29 Nisan 2024 Pazartesi

Gazeteci herkesle mülakat yapabilir mi?

 Tr724 de değil burada yayınladığım yazılardan.

Geçenlerde KHK TV ile alakalı olan bir gazeteci, derin devlet ilişkileri olan, işkenceciliği de aleni olarak bilinen tartışmalı bir isim, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile bir mülakat yaptığını açıkladı. Bu gelişme karşısında tahmin edilebileceği gibi büyük bir tepki seli yaşandı ve peşinden gelen bir tartışma süreci başladı. Gazeteci, gelen tepkilerin yoğunluğundan olsa gerek mülakatı KHK TV yerine kendi özel Youtube kanalında yayınlamak zorunda kaldı. Hem kendisi hem de ona destek veren az sayıda bir kesim, bir gazetecinin herkes ile görüşme gerçekleştirebileceğini öne sürdüler. Zaten gazetecinin kendisi de “ifade hürriyetinin, insanlık tarihinin en erdemli değeri olduğuna inanıyorum” demek suretiyle kararını savundu.”

Oysa eleştirenlerin çoğunluğu direk olarak KHK uygulamalarından veya mevcut soykırımdan bizzat mağdur olan kişiler oldukları için soykırım aparatının bir algı operatörü olarak gördükleri bir “işkenceciye” KHK TV gibi sadece mağdurların sesi olması gererek bir kanalda neden söz hakkı verildiğini anlamlandırmaya çalıştılar ve bunu sorguladılar. Takip edebildiğim tepkilerin nerede ise tamamı bu minval üzerinden eleştirilerde bulunuyorlardı.

Sosyal medyanın insanları çekinmeden çok rahatça konuşmaya teşvik ettiği böyle bir dönemde bu tarz, anlık Grizu patlamaları nevinden, gelişmeler sıklıkla yaşanabiliyor. Metan gazı belli oranda oksijen gazı ile temas ettiğinde nasıl anlık bir patlama yaşanıyorsa; adeta sürekli metan gazı üreten, trollerle ve kibirli, herkese üstten bakan aydınımsılarla dolu çöplük konumundaki sosyal medyada da bu tarz anlık patlamalar sıklıkla yaşanıyor. İşte bu nedenle bazı mevzuları ortalık durulduktan sonra belli gelişmeleri de izledikten sonra ele almayı daha çok tercih ediyorum.

Mülakatın yayınlanmasını özellikle bekledim. Sonuç tam da beklediğim gibi çıktı. Hatta tahminimden daha da kötü idi. Karşılıklı soru cevapların yaşanacağı ateşli bir mülakat beklemiyordum elbette. Zaten mülakatı eleştiren çoğu insan bu şekilde olmayacaksa olay o zaman bir PR çalışmasına dönebilir diyerek endişelerini dile getiriyorlardı. Üzülerek belirtmeliyim ki mülakat tam da o tadı veriyordu. Söyleşide, 54 dakika boyunca rahatça konuşup istediğini istediği gibi anlatan bir Avcı izledik. Ergenekon davaları döneminde yargılanan isimlerden biri olan Avcı, Ergenekoncu çevreler tarafından yıllardır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan iddialar dışında hiçbir yeni şey söylemedi. Tek taraflı bir mülakat olduğu için de sadece kendisini anlatan bir Avcı vardı ortada.  Eskiden kahvehane köşelerinde “ben herkese doğru olan neyse hiç çekinmeden söylerim” diyen çok bilmiş amcalar olurdu. Oysa gerçek hayatlarında öyle olmadıklarını iyi bilirdim. Avcı da söyleşi sırasında baştan sona bu havada takılıyordu. Ben hukuka, adalete çok önem veririm; kim bu çizgiden çıkarsa lafımı söyler uyarımı yaparım havasında idi hep.

Oysa gerçekler öyle mi? Birincisi, “Cemaat, Ergenekon-Balyoz delillerini kendisi üretti, askerlere fuhuş iftirası attı, Selam-Tevhid soruşturması ile AKP’li 200 siyasiye operasyon yapacaktı, 15 Temmuz’u Cemaat yaptı ama hükümet önceden bilmemesine rağmen bunu fırsat olarak kullandı” tarzı söylemler ile açıkça yalan söyledi. Ergenekon-Balyoz davalarına dair deliller Amerika’da bağımsız şekilde yapılan kriminal incelemelerden bile gerçek raporu aldı. Asit kuyularından çıkan ceset parçaları, bulunan silahlar vs. hep gerçek idi. MİT tırları davasında başta inkâr edilen tüm deliller de sonradan kabul edilmek durumunda kalındı. Askeri casusluk-fuhuş çeteleri delilleri ve bilumum veriler gerçek idi. Bu davalar bugün hayatta değil ise mevcut hükümetin belirli anlaşmalar sonucunda davaların üzerlerini örtmesi sebebiyledir; yoksa delillerin yetersizliği gibi nedenlere dayanmamaktadır. Kısaca Ergenekon terör örgütü yargı önünde ispatlanmış bir yapıdır. Avcı bizzat içinde olduğu bu davaları birkaç yüzeysel klişe söylem ile çizip kenara atabileceğini düşünüyor; ama yanılıyor.

İkincisi, ‘Cemaatin altı iyi, onlar mağdur edildi; ama üstü kötü’ şeklindeki klasik Erdoğan-Ergenekon algılarını yinelemeye devam ediyor ki bu yöndeki tüm söylemler timsahın gözyaşları misali inandırıcılıktan yoksun gayretler. Mevcut hükümet bu “çok tehlikeli örgütüm iddia edilen üst yönetimine dair” uluslararası makamlara tek bir suç delili hala sunabilmiş değil ki buna 15 Temmuz darbe iddiaları da dahil. Eğer Avcı, tıpkı kendisi ile samimiyeti olan yazar Mustafa Akyol gibi, “elimde delil yok ama suçlu olduklarını biliyorum” demeye getiriyorsa bu kendi bileceği bir iş!

Üçüncüsü, Avcı mülakat boyunca, altını çizdiğim gibi, sürekli olarak adalet havariliği yapıyor; adaletin, yargının, hukukun olmadığı bir yerde kimse kendisini güvencede hissedemez, Cemaat araştırmadan insanları Ergenekon’da suçladı, delil üretti diyor ancak kendisi hangi araştırma veya hukuki süreçler neticesinde 15 Temmuz’un suçlusu olarak Cemaati ilan ettiklerini, hangi araştırmalar neticesinde Ergenekon davalarında deliller üretildiğini bilebildiklerini, hangi araştırmalar sonucunda Cemaatin bir paralel devlet olduğuna kanaat getirdiklerini detaylandıramıyor veya buna gerek görmüyor. Zaten biz de yıllardır bunu yazıyoruz! Ortalıkta dolaşan tüm iddiaların hepsi algı merkezlerinde üretilip sonra da ısıtılıp ısıtılıp gündemde canlı tutulmaya çalışılan klişe 5-10 cümleye dayanıyor ki Avcı’nın kendisi de söyleşi boyunca bu çerçevenin içinde kalmaya özellikle gayret ediyor.

Mesela kendisi hangi delile dayanarak ülkeyi cemaatin imamlarının yönettiğini, AKP iktidarının gücünün olmadığı için bu duruma bir şey diyemediğini söyleyebiliyor? Hangi hukuki gerekçeye dayanarak Erdoğan’ın da o sıklıkla kullandığı “paralel devlet” ifadesini kullanıyor? Hükümet OHAL ile yanlış yaptı, süreç çok uzadı derken hakkaniyetli bir tavır çizmeye çalışıyor ama hemen akabinde de ‘’(hukuksuz) fişlemeler zaten yapılmıştı” diyemiyor da “zaten muhalif olanların kimler oldukları belliydi” diyerek konuyu üstünkörü geçiştiriyor. “Adil Öksüz yanlışlıkla bırakıldı” derken ki gerçeği örtme gayreti ise zaten Oscarlık bir takdiri hak ediyordu!

Konunun Avcı’ya bakan yönü böyleydi. Gazeteci’ye bakan yönünde ise şunları söylemek mümkün. Elbette bir gazeteci istediği kişi ile görüşebilir. Buna kimsenin bir itirazı da yok! Fakat, gazetecinin kiminle ve ne maksatla görüştüğünü sorgulamak da okurların en doğal hakkıdır. Gazeteci bunu bilerek, muhtemel tepkileri göğüsleyerek o işe girişmeli zaten ve belki de okurlardan daha büyük bir sabır, geniş yüreklilik, anlayış ve itidal ile yaklaşmalı böyle tepkilere. Bunun haricinde, gazetecinin yapılacak söyleşinin kime, hangi hakikate, hangi sosyal gerçekliğe hizmet edeceğine dair öngörülü okumalar da yapması gerekir. Bu söyleşi konusunda eleştirilerini dile getiren felsefeci arkadaşlarımızdan Aslı Topuz, konu ile alakalı olarak uluslararası üne sahip olan Avustralyalı gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger’den bir alıntı paylaştı. Pilger kısaca, gazetecilerin sadece haberci olmadıklarını, aktardıkları haberlerin arkasındaki ajandaları ve o haberleri çevreleyen mitleri de kavramaları gerektiğini söylüyor ki bu son derece doğru bir yaklaşım.

Bu, Batı’da da hep tartışılan bir konu olmuştur. Mesela, bir gazeteci infaz cezası alacak bir suçlu ile mülakat yapmak istediğinde veya toplumun aforoz etmeye yeltendiği, tabir caizse, topun önüne konmuş tartışmalı bir figür ile görüşme yapmak istediğinde bu tür alttan tepkiler ve tartışmalar hep yaşanır. Burada en kritik nokta, söyleşinin üstün bir dikkat, cesaret ve hakşinaslık çizgisinde yapılması ve gerçeğin eşelenmesi adına sorular sorularak gerektiğinde sınırların zorlanması anlamlarına gelir. Hakikat çizgisinde yol alınıp, hakikat bükücülüğüne tevessül edilmeden, insaf dairesinde ve ölçülü bir cesaretle yaklaşılmalı bu tür söyleşilere ve gerektiğinde de okuyucu bu altyapı üzerinden ilgili konuda veya motivasyon çerçevesinde eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir. Zaten ortaya çıkacak eser okurların eğitilmesi adına en belirleyici unsur olacak, oluşturduğu çerçeve ve momentum da gerçeğe ışık tutma vazifesi ifa edecektir. Bu yazıya konu olan Avcı söyleşisi, maalesef, bu çizmeye çalıştığım portreden son derece uzak, başarısız ve bir caninin PR çalışması mertebesinde olmuş açıkçası.

Suçluluar, tartışmalı kişilikler, bozuk siyasetçiler ve benzerleri ile mülakatlar yapılacağı zaman Batı’da kullanılan bir takım savunma argümanları şunlar olmuştur:

Kamuoyu faydası (public interest): Bu tartışmalı isimler ile görüşürken onların motivasyonları adına önemli sosyal, politik, psikolojik vb. çıkarımlar yapılmasına ışık tutulursa böylece de toplum ilgili suç ve yolsuzluk kapsamındaki sosyal olaylar ile ileride daha iyi mücadele edebilir şeklindeki yaklaşım.

Hesap verebilirlik (accountability): Bu mülakatlar neticesinde haklarında iddialar bulunan kişilere konuşma fırsatı verirken onlara hesap verilebilirlik ve suçla yüzleşme ortamı sağlanabilir şeklindeki yaklaşım. Ayrıca, ileride belki benzer suçları işleyebilecek birileri için caydırıcı bir ortam oluşturabilir şeklindeki beklenti.

Medya Özgürlüğü (freedom of press): Medya, kamuoyu faydasına olduğunu düşündüğü bir konuda ilgili kişiler ile her daim konuşma özgürlüğüne sahip olmalı şeklindeki görüşün yaygınlığı ki uygulamada en sıkıntılı görülen konu da bu. Çünkü birçok medyanın bu konuda son derece seçici geçirgen bir tavır sergilediği kimsenin gözünden kaçmıyor.

Meselenin bu boyutlarına zıt olarak, eleştirilerde bulunan insanların kullandıkları başlıca savlar da genellikle şu kategorilere indirgenebilir:

Suçun ve suçlunun meşrulaştırılması tehlikesi (legitimazing action): Bu, Erdoğan gibi soykırımcı, otokrat, basın özgürlüğü düşmanı ve yolsuz bir siyasetçiye mikrofon uzatan onları hala ülkelerindeki toplantılarda ağırlayan Batılı medya ve hükümetlere bugün de yönlendirdiğimiz haklı bir tepki. Yukarıda resmettiğim gibi eğer profesyonelce ve profesyonel saiklerle yapılamazsa böyle bir neticeyi kolaylıkla verebilir bazı mülakatlar ki insanların Hanefi Avcı mülakatına karşı çıkmalarının arkasında yatan asıl endişe kaynağı da bu idi.

Mülakatın netice verme ihtimali olduğu birtakım etik sorunlar (ethical concerns): Şaibeli isimler ile mülakat yapılması her yerde etik eksenli tartışmalara sebep olabilir. Bunun halen mağdur olan insanlara verebileceği zararlar ve başkalarını suça teşvik etme ihtimali gibi noktaları da hep tartışılır durur. Mezkûr mülakatta da insanların en büyük tepkilerinden birisi ilgili kişinin işkence yöntemleri ile bilinen, bu konuda hiçbir özeleştiride bulunmamış, tartışmalı ve derin bir isim olması. Türkiye’de süregiden mevcut soykırımın ortada halen yüzbinlerce mağdur ettiği insan ve aileler var iken bu zulümlerde payı olan bir insana üstelik KHK’lı insanların sesi olması gereken bir platformda yer verilmeye çalışılmış olması doğal olarak mağdurlar nezdinde bu suçun meşrulaştırılması ve zalime yeni bir propaganda zemini sağlanması endişesi yarattı. Ayrıca etik yoksunluk ve zulmün daha da artarak devam etmesi yönünde etkisi olabilecek olması gibi saikler de bu endişelerin bir parçası idiler.

Ne yazık ki yapılan mülakatın içeriği insanların bu noktalardaki endişelerinde haklı olduklarını gösterdi.

Bu tarz mülakat eleştirilerinin bir değer maddesini de “Farklı metodların varlığı ve kullanımı’’ (alternative methods/perspectives) şeklinde özetlemek mümkün. Bu bakış açısına göre; eğer hakikatlere ışık tutmak ve tarihe bir not düşülmek isteniyorsa bu, zalimin kendisine veya ismi şaibeli kişilere mikrofon uzatmak yerine suçun, zulmün, yolsuzluğun vs. etkileri ve boyutları üzerine odaklanmak, zalimler yerine mağdurlara ulaşmak, onların acı tecrübelerini ön plana çıkarmak, bu konularda uzman görüş ve analizlerine yer vermek ve bu suç, yolsuzluk ve zulümleri tetikleyen genel sosyal faktörlere ve adaletsizliklere odaklanmak daha verimli olur şeklinde özetleyebileceğim bakış açısıdır ki bugün çok iyi yapılamayan, eksik kalan, gazetecilerin daha bir hassasiyet ve yoğunlukla üzerine gitmesi gereken nokta da burasıdır.

Nitekim, ilgili gazeteciye tepki verdiği bir mesajda eski bir KHK’lı emniyetçinin ben KHK TV’ye konuşmak istemiştim ama ilgilenmediler demesi üzerine bu gazetecinin, “iltisaklı kişilerle görüşmeme kararı vardı” tarzında bir cevap vermesi, yani KHK’lı olsa da Cemaat ile irtibatı olan bir KHK’lı ile mülakat yapılmak istenmedi şeklinde özetlenebilecek bir tavrı savunması bu Avcı mülakatına gölge düşüren önemli bir itiraf niteliğinde idi.

Şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.


24 Şubat 2024 Cumartesi

RUŞEN ÇAKIR NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

 2/25/2024 TR724'te yayınlamayıp burada yayınladığım yazılardan.


Bildiğiniz gibi Ruşen Çakır son zamanlarda birkaç yayın yaparak Hizmet Hareketine karşı yıllardır yaptığı itibar saldırılarına devam etti. Gazetecilik faaliyeti adı altında analiz diye yutturulan algı operasyonları eşliğinde son derece trajikomik gayretler içerisine giren isimlerin başında geliyor kendisi tıpkı Levent Gültekin gibi. Hilal Nesin geçenlerde Twitter hesabında Levent Gültekin hakkında onun sürekli olarak “biri bana söyledi”, “biri beni aradı”, “biri bana yazdı” şeklindeki belirgin tarzını eleştirerek onun gazeteciliğini çok güzel bir şekilde özetlemiş oldu.

Ruşen Çakır gibilerin durumları da pek farklı değil. Mevcut Türkiye ortamının “parlak gazeteci” profilini özetle deseniz; direk olarak MİT adına gazetecilik (ajanlık) yapanları piramidin en üstüne oturtur sonra da aşağıya doğru inerek oralara da direk olarak yönlendirilmeseler de teşvik edilerek, enaniyetleri gazlanarak veya gizli bir kaynaktan denilerek yemlendirilmek suretiyle kullanılan ikinci sınıf algı operatörlerini, en alta da parti kulislerinden ve patronlarından beslenen kullanışlı tipleri yerleştirirdim. Piramidin özellikle de en üst kısmındakilerin sadece kullanılırlıkları değil içine battıkları bağnazlık, kibir ve ahlaksızlık aslen çok daha ciddi bir sorun. Bir silah gibi kullanılıyorlar adeta! Kimi bir kamçı, kimi bir bıçak, kimi bir tabanca, kimi de zehir veya biyolojik saldırı silahı kıvamındalar; yavaş yavaş zehirleyip, felç edip öldürmeden toplumu kontrol etmede kullanılıyorlar. Kimileri de sadece çamur atmakta kullanılıyorlar!

Çakır, yaptığı yayınlarından birinde, benim tabirimle, ‘Türk tipi profesörlerden’ Hilmi Demir ile birlikte Cemaatin “neden kült olduğunu” ispatlamaya çalışıyorlardı. Daha önce yazmıştım: Hizmet Hareketine kült diyen entel takımını ki aralarında sosyolog kimlikli olanı bile var kesinlikle ciddiye almaya gerek yok. Bu iddiayı analiz diye sunabilen bir ‘aydınımsı’ ya aşırı bağnazdır ya kin hastalığına tutulmuştur ya sürekli olarak ilgi çekme ihtiyacı hisseden bir psikolojik saplantı haline duçar olmuştur ya da direk olarak emir üzere nokta atış yapmaya çalışan bir algı operatörüdür. Bu kült meselesine ayrı bir yazıda değiniriz.

Onların söylediklerinin sosyolojik bir karşılığı yok. Böyle akademik ve hakikati arama endeksli bir niyetleri de bunu yapabilecek kapasiteleri de yok zaten. Yürütülen algı operasyonları kapsamında üretilmiş 3-5 basmakalıp ve salt iftira ve algı operasyonu kokan söylemleri ısıtılıp ısıtılıp kamuoyunun zihninde canlı tutmaya çalışıyorlar. Fitne ateşlerinin is ve dumanlarının devamını sağlayan köz ateşinin sönmemesi için ortama yalan ve algı üflemeye devam ediyorlar. O içi boş iftiraları ve söylemleri halkın önüne bir küspe gibi savurup duruyorlar. İşte benim ilgimi çeken asıl husus gerçekte bir toplumun sosyolojik anlamda çöküşüne dair en önemli ipuçlarının bu tür sahte ve kullanışlı aparat hükmündeki entel takımı üzerinden okunabiliyor olması hakikati. Konuya merakım daha çok buradan kaynaklanıyor. Yoksa onları bir nebze olsun ciddiye aldığımdan değil.

Dediğim gibi bu tarz söylemlerle öne çıkanların neredeyse tamamı çok net bir şekilde kamuoyu oluşturma ve yönlendirme çabaları kapsamında ya direk ya da dolaylı olarak kullanılıyorlar veya gayrete getiriliyorlar. Bu çabalar o kadar net ki eskiden bu söylemlere kulak kabartan Hizmete yakın isimler bile artık onları eskisi gibi ciddiye almamaya ya da araya mesafe koymaya başladılar. Bu gelişme kendilerini derinden etkilemiş olmalı ki Ruşen, derin devlet elemanı ve Ergenekon terör örgütü davalarında yargılanan karanlık isim Hanefi Avcı ile yaptığı son videosunda bu bilinçaltını açıkça ifşa ediyordu. İkisi de bazı Cemaat muhaliflerinin Türkiye’nin şartlarını göze alarak veya düşene vurmamak gibi düşüncelerden ötürü artık yayınlara çıkmak istemediklerini ama Türkiye’ye hukuk geri gelirse o zaman bu insanların konuşacağını ve çoğunun Hizmetten ayrılacağını iddia ettiler. Bu ifadelerin içeriği bile bu iki ismin temsil ettikleri odakların bilinçaltlarına ve art niyetlerine dair önemli okumalar yapmamızı sağlıyor. İlk başından beri yapmaya çalıştıkları tek şey de zaten bu: Ne yaparız da insanların aklına her daim korku ve ümitsizlik sokarız, kendilerinden ve sevdikleri insanlardan şüphe duymalarını sağlarız; hatta İslami hizmet anlayışından onları soğuturuz ve böylece kolaylıkla böler ve parçalarız! Avcı’nın söylediği gibi Türkiye’ye hukuk geri gelse zaten o insanların aklına ilk olarak Cemaatlerinden ayrılmak değil kendilerine soykırım uygulayan devletten hukuk önünde hesap sormak olur. Ancak Avcı ve Çakır’ın amaçları algı olduğu için kendi söylemlerinde bile nasıl saçmaladıklarını ve kendileri ile tenakuza düştüklerini göremiyorlar.

Twitter üzerinde benzer gelişmeler karşısında yazdığım mesajlarda yıllardır değindiğim hassas bir nokta var. Bu tip insanların organize hareket ederek sürekli olarak canlı tutmaya çalıştıkları sloganımsı ve klişe söylemler sadece ahmaklıkla, cahillikle, bağnazlıkla ve ukalalıkla yani Türkiye entelijansiyasının genel ahvali ile açıklanamayacak kadar derindir ve kasıtlı bir psikolojik harekât planının bir parçasıdır.

Burada hemen bir not düşeyim. Bu genel ifadelerden sonra birileri hemen çıkıp Ahmet Dönmez, Ahmet Kuru, Gökhan Bacık vb. eski bazı Cemaat mensuplarının sergiledikleri muhalif anlayışlarını algı operatörlüğü ile ilişkilendirdiğimi düşünmeyiniz. Şahsım olarak onların söylemlerini analiz edebilirim sadece ve yıllardır yaptığım gözlemlere dayanarak, kendim de akademik kökenli bir insan olarak, onları ciddiye almıyor; hatta pek samimi de bulmuyorum. Ruşen Çakır ve benzerlerinin bu insanlara yaklaşma ve onların muhalif anlayışlarını kullanma şeklindeki gayretleri ise çok sırıtıyor. Özellikle Bacık’ın, Hizmet’e kült diyebilmesi, 15 Temmuz’un ardında da yaşanan soykırımda da ve ülkede hasıl olan sosyolojik yıkımda da Ergenekon ve Erdoğan hükümetinin etkisini görememesi veya görmezden gelerek buradan ısrarla hala Cemaat’e ve Gülen’in liderliğine fatura çıkarmaya çalışması ve “Türkiye güçlü ve adil bir devlet ise cemaatin arkasından kalan bu ‘sosyolojik enkazı’ entegre eder” şeklindeki soykırımı meşrulaştıran devletçi anlayışı bu düşüncelerimi güçlendiriyor. Ruşen Çakır’ın, “tam temizlik kolay olmayacak” şeklindeki söyleminin Bacık ile aynı frekansta olduğunu ve bu soykırımcı-devletçi bakış açısının üzerinde durulmaya devam edilmesi gereken bir yaklaşım olduğunu yineleyerek Çakır ile devam edelim.

Zaten gazeteci Abdülhamit Bilici’nin, Çakır’ın bu sözü üzerine söylediği; “Korkunç bir kin ve Hitler kafasıyla senin [Çakır’ın] ‘tam temizlik kolay olmayacak’ dediğin olaya, AİHM, BM ve hukuka bağlı tüm medeni dünya, hukuksuzluk ve zulüm diyor” şeklindeki ifadesi her şeyi özetliyor.

Yine benzer düşüncelerle olsa gerek, geçenlerde Türkiye’deki zulümleri ABD senatosundaki bir insan hakları oturumunda dile getiren Abdülhamit Bilici, Ruşen Çakır’a hitaben yazdığı Twitter mesajında şunları söylüyordu.

“Nerdeyse tüm dünya 15Temmuz’un çakma darbe olduğunu anlarken, Erdoğan’ın darbeyi enişteden öğrenmesine rağmen istihbarat şefi Fidan’a dokunmaması bile kuşkulanmak için yeterliyken, bu beylerin olaya darbeymiş gibi bakıp, hiç sorgulamama nedeni aptallık olmayacağına göre nedir?

Cemaate karşı olsa da mesela Ahmet Şık, 15 Temmuz’a dair aşağıdaki soruları sordu ve bu yüzden hapse atıldı. Ruşen Çakır, Hanefi Avcı ve benzerleri, böyle yüzlerce sorunun cevabını biliyor mu? Onların sorgulamama nedeni, hapis korkusu mu, yoksa Hizmet’in aklanma ihtimali mi?”

Evet hem hala bölemediler hem Hizmet’in kendisine atılan iftiralardan yargı ve kamuoyu vicdanı önünde aklanma ihtimalinden ve ardından kendilerinden hesap sorulmasından yani yargılanmaktan korkuyorlar hem psikolojik ve ahlaki üstlüğün ve hakikatin her daim Hizmet’in yanında olmasından an be an titriyorlar hem de süreçteki maddi kazanımlarını bir anda kaybetmekten korkuyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden Türkiye aleyhine açılan ihlal davalarından devleti suçlu bulan kararlar çıkıp duruyor. Bu da Erdoğan sonrasında ülkenin yularını elinde tutmaya devam etmek isteyen ulusalcı (Ergenekoncu) derin devlet zihniyetini rahatsız ediyor.

Şimdiden insanların kuvve-i maneviyelerini, topluca hak arama şanslarını güçlendirecek olan birlikteliklerini ve onları tekrar derleyip toparlayabilecek olan liderlerine olan sevgi ve inançlarını kırabilmek adına bahsettiğim 3-5 klişe söylemle ve aynı kişileri kullanarak sabit noktalara vuruş yapmaya devam ediyorlar. Hizmet insanının (onlara göre sosyolojik enkaz) Çin tarzı eğitim (yeniden topluma kazandırma) yöntemleri ile bireyselliklerini, karakter özelliklerini ve cemaat anlayışlarını yerle bir ederek onları hızlıca sindirmeye ve dönüştürmeye ve Hizmet’i kendi yönetecekleri geleceğin Türkiye’si içinde eritmeye, böylece uluslararası soykırım ve tazminat davalarından da kurtulmaya çalışıyorlar.

Yine Çakır’ın Medyascope’taki yazısında kullandığı şu ifade de bu paniğin ve beklentinin ‘sosyoloji’ şekerine batırılmış halini özetler nitelikte: “Benim gördüğüm kadarıyla artık Türkiye’deki mağdurların büyük bir kısmı orayla ilgilerini –mânen ve maddeten diyeyim– kesmiş durumda.” Ama bunu söylerken hala neden, neredeyse haftada bir İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Twitter hesabından adeta salyalar akıtarak ‘Kıskaç operasyonları’ adıyla duyurduğu hukuksuz soykırım operasyonlarının yapıldığını, Türkiye’de insanların neden hala mağdur ailelere yurtdışından yardım toplayıp dağıttıkları için Cemaat (onlara göre terör) üyeliğinden içeri alındıklarını ve insanları savunacak avukatların bile terör üyeliği ile tehdit edildiklerini, yapmaya çalıştığı algılar adına görmezden geliyor.

Gelin, işaret ettiğim bu son noktalar ile şimdi bahsedeceğim alıntıları birleştirerek hakikatin iki ucunu nasıl birbirine bağlayacağımı görün ve sonrasına da sizler karar verin.

Ruşen de Levent Gültekin de benzer ifadelerle Hizmet insanlarına artık Türkiye’de yer olmadığını söylediler ki bu da yeni bir taktik değil. Ergenekoncu ve CHP’li çevrelerden de benzer söylemler gelmişti daha önce. (Klişeler üzerinden belli periyotlalar ile yapılan nokta atış tezim). Mesela ‘gazeteci’ Atılgan Bayar’ın, 2012’lerde söylediği “gönüllerden düşeceksiniz, evlatlarınız bile sizden nefret edecek” şeklindeki sözleri veya beklentileri gibi!

Çakır da bu konuda son derece öfkeli bir üslup ile şunları söylemişti:

“Bu saatten sonra herhangi bir ders çıkartacağınızı da sanmıyorum. Yok olmaya mahkûmsunuz. Tekrar bir şekilde var kalacağınızı düşünüyorsunuz. Tekrar geri dönüp, tekrar eskisi gibi olacağınızı düşünüyorsunuz. Olmayacak. Türkiye hiç de iyi bir yere gitmedi darbe girişiminden sonra. Bunun da birinci derecede sorumlusu sizsiniz. Ama iyi bir yere gitmedi diye, Türkiye çok daha kötü bir yere geldi, çok daha demokrasiden, hukuk devletinden uzaklaştı diye kimse sizi özlemiyor. Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bütün bunların ardında sizin parmağınızı, sizin yapıp ettiklerinizi insanlar çok iyi görüyorlar. Bence bir an önce bu işe son verin ve herkesi salın, bâri kendi başının çâresine baksın.”

Bu ifadelerde geçen son kısım yukarıda bahsettiğim bir önceki paragrafa yansıyan panik ruh halinin ve art niyetin psikolojik çözümüne dair bir delil hükmünde.

Geri dönemeyeceksiniz şeklinde özetlenebilecek olan diğer kısımları ise öfkeli ve sosyolojik gerçeklerden uzak, soykırımcı ve faşist yaklaşıma ve bu yönde yaptığım psikolojik tahlillere ve bu kesimlerin bilinçaltlarına ayna tutuyor.

Eski Zaman Gazetesi yazarlarından Dr. Hamdullah Öztürk, Çakır’ın bu videosu üzerine çok güzel bir video yayınladı ve hem Çakır hem de Gültekin’in art niyetli ve yanlış yaklaşımlarını eleştirdi. Cevaben yaptığı açıklamada “Türkiye’deki asıl sorunun aydınların ülkenin geleceğine dair bir planı olmaması olduğunu” ve Hizmet insanının örgütlenmek adına değil bu eksiği kapatmak adına ve İslam’ın öğrettiği inançları kapsamında faaliyet yürüttüklerini hatırlattı. Ardından da kendisinin de Hizmet insanlarının da Türkiye’ye bir gün gelebileceğini, bunun Allah’ın bileceği bir şey olduğunu hatırlattı.  

Hizmet’in Türkiye’ye dönmesi veya dönebilmesi meselesinin sadece manevi değil konuşulması gereken önemli sosyo-politik boyutları da var elbette; ama şimdilik onu başka bir yazıya havale edip bu kadarı ile iktifa edelim.