanan alimlerdir. Böyle yoğun felsefi akımların tesirlerini artırdığı bir ortamda pozitif bilimlerle uğraşan bazıları bile, artık asli işlerini bırakıp dinin felsefik yorumlarına el atmaya başlamışlardır. Dinin içine bid'atlar en yoğun şekilde bu dönemde girmeye başlamıştır. Bu bid'atlara karşı önceleri samimi duygularl ortaya çıkan; ancak sonradan dönüşüm geçirerek İslam dünyası içinde önemli bir fitne halini alacak olan Vehhabiliğin temelleri de bu dönemde oluşmak üzeredir.

Gelişmelerin felsefe cephesi daha hararetli tartışmalara gebedir. Avrupa'nın daha Aristo'yu bile tanımadığı, Onu, Haçlı Seferlerinin ardından Müslümanlardan öğreneceği, belki felsefenin bile ne olduğunu unuttuğu karanlık zamanlardır. İslam dünyasında bir yandan Allah'ı tamamen inkar eden felsefelerin etkileri hissedilmeye başlarken (Dehriyyun), diğer yandan Allah'ı kabul etsede onu tabiatın kendisine indirgeyen, Cennet ve Cehennem gibi kavramları kabul etmeyen (Tabiiyyun) akımları revaç bulmaktadır. İş bunlarla da kalmamış bu iki gruba; mensupları belki de tamamen Müslüman coğrafyadan olan üçüncü bir felsefeci grup eklenmeye başlamıştır. Gazali'nin İlahiyyun dediği bu üçüncü grup, ilk iki gruba karşı olan felsefik yorumlar üretse, Allah'ı kabul etsede, bu sefer Peygamber inancını sorgulamaya başlamıştır...

Çok kaba bir şekilde ana hatlarını vermeye çalıştığım bir dönem; o dönemin şartları ve koşulları...

Bütin bu anlatımlardan kastım herhalde anlaşılıyordur. Aramızda bulunmayan ve kendisini savunamayacak olan bir kişiyi, devleti, oluşumu vb. eleştirirken veyahutta irdelerken, o dönemin şartları, anlayışları, yaşam biçimleri, mücadeleleri vs. ele alınmadan yapılan her yorum eksik kalır. Zaten bu bilimsel tarih yaklaşımından da fersah fersah uzaktır. Maalesef bu yaklaşım batılı Oryantalist zihniyetlerin insanlığımıza bir hediyesidir! Oryantalistler kadar bile 'düşünür!' olamayan bazıları ise bu anlayışı sadece taklit etmektedir.

Mesela; Atatürk'ü doğuran şartları, dönemin koşullarını, mücedelelerini anlamadan Atatürk'ü ne anlayabilirsiniz ne de eleştirebilirsiniz. Bizdeki hem Atatürk eleştiricilerinin hem de Atatürkçü! bazı kesimlerin içine düştükleri eksiklik budur. Osmanlı'yı eleştirenler de konuyu her zaman bu tarihsel bağlamdan kopararak değerlendirme kolaycılığına kaçmaktadırlar. Aynı makus talihsizlikten, maalesef İmam-ı Gazali de nasibini almaktadır. Bu eksik tarihsel bağlam okumaya, bir de art niyet karışınca yorumlar artık delil bile gerektirmeyecek boyutlara ulaşmakta, sadece bir çamur atma gayretine dönüşmektedir. Bilmeden karışanları tenzih ederim. İşte Gazali, yukarıda özetlediğim o sıkıntılı, puslu dönemlerin içinde yaşamış, yaklaşan çalkantılı hadiselerin beşiği sallanırken ilmi çalışmalarına devam etmiştir.

İslam topraklarında tesir icra etmeye başlayan arzettiğim felsefik akımlar, ilgili düşünür ve filozofların tamamen kişisel çabası olmayıp, bazı siyasi akımlardan ve liderlerden de rüzgar desteği almaktadırlar. Gazali'nin gözünde, İslam'ın iman kalesi yara almaya başlamıştır. İnsanların Allah ve Peygamber inancını derinden sarsacak bir takım düşünceler ortalığı zehirlemekte, İslamın temel esaslarına zarar vermektedirler. İşte bu duygular ve düşünceler içerisinde, Nizamiye Medreselerinin rektörü olan Gazali kendisine bir rota çizmiş, vazife bellemiş ve bu felsefik akımlara karşı kalemini bilemiştir. Böyle bir fikri bulanıklık döneminde iman esaslarını insanlara tekrar hatırlatmayı kendisine gaye edinmiştir.

Dıştaki ve içteki Oryantalist zihniyetlerin eksik tarih okuma ve art niyetli yaklaşımlarına ilaveten irtikab ettikleri bir suç daha vardır. O da gerçeğin üstünü örterek ve slogan kullanarak zihin bulandırma çabasıdır. Gazali örneğinde bu nasıl mı cereyan ediyor? İzah edeyim...

Efendim! Gazali'nin karşı çıktığı kesimler yukarıda tavsif ettiğim filozoflardır. Fizikle, kimya ile, tıp ile, astronomi ile iştigal eden ilim adamları değildir. Dönemin ilmi anlayışı gereği elbette bir çok ilim adamı bu ilimlerin bir kaçını birden icra eden insanlardır. Bu kişilerin önemli bir vasıfları da aynı zamanda tefekküre dönük çalışmalar da neşretmiş olmalarıdır. Bugün yapılan bir yanlış her türlü düşünme gayretinin felsefe olduğu şeklinde yapılan bir yanlıştır. Bu ilim adamlarından bir kısmı (Gazali'nin karşı çıktıkları) gerçekten felseye yapmış olanlardır. Felsefeye girmeden, hem pozitif ilimler sahasında hem de tefekkür alanında çalışmalar neşreden alimler konumuzun dışındadır. Zaten Gazali'nin bu kesimlerle bir alıp veremediği yoktur.

Hem birinci kesimden bile olsa Gazali, kendilerini pozitif ilimlerin yörüngesinden felsefenin ve dinin (kelamın) yörüngesine salmış bulunan, asli işlerinden kopmuş bulunan bu alimlerin fizikçi, kimyacı, tıpçı, astrolog kimliklerine hiç bir zaman saldırmamıştır. Onun tek müdahele noktası bu kişilerin dinin temel esaslarını sarsabilecek nitelikteki yorumlarıdır. En azından Gazali böyle düşünmüş ve ona göre hareket etmiştir. O, bu çerçevede endam etmiş ve faaliyet yürüten felsefeye ve filozoflara karşı fikir üretmiştir. FELSEFE BİLİM DEĞİLDİR. İşte Oryantalistlerin yaptığı göz boyama budur. Oluşturulan bu illüzyon sayesinde felsefe ile bilim denk imiş gibi bir ortam hasıl edip, sadece felsefik bir takım akımlara karşı olan Gazali'yi ilim düşmanı ve Müslüman toplumlardaki ilmi gerilemenin baş müsebbibi olarak göstermek istemektedirler. Aslında bu çevrelerin İslami toplumlarda ilmi faaliyet gelişsin diye bir dertleri de yoktur. Gelişmemiş olmasından üzüntü de duymazlar. Gazali, bir takım hastalıklı düşünce ve akımlara karşı İslamiyetteki iman esas ve düşüncesini koruduğu için ve İslami anlayış içerisindeki Allah ve Peygamber fikrinin hasar görmesini engellediği için hedef tahtasındadır aslında. Aşağılanmaya çalışılmasının ve takip eden İslam toplumlarında ilimden uzaklaşılmış olunmasının sorumlusu olarak ilan edilmesinin en önemli nedeni budur. Yukarıda da arzettim: İslam toplumlarından ilmin elini eteğini uzun bir süreliğine çekmiş olmasının da bir çok tarihi koşulları var. O konu da kendi tarihsel bağlamında ayrıca değerlendirilmelidir. Ancak kısaca sunmaya çalıştığım gibi, meselenin Gazali öncesi ve sonrasına bakan boyutları var: İslam toplumlarında baş gösteren; dinin gerçek mahiyetinden kopuş, artan rahat ve rehavet, iç hesaplaşmalar, zulümler, liyakatsiz devlet adamları... Sonra Haçlı seferleri, Moğol istilaları ve halen izleri sürmekte olan dağılmışlık...

Meselenin izaha muhtaç bir yönü daha var. Onun da az önce ifade ettiğim hususlar akılda tutularak ele alınması icab ediyor. Gazali'nin yaptığı bazı yorumlar kendi dini ve tasavvufi bağlamı içerisinde ve arzettiğim felsefi 'fitneler' bağlamında değerlendirilmelidir. Mesela, ''pamuğu yakan ateş değil, Allah'tır'' ifadesi, Gazali'nin tasavvufi bağlamda yaptığı bir yorumdur ve kendi bağlamında doğrudur. Bu sözü, söylendiği tasavvufi konteksten çıkarıp bugünkü modern (pozitif) bilimin konteksi açısından değerlendirirseniz elbette absürd durur. Zira, bu bilimdeki sebep-sonuç ilişkisine terstir. Dini ve tasavvufi anlamda ele alındığında herşeyin hakimi olan Allah'tır. Herşey onun hükmü ve iradesi ile cereyan etmektedir. Bilimin, sebep-sonuç ilişkisi olarak formüle etmeye çalıştığı prensipler dahi O'nun izni ve iradesi ile hayat bulmakta, O'nun San'atının birer göstergesi olmaktadır. Gazali, işte dindeki bu temel imani mevzuyu insanlara hatırlatmak istemiştir. Hatırlayınız, bu dönemde bazı felsefecilerin Allah'ı tabiata indirgemeye çalıştığından az önce bahsetmiştim. Yoksa, Gazali çıkıpta ateşin pamuğu yakabileceği şeklindeki genel gözlemi ve tecrübeyi red etmemiştir. Bu anlamda bilime bir karşı çıkış yapmamıştır. Sorun, onun 'Allah'ı unutturuş' anlayışına (felsefesine) karşı verdiği tasavvufi tepkiyi (ki İslami literatüre uyan bir yorumdur) felsefe eşittir bilim anlayışına mahkum etmek, felsefeyi bilim imiş gibi göstermektir.

Affınıza sığınarak, önemine binaen, özet bir tekrar yapıp bitireceğim.

Gazali hiç bir zaman ilim düşmanı olmamıştır. O, İslam'daki iman esaslarına zarar vermeye başlayan bir takım felsefik yorumlara tepki üretmiştir. Düşünceye de karşı değildir. Zira felsefeciler düşünür diye, 'felsefeciye karşı olan birisi düşünceye de karşıdır' gibi bir anlayış zırvalıktır. Felsefe bilim değildir. Bilimin felsefesi olur; ama felsefenin bilimi olmaz. Bilimin kendi bünyesinde de düşünce ve tefekkür vardır. Bilimin ve felsefenin dışındaki diğer disiplinlerde de... Ayrıca, felsefenin sistematik kalıplarına girmeyen tefekkür de vardır. Düşünce felsefenin güdümünde değildir; bilim hiç değildir. Gazali sonrası İslam toplumlarında yaşanan ilmi gerileme Gazali'nin suçu değil, Müslüman toplumların kendilerinde ve liyakatsiz yöneticilerindedir. Halen de öyledir. Tarih sahnesinde bir kaç kişi çıkıp, kendi ahmaklıklarına Gazali'yi örnek göstermişse bu da Gazali'nin suçu değildir. Tüm bunlar Gazali'yi, amacını ve yaşadığı dönemi anlamamaktır. Gazali eleştirisinden hemen Osmanlı dönemine atlayıp; ''Osmalı'da birileri çıkıp bilim gavur icadı demiştir'', ''bak işte bu Gazali'nin etkisidir'' demek doğru değildir, bilimsel bir yaklaşım hiç değildir. Eğer olduğunu iddia edenler varsa, bu sözleri kimlerin söylediklerine dair referanslarını söylerlerse onlara da gereken yanıtı vermeye çalışırım. Tarih sahnesinde hiçbir (mainstream) ana İslami akım yoktur ki, BİLİME ve DÜŞÜNCE'ye karşı olmuş olsun. Bizzat Kur'an'ın kendisi Müslümanlara; ''hiç düşünmüyor musunuz...'' şeklinde hitap ederken ve bu ifadenin ardından; kainat nasıl yaratıldı?, gök nasıl dikildi?, insan nasıl yaratıldı? şeklinde sorular sorarken Gazali nasıl olurda düşünmeye karşı savaş açabilir ki? Bu bizzat Allah'ın Kur'an yolu ile yaptığı çağrıya kulak tıkamaktır. Bunu da en son yapacak olanlar Gazali gibiler ve dini doğru okuyan Müslümanlardır. Daha önce kimsenin ortaya atmadığı bir iddia ile bitireyim. Aslında dönemin bid'at ve felsefik istilalarına karşı Gazalivari bir ilmi tepkinin verilmiş olması ve bunun hakim anlayış olarak kalması sadece Müslümanların değil, 'diğer'lerinin de kazancıdır. Zira aynı dönemde bu bidatlara karşı gelişen, ilmi metottan yoksun olan ve bu yüzden de cebri zorlamalara yönlenmek zorunda kalan Vehhabi anlayış hakim gelse idi hepimizin hali nice olurdu... Asıl o zaman İslam dünyasında bir ilmi düşünceden ve gayretten bahsedilemeyebilirdi. O yüzden gelin hepimiz Gazali'nin kıymetini bilelim. 14 Mart 2008

5 Mart 2008 Çarşamba

GENELKURMAY'A ÖNERİM!

Bu yazı 7 Mart 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

En son gerçekleştirilen Kuzey Irak operasyonu hem başlangıcı hem de neticesi itibari ile önemli tartışmalara neden oldu. Hükümet karşıtı ulusalcı kesim, operasyonun her boyutu ile kendi insiyatifleri dışında gerçekleşmiş olmasından son derece rahatsız. Muhalefet partileri ise ara seçimler öncesi böyle bir Ordu-Hükümet dayanışmasının kredisinin hükümete puan kazandıracak olmasından rahatsız. PKK sorununun halli meselesi en başta MHP'nin ekmeğine yağ sürüyordu senelerdir. Askerimizin bölgeden çekilmesinin hemen ardından, tartışmaların ''ülkemizin kazanımları neler oldu?'' şeklinde değil de, ''Amerika istedi diye mi çekildik'' bağlamında cereyan etmiş olmasının en önemli nedenleri işte bu yaklaşımların bir ürünü.

Evet! Dikkat ederseniz Genelkurmay Başkanımız Büyükanıt'a yüklenenlerin nerede ise tek eleştiri noktası bu: Çekilmenin kendi irademizle mi yoksa bir başkasının ''buyruğu'' ile mi gerçekleştiği? Başbakanımızın, Başkomutan olan Cumhurbaşkanımızın ve Genelkurmay Başkanımızın tüm açıklamalarına rağmen, ulusalcı kesimlerin serdedilen görüşlerden tatmin olma gibi bir gayretleri hiç yok. Her meselede olduğu gibi hem CHP hem de ulusalcı kesimler artık karakter özellikleri haline gelmiş bulunan o, ''niyet okuma'' hastalığı ile meseleye yaklaşıyorlar. Ne derseniz deyin sizi onların tanımladığı ''niyet'' ile değerlendiren bir vesvese hali bu. Büyükanıt Paşa'nın, 'kendi irademizle çekilmediğimizi ispat etsinler üniformamı çıkarırım' şeklindeki çıkışı bile bu kesimlerin iştahını kesmeyecek. Çünkü yaptıkları sorgulama samimi bir sorgulama değil, çözüm amaçlı bir eleştiri ise hiç değil. Delil arama telaşları da yok dikkat edersiniz. Çamur at izi kalsın anlayışı ile hareket ediyorlar. Aynı tavrı senelerdir; Cumhuriyetle ve laiklik ile bir sorunum yok diyen muhafazakar çevreleri illa da ''takiyye'' yapıyorsunuz diye suçlarken de sergiliyordu aynı çevreler.

Genelkurmayımızın ve Hükümetin çekilme ile alakalı olarak yaptıkları bir iki temel yanlış bu kesimlerin ekmeğine yağ sürmüş oldu. Çekilme etkili bir PR çalışması yapılmadan gerçekleşmiş olması bu temel hataların özünü teşkil ediyor. Çekilme işleminin Bush'un açıklamalarının arefesine denk gelmesi (bu ifade önemli) bu yanlışların üzerine tuz biber ekti adeta. Bu hususta ben, Ordumuzun ve Hükümetin samimiyetine gönülden inanıyorum. Amerika'da yaşayan ve buradaki siyasi gelişmeleri elimden geldiğince takip etmeye çalışan birisiyim. Bush'un bu konuda bir açıklama yapması zaten araya acele ile sıkıştırılmış bir görüntü arzediyordu. Kanaatimce, askerimizin bir gün sonra çekileceğini bilen Amerikalı bazı şahinler, Bush'a alelacele bir konuşma yaptırıp askerimizin onun sözünün ardından çekildiği izlenimini vermek istediler ve bunda da başarılı oldular. Zira çekilmeye başlayan bir orduyu bir anda karar değiştirip tekrar cepheye salmak öyle sanıldığı gibi kolay bir hadise değildir. Hele o ağır kış şartları altında... Büyükanıt'ın, eleştirenler gitsin orada bir gün geçirsin demesi boşuna değil.

Böyle bir taktik ile acaba ne gerçekleştirilmek istenmiştir? Gayet basit: Bu hamle ile Amerikalı Neocon çevrelerin Türkiye'deki ulusalcı harekete ve yaklaşan ara seçimler öncesi, malzemeye ihtiyacı bulunan ve AKP'yi yıpratmaya en yetkin vasıtalar olan, muhalefet partilerine etkili bir koz vermek istediklerini düşünüyorum ... Ayrıca, ulusalcı ve çeteci kesimlerin son umutlarını bağladıkları darbenin zeminini hazırlayacak olan Ağustos ayındaki Genelkurmay atamalarında, manipülasyonlara açık bir zemin sağlamak da bu planların arasında olabilir (bu kesimlerin benzer planlar yaptıkları son yakalanma olayları arefesinde ortaya çıkmaya başlamıştı zaten)...

Bu noktada Genelkurmay Başkanımıza ve değerli subaylarımıza bir kaç öneride bulunmak istiyorum:

Gördüğünüz gibi karşımızda; son derece agresif olan, tek isteği yeni bir darbe ile ülkenin yularını tekrar eline almaya çalışan, ulusalcı ve vatansever olduğunu iddia eden saldırgan, çeteci bir oluşum var. Ülkemizin, Cumhuriyetimizin, Atatürk ilkelerinin ve demokrasinin geleceği adına hiçbir yapıcı fikir ve uygulamaları yok. Bu değerleri sadece istismar ediyorlar. Yaptıkları tüm çıkışlar darbe ve demokrasi yıkıcılığı endeksli; ekonomik rant güdümlü. Yurt dışı bağlantılı çalışan art niyetli bir oluşum bu. Bu oluşumun bazı fertlerinin Silahlı Kuvvetlerimizin içine de sızmış olmaları bir talihsizlik. Bu hakikati Ergenekon terör örgütünün suçları bir bir ortaya dökülürken Genelkurmay başkanımız da ifade etti, hem de benzer cümlelerle. Benim tesbitim değil yani.

İşte son derece hamasi ve art niyetli olan bu oluşum; rektörü ile, sivil toplum kuruluşları ile, gazetecileri ile, siyasetçisi ile sonunda ordumuzun da üzerine gelmeye başladı. Önceden hep ordumuzun laiklik hassasiyetinden aldığı ivme ile ülke gündemini manipüle etmeye alışmış olan bu şımartılmış çevreler, art niyetleri ve kurdukları suç örgütleri bir bir ortaya dökülmeye başladığında artık mukaddes ordumuzu da arkalarında göremez oldular. Zira gerçek yüzleri ortaya çıkmaya başlamıştı artık. Yanlış anlaşılmasın! Muhalefetteki her siyasi partiyi bu tehlikeli oluşumun bir parçası olarak göstermek gibi bir niyetim yok. Mesela MHP'nin ilk paragrafta ifade ettiğim hatanın cenderesine düştüğünü ve birilerinin gazına geldiğini belirtmekle şimdilik iktifa edeyim.

Hüseyin Gülerce (Zaman, 6 Mart 2008) son yazısında, ''CHP, bugünleri de mi görecekti?'' diye sormuş. Aslında bu sorunun ''Halk, bugünleri de mi görecekti?'' yada ''Ordu, bugünleri de mi görecekti?'' şeklinde sorulması gerekirdi. Zira ifade, şaşkınlığın tarafı olan öznenin halet-i ruhiyesini belirtmek için kullanılır. CHP gibi senelerdir Ordu'ya yaslanıp iktidar hayalleri görmeye alışmış, halktan kopuk bir partinin bir gün Ordu'ya ''muhtıra'' verecek olması (madde madde verilen bu ''muhtıranın'' detayları için 6 Mart tarihli gazetelere bakabilirsiniz) kimin aklına gelirdi. O nedenle ''bunu da mı görecekti?'' sorusunun muhatabı halk ve Ordu'dur.

İşte tüm bu gelişmelerin ışığında Ordu kurmaylarımıza yönelttiğim tavsiyelerime devam ediyorum.

Yukarıda tarif ve tavsif ettiğim oluşum ve Cumhuriyet'in şımarık çocuğu olan CHP, yaşanan son hadise ile iplerinin sağlamlığını bizlere test ettirmiş, demokrasi ve müreffeh Türkiye; hatta laik ve demokratik Cumhuriyet kuyusuna onların ipi ile inilemeyeceğini bir kez daha göstermiştir. Dikkat edin! Kısa süreli, pragmatik hesapların ve çıkar çatışmalarının ortasında şimdiye kadar sizlerin samimi hassasiyetlerinizi istismar etmiş bulunan bu çevreler hemen nasılda sizi Amerikancı ve Amerika'dan emir alan bir ordu hüviyetine soktular hiç utanmadan. Şimdiye kadar her başları sıkıştığında 'Ordumuz laikliğin temsilcisi ve koruyucusudur, dinciler ordunun itibarını yok etmek istiyor' diyenler, bugün bir hiç uğruna ve Genelkurmay Başkanımızın açıklamalarına rağmen askerimizi pısırık ve vatan haini (suçlamaların sonu buna çıkar) ithamlarına maruz bırakabilmektedir.

Gene dikkat ediniz ki, sizlerin şimdiye kadar ''akredite'' ettiğiniz bazı gazeteciler ve gazeteler bile size karşı oluşturulan bu cereyanın levazım subaylığını yürütmektedirler. O vesile ile şu gerçekleri tekrar düşünmenizi sizlerden istirham ederim.

Mezkur çevreler Atatürk'ümüze, laik ve demokratik Cumhuriyetimizin çağdaş medeniyet hedeflerine en büyük zararı vermektedirler. Samimi değiller, hiçbir zaman da olmadılar. Ordumuz bu kesimlere en güzel cevabı İnternet sitesinde yayınladığı ''vatan hainlerinden daha çok zarar veriyorsunuz'' şeklindeki ifadelerle değil; demokrasinin gelişmesine dönük katkılar ve açılımlarla verir. Yapacağınız demokrasi vurgulu açıklamalar ve Ortaçağ Avrupasında bile emsali görülemeyecek olan, ''akredite'' uygulamalardan vazgeçildiğine dair bir açıklama yapılabilirsiniz mesela. Böylece halkın büyük bir kesimi ile güven ve sevgi tazelemesi yapılmış olur. Bu şu anda gerçekleştirebileceğiniz en güzel uygulama, bu çevrelerin taşkınlıklarına verebileceğiniz en güzel yanıt ve yapabileceğiniz en verimli PR çalışması olacaktır. Bunun şu andan daha güzel bir vakti de yoktur. Böyle bir hareket ülkemiz demokrasisi adına en önemli bir dönüm noktası olacağı için de halkımızın dilinde destan gibi dolaşacak, belki yüzyıllar boyunca hep alkışlanacaktır. İşbu tavsiyeler hepsinin samimiyetine ve yeteneğine tüm kalbimle inandığım Ordumuzun tüm subaylarına ve kurmaylarına duyurulur. Bu fırsatı kaçırmayalım ve demokrasi yokuşunu, bu çevrelerin muhalefetine rağmen el ele vererek çıkalım. Sözlerimi, CHP'nin Ordumuza karşı vermiş olduğu son ''yazılı muhtıra'' bildirgesinde özne kısmına CHP ifadesini koyarak kullandığı ve Nutuk'tan derlediği sözü, yeniden düzenleyerek bitiriyorum: ''Halkımız ve Ordumuz, manzara-i umumiyeyi tarih sahnesinden ibretle seyretmektedir.'' 5 Mart 2008