30 Ekim 2015 Cuma

GLADYO ERDOĞAN’I SEVDİ Mİ?

Bu yazı 23 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Türk toplumu yıllardır Gladyotik bir örgütün psikolojik ve siyâsî manipülâsyonlarının etkisi altında ve mâruz bırakıldığı kin, nefret, ayrımcılık, ötekileştirme, hamâset ve cehâlet olarak özetlenebilecek ruhsal, ahlakî ve vicdanî bir çöküntünün de mağduru. Millet, bir tâlihsizlik girdabının içine hapsedilmiş durumda adetâ. Topluma çıkış yolu gösteren az sayıda kişi kendi pencerelerinden çözümler sunuyorlar ve birleştirici olamıyorlar. Birleştirme potansiyeli olanlar da bu sefer Gladyo’nun psikolojik harbinin mağduru olup ‘öcü’ îlân ediliyorlar. Toplumun eğitim düzeyini artırıp karşılıklı diyalog denemeleri ile de onları bir arada yaşama fikrine alıştırmaya çalışan Cemaat’ten nefret edilmesinin en büyük nedeni Cemaat’in bu gladyotik kısırdöngü çarkına çubuk sokmasıdır.

AKP’nin son 5 yılına damga vuran ve Erdoğan’ın kininden gücünü alan muazzam bir nefret, ötekileştirme ve düşman îlân etme çarkı mevcut. Erdoğan’ın kendi ifâdesiyle bir ‘’cadı avı’’ yürütülüyor. Toplum AKP partizanları (seven ifadesi artık tanımlamaya eksik kalıyor) ve nefret edenleri şeklinde ikiye bölünmüş durumda. Hep var olan grupsal bölünmelerin üzerine, Erdoğan sâyesinde; şimdi dini gruplar arasına bile, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş şekilde, nefret tohumları saçılmış oldu.

Zâten 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının unutturulması adına Ergenekon ve Balyoz dâvâlarından çark edilmiş ve deliller ile yargılanıp suçlu bulunan kişiler ‘’kumpas’’ yutturmacası ile serbest bırakılarak, gladyotik yapılara hayat öpücüğü verilmişti. Bir diğer hayat öpücüğü de polis ve savcıları etkisiz hale getirerek ve ‘’çözüm süreci’’ yalanlarıyla bu yapılara hizmet eden KCK ve PKK terör gruplarına verildi.

Bu bağlamda ‘Gladyo, Erdoğan’ı seviyor mu?’ sorusu önem kazanıyor. Erdoğan her ne kadar rejime ters görünen Milli Görüş tabanından gelse de bugünkü icraatları ile en çok Gladyo’nun amacına hizmet ediyor. CHP’nin bile mesâfeli durduğu Perinçek ile, ‘Cemaat’in bitirilmesi’ adına, ortak hareket edilmesi de bunun bir göstergesi.

Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak’ın itirâfları ile AKP ve Erdoğan’ın bir proje olduğu dile getirilmişti. Erdoğan’ın bizzat kendisi BOP’un bir parçası olduğunu belirtmişti. Ancak Gladyo’nun Erdoğan ‘sevgisine’ bu parametrelerin dışında da cevap aramak gerekiyor.

Gladyo tipi yapılar asla âşık olmazlar; hattâ sevmezler bile; nankör, fırsatçı ve pragmatik yapılardır. Çıkarına ve amacına göre; o anki konjektür neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederler. Hep geleceğini planlarlar. Dişi kara dul örümceği gibidirler; çiftleştikten sonra erkeğini bile öldürür ve yerler. Bir süre kullandığı birisini kâr marjı düşerse ya da şartların değiştiğini görürse öldürebilir, ekalte edebilir ve suçu da rakibine yıkmaya çalışarak çifte kazanç elde etme yoluna gidebilir.

Erdoğan şu an için Gladyo’nun iştahla desteğini sunduğu bir lider. Bazı İsrailli çevreler bile Erdoğan faktörüne ‘hayranlığını’ gizlemiyorlar. Post-modern baskılarla önceki siyâsîlere ve sivil oluşumlara yaptırılamayan bir çok şeyin Erdoğan’ın ‘karizması’ ve ‘muhâfazakar’ kimliği kullanılarak yaptırılabildiği test edilmiş oldu. ABD çiftliklerinde ineklerin verimlerini sürekli takip eden uzmanlar, ineğin günlük verimi belli bir kâr marjının altına düşünce artık masrafına değmeyeceğine kanaat getirerek yeni bir ineğe yatırım yapmak için ineği keserler. Ölüsü de geçici bir kâr getirir hem; tırnağına kadar tasarruf edilir. Gladyo da böyle yapar. Kullandığı bir kişinin kâr marjı düşünce, şartlar da değişmişse hemen harekete geçilir.

AKP’nin sonu olabilecek bütün suç delilleri uzun bir süredir bu yapılarca arşivleniyordu. Cemaat ile aralarını bozmak için bile bu konu üzerinden korku argümanları kullandı Ergenekoncular. Fakat şimdilerde, Gladyo’nun önündeki en büyük engel olan Cemaat’in Erdoğan eliyle de bitirilemeyeceği anlaşılmaya başlandı. Dikkat ederseniz Cemaat kurumlarına aceleyle bir sürü operasyon yapılmaya çalışılıyor seçim öncesinde. Zâten AKP’nin yolsuzlukları artık çuvala sığmayacak bir düzeye geldi. Erdoğan’ın müsrifliğinin ve saldırgan üslûbunun artık işlevselliğini yitirip keskin sirke gibi küpüne zarar verdiği ve halk nezdindeki imajının da bozulmaya başladığı görüldü. Eğer Erdoğan’dan ümidi kesmeselerdi gerekirse onu Şam’a sokup Mehdi bile îlân ederlerdi.

Korku-drama tarzı Hollywood filmlerinde sürekli vücut değiştiren uzaylı veya kötü ruh temalı filmlerdeki kötü ruhlar gibidir Gladyo. Bence AKP ve Erdoğan’ın prizi Gladyo tarafından yakında çekilir. Kanaatimce Gladyo, gene yeşil kostümlü ama değişik; daha ‘soft’ bir vücut arayışında. Bu, bizzat bir darbe ardından olabileceği gibi, AKP ve Erdoğan aleyhine dâvâlar, medya organlarında âniden patlak veren ses kayıtları (tapeler) şeklinde de olabilir. Ardından bu yeni vücuda yol açılır. Yukarıda bahsettiğim klasik, gladyotik taktik gereği de tüm bu gelişmelerden Cemaat suçlanarak çifte kazanç elde edilmek istenebilir.

Bence Gladyo, Muhaberat tarzı yönetim heveslisi İslâmcı lider kullanarak bölme ve yönetme yöntemini çok sevdi. Kullanıma hazır ve manipülâsyonlara açık; korkak, çıkarcı, câhil, hamâsi ve münâfık karakterli bir ‘muhâfazakar’ kesimin olduğunu da gördü. Bundan sonra bu kanaldan ilerlemek isteyecektir. Ama bir farkla! Erdoğan gibi agresif ve müsrif bir liderle uzun soluklu gidilemeyeceğini ve Cemaat’in bitirilemeyeceğini gördüler. Bundan sonra ‘soft power’ (yumuşak güç) kullanmak isteyeceklerdir.

Basîret antenlerinizi açık tutup Erdoğan sonrasına hazır olun derim!

22 Ekim 2015 Perşembe

GLADYO’NUN ESİRİ TÜRK TOPLUMU

Bu yazı 16 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Gladyo çok geniş bir kavram. Onu gerçek boyutları ile görebilmek çok güç. Sekiz kollu bir ahtapot gibi sanki; hangi eliyle sizi sıkboğaz ettiğini görebilirsiniz ancak. Diğer kolları kimbilir başka nerelerde canlar yakıyor, sistemler kurup yıkıyordur da bilemezsiniz. Hattâ; bir koluyla boğazınızı sıkarkan diğer koluyla da sizin başınızı okşuyor olabilir. Sonra ustaca, sıkan kolunu gevşettiğinde siz, başınızı bir baba şefkatiyle okşayan diğer koluna âşık bile olabilir, onun koruyucu! vantuzlarına farketmeden yapışır ve o şekilde bir ömür geçirebilirsiniz. Hem bu gladyotik kolların her biri renk de değiştirebilirler. Sizi tokatlayan kol kızıl renk alırken, okşayan kol yeşil renk alabilir meselâ…

Ülkemizde de derin bir Gladyo’nun varlığını hepimiz biliriz. Derin devlet deriz ona; kırmızı kitaplı devlet. Kimine göre ‘baba’dır; kimine göre ise kökü dışarıda, NATO ve ABD güdümlü illegal bir oluşum. Hangi ideolojiden baktığınıza göre değişir onu nasıl tanımladığınız. Kimileri düşmandır ona başlangıçta; ama gücü tadınca, AKP örneğinde olduğu gibi, kölesi oluverir onun bir anda. Kimileri zâten hep âşıktır ona. Kimileri kızıl rengine, kimileri yeşil muhâfazakar tonlarına, kimileri de milliyetçi; gerektiğinde ulusalcı tonlarına vurulmuştur onun. Oysa bunların her biri ahtapotun farklı renklere bürünmüş, o rengin temsil ettiği ideolojiye kendini yakın hisseden insanları vantuzlarına yapıştırmış, ayaklarıdır.

Her partide adamı olan, her gruba sızıp onları kontrol etmeye çalışan, bir çok STK’yı, sendikayı, baroyu, gazeteyi, televizyonu himayesinde tutmaya çalışan; gazeteciler, iş adamları, hukukçular, bürokratlar, siyâsîler, askerler, polisler, din adamları devşiren bir yapı… Bunların kimini vatan-millet, kimini makam-mansıp, kimini ihâle-çıkar, kimini din-diyânet, kimini özerklik-devrim, kimini de gizli kaset vantuzları ile yakalar ve onlara istediklerini yaptırır.

Hep perde gerisindedir Gladyo’nun vücudu. Beyni zâten dışarıdadır. İnsanlar sahnede görünen aktörlerin peşine takılıp giderlerken; yine o aktörlere bir takım toplum mühendisi süflörlerin fısıldadıkları sloganlarla yaşayıp giderler. Her biri bir ayağa yapışık halde; doğruyu yalnız kendisinin temsil ettiğine inanır durur. Farklı renkteki bir koldan bir daha dayak yememek için yapıştığı kola olan hayranlığı onu kör etmiştir. Diğer kollara yapışan insanlar hep ötekidir, hâindir, düşmandır. Onlarla bir arada yaşamak imkânsızdır. O yüzden herkes öfkelidir o toplumda. Kin kaplamıştır etrafı.

Bâzan kasıtlı olarak kollarını birbirine sürter ahtapot. Birbirine sürter ki; insanlar arasındaki gerilim hep canlı kalsın ve yapıştıkları kola olan bağlılıkları artsın. O kolu bırakıp gitmek istemesin hiç kimse. Ayrılmanın, yok olmak anlamına geleceğini düşünen şartlandırılmış kimlikler oluşur böylece toplumda. Hintli birisiyle konuşurken farkettiğim bir gerçek vardı. Aldığı İngiliz eğitiminin etkisiyle bana; bizim ülkemizde yüzlerce dil-lehçe var. Eğer İngilizler ve İngilizce olmasaydı bir arada yaşayamazdık demişti. O da farketmemişti ahtapotun oynadığı oyunu. O lehçeler, diller ve renkler prizması Hindistan demekti oysa…

Ahtapotun kollarına yapışmış insanlar için hayat ahtapotun kollarında sürüp gitmelidir hep. Tek başına kalsa çaresiz kalacağını düşünürler. Yıllarca kafese mahkum edilmiş bir kuşun; kafesin kapağı açılsa bile kafesi terketmemesi durumudur bu. Psikolojide buna ‘öğrenilmiş çâresizlik’ denir. Yâni ne zaman birlik-beraberlik adına bir şeyler yapacak olsa ayağına elektirik şokları verilen, diğer gruba ‘cıs’ demeyi öğrenen, aynı silahla önce sağcının sonra da solcunun öldüğü şoklarla şartlandırılan toplum, çâresizlik geliştirir ve geçmişte yaşadığı acı deneyimlerin ve şartlanmışlıkların etkisiyle bugün kimseyle bir araya gelip de birlikte birşey başarabileceğine inanmaz. Toplumun diğer renkleri ile bir araya gelip bir mozayik oluşturabileceğini düşünemez. Bildiği tek şey; sürekli düşman îlân etmek, etrafının hep düşmanlarla çevrili olduğu inancıyla, ‘baba-şef-reis’ figürlere yapışmak ve kendisinden farklı olan herkese çelme takmaya, onları yuhalamaya kalkışmaktır.

Özellikle Cumhuriyet sonrası siyâsî ve politik tarihimizin serencamesi budur ve yetiştirdiği Gulyabanî toplum da böyle anlayışların ve toplumsal ve psikolojik manipülâsyonların hem eseri hem de esiridir. AKP ile ülkenin geldiği nokta; artık bu parçalanmışlığın ve kutuplaşmanın zirve yaptığı, toplumsal ahlâk ve vicdanın iyice çöktüğü; kısaca mızrağın artık çuvala sığmadığı bir noktadır. Toplum her yönüyle dibe vurduğu için bunun sonu; ya mahvolmak ya da o dibe vurmuşluğun hayra inkilap edip bir arada yaşama fikrini ateşlemesidir.

Bu son noktaya kısmetse devam edeceğiz.

13 Ekim 2015 Salı

AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (4)

Bu yazı 11 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Seçim öncesi AKP ve Erdoğan, Havuz medyasının da yardımıyla siyasî denklemlerin dizaynı adına ülkeyi germeye devam ediyorlar. AKP’ye yakın isimlerden ve zamanında mafyacılıktan hüküm giymiş olan Sedat Peker’in ‘teröre lânet’ mitinginde sarfettiği ‘’…o kadrolar yorgun düşerse, vatandaşa meşru müdâfaa hakkı doğarsa… oluk oluk kan akıtacağız’’ şeklindeki aslen terör ihtivâ eden sözlerinin ve gene AKP’ye yakın bir hesaptan yapılan ‘’bomba Ankara’da patlayacak’’ ifâdelerinin ardından olanlar oldu. Ankara’da sol kesime ait bir gösteri alanında iki bomba patladı ve 86 vatandaşımız öldü, 186 kişi ise yaralandı. Bütün bunların eski ve yeni (yeşil) Gladyo salvoları ve birtakım mühendislik hesapları olduğu herkesin mâlûmu.

İşte böyle bir dönemde; bir süredir yazmakta olduğumuz ‘’AKP ve Ergenekon Neden Yargılanmalı?’’ yazı serisi daha da önemli bir hâl alıyor. Bugunkü yazıda meseleyi daha genel ve makro bir boyutta değerlendirelim.

İttihad ve Terakki ile başlayan bir zaafımız var. Vatan, millet diyerek hareket eden ancak, hakîkata sarılmak yerine, İslâmcılık, Kürtçülük, Türkçülük ve gerektiğince mezhepçilik gibi anlayışlarla aslında sadece hamasî siyâset ve politika izleyen acemi oğlanlarımız vatana ve millete en büyük zararları verdiler. Vatana hizmet edeceğiz derken; çoğu, hayranı oldukları yabancı ülkelerin şaklabanları hâline geldiler. Koca imparatorluğu hamasî reflekslerle yönetip bir dünya savaşına sokarak parçaladılar ve tebaamız olan diğer milletleri de küstürdüler. Devletin bekası ve siyâsî dizaynı adına kanunsuz-devlet dışı suç işleyebilen anlayışların temeli o zamanlarda atıldı. Bu, yeni Cumhuriyete de sirâyet etti. Dünyanın en etkili gladyolarından birinin ülkemizde olması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil.

Bu tarz bakış açıları kendi seçilmişlerine bile darbe planlayan ‘rejimin sahipleri’ anlayışlarını tetikledi hep. Devletçi zihniyet şiârımız oldu. Zamanında devleti kâfir îlân eden İslâmcılar, AKP örneğinde olduğu gibi, gücü ele geçirince devletçi anlayışı kutsallaştırdılar ve bize aslında ne kadar da Muhaberatçı anlayış meraklısı olduklarını gösterdiler. Gladyo, bu sefer yeşil bir renk aldı ve siyâsî manipülâsyonlara yeni bir kostümle devam ediyor.

İşte bu yüzden AKP ve Ergenekon neden yargılanmalı sorusu daha büyük değer kazanıyor. Yargıdan kaçtığı müddetçe bir bir suç örgütü görünümünde olan AKP ve Ergenekon gibi örgütlerin işledikleri suçlar, ki bunların çoğu ‘vatana hizmet-vatanın bekası’ boyalıdır, hesabı sorulmadığı sürece o toplumun sorumluluğu altındadır. O suçlardan hesap soramayan veya o dirâyeti göstermeyen toplumlar o suçların dolaylı olarak ortağı olurlar ve ister kısa vâdede ister uzun vâdede bedel öderler.

Nazi Almanyasının vatandaşları Hitler’e verdiği desteği çok ağır ödemiştir. Japon İmparatorluğunun hırslarının peşinden giden Japon halkı da çok acı bir fatura ödemiştir. Avrupa ve Vatikan tarihi benzer örnekler ile doludur. Mayalar, Eski Mısır, Emeviler, Ad ve Semud… Eski zâlimlerin ve Firavunların zulümlerine ‘’ama karnımızı doyuruyor’’ sâikleriyle sessiz kalan milletler de acı faturalar ödemişlerdir hep.

Mezkûr İttihadçı mâcerâperestlerin, ki Abdulhamit de onları bu şekilde tanımlamıştır, Ermeni sorununu hallederkenki acemiliklerinin neticelerini bugunkü bizler dünya arenasında çekiyor ve ‘’katliamcı millet’’ damgası yememe noktasında zor günler geçiriyoruz.

Son 30-40 yılda işlenen fâili meçhul cinâyetlerin, asit kuyularında yok olan bedenlerin, Sivasların, Suruçların, Dersimlerin, Dağlıcaların, 80 olaylarında yitirdiğimiz binlerce sağcı-solcu gencimizin, kendi yabancı vatandaşlarımıza uygulanan Varlık Vergileri’nin hesaplarını vermekte zorlanıyoruz. ‘Devlet’ hesabına gerçekleşen kanunsuz bu ve benzeri tüm suçlar ve cinâyetler yakamıza yapışıyor. Mevcut AKP hükümeti ve Erdoğan’ın kendi varoluşsal bencil hırsları, zâfiyetleri ve basîretsizlikleri yüzünden derin Gladyo güdümünde giriştikleri zulümler ve sistem manipülâsyonları ülkeyi kanlı günlerin, bölgesel bir savaşın ve hattâ bölünmenin eşiğine getirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu günlerin acı faturasını hem şimdiki hem de gelecek nesiller ödemeye devam edecekler.

Mesele bununla da sınırlı değil. Böyle sefil gündemlerle enerjisi çalınan, toplumsal ahengi ve birlikte yaşama kaabiliyetleri her gün dinamitlenen, sürekli bir toplumsal dizaynın nesnesi olan insanlar ne medenî bir devlet anlayışı geliştirebiliyorlar ne de gerçek insanî ve ahlakî bir düzlemde hayat sürdürebiliyorlar.

İşte bu nedenlerle bu tür yapılardan hesap sorma yetenek ve dirâyetinin gelişmesi gerekiyor. AKP örneği bağlamında daha önce belirtmiştim: AKP’den hukuk önünde öyle bir hesap sorulmalıdır ki, bu topraklarda yüz yıl boyunca hiç bir fert ve siyasi erk en ufak bir hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya dahi cesâret edememelidir. Bunu daha da genişletip gladyo heveslilerinin kullandıkları reflekslere uygulayabilirsiniz.

Hesap sorabilen toplumlar konusuna kısmetse devam edeceğiz.


AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (3)

Bu yazı 6 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bu başlığı devletin bekası ve vicdânî-ahlakî boyutları ile de ele almak gerekir. Hattâ bu; meselenin hukûkî, kânûnî ve siyâsî yönlerinden bile çok daha önemlidir. Bazı zamanlar olur ki adâletin tahakkuku ve tecellisi yâni ifâde ettiği mânâ; asıldan yâni onun hükümlerinden ve uygulayıcılarının varlığından daha önemli hâle gelir. Öyle bir dönem; adâletin zulme yenik düştüğü, güçlü ve zâlimlerin elinde bir oyuncak hâline geldiği bir dönemdir. Böyle bir zaman diliminde kendilerinden adâlet dağıtması beklenen kişiler baskı, korku ve çıkar gibi sâiklerle otoritenin hukuksuzluk taleplerinin kuklası olabilirler ve adâlet hükümleri o zümrenin istek ve çıkarları doğrultusunda ya eğilip bükülürler veyâhutta görmezden gelinirler. Adâletin kılıcı, şimdilerde olduğu gibi, sadece zâlimin karşısında tehdit olarak algılanan masum insanları bir terbiye etme ve sindirme aracı olarak kullanılır hâle gelir.

Tarihte böyle dönemlerin yaşandığını hem insanlık tarihinin verilerinden hem de kutsal kaynakların anlatımlarından biliyoruz. Kur’an’da, zâlimleştiği ve adâletten uzaklaştığı için helâk edilen toplumlardan bahsedilir. Zâlimlerin anlatıldığı yerlerde, onların liderlik ettikleri toplumların içinde bulundukları sefil durum ve helâk edilmeyi hak edişleri de resmedilir.

Şu anki Türkiye toplumu da maalesef böyle bir konumda olduğu izlenimi vermektedir. Ergenekon zulmü varken de zâlim, bencil, çıkarcı, adâletsiz ve ötekileştirici olan toplum, AKP ile daha da bir çirkefleşti ve adâletsizlik ve yolsuzluğu bu sefer ‘dindar’ bir ajanda altında kurumsallaştırdı. Kendi idarecilerinin açığa çıkan yolsuzlukları karşısında ‘çalıyor; ama çalışıyor’ diyerek haramı alenîleştirdi. Yezid ve Muaviye dönemlerinden sonra İslâm dininin bu derece siyâsete, kirli politikalara, kişi ve grup çıkarlarına ve ihtirâslarına kurban edildiği başka bir fitne dönemi olmamıştır.

Kur’an’da Yahudilerin helâk edilmeyi hak eden halleri izah edilirken ruhban ve yönetici elit kitlenin suçu ‘fetvâlarla’ kişisel çıkarları uğruna nasıl kurumsallaştırdıklarına da işâret edilir. Hz. İsa’nın ana mücâdelesi o eksende olmuş; ama toplum, şuan ki gidişatın gösterdiği gibi, otoritenin çizdiği ‘din-siyâset-menfaat’ eksenini tercih etmiştir. Bu tarz misaller vererek Kur’an aslında dini hükümlerin politize edilerek yolsuzluğa âlet edilmesinin resmini çekip önümüze koyar.
Bizim saf ve câhil Müslümanlarımız Kur’an’da ki bu âyetlerin hep İsrail oğullarını anlattığını zanneder ve okumalarını ‘nankör Yahudiler’ veya ‘üçkağıtçı Yahudiler’ zanları ile süslerler. Halbuki dinin siyâset eliyle paçavraya çevrildiği ve içinin âdetâ boşaltılıp bir soygun aracı haline getirildiği böyle bir zaman diliminde bu zâlimliklere alkış tutup destekleyen ‘dindar’ nesil de bu âyetlerin pekâlâ muhatabı olabilir ve öyledirde.

Bizim geldiğimiz noktada AKP ve onun bünyesine girmiş olan Ergenekon’un, yolsuzluğu, çalmayı, otokratik elitin çıkarlarına hizmet eden adâlet anlayışını, haksızlık etmeyi ve kan akıtmayı nasıl sistemleştirdiğini hayretle izliyoruz. Bu, alenen dindar muhâfazakar kitleler eliyle yapılıyor. Suç ve hırsızlık; din takkesi giydirilip dini söylemlerle süsleniyor ve elde ‘dâvâ’ tesbihi ile dolaştırılarak ona münâfık bir toplumsal siyâsî hüviyet kazandırılmaya çalışılıyor. Bunu eleştiren diğer dindar insanlar ve iz’ân sahibi insanlar ise hâin ilan edilerek sistem dışı ilan ediliyorlar.

İşte böyle topyekün toplumsal bir vicdânî-ahlâkî çöküntüye sebep olmaları dolayısıyla da AKP ve Ergenekon yargılanmalıdır. Bu, laik bir ülkede direk olarak hukukun alanına girmese de adâletin bu konuda atacağı adımlar toplumsal vicdânın kurtulması adına hayırlı sonuçlar doğuracak, bu yazıda resmedilen vicdânî-ahlâkî çöküntünün önlenmesi veya tedâvisi sağlanacaktır. Toplumsal yıkım en ciddî yıkımdır ve dolaylı da olsa hesabı mutlaka sorulmalıdır. Aksi takdirde devletin bekası zarar göreceği gibi, toplumun hem dinî hem de sosyo-psikolojik tedâvisi asla mümkün olmayacaktır. Böyle giderse daha çok nesiller adâletsizlik, cehâlet ve hamâset bataklığında kaybedilebilir.

Kısmetse devam edeceğiz…


AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (2)

Bu yazı 26 Eylül 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir önceki yazıda söylediğimiz bir husûsa tekrar değinerek konumuza devam edelim. ‘’Bir toplumun hayatında bâzan öyle kader-denk dönemler olur ki; böyle zamanlarda adâletin neden tecelli etmesi gerektiği, nasıl (hangi şekilde) tecelli edeceğinden daha önemli bir hâl alır’’. Toplumun buna odaklanıp bunu sorgulaması aklıselimin açık bir tezâhürü olsa gerek. Şöyle ki; AKP’nin mevcut zulümlerini ve yanlışlarını eleştiren bir çok kalem, AKP’lilerin ne tür cezâlar almaları gerektiği yönünde sözler sarf etmiyor; sadece yanlışlarına vurgu yapıyor. Diğeri zâten adâlete güvensizliğin belirtisi olan hamâsete kaçar ki duygudan beslenir ve rasyonaliteden de uzaktır. Adâletin rolünü üstlenmek kimsenin şiârı olmamalı. Yapılmaya çalışılan şey; hatâları ön plana çıkararak hastalığa işâret etmek; toplumu bilinçlendirmek ve demokratik bir tepki bilinci oluşturarak halkı eğitmektir.

Dinî literatürle ifâde edersek; insanlar hakkında kâfir, münâfık gibi dinen de câiz olmayan; sadece hamâsi, duygusal ve lüzumsuz tepkiler olan, etiketlemelerle hükümler vermek yerine; kâfirlik ve münâfıklık belirtilerine (hastalığın semptomlarına) dikkat çekerek bir farkındalık oluşturmak; hastalık belirtilerini teşhis etmektir amaç.

Zâten bunu çok iyi bildikleri için, hem AKP hem de onun verdiği hayat öpücüğü ile hayata tekrar tutunmayı başarmış olan Ergenekon çevreleri mücâdeleyi o alanda sürdürüyorlar. Yâni; toplumun önemli bir kesiminin dikkatlerini dağıtmak için çeşitli algı oluşturma ve manipülasyon yöntemleri kullanıyorlar. Havuz medyasının bu uğurda çok yoğun bir gayret sarfetmesinin en büyük motivasyonu işte bu ‘psikolojik harbi’ kaybetmemektir. O kaybedildiği takdirde toplumda oluşturdukları zihinsel dağılmanın tekrar toparlanmasından ve alternatif bir bilinç oluşturup reaksiyon doğurmasından korkuyorlar. Öyle bir durumda, farklı menfaatler etrafında toplanan bu çevreleri bir arada tutan zayıf bağların kolaylıkla kopacağını ve birbirini satmalar şeklinde zincirleme reaksiyonların oluşacağını çok iyi biliyorlar. Bunu Ergenekon ve Balyoz dâvâları sürecinde tecrübe ettiler.

Bir manyetik alan kaynağı düşününki etrafındaki demir tozlarını kendisine çeksin. Toplumsal sağduyunun zulüm ve suça bulaşan yapılara ve siyâsîlere tepki vermesi manyetik alanın demiri çekmesi gibi fıtrî bir eğilim ve kudrettir. Onu önlemek fıtrî olmayan ve ciddî çaba gerektiren bir gayrettir. Havuz medyası ve kara propaganda gücüyle (alternatif güç) o manyetik alanın aksine hareket edip demir tozlarını uzakta, dağınık bir vaziyette tutmaya çalışmak böyle bir gayrettir. Bu dağıtmanın tezâhürü; polisin, istihbâratın, hâkim ve savcıların, özgür basının dağıtılması vb. şekillerde olur. AKP ve Erdoğan’ın ‘paralel’, ‘dış güçler’ vb. ithâmlarla gayrıfitrî bir tarzda yapmaya çalıştıkları şey işte budur. Tüm amaç işlenen suçları örtbas etmek için yapılan bu dağıtma hâdisesini perdelemek ve oluşacak demokratik tepkileri, kânûnî takipleri ve hukûkî soruşturmaları dikkat dağıtmak suretiyle baştan savmaktır. Bu dağıtmayı başardıkları gün; o manyetik alan, yâni sağduyulu devlet ve toplumun etki alanları, sıfırlanacak ve asıl arzuladıkları yeni Muhâberat devleti aygıtları tesis edilecektir.

Ama o manyetik kaynağın çekim gücüne karşı fazla dayanamayacakları da kesindir. Devlet mekanizması bu alternatif ve yapay manyetik alanlara mutlaka üstün gelip dağılan demir tozu parçalarını tekrar kendi etrafında bir düzene sokacaktır. Öyle bir sürecin sonunda araya karışan tozlar mıknatıslık özelliklerini kaybettikleri yada zâten hiç o kabiliyete haiz olmadıkları için kolaylıkla eleneceklerdir. Hattâ bu tozların elenmesi ile eskisinden daha güzel bir devlet ahengi ve düzeni oluşacaktır. AKP ve Ergenekon cenâhında ise birbirini satma ve kânûn karşısında çözülme süreci tahminlerin üstünde bir hızla ilerleyecek ve izleyen herkesi hayretlere sokacaktır.

AKP ve Ergenekon yapılanmalarının neden yargılanmaları gerektiğine; konunun kânûnî hüviyeti, devletin bozulan düzeni ve kaybedilen nesiller bağlamında önceden değinmiştik. Bu yazıyla da fıtrî bir boyutuna temas ettik. Kısmetse devletin bekası ve vicdânî boyutları ile devam edeceğiz.

AKP VE ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (1)

Bu yazı 19 Eylül 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


AKP ve Ergenekon meselesini ülkemizin geleceği adına çok önemsiyorum. Yazılarımda AKP ve adâlet konusuna sıklıkla değiniyorum. ‘’AK Parti ve Adâletin Geldiği Nokta!’, ‘AK Parti ve Adâlet Prizması’ ve ‘AK Parti Yargılanır mı?’ başlıklı yazılarda AKP’nin adâlet sistemine müdâhalelerine ve bunun zararlarına temas ettim. Bir önceki, ‘AKP, Ergenekon ve Kaybolan Yıllar!’ başlıklı yazı ile de bugünkü konuya bir zemin oluşturdum. AKP ve onun şimdilerde iş birliği yaptığı Ergenekon yapılanmasının ülkemize nelere mâl olduğuna ve gelecekte kaç neslin daha ziyan olmasına neden olacağına değindim.

Ülkemizin ve gelecek nesillerin kurtarılması adına, toplum olarak, ‘AKP ve Ergenekon neden yargılanmalı?’ sorusunu her boyutuyla tartışmamız gerekiyor. Zîra bir toplumun hayatında bâzan öyle kader-denk dönemler olur ki; böyle zamanlarda adâletin neden tecelli etmesi gerektiği, nasıl (hangi şekilde) tecelli edeceğinden daha önemli bir hâl alır. Şu an ülkemizin yaşadığı süreç tam da böyle bir aşamada olduğumuzu gösteriyor. Roma, Endülüs, Emevîler ve tarihte benzeri bir çok kavim ve imparatorluk adâletten sapan, zulme bulaşan ve adâletin boşalttığı alanda gittikçe şımaran fertleri, zenginleri ve yöneticileri sayesinde yok oldular. Kur’ân’da değişik âyetlerde ferahlık ve zenginlikten dolayı şımaran ve adâletten sapıp zulme bulaşan topluluklardan ve o toplumların şımarmış, azmış fertlerinden bahsedilir; meselâ helâk edilen Âd kavmi bunlardandır. Bunun için illâki mûcizevî bir ilâhî cezânın tecelli etmesi de gerekmez. Sebepler bazında bir toplumun kendi kendini tüketmesi ya da düşman güçler karşısında yenilmesi zâten bu tür iç hastalıkların bünyeyi kemirip bitirmiş olmasından dolayıdır.

İttihad ve Terakki ile neredeyse iki asırdır ülkenin kaderine hükmeden derin Gladyo, Ergenekon yapılanması ile düzeni içten kemirmeye devam ediyordu. Toplumu nasıl parçalayıp yönettiğini, onu felce uğrattığını geçen yazıda ele almıştık. AKP ile gelinen noktada ise zulüm sadece deri değiştirdi. ‘Parmağımda tek bu yüzük var’; ‘sadece kefenimizle yola çıktık’ diyen insanlar bir anda ulaştıkları müthiş güç ve gelir kaynaklarının ve hızlı zenginliğin sarhoşu oldular ve bir takım suçlara bulaştılar. Mızrak çuvala sığmayıp 17-25 Aralık’ta çuvalı delince de bulaştığı suçların ortaya saçılmaması için büyük bir yaygara ile insanların dikkatini dağıtmaya çalışan AKP, hukuk sistemini ve devletin tüm aygıtlarını adetâ katletmeye başladı.

Ergenekon yargılanmıştı ancak AKP, kendisini kurtarma adına bu derin örgütlenmenin tutuklanan fertlerini salıverdi. Ülke tekrar anarşiye teslim oldu. Bu bağlamda AKP ve Ergenekon örgütlenmesi neden (tekrar) yargılanmalı sorusunu cevaplayalım:
  1. Devlet içinde asıl ‘paralel’ örgütlenmeyi gerçekleştirip hiyerarşiyi bozdukları için
  2. Devlet kurumlarını ve memurlarını rüşvet, terfî, korku, tehdit, baskı vb. hukuksuz uygulamalarla kanunsuz işlerin içine çektikleri için
  3. Devlet kademelerinde fişlemeyi olağanlaştırdıkları ve bunları terfî, temizlik gibi uygulamalarda kanun dışı şekilde kullandıkları için
  4. Adâlet sistemini keyfî ve bireysel baskılama yöntemleri ile rayından çıkardıkları için
  5. Halkın devlet kurumlarına, liderlerine ve adâlet sistemine olan güvenlerini sarstıkları için
  6. Halk arasına kin ve nefret tohumları saçtıkları ve bu uğurda her türlü kanunsuz uygulamaya tevessül ettikleri için
  7. Cinâyetler işledikleri ve ölümlere sebep oldukları için (Mumcu, Hablemitoğlu, Rahip Santaro, Dink, Muhsin Yazıcıoğlu, eylemlerde ölen vatandaşlar; hatta şehit asker ve polisler…)
  8. Yargısız infâzlar, kanunsuz sorgulamalar ve sorgularda kaybolan insanlar olduğu için
  9. Asit kuyularına masum insanlar atıldığı için
  10. MİT adı altında provakasyonlar tertipleyip Kürt ve Alevî ayaklanmaları çıkarılmaya çalışıldığı için
  11. Devlet kurumları kaçakçılık, rüşvet, kara para aklama, öldürme, teröre destek gibi suçlara bulaştırıldığı için
  12. Adâlet sadece rakip siyasî görüşleri ve fakirleri döven bir tokmak yapıldığı, elit kesime dokundurulmadığı için
  13. Devlet memurları ve seçilmişler görevlerini küstahça kötüye kullandıkları ve bunu çok rahatlıkla yapar hale geldikleri için
  14. Cumhurbaşkanı anayasal suçlar işleyerek görevini kötüye kullanabildiği ve buna ses çıkarılamaz duruma gelindiği için
  15. Seçilmiş bir hükümet, meclisten ve ordudan bile gizli olarak PKK-KCK terörü ile garantör İngilizlerin önünde gizli bir antlaşma yapabildiği için
  16. Seçilmiş bir hükümet komşu ülkemizdeki bir terör örgütüne yardım ve yataklık yapar hale geldiği ve devleti ‘teröre destek veren ülkeler’ noktasına getirdiği için
  17. Belediyeler ve birçok devlet kurumu artık münferit olmaktan bile çıkıp sistematik rüşvet ve talan merkezleri haline getirildikleri için
  18. Lâik ve demokratik bir devlet sakıncalı ve yanlış fetvâlar ile soyulduğu ve bu uğurda siyasî ve karakter cinayetleri rahatlıkla işlenebilir hale geldiği için
  19. Devlet memurları, savcılar ve bürokrasi suçu görüp parmağını bile oynatamayacak hale getirildiği için
  20. Bazı devlet memurları ‘teftiş’ adı altında rakip görülen insanların müesseselerini basan bir suç örgütü haline dönüştürüldüğü için
  21. Kişisel hak ve özgürlükler bir kişinin emriyle talan edildiği, bir kişiye ‘paralel’, ‘yobaz’, ‘dinci’, ‘Alevî’, ‘şucu-bucu’ demenin devletten ihracına yettiği için
  22. Halkın önemli bir kesimi hergün Cumhurbaşkanı, hükümet ve parti yetkilileri tarafından duygusal tâcize mâruz bırakıldığı ve bu; ‘cadı avı’ olarak îlân edilerek hükümet politikası haline getirildiği için
  23. Örtülü ödenekler büyük bir soygun ve bir partinin gelir ve propaganda kaynağı haline getirildiği için…
  24. Usülsüz yöntemlerle halkın milyarlarca doları partili bireylere aktarıldığı ve doğal kaynakları sistematik olarak talan edildiği için…
Maddeler artırılabilir. Tüm bu suçlar yukarıda resmettiğim gibi, şımaran bir kesimin kanunsuzluk ve zulmü alenileştirmesine yol açarak toplumu helâk eder; devlet sistemini temelden dinamitler ve adâleti katleder. İşte bu hayâtî nedenlerle AKP ve Ergenekon örgütlenmeleri bir an önce çözülmeli ve en ciddî şekilde yargılanmalıdırlar. Konunun devletin bekasına ve İslâm’a bakan yönleri ile devam edecek, meseleyi hukûkî, ahlâkî ve vicdânî boyutlarıyla değerlendirmeye devam edeceğiz.


AKP, ERGENEKON ve KAYBOLAN YILLAR

Bu yazı 13 Eylül 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Gelecekte Türkiye analizleri yapan insanlar geriye dönüp baktıklarında olayları AK Parti ve Ergenekon denklemi üzerinden değerlendirecekler. Bu iki oluşum artık o kadar içiçe girdiki birbirinden bağımsız değerlendirilemezler.

Ergenekon, yargı süreçleri sonucunda ‘organize terör oluşumu’ kapsamında suçlu bulundu ve bu komplike yapının elemanları ulaşılabildiği ölçüde hapse atıldı. Ergenekon dâvâları Türkiye tarihinde hem siyâsî hem de zihnî anlamda önemli bir kırılma noktasıdır. Çünkü kendilerine ‘’yargılanamaz’’ ve ‘’hatâ yapmaz’’ kutsiyeti atfedilen bâzı üst düzey ordu mensupları deliller eşliğinde mahkûm edildiler. Erbakan’a telefon edip ‘’ayar’’ çekerek yanındaki askerlere hava atabilen, ismi fâili meçhul cinâyetlerle birlikte anılan ‘kudretli’ bir komutanın bile yargılanabildiğini gördü toplum. O dönemde Ergenekon ve Balyoz dâvâlarının savcısıyım diyen, dönemin savcılarına arka çıkan Erdoğan ve AKP camiası davaların sonuna kadar gidileceği ve yeni bir sivil anayasa ile darbe günlerinden kurtulacağımıza dâir toplumun tüm kesimlerini aldattı. Ya da samimi niyetler; bulaşılan birtakım suçların örtülmesi karşılığında, mecburen taraf değiştirilmek sûretiyle, demokrasiye ihânet ile takas edildi. Ardından, AKP cenahı kullandığı retoriği değiştirmeye, eğip bükmeye başladı.

Özellikle 17-25 Aralık yolsuzluk operasyonları ile köşeye sıkışınca kendisini tamamıyla bu yapının kucağına attı ve zamanında bizzat Erdoğan’ın emriyle yürütülen operasyonları ‘’orduya kumpas’’ olarak nitelendirdi. Böylece vaktiyle Erdoğan’ın desteğiyle operasyonlar yapmış olan polis ve savcılar bu sefer AKP karşıtı ‘’paralel örgüt’’ ilân edilerek Ergenekon aklanmaya çalışıldı. Bir oldu bittiyle de Perinçek dâhil bir çok Ergenekon ve Balyoz tutuklusu salıverildi.

Demokrasi anlayışımız ve devlet işleyişimiz, Cumhuriyetin kurulma aşamasındaki bir kısım teorik ve pratik eksiklikler nedeniyle zâten özürlü doğmuştu. Kendisine sürekli darbelerle şekil ve yön verilmeye çalışıldı. Türkçülük, sağlıksız bir milliyetçilik ve temelsiz bir devletçilik anlayışı ile temellendirildi. Halkını gruplara ayırmakla kalmayıp ötekileştirici ve sınıflandırmacı bir anlayış benimsendi. Kimlikleri ayrıştırıp sınıflar oluştururken insanları devlete bağlayıcı tutkal olarak da sürekli düşman üretme taktiği kullanıldı. Din kurumsallaştırılarak kontrole alındı.

Her zümrenin kendi küçük ve devlet tarafından kolaylıkla yönetilebilen sınıflara bağlılığını artırmak amacıyla da hamâsete ve alt kimliklere dayalı politik partiler, oluşumlar desteklendi. Artık Aleviler, Kürtler, muhâfazakarlar, demokratlar, milliyetçiler, solcular, devrimciler vs. hangi partilere oy vereceklerini biliyorlar neden birlikte yaşayamayacaklarına dâir argümanlarla kendilerine kimlik oluşturmaya çalışıyorlardı. Halkın bu hâli, cehâlet, fakirlik, nefret dili gibi eksikliklerle de birleşince öz güveni eksik, kimliğini bulamamış, hamâset rüzgârları ile yön bulan uçurtmalar misâli bir oraya bir buraya toslayıp duran gruplar oluştu. Ergenekonvâri örgütlerin organize ettikleri her kimliğe ait gizli-açık oluşumlar, toplumsal manipülâsyonlar ve cinâyetler de toplumdaki bu çatlakları iyice derinleştirdi. Bu sâyede; açılan her çatlağa bu fraksiyon tarafından nefret tohumları daha bir kolaylıkla ekildi. Toplum parçalanıp yönetildi.

Bir kene gibi toplumun tüm pozitif enerjisini emen ve İttihad ve Terakki gibi oluşumların bir uzantısı olan bu derin Gladyo örgütü ülkemizin çok değerli yıllarına mâl oldu; bir çok kayıp nesil yetişti. Ergenekon dâvâları ile gelinen süreçte bu oluşum artık kabuk değiştirmesi gerektiğini farketti. Tıpkı deri değiştiren yılanlar gibi gerektiğinde ‘kızıl’, gerektiğinde de ‘kurt grisi’ derisi giyen bu yapı artık ‘yeşil’ bir deriye büründü ve şimdilerde AKP bünyesinde kendisine alternatif bir faâliyet alanı açtı. İlk 8 yıllık döneminde başarılı işlere imza atarak halka güven veren AKP son döneminde yolsuzluk üzerinden bu yapının emellerine teslim oldu. Üzerindeki yolsuzluk dâvâlarından sıyrılmak için bu yapının etki gücünü ve unsurlarını (KCK-PKK, ulusalcı oluşum, derin Gladyo) kullanarak bir ‘’paralel’’ düşman îcâd etti ve kendi geleceğine tehdit olarak gördüğü ve bîat ettiremediği her kesimi devlet aygıtından bu sâyede eledi. Terör uzmanı polisler, savcılar, hâkimler bertaraf edildi, hukuk kişiselleştirildi, liyâkatsiz atamalar ve kadrolaşmalar ile devlet ve bürokrasi kötürüm bırakıldı. Geçenlerde sızan bir ses kaydında bir Özel Harekât amirinin ‘’teröriste kurşun sıkacak polis bulamıyorum’’ şeklindeki itirâfı gelinen noktayı çok iyi özetliyordu. Ayrıca, Güneydoğu kopma aşamasına hiç bu kadar yakınlaşmamıştı.

Velhâsıl, AKP’nin ülkeyi getirdiği süreç de ülkemize çok büyük bir enerji kaybına ve kayıp yıllara mâl oluyor. Hattâ, halk arasında siyâset bağlamında son umut olarak görülen İslâmcı bir grubun kurtarıcılığına ve kullandıkları dinî retoriğe olan itimad sarsıldı. Halkın devlete, devlet adamlarına ve devlet kurumlarına olan güveni hiç bu kadar yara almamıştı. AKP’nin yıkılması ile bu yara; ‘kendine olan öz güvenini yitirme’ olarak daha derin kanamalara yol açacak. AKP’nin kasıtlı olarak topluma empoze ettiği nefret ve ayrıştırma dili bu yarayı iltihaplandırmaya devam ediyor.

Böyle giderse bir nesil daha kaybedeceğiz. Önümüzdeki birkaç nesil de artçı depremlerin şokları ile çölde 40 yıl bilinçsizce dolaşan Musa’nın Yahudi toplumu gibi kendisine gelmeye çalışacak. Birbirini yiyerek herşeyini kaybeden bir toplumun fertleri olarak geriye dönüp baktığımızda ise Sezen Aksu gibi ‘’kaybolan yıllar’’ şarkıları eşliğinde şöyle diyeceğiz:

Şimdi bana kaybolan yıllarımı verseler
Şimdi bana seninle bir ömür vaadetseler
Şimdi bana yeniden ister misin deseler
Tek bir söz bile söylemeye hakkım yok
 
‘AKP ve Ergenekon Neden Yargılanmalı?’ diyerek devam edeceğiz!


SURİYELİ ÇOCUK VE VİCDANSIZ MÜSLÜMANLAR

Bu yazı 8 Eylül 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Dünyâ üzerinde ‘Müslüman devlet’ olduğunu sanmıyorum. Zîrâ devlet olmak sistemli bir birliktelik sağlayabilmeyi gerektirir ve bir arada yaşama kültürü geliştirebilme kaabiliyeti ister. Müslüman devlet ise Kur’an’dan süzülen güzelliklerin o kültürle yoğrulup hakkaniyete dayalı bir toplum inşâ edilmesini ittihâz eder. Bizlere sadece kaderin bir araya topladığı ‘Müslüman yığınlar’ demek daha doğru olur. Sistemsizlik, cehâlet, kin, düşmanlık, fakirlik, zorbalık, hırsızlık, diktatörlük, özenti, lüks, isrâf… Sağlıklı bir birlikteliğin ve devlet olabilmenin temeline dinamit koyan, İslâmi yaşama aykırı ne varsa hepsinde zirvedeyiz. Fethullah Gülen’in ‘Genç Adam’ şiirinde târif ettiği gibi; ‘’Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık… Toplumun her yanı ayrı bir illetle ma’lûl… Meydanlar inliyor; gâyesiz kalabalıklar… Bir tablo ki komedi, trajedi iç içe… Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!’’

Müslümanlar olarak şimdilerde ‘vicdan’ üzerinden de imtihan oluyoruz. Suriye’de büyük bir dram yaşanıyor. Önce Esed, ardından IŞİD teröründen kaçan yaklaşık 12 milyon mültecî sığınacak yer arıyor. Çoğu Suriye içinde göç etmişken, 4 milyon civarında göçmen Türkiye, Lübnan, Ürdün, Irak ve Mısır gibi istikrarsız ülkelere dağıldı. İran zaten Esed zalimine açık destek vererek denklemin öbür tarafında yerini aldı. Suudi Arabistan, Kuveyt, Katar ve Birleşik Arap Emirlikleri gibi zengin ülkeler kapılarını mültecîlere kapalı tutuyorlar; ‘’kampları gezerek seçtikleri güzel câriyelik kızlar’’ müstesnâ…

Mültecîler için kaçmak bile parayla! Ülke içinde yer değiştiren 8 milyon Suriyeli belki de yeterli paraları olmadığı için komşu ülkelere gidemedi. Göç yolunda ölen, fuhuş ve organ mafyasına kurban giden kaç kişi var bilemiyoruz ve bütün bunlar Müslüman topraklarda cereyan ediyor. Sığındıkları yerde rahat mı ediyor peki bu insanlar? Hayır! Fakirlik, açlık ve sefâlet bir yandan hayatı daha da güçleştirirken, ceplerindeki son paraya ve namuslarına da göz dikenler, onlar üzerinden oy, güç ve politik kazanç hesapları yapanlar da Müslüman! Onlar ülkelerini kaosa terkedip giderlerken bilmiyorlar belki de; ülkelerinin petrolüne göz dikenlerin ve bu amaçla kaosu finanse edenlerin Müslüman liderler olduğunu.

Hor ve hakîr görüyor onları gittikleri Müslüman beldelerin insanları. Bunlar da nereden çıktı diyorlar, fakir, pis kokulu diyorlar sonra. Dükkanının önünde mültecî gören esnaf ya ‘hoşt’ diyor ya da dövüyor. Onlara fâhiş fiyatlarla evler kiralanıyor. Kızları ya kuma olarak evlerde alıkonuluyor yada fuhşa itiliyor. Ali Bulaç’ın işaret ettiği gibi, zengin Araplar mültecî kamplarını gezip güzel kızlar arıyorlar cariye yapmak için. Kaçamayan Suriyeli kızlar da zâten başka bir ‘cihad’cı grubun câriyesi ve seks kölesi oluyor kendi yurdunda!

Ceplerindeki paraya göre kendilerine ‘göç’ vâdediliyor bu insanlara, ‘kutsal’ topraklara ulaşmak adına. Yanlış anlamayın! Rahat edebilecekleri başka bir Müslüman ülkeden bahsetmiyorum kutsal derken. Nedense bu insanların hepsi Hristiyan-laik topraklara göç etmek istiyorlar. Sanki Suriye bir Cehennem, kendilerini zor attıkları komşu Müslüman ülkeler bir Araf bataklığı da; onlar Hristiyan topraklarda Cennet’i aramaya koşuyorlar telaşla. Her bir fert başına binlerce dolar ödeyerek deniz ve kara yoluyla o topraklara kaçmaya çalışıyorlar haklı olarak. Ama bu sefer de yollar da telef oluyorlar. Gemici Müslüman kardeşleri öldürüyor onları bu sefer Akdeniz ve Ege’nin dalgalı ve soğuk sularında. Nedense hep batıyor bu tâcir botları! Müslümanların hep batan botları mı olur demeden edemiyor insan. Oysa İsrail düşmanlığı! yaptıkları halde gene İsrail’e çok ucuza petrol ve su taşıyan mahâretli tankerleri var bu kimlik Müslümanlarının…

Can yeleği giyip çürük bir bota atlayan Alyan bebeğe kimse gitme demiyor. Aksine sâhilde can yeleği satıyor ona fâhiş fiyatla. Alyan bebeğin cansız bedeni sâhile vurunca; nedense birden vicdan abidesi kesiliyoruz samimiyetsizce. Herkes edebiyatçı, şair kesiliyor sosyal medyada. Cansız çocuk bedeninin resmi Birleşmiş Milletler toplantısının ortasına konuluyor Fotoşopla; hani suçlu hep Batı ya! O mültecîlerin Müslümanlara güvenmeyip kaçmaya çalıştığı Batı hani. Ünlüler çıkıp anlamsız ve lüzumsuz edebî! lâflarla; ‘’ölen insanlık’’, ‘’insanlık başlamadı ki bitsin’’, ‘’insan olmak ne kadar utanç verici’’, ‘’çocukları ölümden uzak bir yere koymalı’’, ‘’bir su canlısı kadar olamadı çocuk’’, ‘’vatansız, evsiz, göçebe bu hayattan yorgun çocuk’’, ‘’çocukların ölmediği bir dünya istiyorum’’ diyerek mide bulandırıcı ve samimiyetsiz mesajlar paylaşıyorlar hayranlarıyla. Sanki güzellik yarışmasında her birisi ve dünyaya bir mesajın var mı diye soruluyor kendilerine. Hiç bir ünlü cesâret edip de milletvekillerine ve hükümete hesap soralım, hattâ gelin yardım toplayalım diyemiyor bile. Olur ya! Erdoğan yanlış anlar sonra!..

AK Partili beş genç ölen çocuğun kırmızı tişörtünden giyip sâhilde uzanarak protesto ediyor aklınca. Oysa desteklediği hükümet de sorumlu bu yasdan. AK Gençlik nargile kafelerden ‘vicdan protestosu’ organize ediyor; resimler paylaşıp, Havuz yazarlarının ve idârecilerin gene Batı’yı suçlayan sözlerini paylaşıyor fütursuzca. Mısır’da öldürülen Rabia’nın ardından da seyretmiştik bu samimiyetsiz vicdanî histeri nöbeti tiyatrosunu. Oy ‘’ütme’’ zamanıydı çünkü o zaman… Oy kuluçkasına yatmıştı ‘’dünya liderlerimiz’’; gözyaşı yerine kan kokuyordu yalancı gözyaşları.

Bir Havuz yazarı çıkıp; ‘’diktatörlerle iş tutan Batı’’ diyerek söndürüyor vicdanını; o diktatörlerin Müslüman olduğunu ve kendi partisinin bu savaştaki rolünü inkâr ederek. Oysa, bîat yemini ettiği hükümetin desteklediği IŞID’den kaçıyordu o sâhilde cansız yatan bebek… Ama suçlu gene Batı. Devam ediyor ve ekliyor ‘’Batı’nın batışı’’ diyor güya batan bebeği kastederek. Ardından Erdoğan çıkıyor; ‘’ben doğrusu tüm Batı dünyasını bu konuda suçlu buluyorum diyor’’; sözün bittiği, vicdansızlığın başladığı noktayı işâret edercesine.

Sonra ansızın bir can simidi uzanıyor, vicdanlarında boğulmak üzere olan, Müslüman nargilecilere: Macaristan’ın sağcı Başbakanı çıkıp ülkesine sığınan mültecîler için ‘’Hristiyan değerler Müslüman akını ile tehdit altında’’ diyor ve bizimkilere adetâ nefes aldırıyor. ‘Bak gördün mü, Batı hep böyle, ben suçlu Batı demiştim zaten’ derken kanlı ellerini sürüyor yüzüne; ‘şükür yırttık’ diye düşünürken günümüz Müslümanı… Biz, ülkemize sığınan mültecîlere huzûr ve güven içinde yaşayabilecekleri kamplar bile yapamamışken onları ya başınızın çaresine bakın dercesine Anadolu’ya saldık ya da kamplarda IŞID propagandasına teslim ettik oysa. Sonra da kızlarının peşine düştük.

‘’Vicdan kalp penceresinden bakar, akıl gözünü kapasa da vicdanın gözü, dâimâ açıktır’’ der Said Nursi. Vicdan, kalpte yanan ve hiç sönmemesi gereken bir ateştir. Kalbin karanlık noktalarını ısıtıp onu buz tutmaktan ve karanlığa garkolmaktan korur vicdan ateşi. Az da olsa sürekli yanan bir şofben ateşi gibidir o; vazifesini her dâim sürdürür. Bir kibrit ateşi değildir meselâ; istediğimiz zaman yaktığımız, bir çakımlık; olaydan olaya çakıp hamâset sigaralarımızı tutuşturup sonra attığımız… Evet! Zehirli dumanını içimize çekip, şöyle bir Batı’yı suçlayıp, sonrada keyifle üflediğimiz o hamâset sigarasından bahsediyorum. En son Rabia’da yakmıştı ‘Yeni Türkiye’nin ‘’dindar nesli’’ o sigarayı; şimdi de sahile vuran çocuk bedeninin karşısına geçmiş yakıyor.

O arada Mısır’da onlarca kişi idâm edildi ve binlerce Suriyeli ya öldü ya fuhuşa kurban gitti ve siz hiç birşey yapmadınız. O insanların petrolünü İsrail’e taşımaya devam ettiniz sadece. Dünyanın diğer yerlerinde sessizce öldürülen, sürülen Müslümanları ise hiç saymıyorum. Onlara da gittiniz; meselâ Çin’e.. Ama Doğu Türkistan’lı kardeşlerinizi ‘’terörist’’ ilân edip geldiniz. Halbuki, lideriniz bu ilanı yapmadan önce gene nargile kafelerinizden ölü Uygurlu çocuk resimleri paylaşıyor, İstanbul sokaklarında çekik gözlü turist dövüp, Çin lokantasında Uygurlu aşçı tartaklıyordunuz Çinli diye. Lideriniz Uygurlulara terörist îmâsı yaptığında; ‘ulul emre itâat’ deyip sustunuz kahpece! Ama bununla da kalmayıp yapılan vicdansızlıklara karşı çıkan herkesi ‘’hâin’’, ‘’paralel’’ ilân etmeye devam ettiniz küstahça. Vicdansızca tüttürdüğünüz hamâset sigarasının izmaritini diğer insanların üstünde söndürdünüz böylece.

Vicdan ateşi bazen Cehennem ateşi gibi olur insanın kalbinde, olmalıdır da. ‘’Vicdan azabı, insanın içinde bir Cehennemdir’’ derken bu nedenle haklıdır Lord Byron. İki cihetle böyledir: Birincisi, vicdanımı kirletirsem onu ancak Cehennem ateşi temizler demelidir insan; o bilinç ve ürperti ile yaşamalıdır hep. İkincisi, dinî inançlarımız gereği âhirette olacak olan da budur zâten. Hani her insan kendi ateşini getirir derler ya Cehenneme. Dünyâda iken vicdanını hiç kullanmayanların vicdan ateşi tutuşturur hak ettikleri Cehennem ateşini.

Velhâsıl, günümüz Müslüman toplumlarının vicdanı böyle hastalıklı bir yapıdadır. Vicdandan çok vicdansızlıktır onunkisi. Kendini hiç hesaba çekmez; çünkü hiç hatâsı yoktur onun. Hep diğeri; Batı, hâinler, ajanlar, fâiz lobileri suçludur. Saydıkları bu suçların hepsine de bulaşmış ve Batı ile danışıklı döğüş yapan liderlere de delicesine ‘’âşık’’tır ve bîat eder aynı hastalıklı kalp. Onlar yapınca ‘dâvâ’ yada ‘cihad’dır o çünkü.

Neyse efendim uzun oldu kusuruma bakmayın. Çuvaldızın ucu ya da balyozun sapı biraz uzun olsun istedim nedense!


DİYANET İŞLERİ BAŞKANI ALGI OPERASYONU YAPARSA

Bu yazı 31 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Geçtiğimiz günlerde Fuat Avni, Diyânet İşleri Başkanı Mehmet Görmez ile Erdoğan arasında tatsız bir konuşma geçtiğini belirtti. İddiasına göre Saray’ı ziyâret eden Görmez, duvarda gördüğü “Sultan, yer yüzünde Allah’ın gölgesidir” tablosu ile alâkalı olarak Erdoğan’a bunun sahih bir hadis olmadığını söyler; ama karşılığında ‘’Hoca sen işine bak haddini bil!’’ fırçası yer.

Görmez’den bu iddia ile ilgili herhangi bir açıklama gelmedi; ancak bir kaç gün sonra Kanal A’da katıldığı Türkiye’nin Seçimi programında birtakım rüyalar üzerinden Gülen’e ve Cemaat’e yüklendi. AKP liderliği ve onunla işbirliği yapan çevreler uzun süredir ne zaman darda kalsalar; ‘paralel’ üzerinden bir algı yönlendirme ve dikkat dağıtma yöntemi uyguluyorlar.

Amacın kamuoyunu iknâ etmek yada Hizmet hareketi üyelerini ‘aydınlatmak’ olmadığı artık herkesin malumu. Yapılmaya çalışılan şey; kendi tabanını tek bir düşünce ve lider etrafında toplamak, tabanın farklı düşüncelere zihinlerini kapamak ve herhangi bir alternatif düşünce karşısında şüphe duymalarının ve soru sormalarının önüne geçmek. Gülen’in avukatı ise Görmez’i ‘topluma husumet tohumları ekmekle’ suçladı.

Fuat Avni’nin mezkûr hadis üzerinden yaptığı gönderme çok ciddiye alınmalı. Laik ve demokratik yöntemlerle iktidara gelmiş olan Erdoğan’ın otokratik bir başkanlık kurma hayali artık bir sır değil. Ayrıca, Erdoğan’ın ‘halife’ olma heveslisi olduğu yönünde çok çeşitli kaynaklar iddialarda bulundular. Bu iddia Erdoğan tarafından hiç yalanlanmadı. Bir çok AKP’li uzun süredir benzer görüşleri dile getiriyor zâten.

Görmez’in Fuat Avni’nin iddialarına cevap vermek yerine Gülen’e rüyalar üzerinden yüklenmesinin bu şekilde bir dikkat dağıtma amacı güttüğünü düşünüyorum. Çünkü iddia doğrulandığı takdirde bu bizzat Diyânet İşleri başkanı tarafından yapılan bir Erdoğan eleştirisi olarak algılanacaktı AKP tabanı tarafından. Bunun için dikkatler dağıtılmalıydı. Bu amaçla da çıktığı programda Gülen’in rüyasında Hz. Muhammed’le görüştüğünü söyleyen cemaat mensuplarına tepki gösterdi. Neden böyle bir konu seçildi sorusunun cevabı basit. AKP tabanı, rüyalar ile mevcut gündemlerin ne alâkası var diye sormaz. Anlatılan hikâye içindeki düşmanlık (negatiflik) içeren algıya odaklanır. Görmez’in ifadeleri üzerinden devam edelim:
  1. ‘’Hayır hasenâtı politik güce dönüştürdüler… kardeşlik zarar gördü, İslâm dini zarar gördü…’’
AKP, yolsuzluklar karşısında yargıda aklanmak yerine yargıyı ve ülkeyi dizayn etme çabalarına giriştiği ve bunun için de ‘paralel’ sözünü yürürlüğe koyduğu günden beri parti tabanı benzer ifadelerle bir arada tutulmaya çalışılıyor. Oysa toplumun laik, liberal, Alevî, Kürt vd. kesimlerini dışlayan AKP en son Hizmet hareketini de düşman ilân ederek dindarlar arasında çok ciddî kırılmalar oluşturdu. Bu yüzden ailelerin bile parçalandığını daha önce yazmıştım.

Ayrıca, İslâm dinine ve İslâm alemine en büyük zararı asıl AKP’nin verdiği artık çokları tarafından dile getiriliyor. Zaman yazarı ilâhiyatçı Ahmet Kurucan’ın da, AKP’nin dinin içini boşalttığı yönünde enfes tespitleri olmuştu. Bu konu ayrı bir yazı konusu…

İlâve olarak, ‘humus’ adı altında alınan fetvâlarla toplanan ‘ganimetler’, bu paralar ile elde edilen havuz medyası ve güç, IŞID’e verilen destek, hırsızlık ve kasa boşaltma kasetleri, Diyânet parası ile alınan lüks Mercedes, Diyânet’in yıllık harcırahının zamanından önce bitmesi gibi konularda ‘engin’ din bilgisinden istifâde edemediğimiz Görmez’in Cemaat’in hayır hasenâtı nasıl politik bir güce dönüştürdüğü yönünde delillere dayalı yorumlarını duymak isterdik doğrusu.
  1. “Hangi rüya Kur’an ve sünnetin önüne geçebilir?… Efendim, ‘Peygamberimizle görüşüyor, şöyle rüyalar görüyor vs. Bunların İslâm nazarında hiçbir geçerliliği yoktur. Kur’an ve sünnet dururken kimin haddine?’’
Maalesef bu ifadeler sûizanlar üzerine kurulu ve tam bir dikkat dağıtma örneği. Şöyle ki;

İster kabul edilsin ister edilmesin, Gülen bugün Kur’an ve sünnete dayalı yorumun en önemli temsilcilerinden hatta öncülerinden biridir. Bunun sadece bilgi yönüyle değil pratik ve modern hayata uygulanması noktasında da yadsınamaz bir rolü vardır. Görmez, bu ifadelerle çok basit bir demagoji yapmaktadır. Elbette hiçbir rüya Kur’an ve sünnetin önüne geçemez. Bunun böyle olduğunu bizzat Gülen zaten kendisi defaatle söylemiştir. Görmez, önce doğru bir önerme kuruyor; ardından Gülen ve Cemaati sanki rüya olgusunu Kur’an ve sünnetin önüne geçiren bir anlayışı benimsiyorlarmış havası veren ikinci bir önerme daha kuruyor. ‘’Kur’an ve sünnet dururken kimin haddine’’ ifadesi ile bağlarken de çok iyi tanıdığı cahil AKP tabanının hamasî ve sözlerdeki şeklî imge formlarına öncelik atfeden algılarına oynuyor. ‘’Kimin haddine’’ ifadesi, bu bağlamda Görmez’in yaptığı iftiraya vücut giydirmek için özenle seçiliyor.

Ayrıca, sâdık rüya olgusu Hz. Peygamberin hadisleri ile sabittir; ama elbette Kur’an ve sünnetin yerini alamaz. Rüyalar ile amel edilmez der Gülen her zaman. Ancak sâdık rüyaları da inkâr etmez. Bu, diğer cemaât ve tarikatlarda da böyledir. Hatta, rüyalara dayalı anlatımlar tarikatlar arasında çok daha yaygın bir uygulamadır. AKP’de de bu böyledir.

Geçenlerde izlediğim bir videoda AKP’li tarikat mensubu bir hoca bazı AKP’lilere her ay Arabistan’a gittiğinden bahsetti ve orada ziyarette iken gördüğü bir rüyada Davutoğlu’nun yakasında Başbakan yazılı olduğunu gördüğünü anlattı. Buraya kadar herşey normaldi; ancak ifadelerini ses tonunu yükselterek ‘Hz. Peygamber bile Davutoğlu’nun başbakanlığını tasdik etti’ şeklinde bağladı. Oysa hoca rüyasında Hz. Peygamberi de gördüğünden hiç bahsetmemişti. Sadece rüya Mekke veya Medine’de görüldüğü için Davutoğlu’nun başbakanlığı Hz. Peygamber’e onaylatılmış oldu! Sanırım Görmez bu konuda da bir açıklama yapar.

Görmez’in siyâsete atılma yönünde beklentileri olduğu yönünde iddialar var. Bu kendi seçimi ancak 17-25 Aralık yolsuzluk davası sürecinde Diyânet, bazı ilâhiyatçılar ve imamlar konumlarını AKP lehine siyâsete alet ettiler. Bizzat Erdoğan’ın söylediği ‘’rahmetimiz gazabımızı geçmiştir’’ sözü ve bazı partililerin Erdoğan hakkında sarfettikleri; ‘’ikinci peygamber’’, ‘’karımın üstünde görsem kıskanmam’’, “Hoşgeldin Alllah’ın Elçisi”, “Allah’ın bütün vasıflarını üzerinde toplayan lider”, ‘’(Erdoğan’a) dokunmak bile ibadettir” gibi imanı bile sarsabilecek, Kur’an ve sünnete muhalif övgüler karşısında susan bir Diyânet camiası bir kaç rüya üzerinden Cemaâti Kur’an ve sünnet dışına çıkmakla ithâm ediyorlar hem de kendi kurdukları yanlış önerme oyunları ile. Geçenlerde Başbakan Davutoğlu, ‘’Rabbimiz ve milletimiz erken seçim dedi’’ diyebildi meselâ. Erken seçimin Erdoğan’ın isteği olduğunu herkes biliyorken Allah’ın iradesinin bu işe karıştırılması karşısında, ki akîdeye çok ters bir ifade, sayın Görmez aynı uyarıda bulundu mu?

Aynı Diyânet; Erdoğan, Gülen hakkında ‘’alim müsveddesi’’ vb. ifadeler kullanırken de susmuştu. Gülen’in ilmi derinliği herkesçe malum. Zaten talebesi Osman Şimşek çok net bir ifade ile; “Hocamıza kalkıp da âlim müsveddesi diyen bir insanın, ilimden hiçbir nasîbi yoktur” demişti. Ben bunu genişletiyorum. Korku, makam, her ne sâikle olursa olsun; bu tür ifadeler karşısında susan insanların da ben ilimden hiç bir nasipleri olduğunu düşünmüyorum. Yunus bile ‘’…ilim kendin bilmektir’’ dememiş miydi? Zîrâ ilmin kuvveti; hak ve hakikate sadâkatten gelirken, izzeti ise; güç ve otorite karşısında bile yanlışı dile getirebilmekten gelir. İlmin kalbe nüfûz etmesinin en büyük emâresi ve nişanı bu kaabiliyetin insanda ikinci bir fıtrat halini almasıdır. İlim ile kişiliğin inşâsı; kendini bilmek ve bulmak ancak böyle mümkün olabilir. Bu; makam, geçim ve kibir için değil de Allah için yine Allah’tan ilim talep eden kimsenin Allah’a verdiği hâlî bir sözdür. Ayetin dediği gibi; ‘’Allah’a verdiğiniz sözü değersiz bir menfaat karşılığında satmayın.’’ (Nahl-95)


YA BENİMSİN, YA TOPRAĞIN

Bu yazı 25 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Benim neslim Arabesk şarkılar ve filmlerle büyüdü. Arabesk sanatçılarımız sadece kaset çıkarmakla kalmaz, başrolde oynadıkları dram içerikli filmlerle de acıları zihnimize resimli notalar halinde kazırlardı. Birçok Yeşilçam filmi, şarkılarda dile getirilen acıların vücut giymiş haliydi âdetâ. Çalıştığım atölyelerde bir yandan çıraklık yaparken diğer yandan da arabesk hayatın raconlarını öğrenirdim. Usta abilerimizin ‘’Ya benimsin, ya toprağın’’ vb. şarkılara efkârlı tavırlarla eşlik edişlerini ‘ne de çok dertleri varmış’; ya da ‘bu ne aşk acısıdır kardeşim’ şaşkınlıkları ile izler bir yandan da gülerdik.

Kamyonların ve minibüslerin arkalarında okurduk bu şarkı sözlerini hep. Özellikle, ‘’ya benimsin, ya toprağın’’ sözü alıntıların en meşhûrları arasındaydı. Nereye gitsek acılarımız hatırlatılıyordu bize. Ya da hep acı çekmemiz gerekiyormuş gibi bir hâlet-i ruhiye içinde dolaşıyorduk. Sonra şarkılardaki gibi yaşamaya başladık. Acaba biz mi şarkıları yapıyorduk, yoksa onlar mı bizi şekillendiriyorlardı… Ama bir nesil böyle büyümüştü. Fakirlik, cehâlet, siyasî ve ekonomik sıkıntılarla, gittikçe daha da arabeskleşen bir toplum olduk sonra. Ardından pop şarkıcıları türemeye başladı. Onlarda da durum çok değişmedi. Mesela Tarkan, ‘’Eninde sonunda benim olacaksın/Hadi naz yapma/Sevgiyi, aşkı bende bulacaksın…/Bıktırma, usandırma/Yeter beni kızdırma/Gel artık kollarıma’’ derken aynı duyguları seslendiriyordu aslında.

Zamanla gerçekten de ‘ya benimsin, ya toprağın’ ve ‘’benim olacaksın… yeter beni kızdırma’’ diyen insanlar türedi aramızda. Elde edemiyorlarsa ya zorla elde etme yoluna gidiyorlar ya da hile ile temin etmeye çalışıyorlardı. Bizi sevmek ve kabullenmek zorundaydı etrafımızdaki insanlar. Yoksa biz sevdirmesini bilirdik!

Fikir alanına da yansıdı bu durum. Fikirlerimizi de herkes benimsemeliydi bizim. Böylece insanlar birbirlerinin fikirlerine de hükmetmeye başladılar. Herkes herşeye sahip olmak istiyordu; hakikatı yalnız onların düşünceleri temsil edebilirdi. O yüzden fikirlerimizle de onların olmalıydık. Onlarla tartışmak haddimize değildi. Onların karşısında herkes susmalıydı, yoksa ‘haddini bil!’ narası atıp sustururlardı bizi. Gitgide birbirine sürekli ‘had’ bildiren bir toplum olmaya başladık.

Rejimleri bile böyle koruduk biz hep. İnsanları iknaya, eğitmeye ne tahammülümüz ne de zamanımız vardı. Biz toplumdaki herkes için en iyisini zaten düşünüyorduk. Kemalist refleksler hep öyle gelişti. Sol da buna çok meyilliydi. Şimdi üniversite hocası olan bir arkadaşıma üniversite yıllarında; insanlar sizin, yemekhânedeki fiyat artışına karşı düzenlediğiniz eylemi desteklemiyor diye neden girerken sözlü taciz yapıyorsunuz ve girmelerine engel oluyorsunuz diye sormuştum. Aldığım cevap ilginçti: ‘’Onlar [halk] kendileri için neyin iyi olduğunu bilemezler, o yüzden bizim dediğimizi yapmalılar!’’

Yıllar geçti… Şimdi de demokrasi ile iktidar olan İslâmcı bir hükümetin; sizin için en iyisini ben düşünüyorum, siz 7 Haziran’da koalisyon dediniz ama sizler bizim tek başımıza iktidarımıza muhtaçsınız, hatta bu seçim-meçim ‘’hız kesiyor’’ o nedenle de güçlü bir başkanlık olmalı, millî irade bunu istiyor! şeklindeki tavırlarını izliyoruz. Sonra bu partimiz bir anda kendisini İslâmın temsilcisi! ilân ediyor ve diğer cemaât ve tarikatlarden biat istiyor. Bülent Arınç çıkıyor; ‘’biz varsak siz de varsınız’’ diyor; binlerce yıllık tasavvufî ve sünnî gelenekleri 13 yıllık bir parti geçmişine hapsederek…

Kürtler, Alevîler, azınlıklar, Cemaâtler, fakirler, işciler… nedense kendileri için iyi olanın ne olduğunu hiç bilemezler; hep devletimiz bilir. ‘’Bu ülkeye sosyalizm gelecekse onu da biz getiririz’’ diyen devlet adamlarımız vardır bizim.

Bizden daha akıllı ve üstün olduğunu düşünen herkesin ‘ben ne dersem o!’ tacizleri ile geçiyor günlerimiz. İki zıt fikir hiç bir zaman tartışamıyor bir arada çünkü benim ülkemin insanı öğrenmek için değil kendi ‘kutsal’ görüşünü karşıdakine kabul ettirmek için tartışıyor. Çocuklarımızın, eşlerimizin bizim ulu fikirlerimiz karşısında söz söylemeye ne hakları ne de hadleri vardır. Zira biz onlar için zaten en iyisini düşünüyoruzdur. Hatta şimdilerde; ‘sen hâinsin, ajansın diyorsam öylesindir!’ küstahlıklarını dinlemekle geçiyor günlerimiz.

‘’Ya benimsin, ya toprağın’’ refleksi yakamızı bırakmıyor hiç. Bir gölge gibi takip ediyor hepimizi. Ülkemizde işlenen bir çok kadın ve aşk cinayetinin bile temelinde bu sosyo-psikolojik algıların yansıması yatar. Halkını duygusal olarak sürekli taciz eden bir devletin evlatları evlerinde, kahvehâne köşelerinde ya da meydanlarda aynı şekilde davranır gücünün yettiğine. Bir maçtaki pozisyon faul mü değil mi tartışması bile ölümle bitebilir garip ülkemde. Çünkü ‘ben yanlış görmüş olabilirim’ demek bile kaybetmektir, erkekliğe yaraşmaz. ‘Ben faul dediysem fauldür.’ Karşımdakini döverek kanıtlarım bunu da.

Devlet tarafından sürekli aşağılanan insanlar sürekli zafer kazanmak zorundadırlar; özgüvenlerini korumak, kimlik oluşturmak ve benliklerini oturtmak için. O yüzden hiç bir tartışma kaybedilmemeli, kendi fikrin hiç kimse tarafından eğilip bükülmemelidir. Arkadaşın, eşin, tanımadığın bir insan… Farketmez! ‘Koduk mu oturturuz biz!’ Her zaman sözün en sonunu, en özünü, en bilimselini, en doğrusunu biz söyleriz. Beğenmiyorsa cevabımız hazırdır: ‘Ya sev, ya terket!’

Böyle bir ülkede siyasi partiler rakiplerinin her yaptığını eleştirmek zorundadırlar. Bunun içinse tek ve güçlü bir liderin nasıl düşüneceklerini onlara söylemesi gerekir. Hiç bir partinin diğeri hakkında ‘’şunu iyi düşündü ama böyle olsa daha iyi olurdu’’ dediğini bile duyamazsınız. Doğru ya! Biraz hoşlansak karşıdakinin fikrinden o zaman ‘mutlak lider’ anlayışımız zedelenmez mi? Kendi tabanını koruma adına gereklidir bu her ne hikmetse. Bu yüzden her türlü politik kurnazlık ve siyasi manipülâsyon tezgahlanır sinsice.

Zaman ilerledi. 2015’li yıllarda bir Sarayımız oldu. ‘Ben anayasal bazı sınırları çiğniyor olsamda sizin için en ideal olanı bildiğim ve fiilî olarak zaten en güzel Cumhurbaşkanlığını yaptığım için gelin bunun adını koyalım, gerekli kanuni düzenlemeyi de yapalım, adına da başkanlık diyelim’ şeklinde düşünen ve bu uğurda gerekli manipülâsyonları da yapan bir zihniyet tarafından yönetiliyoruz. ‘’400 milletvekilini verin ve bu iş huzur içinde çözülsün” deniyor meselâ. Vermeyince de ‘’millet kaosu seçti!’’ deniliyor; ardından anîden terör patlıyor ve hergün şehit haberleri alıyoruz. Tıpkı bir kadına önce zorla sahip olup sonra da ‘benden daha iyisini mi bulacaksın, gel evlenip adını koyalım’ demek gibi birşey.

Şimdi soracaksınız; eskiler yukarıda örnek verdiğin arabesk ve pop sözleri ile yetişti de şimdinin yeni nesilleri hangi şarkılarla büyüyorlar diye. O zaman ‘’AKP‘ye oy vermeyen şerfsizdir!’’ diyen AKP’li şarkıcımız Nihat Doğan’ın şarkı sözleri ile bitireyim. Kim bilir belki de bu sıralar Saray’da bu fasıllar söyleniyordur hep bir ağızdan:

‘’Tuttuğumu deli gibi koparırım ama
İyilikle olmazsa vallahi zorla

Benim olmazsan taciz ederim
Bana gelmezsen yer bitiririm
İnadım inat bunu biliyorsun
Benim olacaksın sana yemin ederim.’’


BAŞKANLIK YOLUNDA TÜRKİYE...

Bu yazı 22 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


İçinden geçtiğimiz şu zaman diliminde toplumun geleceğini ilgilendiren konuları sağlıklı bir şekilde tartışamıyoruz. Siyasî ve politik sistemimizi derinden etkileyecek mevzûlar da buna dâhil. AK Partinin sürekli olarak gündemde tuttuğu başkanlık meselesi de tartışamadığımız konular arasında. Tayyip Erdoğan ve AKP, başkanlık sisteminin bizler için en ideâl yöntem olduğuna karar vermişler ve buna karşı çıkan herkes ‘milli irâde düşmanı’ ve ‘hâin’ ilân ediliyor!

Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olduğu halde tarafsızlık ilkesine aykırı hareket ederek düzenlediği seçim öncesi konuşmaların birinde sarfettiği; ‘’400 milletvekilini verin ve bu iş huzûr içinde çözülsün” sözü çok konuşuldu. 7 Haziran seçimleri sonrasında aniden patlayan terör olayları ile birlikte bu söz tekrar hatırlandı ve bu söze değişik anlamlar yüklendi. Birçok kişi bu söz ile terör olayları arasında bağlantı kuruyor. Burhan Kuzu’nun seçim mağlûbiyeti ardından kullandığı; ‘’millet kaosu seçti!’’ sözü aslında gelecek günlerin habercisi gibiydi. Zâten Bakan Müezzinoğlu da ‘’başkan seçseydik bu kaos olmayacaktı’’ diyerek resmi tamamladı. Seçimin ardından PKK ile yürütülen ‘Çözüm’ süreci bir anda bitti ve neredeyse hergün şehit haberleri duymaya başladık.

Bu durum karşısında Bülent Korucu haklı olarak şöyle soruyordu: ‘’Demirel, Evren’e sormuştu: ‘11 Eylülde akan kan 12 Eylülde nasıl durdu?’ Biz de soralım: 6 haziranda akmayan kan 8‘inde neden akmaya başladı.’’ Twitter’ın takip edilen isimlerinden Bumerang17_25, ‘’Erdoğan kararını vermiş; ne pahasına olursa olsun parlementer sistemi kilitleyip, seçmene başkanlıktan başka çareniz yok diyecek’’ cümlesiyle aslında bir gerçeği özetliyordu. Seçim 7 Haziran’da olduğu halde Ağustos ayı sonu itibariyle hâlâ bir hükümetimiz yok ve Erdoğan dışında kimse de ne olacağını bilmiyor. Bu oyalamaya dönük belirsizlik stratejisi, toplum tarafından; ‘başkanlık yolunun taşları döşeniyor’ şeklinde yorumlanıyor.

Zâten Ağustos ayı içerisinde Erdoğan, yaptığı bir konuşmada; cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesiyle yeni bir döneme girildiğini söyledi ve ‘’artık ülkede sembolik değil, fiili gücü olan bir cumhurbaşkanı var… ister kabul edilsin ister edilmesin. Türkiye’nin yönetim sistemi bu anlamda değişmiştir. Şimdi yapılması gereken, bu fiili durumun Anayasal olarak kesinleştirilmesidir” diyerek anayasal dairenin dışına çıktı ve niyetini açıkça ifşa etti.

Erdoğan’ın hükümetin kurulamaması noktasındaki müdâhaleleri; bir anda patlak veren terör olayları ve ‘’millet kaosu seçti’’ sözleri eşliğinde okununca toplumda şüpheler iyice arttı. Yeniyön’den Emre Uslu, AKP’nin çözüm sürecinde PKK’yı nasıl güçlendirdiğini ele alırken ve Cemal Meray, gayri hukukî işlere bulaşmış ve kendisini kurtarmak için iktidarda kalmaktan başka seçeneği olmayan idarenin paramiliter yapılar yoluyla toplumsal çatışmayı tetikleyerek, varlığını korumak isteyebileceğine işaret ederek konuya iki farklı açıdan daha bakmamızı sağladılar. Faruk Arslan ise hükümetin IŞID’e verdiği desteklerden de örnekler vererek yapılan yanlışların ulaştığı boyutları daha iyi anlamamıza yardım etti. IŞID’e desteği alenî olan bir hükümetin benzer bir simbiyotik ilişkiyi PKK ile de kurmaması için hiçbir sebep yok.

Terörün, hükümetlerin çıkarları uğruna kullanılabilen bir araç olması yeni bir olgu değil. Birçok ülke bunu zaten kullanıyor. Fransa, ABD, Türkiye ve daha birçok ülke bu konuda sabıkalı. İngiliz doğumlu Amerikalı yazar ve gazeteci Christopher Hitchens, terörizmin [bir araç olarak kullanılmasının, U.T.] diktatörlükler veya diktatör olma yolundaki kişiler için ihtilâllerden daha iyi bir taktik olduğunu söyler. Zâten Hitler de meclisi yaktırmak suretiyle sistemi kilitleyerek iktidarı ele geçirmiş ve diktatoryasının temellerini o sâyede atmıştı.

Hâlihazırda şehit yakınları oynanan oyunları görmüş durumdalar. Her şehit cenazesinden hükümete ve Erdoğan’a karşı bir tepki seli yükseliyor. Bu gidişat öngörülememiş olacak ki; ilk şehit haberlerinin ardından AKP cenâhından bazı isimler, ölümlerin AKP’nin oylarını arttırdığına dâir yapılan anletlerden söz ediyor ve bunu ‘başarılı!’ bir gelişme olarak sunuyorlardı. Geldiğimiz süreçte artık şehit cenazelerine yalnızca Anadolu Ajansı ve TRT’nin alınacağı söyleniyor ve imamlardan halkı hükümete karşı temkinli olmaya çağırmaları isteniyor. AKP iktidarı döneminde sayıları 160’ı bulan yayın yasağı varken, pek yakında şehit haberlerine de yayın yaşağı konulursa hiç şaşırmam; hele erken seçim planları yapılma aşamasındayken…

Başkanlık yolunda yaşadığımız bu tür tehlikeli gelişmeleri endişe ile izlerken şehitlerimize rahmet, yakınlarına sabr-ı cemil diliyoruz!



CEMAATİN EN BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI!

Bu yazı 17 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


‘’Cesur Yürek Cemaat’’ başlıklı yazıda özetlemeye çalıştığım gibi Cemaat ve askerî vesayetlerden kurtulmak isteyen kesimler sivil anayasa ümidi ile AK Partiye destek vermişlerdi ancak AK Parti liderliği tarafından yarı yolda bırakıldılar ve ihanete uğradılar. Hatta 2010 referandumundan henüz beş yıl geçmiş olmasına rağmen bugün Erdoğan’ın ‘sivil darbesini’ konuşuyor Türkiye. Bununla da kalmayıp Ergenekon davalarının öcü AKP eliyle Cemaatten alınmaya başlandı. 17-25 Aralık süreci AKP açısından artık mızrağın çuvala sığmayıp açtığı delikti sadece.

Geçen bahsettim: Toba Beta ‘’ihânete uğradığında hayal kırıklığını hemen at; böylece acının kök salmasına izin verme’’ demişti. Cemaat de uğradığı ihânetin oluşturduğu hayal kırıklığını çok hızlı bir şekilde üzerinden attı ve acının orada kök salmasına müsâade etmedi. Kimbilir belki de aynı sebeple Fethullah Gülen, ‘’olumsuzluğu yalnızlaştırmak lazım’’ demiş (19 Mayıs 2015) ve ‘’ [insanları] affetmeye hazır olun!’’ tenbîhinde bulunmuştu.

Cemaat bunu dik durarak başardı. Sert rüzgârlar ağaçları eğerken sanki onlara benliğini hissettirir; bir bakıma bîat isterler, kesilince de ağacın salınım yaparken devrilmesini ümit ederler. Erdoğan’ın tüm gücü ve kendine güveni ile estirdiği öfke fırtınası da henüz yeni filizlenmiş olan Cemaat’i biraz bükse de hiç beklemediği bir mukavemet ile karşılaştı. Tıpkı Fetih suresinde bahsedilen ekinler gibi; ‘’Onlar filiz vermiş, gitgide güçlenmiş, kalınlaşmış, nihâyet gövdesi üzerine dikilmiş bir ekine benzer ki, ekincilerin pek hoşuna gider. Onlarla Allah kâfirleri böylece öfkelendirir.’’

İhânet acısının kök salmaması için gerekli dirâyet ve niyet gösterilmişti. Şikâyet edilmiyordu, sadece şaşırma duygusu vardı. Böyle olmalıydı! Çünkü acı, şekva toprağında kök saldıkça ondan ümitsizlik ağacı çıkar. Onun meyvesi öfke, tadı pişmanlık, çekirdeği de hüsrandır; yani hüzün ve daha çok acıdır. Musîbet daha ilk vurduğu anda; acı, sabır toprağına düşmeli, orada kök salmalı ki ondan ümit ağacı çıksın. İşte onun meyvesi bilgelik, tadı şükür duygusu, çekirdeği de itminân duygusu; yani güvenle huzura erme ve mutluluktur.

Sabır ve itminân yörüngeli duruşlarına karşın mağduriyete uğramış bu insanların içlerinde hâlâ bir burukluk yok değildi. AKP liderliğinin, işlediği suçları örtme adına zaman kazanma ve ortalığı bulandırma gayretlerine belki tahammül edilebilirdi. Ancak, o ihânetten daha büyük bir hayal kırıklığı var ise şayet; o da genel anlamda halktan, özel anlamda ise, her bir bireyin kendi öz akrabalarından gördüğü acımasız ve haksız muamelelerdi.

Meşhur Yıldız Savaşları (Star Wars) filminde bilge Yoda’nın beni çok etkileyen bir sözü vardı. ‘’Korku öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar’’ diyordu. Erdoğan’ın siyasi illüzyonları, politik manipülasyonları, fakirlik, gelecek endişesi ve vazgeçilmezlik aşıları ile korkuttuğu halk, karşısına bir günah keçisi olarak konan kesimlere karşı âni bir öfke duygusu geliştirmiş, sonra bu öfke nefrete dönüşmüş ve toplumsal bir acı oluşturmuştu.

Yukarıda resmettiğim gibi; onlar sınavı kaybetmiş, acının şekva toprağında kök salmasına izin vermişlerdi. O yüzden de öfke meyvesi yiyorlar, kendileri gibi düşünmeyen herkese karşı (akrabaları, babaları, kızları vb. dâhil) tarifsiz bir öfke girdabına yakalanıyorlardı. Artık onlara göre herkes hatalı, hâin, ajan, ve hattâ (bazılarınca) kâfirdi. Bilmiyorlardı ki; ağızlarındaki öfke meyvesi yakın bir zamanda pişmanlık tadı verecek, yere tükürdükleri çekirdek de yeni hüsranlar bitirecekti. Üstelik bu ‘yakın’ zaman aslında Gülen’in ‘’affetmeye hazır olun!’’ dediği kadar da yakındı.

Evet! Hizmete gönül vermiş insanlar için artık kendi akrabaları, kuzenleri, teyzeleri, (hatta bazıları için), eşleri ve babaları ile aynı ortamda oturmak imkansız bir hâle gelmişti. Yapılan propagandalar nasıl bir öfke nöbeti, nasıl bir nefret atmosferi oluşturmuştu ki, AKP’li bir aileden gelen eşi, Cemaatten diye kendisinden boşanıyor, babası evlatlıktan reddedecek kerteye geliyor, birlikte doğup büyüdüğü hatta hep ellerinden tuttuğu kuzenleri kendisine ve kendisi gibi temiz insanlara hâin, ajan, terörist gibi benzetmeleri insafsızca yakıştırabiliyordu. Acaba medya havuzundan nasıl bir cerâhat akıyordu ki insanlar bunu içince âdetâ cinnet geçiriyorlar ve kendi öz akrabalarına ve muhâlif her sese saldırıyorlardı.

AKP liderliğinin yaşattığı acılar belki dile getiriliyordu bir nebze de olsa; ancak bu en büyük hayal kırıklığı nedense pek dile getirilmiyordu. Belki de Romalı filozof Seneca, ‘’hafif acılar konuşabilir; ama derin acılar dilsizdir’’ derken haklıydı. Bu herşeyden daha büyük bir acıydı şüphesiz. İspanyol şair G. Lorca’nın dediği gibi; ‘’içiniz kor gibi yanarken susmak, acıların en beteridir.

İbrahim’in (a.s.) içine atıldığı ateşin büyüklüğünden ve Nemrut’un fitnesine esir olmuş herkesin o ateşi daha da büyütme hırsıyla odun taşıdıklarından bahsedilir ya, şimdiki Nemrutların tutuşturdukları; kardeşi kardeşe düşman eden bu büyük nefret (fitne) ateşinin büyüklüğü karşısında ben de hep o anı düşünürüm. O ateşin ve çıldırmışçasına o fitneye odun taşıyanların öfkesinin büyüklüğünden olsa gerek; ateşi söndürmek için gagasıyla su taşıyan ve ‘tarafım belli olsun!’ diyen kuşun fedâkârlığı bu yüzden çok büyük ve değerlidir. Kimbilir belki bizler de yazdığımız bu küçük yazılar ile hep o kuş gibi olabilme arzusundayızdır. İnşallah bizim önümüzdeki fitne ateşi de ülkemizi yakmaz; söner ve ortalık sütliman olur, tıpkı İbrahim’e olduğu gibi.

CESUR YÜREK CEMAAT

Bu yazı 11 Ağustos 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Mel Gibson’ın oynayıp yönettiği o meşhûr Cesur Yürek (Braveheart) filmi üzerinden uzun yıllar geçmiş olsa da filmin sahneleri bugün bile hafızalarımızda taptâze canlı duruyor. Gibson’ın, İskoç halkının bağımsızlığı adına mücâdele eden William Wallace’ı canlandırdığı filmde, onun bir yandan İngilizlerle yaka paça oluşu, diğer yandan da korkak İskoç soylularını özgürlük mücâdelesine iknâ çabaları ve gördüğü ihânetler ele alınıyor.

Wallace, İskoç asillerinin siyasî ve askerî güçleri olmadan özgürlük savaşını kazanmanın çok güç olacağını bilmektedir. Asiller ise bir yandan Wallace’a özgürlük mücâdelesinde onun yanında oldukları izlenimini vermekte, diğer yandan da iliklerine kadar korktukları İngilizlere karşı savaşma konusunda çekince sergilemektedirler. İskoç tahtının prensi Bruce, Wallace’a hayranlık duymakta ancak babasının yönlendirmelerinin ve İngilizlere karşı mücâdelenin anlamsız olduğuna dâir söylemlerinin etkisi altında kalmaktadır. Babasına göre; İngilizlerle birlikte hareket etmek kendi asillik imtiyazlarının devamı adına gerekli olan tek şeydir ve Wallace’ın ön ayak olduğu özgürlük mücadelesi İngilizleri kızdıracağı için kendi çıkarları aleyhinedir. Benzer sebeplerle tüm asiller İngilizlerden korkmakta, onlara karşı savaşmak istememekte ve İngilizlerin verdiği toprak rüşvetleri, güç vaadleri ve asillik imtiyazlarını kaybetme korkuları ile kolayca etki altında kalmaktadırlar.

Halk arasında fitili çoktan ateşlenmiş olan özgürlük mücadelesi ateşi her yeri sardığı için, asiller halkın kahraman ilan ettiği Wallace’ın destek beklentilerine direk olarak hayır diyememekte onun yanındaymış gibi görünmektedirler. Ancak Falkirk Savaşı esnasında İskoç soyluları ona ihânet ederler. Plana göre Wallace yaya askerleri ile düşman saflarına dalmıştır ve ardından İskoç asillerinin atlı birlikleri gelecektir. Ama öyle olmaz! Savaşın en kritik noktasında rakibine son darbeyi vurmaya hazırlanan Wallace, arkasına dönüp bakar; fakat asillerin sahadan usulca ayrılışını, onları İngilizlerin önünde ölüme terkedişini seyreder.

Asiller bu savaşta Wallace’ın biteceğini düşünmüş ve İngilizlerden toprak rüşveti almışlardır. İngiliz kralı sinsice gülmektedir ve yanındaki bir ekiple savaş alanından ayrılır. Wallace son bir hamle ile arkalarından tek başına gider. Kral, yanındaki bir kasklı savaşçıya geri dönüp Wallace’ı bitirmesini emreder. O da gelir ve Wallace ile dövüşmeye başlar. Wallace rakibini yere yatırır; boğazını kesmek için kaskını çıkarır ve bir anda karşısında Bruce’u görür. En güvendiği, İskoç tahtının prensi, belki de bağımsızlık sonrası İskoç kralı olmasını ümit ettiği Bruce; İngiliz kralının yanında bir nefer gibi dolaşmakta bununla da yetinmeyip onu öldürmeye çalışmaktadır. Mel Gibson’un sergilediği belki de en güzel oyunculuk sahnesi işte ihânete uğradığı o andır. Hiç konuşmadan; yüz ifâdeleri ile çok şey anlattığı enfes bir sahnedir o. İhânet karşısında hissedilen duygular bir roman zenginliğinde Wallace’ın kanlı yüzünde seyredilmektedir adetâ.

17-25 Aralık sürecinin ardından ülkemizde yaşanan gelişmeler, Hizmet hareketinin AK Parti ve Erdoğan eliyle gördüğü ihânet bana tekrar bu sahneyi anımsattı. Ergenekon Terör Örgütü dâvâları eğer neticelense idi ülkemizde darbe günlerine vedâ edebileceğimiz ve sivil bir anayasaya kavuşabileceğimiz bir zemin yakalanabilecekti. Bu bir bakıma Türk halkının, etrafını kuşatan Ergenekon surlarını eriteceği bir özgürlük mücâdelesi idi. Başta Cemaat olmak üzere liberaller, Alevîler, Kürtler ve toplumun diğer kesimleri Erdoğan’a ve AKP’ye (filmdeki güç ve siyaseti temsil eden asillere) güvenmişlerdi. Oysa onlar kişisel hesapların, beklentilerin, makam ve güç sevdasının, korkuların, kasetlerin, dosyaların, kolay paranın mağduru olmuş; bununla da kalmayıp Ergenekon dâvâları ile kendisini ön plana çıkarmış olan Cesur Yürek Cemaat’in bitirilmesi çalışmalarının bir parçası (neferi) haline gelivermişlerdi. Artık KCK suçluları serbest bırakılıyor, Dolmabahçe’de Ergenekon’a; Oslo’da İngilizlerin gözetiminde PKK’ya, Cemaat’in bitirileceğine dâir sözler veriliyor; ardından da dershâneleri kapatılmaya, iş adamları tehdit edilmeye başlanıyor, KCK’ya ve IŞİD’e darbe vurmuş polisler hapse atılıyordu. Gazeteci Baransu, Samanyolu TV müdürü Karaca ve daha niceleri haksızca hapse giriyor; eşler stresten henüz doğmamış bebeklerini kaybediyorlardı.

Tam ümit ufkuna ulaşıldığının sanıldığı bir anda; Ergenekon dâvâlarının (mücâdelesinin) tam ortasında destek vermesi beklenen AKP (asiller) savaş alanını, kim bilir ne vaadler ve korkular üzerine, terkediyordu. Bununla da kalınmıyordu. İngiliz kralın kendisini takip eden Wallace’ı bitirmek için kendi adamlarını değil de alaycı bir emirle İskoç prensi Bruce’u göndermesi gibi, Cemaati bitirmek üzere Erdoğan ve onun danışmanları, havuz medyası, bazı akademisyenler ve ilâhiyatçılar gönderiliyorlardı.

Batı’da kullanılan anonim bir sözde şöyle der: ‘’Bugünün hayal kırıklıklarının yarının rüyaları üzerine gölge etmesine izin verme.’’ Yetiştiği felsefe ve hayata bakış açısı gereği; Hizmet hareketi zaten gözünü hep geleceğin hülyalarına dikmişti ve ayağına takılan dikenlere aldırış etmiyordu. Kısa süreli bir hayal kırıklığı yaşanmıştı sadece. Endenozyalı yazar Toba Beta’nın Benim Atam bir Astronottu isimli eserinde ‘’ihânete uğradıysan hayal kırıklığından hemen kurtul; o sayede umutsuzluk acısı (bitterness) kök salmaz’’der.

Cemaat de AKP liderliğinden gördüğü ihânet karşısında kendisini çok hızlı bir şekilde toparlamış, onların yaşattığı hayal kırıklığını bir kenara itmiş ve ‘’kalbin zümrüt tepelerine’’ giden yola ümitsizlik gölgesi düşmemesi adına acının orada kök salmasına izin vermemişti. Kimbilir belki de Montaigne; ‘’aslında insanlar seni hayal kırıklığına uğratmıyor. Sadece sen yanlış insanlar üzerinde hayal kuruyorsun’’ derken veyahutta Kafka, ‘’ beni hayal kırıklığına uğratan, kendimden başkası değil’’ derken haklıydılar. Buna hak verdiği için olsa gerek; daha sürecin başlarında Fethullah Gülen, ‘’gayrımeşru muhabbetin neticesi, merhametsiz azap çekmektir’’ diyor; bir yandan Kafka’ya hak veriyor, diğer yandan da gittikçe daha da artacak olan ve bizim şimdilerde şahit olduğumuz gittikçede çirkefleşen merhametsizliklere, zulümlere işâret ediyordu.

Bu ilk ihânetin şoku hızlıca atlatılmıştı. Ancak Hizmet insanlarını hâlâ üzen, hayretlere düşüren bir hayal kırıklığı, bir üzüntü daha vardı. Ona da ‘’Cemaatin en büyük hayal kırıklığı’’ diyerek sonra devam edelim.


AK PARTİ YARGILANIR MI?

Bu yazı 30 Temmuz 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.

Bu başlığı bundan birkaç yıl sonra okuyan bir insan olduğunuzu düşünün. Sizin için pek bir anlam ifâde etmeyecektir. Çünkü o zaman Türk siyasî tarihinde yaşanan bir volkanik patlamanın külleri arasında dolaşıyor olacaksınız. Bu yanardağ patlar mı sorusundan ziyâde bu patlamanın yaraları nasıl sarılır düşüncesi ile hemhâl oluyor olacaksınız; milletinin dertleri ile dertlenen bir insansanız tabi.

Ama unutmayın! Bizler bu soruyu karanlığın en zifiri noktasında iken soruyoruz. Dağın eteklerinde sarsıntıların henüz başladığı, küllerin gökyüzüne yeni fışkırdığı bir anda… Zifiri karanlıktayız. Işığın geleceğini biliyoruz; vâd edilmiş bir nur o zîrâ; ancak göremiyoruz onu. Önümüz sanki bir karadelik ile çevrelenmiş gibi; umudumuz olacak her ışığı yutuyor âdetâ. Ümitsizlik mi peki bize bu soruyu sorduran? Hayır! Ne ümitsizlik, ne de çâresizlik. En azından benim etrafımdaki dostlarım ümitsiz ve çâresiz değiller. Asr suresinde belirtildiği gibi; insanların hüsran içinde olduğu böyle bir fitne zamanında birbirlerine sabrı tavsiye ederlerken diğer yandan hakkı da tavsiye etmeye devam ediyorlar. O güzel insanlardan biri olan Abdullah Aymaz, dağın etekleri 17-25 Aralık depremi ile ilk sarsıldığında; ‘’işimiz var, müşteriler bekliyor!’’ demişti; ‘ışık süvarilerinden’ bir yardım eli bekleyen ve Kimse Yok Mu? diyen dünyanın dört bir yanındaki yüz binlerce mağdur ve mahsun gönlü kasdederek…

Ufak bir soru daha soralım: Hak kime tavsiye edilir? Fitneye, zulme sebep olan yoldan çıkmış bir muhatabınız varsa elbette onadır çağrınız. Şefkatinizin gereğidir bu. Ama zaman olur; muhatabınızın kini, kibri ve hırsı öyle derin, öyle kesiftir ki; ne deseniz kâr etmez. Düşman bellemiştir sizi. Varlığınız onun günaha bulaşmış ruhunu rahatsız etmekte, siz onun körelmiş vicdanını iyi niyetle bilemeye çalışırken onun ağzından sadece öfke gıcırtıları duyulmakta… duruşunuz belki de ona Allah’ı ve âhiret hesabını hatırlattığı için ‘’onlara su bile yok!’’ dedirtecek derecede basîretini bağlamaktadır. Anlayacağınız; suç deryasına batmış, kendi menfaatleri uğruna vatanı Gulyabanîlere teslim etmiş, sonra da onların biçtiği rolleri kabullenip oynamak zorunda kalmış ve karşılarına çıkan herkesi bertaraf etmek zorunda bırakılan aciz, ahmak; ama bir o kadar da sinsi, yalancı, acımasız, ‘omurgasız’, dönek, müfteri ve çıkarcı insanların hâkim olduğu günlerin içerisindesinizdir. Yezid’in karşısındaki Hüseyin, ağabeylerine güvenip yola çıkmış ama kendisini kuyuda bulmuş Yusuf, Kızıldeniz ile Fir’avun’un ordusu arasında sıkışmış Musa, zırhı ve gücü ile mağrur Calut’un karşısında elinde sapanla bekleyen, bıyıkları henüz terlemiş Davut olduğunuz günlerdesinizdir.

İnsanların belki de son bir umut diyerek; hitabetlerine, ellerindeki Kur’an’a ve simgeleri kullanmadaki ustalıklarına güvenerek destek verdiği liderler zamanla güç zehirlenmesi yaşamış, kendilerine kurulan tuzakların esiri olmuş, nâsihlere kulaklarını tıkamakla kalmayıp; onların varlığından rahatsızlık duyan hırsızların, arsızların, teröristlerin, çıkarcıların ve bilmem daha hangi iç ve dış mihrakların telkinleriyle o nasihatçileri terörist, paralel, örgüt, hain ilan etmiş… Bunlarla da yetinmeyip o insanların dünyanın dört bir yanında oluşturdukları ‘sulh adacıklarını’ yok etmeye çalışmış…

Aslında tüm bu saldırılar; kendini bir daha seçtirip iktidarını koruma, kendini güvenceye alma, yargılamalardan kurtulma adına zaman kazanma ve kazanılan süreçte bir daha yargılanmamak amacıyla ne yapılması gerekiyorsa onu yapma hamleleridir. Görevlerinden alınan veya atılan binlerce polis, hâkim, savcı ve asker, yargıya yapılan müdahaleler ve mühendislik çalışmaları, Havuz medyası ile iğfâl edilen yığınlar… Bir yandan KCK, PKK ve İŞİD gibi terör odaklarına verilen destekler, aklanan kara paralar, rüşvetler, yolsuzluklar, fesat karıştırılan ihâleler ve elde edilen milyar dolarlar… ve tüm bunlar sayesinde kazanılan inanılması zor bir güç ve o gücün verdiği kibir ve hırs sarhoşluğu altında ezilen, idrakleri felç edilmiş, illüzyon mağduru bir toplum…

Peki geçer mi bu günler? Dağılır mı etrafımızı kuşatan ve ışığımızı yutan karadelikler. Def olur mu toplumun nabzına sürekli korku, fitne ve nefret tohumları saçan münâfık Gulyabanîler? Kısacası yargılanır mı bir gün AK Parti denen ve artık bizi insanlığımızdan utandıran yapı?

Benim hiç şüphem yok bundan! O yüzden ‘müşterilerim’ ile ilgileniyorum ben; şimdiki ve gelecekteki müşterilerimle… Planlar yapıyor, projeler geliştiriyorum onların gelecekleri adına. Çünkü biliyorum ki; herşey bittiğinde ve AK Parti adâlet lavlarının altında eridiğinde yanardağın külleri arasında dolaşan insanlar ümütsizce bakınacaklar etraflarına. Zâlim Tiranlara inanıp nasihatçılara ettikleri küfürlerin mahcûbiyeti vuracak suratlarına. Olsun önemli değil! İşimiz şefkat bizim. Küllerin arasında durup onların ellerinden tutacak ve birlikte Zümrüdü Anka kuşu gibi küllerimizden tekrar doğacağız; aşkla ve şevkle!

Öyle bir yargılanacak ki AKP, bu ülkede belki elli sene boyunca kimse; bir daha halkın duyguları ile hoyratça oynamaya, devlet imkanlarını kullanarak çalmaya, rüşvet almaya, adâleti baltalamaya ve dini duyguları bir paçavra gibi atmaya cesâret edemeyecek!

AK PARTİ VE ADALET PRİZMASI

Bu yazı 26 Temmuz 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır. 

Adalet kelimesini duyduğumuzda aklımıza gelen klişe sözler vardır. Adalet mülkün temelidir denir meselâ. Adaletin sembölü ise; gözü bağlı şekilde bir elinde kılıç diğer elinde terazi tutan Eski Roma’dan kalma Justitia figürüdür. Aynı şekilde; ama gözü açık Yunan Tanrıçası Themis de vardır. Adalet terazisi kararlarda objektiflik ve tarafsızlık dengesini sembolize eder. Kılıç ise adaleti uygulamakla yükümlü olan otoritenin gücünü, istikrarını ve devamlılığını temsil eder. Gözün bağlı olması; adalet dağıtıcılarının, duyguların, çıkarların, gücün ve kişilerin etkisinde kalmaması, kişilere göre adalet dağıtmaması; tamamen kendi iç vicdanî gözleri ile hakîkate bakması anlamındadır. Zîrâ, ‘’en mükemmel adalet, vicdandır.’’ (Victor Hugo)

Adaletin gözü kördür derken de bu hakîkat anlatılmak istenmektedir şüphesiz. Karşısına oturan kişinin zenginliğine, soyuna, asaletine, ırkına bakmaması beklenir adaletten. Oysa çoğu zaman böyle olmaz! Adalet ve hukuk sisteminin zenginlerin, güçlülerin ve zalimlerin elinde bir paçavraya döndürüldüğü çok olmuştur. Hâlihazırda ülkemizde yaşanan süreç de adalet sisteminin AKP hükümeti ve Erdoğan eliyle felç edilmesi sürecidir. İddialar karşısında aklanmak yerine hukuk sistemini dağıtmağa, bununla da kalmayıp onu yeniden dizayn etmeye çalışmaktadır AKP.
İşte bu nedenle aslında adaletin gözünün bağlı olmaması gerektiğini düşünürüm. Prof. Sami Selçuk, başka bir sâikle de olsa, Themis’de ki gibi yargıcın gözünün açık olması gerektiğini savunur. Ona göre adalet, karşısına oturan kişiyi çok iyi tanıyarak karar vermelidir. Bir eğitimci gözüyle meseleye ben de benzer bir zaviyeden şöyle bakıyorum:

Adaletin kılıcı, terazisi vb. kavramlar dışında yeni kavramlara ihtiyacımız var. Bence ‘adalet prizması’ sembolü olmalıdır. İnsan gözünün algılayabildiği görünür ışık bir prizmaya vurduğunda değişik dalga boylarındaki tayflarına ayrılır. Böylece renkleri görürüz. Adalet sistemi de vicdan gözlerine yansıyan ışıkları (suç, delil, iddia) dalga boylarına ayırıp analiz ederek karar vermelidir. Böyle bir bakış; bilgiden ve delilden beslenme, olayların esasına vâkıf olma, hakîkatı tüm renkleri ile görme bilgeliğidir. Yargıçlar bilge olmalıdır aynı zamanda. Gerçek bilgelik cesareti de besler. Hatta bu kabiliyetleri öyle derinleşmelidir ki, sadece görünen ışığı değil, diğer dalga boylarını da görebilmelidirler. Çünkü günümüzde suçlar artık daha bir ustalıkla, çeşitlilikle ve cesaretle işlenmektedir; hükümet kılığına girmektedir meselâ. Görünen ışık elektromanyetik ışınımların küçük bir kısmıdır. Onun dışında X-ışını, radyo, mikrodalga, ultraviyole, kızılötesi ve gama ışınları da vardır. Karanlıkta bizim seçemediğimiz bir fareyi kızılötesi ışınlar sayesinde görür yılanlar. Güneşe bakarken tüm dalga boyları ile bakabilsek onu sadece sarı değil birçok farklı tarz ve renkte görebilirdik. Onun gibi; bilge bir adalet, suçları ve şahısları değişik bilgelik ve bilgi (delil) boyutlarıyla da görüp değerlendirebilmeli, hakîkate öyle vâkıf olmalıdır. Kant’ın dediği gibi; ‘’insanlar ışığı görmez, ışıkla görür.’’ Önemli olan onu algılayabilecek kabiliyetin (gözün) – adalet açısından – vicdan gözünün, bilgeliğin, bilgeliğin kazandırdığı cesaretin ve ‘prizmanın’, olmasıdır.

Felç edilen adalet sistemimiz öyle mi oysa? AKP hakkında kara para aklama, rüşvet, yolsuzluk, ihâleye fesat karıştırma, teröre destek, fişleme, yalan, iftirâ, adam kayırma vb. birçok dalga boyunda tezâhür eden suç iddiaları ve delilleri var. Buna rağmen adalet sistemi felç edilerek sadece AKP ampülünden, yani Erdoğan ve Havuz medyasının yoğun ve sistemli illüzyonundan, yansıyan ışığı (‘’paraleli’’) görmesi istenmektedir. Oysa o ışığa adalet prizmasından bakabilsek bahsettiğim suçlar görünecektir. Fenerle gözüne ışık tutup hareketsiz bırakma bir tavşan avlama yöntemidir. Hukuk sistemimiz işte bu şekilde AKP ampülünün ışığı ile felç edilmekte ve adalete adetâ bir ışık körlüğü yaşatılmaktadır. ‘Adaletin gözü kördür’ sözü AKP’ce böyle anlaşılmak istenmektedir.

Ülkenin AKP cenderesinden kurtulup bir an evvel normalleşmesi lâzım. Adalet sistemi ancak o zaman rahat bir nefes alıp aslî vazifesine dönebilir ve süreçten aldığı derslerle resmini çizdiğim bilgeliği yakalama yolunda ilerleyebilir. İşte o zaman geldiğinde adalet sisteminin AKP’yi nasıl yargıladığını görecek ve hangi ‘dalga boylarında’ ne tür suçların irtikâb edilmiş olduğunu hayretle ve teessürle izleyeceğiz!


Sabır ve dua ile bekliyoruz!

AK PARTİ ve ADALETİN GELDİĞİ NOKTA!

Bu yazı 21 Temmuz 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır. 

Adalet, ‘’toplumdaki ve insandaki umumi ahenk ve dengeyi sağlayacak değerler bütünüdür’’ (Fethullah Gülen). Toplumu ve insanın mâhiyetini dengede tutar; onları ifrat ve tefritlerden korur. Toplum içinde karşılıklı güven, sadakat, itaat ve birlikte yaşama duygularını besler. Mâide suresinde (5/8) belirtildiği gibi; ‘’takvâya en çok yakın olan’’ şeydir adalet. Aynı takvâ; yine Kur’ân’ın işaretiyle (Hucurat, 13) Allah katında insanların derecesini, konumunu belirleyen bir kabiliyettir. Adalet gibi bir değerler bütününe sahip olabilen insanlar nasıl üstünlüğün belirleyicisi olan takvâya en yakın konumda iseler, adalet ile yönetilen devletler de diğerlerine göre daha üstün ve Hakk’a en yakın konumda olanlardır. Adalet öyle önemlidir ki, Gülen’in yorumu ile, Nahl suresinde (16/90) insana ‘’ilk önce adalet emredilir, sonra ihsan gelir.’’ İhsan ki; insanın Allah’ı görüyor gibi kulluk yapması, ibadet etmesidir. Kendi içinde bir ahenk ve denge yakalayamamış ve gerekli adalet duygusunu geliştirememiş bir insan Allah’a yakınlaşma adına da sıkıntılar yaşayacaktır. Aynısı toplumlar için de geçerlidir.

Ülke olarak adalet duygusundan hızla uzaklaştığımız bir dönemden geçiyoruz. İç dengelerimiz sarsıldı. Adalet sahasında savrulma yaşamadığımız bir gün geçmiyor adeta. Adaletin gücünü temsil eden ‘Adalet Kılıcını’ kendi eline alıp etrafa tehditler saçan liderlerimiz var bizim. Tehditle de kalmayıp adalet sisteminin işleyişine müdahalelerde bulunuyor; hatta sistem mühendisliğine soyunuyorlar.

‘Adalet mülkün temelidir.’ Mülk ise; devlet, mal, can vb. sahip olduğumuz her değerin, hakkın ve güvencenin adıdır. AK Parti ile yaşanan süreç; birilerinin hükümet olma imkanlarını kullanarak elde ettikleri gücün ve maddi imkanların yani kendi mülklerinin korunabilmesi refleksi; adalet sisteminin ona kalkan yapılmak istenmesidir. Adalet bir şekilde kendi mal ve güçlerinin, menfaatlerinin temeli, dayanağı ve koruyucusu olma konumuna getirilmiştir.

17-25 Aralık hadiseleri bir yanardağın patlamadan evvel oluşturduğu sarsıntılar ve etrafa saçtığı küller mâhiyetindeydi. Ülkede bir çok şeyin yolunda gitmediği zaten görebilenler tarafından biliniyordu. Halk nezdinde bunların anlaşılması ancak böyle bir sarsıntı ile mümkün olabildi. Hükümet hakkındaki rüşvet, yolsuzluk, karapara aklama gibi iddialar ve sızan tapeler kafaları karıştırdı. AK Partinin aklanmak yerine ‘darbe’ ve ‘paralel’ söylemleri geliştirmesi ve vakit kaybetmeden tüm yargı sistemini felç etmesiyle herşey netlik kazandı.

Geldiğimiz noktada binlerce polis, savcı ve hakim mağdur edildi, görev yerleri değiştirildi yada görevden uzaklaştırıldı. Sulh Ceza Mahkemeleri tesis edildi ve HSYK bir kaos merkezi haline dönüştürüldü. Verilen bazı kararlar Erdoğan tarafından ‘kabul edilmedi.’ Hukuksuzluk zemini için gerekli mekanizmalar ve baskı araçları tesis edildi. Adalet sistemimiz; ulaştığı gücü yitirmemek için onu felce uğratan bir lider kadronun kum torbası haline getirildi. Adalet ve hukukun bu derece içinin boşaltıldığı; bir paçavra haline getirildiği ve ona olan güvenin tarumâr edildiği bir başka dönem sanırım olmamıştır. Terör uzmanı polisler ya hapiste yada dağıtıldı. Ülkede bombalar patlamaya başladı. Bu süreçte milletimizin adalet anlayışı ve ona olan sadâkati de test edilmiştir ve sonuç şimdilik pek iç açıcı görülmemektedir. En acısı da, bu yangına odun taşıyan hakim ve savcıların varlığı ve diğer birçok hukuk insanının yaşananlar karşısında suskun kalmalarıdır.

Martin Luther King, ‘’her şeyin sonunda düşmanlarımızın sözlerini değil, dostlarımızın sessizliğini hatırlayacağız’’ der. Sanırım AKP gemisi battığında bizler de hukuku katleden cüretkârlardan çok; toplumun, bir avuç insan dışında, bu katliam karşısındaki suskunluklarını konuşacağız.

AKP ve adalet konusuna devam edeceğiz…