12 Temmuz 2009 Pazar

AYŞE ARMAN'IN PSİKOLOJİSİ

Bu yazı 14 Temmuz 2009 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Önce Özkök duyurdu Arman'ın tesettür giyerek bizlere bir sürpriz hazırladığını. Bu haberi duyunca ilk tepkim, "acaba nasıl bir kışkırtmanın peşindeler" şeklinde oldu; hem de cümlede geçen çoğul ekini bilinçli bir şekilde seçerek... İkinci bölümü bugün yayınlanan yazı maalesef bu endişemde haklı olduğumu hissettiriyor bana. Zira, Arman'ın yazısının ardından 'karşı kesimin' bazı yazarlarının belli tarzda yazılar kaleme alarak mevzuyu daha farklı bir boyuta taşıyacaklarını ve tartışma konuları hiç eksik olmayan ülkemizde yeni bir tartışma konusu başlatacaklarını kestirmek hiç de zor değil. Baksanıza Ahmet Hakan bugünkü yazısında (13 Temmuz 2009) aynı konuyu kaşıyıp hiç gecikmeden 'Arman ajitasyonuna' malzeme sağlamış bile.

Hazırladığı yazı serisinin ilk ikisi yayınlandı henüz; ancak bu sefer çok kötü faka basmış Arman. Tesettüre girerek yaşadığı 'sıkıntıları' anlatırken kendisinin ve belirli bir kesimin iç hastalıklarını ve önyargılı dünyasını iyice deşifre etmiş. Ruhsal bir manik depresif psikoz yaşadığının bilincinde değil. Bu tür hastalarda kendine aşırı güven ve riskli işlere girişme istek ve arzusu doğar. Manik halde iken aşırı ve nedensiz gülme hali, depresif fazda ise sinirlilik hali hüküm sürer. Dikkat dağılır. Bir konu üzerine yoğunlaşma yeteneği zedelenmeye başlar. Karşı cinse de istek artar...

Arman'ın karşı cins yerine 'tesettürlü kadınlara' karşı olan saplantısı iyice dışa vurmuş ve kendisine böyle riskli bir işe girme ruh haleti kazandırmış. Her iki yazısını da okursanız yazıların genel karakterinin ''sinirimiz bozuldu...'', ''gülüyoruz'' kısır döngüsü ve haleti ruhiyesi altında yazıldığını hemen farkedeceksiniz. Arman'ın yazısındaki belirsiz ve ikilemli üslup bize şunu da gösteriyor: Bazı insanların yaptkları işin yanlışlığı vicdanlarının derinliklerinden yansırken zihinlerinin ön yargılı kalıplarına çarpar ve kendilerini; ''hayır hayır doğru olanı yapıyorsun devam et'' şeklindeki bir ruhsal ikilemin içine atarlar. Bu ikilemin oluşturduğu kısır döngü zaten manik-depresif döngüye girmiş bir bünyede böyle bir 'Arman sendromu' oluşturabilir.Oluşturmuşta...

Daha önce Amerika'da bu tür 'tebdil-i kıyafet' hatta 'tebdil-i mekan' yaparak belli bir grubun içinde yaşayan, sonra da bu tecrübelerini başkaları ile paylaşan çalışmalar, yazılar okumuştum. Arman'ınki bu okuduklarımdan son derece farklı. Çünkü o kişiler bu işi ellerinden geldiğince profesyönel bir tarzda yapmaya çalışmışlar ve bir takım araştırma teknikleri kullanmışlardı. Bu tür işler Arman gibi, başıma başörtüsünü geçirip 'bizim mahallede' bir dolaşayımda hem mahalle baskısı yapmadığımızı cümle aleme ispatlayayım! hem de şu başörtüsünün ne kadar ''huzursuzluk ve rahatsızlık'' veren bir bez parçası olduğunu tesettürlülerin suratına çarpayım önyargısı ile yapılmaz. Hürriyet gazeteciliği bu ise ona sözüm yok zaten.

Her iki yazısını da tamamen bu kavrayış ile yazmış ve gidip dolaştığı her yere bu önyargılar ile gitmiş kendisi. Arman'ın bilmediği bir gerçek de bu zaten. Batılı akranları bu tür işler içine girerken içine karıştığı grubu anlamak, tanımak; hatta bazen empati yapabilmek için girerler. Gazetecilik nasıl, neden, niçin, kim gibi soruların üzerine yoğunlaşan bir meslekse, o gazeteciler de bu tür sorular zihinlerinde olarak girerler bu tür çalışmaların içine. Oysa Arman'ın paragrafları içinde ''mahalle baskısı yok'' cümlesi çok sıklıkla kullanılıyor. Tesettürlü insanları bir şekilde anlamaya çalışmak şöyle dursun, aksine aşağılama üslubu hakim yazısında. Şu ifadelere bir göz atalım: ''Ninja kaplumbağa... Zulmün adı haşema... Karşı mahallenin kadınları... hiç yüzmüyorlar... Örtü gözünü değil, burnunu ortaya çıkarıyor... Kafamı cendereye sokulmuş gibi hissediyorum... Öyle bir baskı, sıkışıklık, rahatsızlık... Dünyayı 180 derece algılayamıyorum...Bir enerjim vardı, hayat akardı içimden, geçerdi, hissederdiniz, hissederdim. O şimdi yok. Ben sanki matlaştım. Kimse, benimle göz göze gelmek istemiyor. Yokum sanki...'' Bu ne tür bir nefrettir, ne çeşit bir öfke ve kin halidir anlamak mümkün değil.

Meğer tesettürlü iken 'kendi mahallesinin' lüks mekanlarına gidince hiç 'baskı!' olmamış kendisine karşı. Oysa satırları arasında bazı yerlerde nasıl yadırgandıklarını hatta Reina'ya zengin Arap taklidi yaptıkları halde nasıl alınmadıklarını anlatmak zorunda kalmış. Buna rağmen mahalle baskısı yok tezini gene vurgulamış ve Reina'ya alınmamalarını yadırgamak yerine ''arabamıza gidip güldük'' repliği ile geçirtirmiş. Adını da 'Reina'da Ayrımcılık' yerine ''Reina Komedisi'' koyarak üstüne toprak atmış bu mevzunun.

Arman ajitasyonu bunlarla da yetinmemiş. Ee! maksat ''bizim mahallede baskı yok-onların mahallede var'' önyargısını ispatlamak! olunca Fatih semtine hiç uğramamak olur mu? Uğramışlar tabi ki, hem de mini eteklerini giyerek. Yazısının bu bölümlerini sıksanız üslubundan, şimdi birisi çıkıp bize tokatı basacak beklentisi şırıl şırıl damlıyor. Ancak kimse çıkıpta 'ulan kafir, al şu tokadı' dememiş olmalı ki, bu bölümde okuruna aşılamak istediği önyargıyı da, ''bir tesettürlü'' bayandan yaptığı alıntı ile kapatmış Arman. Alıntı şöyle: ''Bir arkadaşımızı tokatlayarak sersem ettiler... Siz hiç durmayın, hızlı adımlarla caddeyi baştan başa yürüyün. Bir şey olursa koşabilirsiniz değil mi?" Meğer Fatih semtine kaçmayı bilmeyen giremezmiş. Bu tavsiyeyi de öğreniyoruz Arman ablamızın araştırmacı! kişiliğinden...

En başta belirttiğim gibi, Ahmet Hakan'ın ''tesettürlü kadınlara AKP'li erkek zulmü'' içerikli yazısı ile Arman'ın tesettürlü kadınları hem aşağılayan hem de erkekleriniz gül gibi yaşarken siz, bu hem size hiç yakışmayan hem de sıkıntı veren ninja kıyafetleri altında işkence çekiyorsunuz... tandanslı yazı dizisini yan yana koyunca midem bulanıyor. Girişte arzettiğim, yeni bir lüzumsuz; ama bilinçli bir tartışma konusunun nasıl fırına verildiğini üzüntü içerisinde izliyorum. Bu tür niyetler ile yazılan yazılar insanlarımızı bölmekten ve birbirilerine karşı olan önyargılarını kemikleştirmkten öte bir amaca hizmet etmez. Eğer amaç bu değilse, bu tür kısır döngülerin içinden çıkması lazım gazetecinin. Gazeteci birleştiri olmalı; bölücü değil. Toplumu aşağılamaya değil; anlamaya çalışan kişi olmalı. Gerçi Arman'dan çok şey beklememek lazım. ''Ben gazetemde başörtülü çalıştırmam'' diyen ayrımcı bir yayın yönetmeninin altında çalışıyor kendisi. Anlayacağınız Hürriyet gazeteciliği ülkemizi aydınlatmaya ve batılılaştırmaya! devam ediyor vesselam...

Not: Eğer hakiki bir hukuk devleti olsa idik Arman'ın yazısında ortaya çıkan Reina'nın ayrımcılık yaptığına dair delilin ve az önce alıntıladığım Hürriyet ayrımcılığının Cumhuriyet savcılarının ilgi alanına takılması gerekirdi. Henüz gerçek bir hukuk devleti olamadığımız için savcıları göreve çağırmıyorum tabii olarak. 13 Temmuz 2009

21 Haziran 2009 Pazar

Erbakan Ne Demek İstedi?

Bu yazı 22 Haziran 2009 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

''AKP ve Gülen'e Tuzak'' konulu belge son D-8 toplantısı sonunda Erbakan'a da sorulmuş. Erbakan'ın bu soruya verdiği yanıt ise oldukça ilginç: "Bu konu hakkında hiçbir bilgimiz yok. Bilgimiz olmayan hususlarda herhangi bir şey düşünmemiz ve bir şey söylememiz mümkün değil" (Zaman, 21 Haziran 2009). İlk bakışta normal görünen bu cevap aslında o kadar da masum değil. Erbakan'ın pozisyonundaki bir insanın bu konuda "yeterli bilgim yok" demesi normal karşılansada, "hiçbir bilgim yok" ifadesini tercih etmesi kabul edilemez. Zira, darbeci ve muhtemelen Ergenekon sempatizanı kadroların koltuğundan ettiği eski bir Başbakan kendisi.

Gazeteci bu, rahat durur mu? Erbakan'ın bu muğlak ve kaçamak cevabından tatmin olmayınca aynı soruya cevap alabilmek için ısrarcı olmuş. Erbakan ise meseleyi ustaca bir 'Demirel manevrası' ile savuşturma yolunu denemiş. Eminim başarılı da olmuştur ve birazdan alıntılayacağım o ifadenin ardından o gazeteci bir daha üsteleyememiştir. Erbakan'ın cevabı şu: "İmam-ı Şafi, olmamış hadiseler hakkında fetva vermezdi." Erbakan ve Demirel'in nedense aynı tornadan çıktıklarını düşünmüşümdür hep. Bu cevabı okuyanların zihinlerini eskilere taşıyıp o klasikleşmiş Demirelvari üslup manevralarına bir göz attıklarını görür gibiyim.

Şimdi Erbakan'ın cevapları ile devam edelim. Gazetecinin ısrarı aslında işe yaramış. Çünkü, Demiralvari üslup, sadece 'geçiştirici', 'hakikatı unutturup dikkatleri dağıtıcı' fonksiyon eda etmez. Onun kendine has, üslubun ve kullanılan betimlemenin içine sinmiş bir hakikat payı da vardır; hakikatten, içteki asıl niyeti gösteren düşünceden kopmayan, kopamayan bir yanı da vardır. Çünkü kullanılan ifade ile bir yerlere mesaj gönderme ihtiyacı olur belli dönemlerde. Dikkat ederseniz bu ikinci cevap ilk cevabın masumluğunu ortadan kaldırıyor ve onu, 'hakkında hiçbir şey bilmediğim bir konuda konuşamam' ekseninden, 'ben aslen böyle bir belgenin ve imzanın varlığını kabul etmiyorum yada etmek istemiyorum' noktasına kaydırıyor. Arzu eden az önceki alıntıyı tekrar okuyabilir.

Aslında kimsenin kendisinden bu son gelişme konusunda "fetva" beklediği yok. Açıkçası ne düşündüğünün merak bile edildiğini düşünmüyorum. Tıpkı Demirel'in içinde bulunduğu durum gibi. Çünkü her ikisinin de artık hiçbir inandırıcılığı kalmadı insanların gözünde. Az önce de bahsettiğim gibi, mevzubahis darbeci çevreler bu iki ismin önlerine kaç kere taş döşediler; hatta bununla da kalmayıp alaşağı ettiler. O meşhur 28 Şubat döneminin izleri zihinlerimizde hala capcanlı duruyor. Nasıl bir 'modern' darbe ile başbakanlık koltuğundan edildiğini, o dönemde ne tür açık ve gizli tehditler, sıkıştırmalar yaşandığını bugün tek tek öğreniyoruz. Bu yüzden hapis cezası bile aldı Erbakan, ta ki Cumhurbaşkanımız Gül kendisini bu durumdan kurtarana kadar. Bu yaşananları kendisine gerçekten dert edinen bir siyasetçi, böyle bir soru karşısında kahramanca ortaya atılıp, bir kısım akl-ı selim sahibi insanın dediği gibi, 'mutlaka araştırılsın', 'konu sivil yargıya intikal etsin ve soruşturulsun', 'gerçekse gereken yapılsın ve sorumlular cezalandırılsın' diyebilirdi. Zikrettiğim sıkıntıları yaşamış bir "dava" adamı ve liderden de bu beklenirdi. Muğlak ve kaçamak ifadeler yerine bu tür bir üslup ile meseleye yaklaşsa idi, kimse de tutup kendisine 'ispatlanmadı, bilmeden ne konuşuyorsun' demezdi. O nedenle; kendisinin, ''bilmeden konuşamam'' şeklindeki yaklaşımı sadece bir kaçamaklık ve saptırma örneği. Başka türlü bir açıklaması yok bunun.

Hem, kendisi AKP ile ilgili konularda ve İsrail ile ilgili her hangi bir mevzuda şahin kesilirken; en ateşli, sert ve kesin yargılarla konuşurken, konu darbeciler, Ergenekoncular, 28 Şubatçılar, Batı Çalışma Grupçular olunca neden hep sessiz ve pısırık kalıyor. Bu hala çözülememiş bir muammadır. Bu son kaçamak cevapları verdiği ve organizatörlüğünü yaptığı D-8 zirvesinde söylediği bir başka söze göz atalım mesela. Zaman Gazetesi'nin haberine göre (21 Haziran 2009) Erbakan, konuşmasında, "dünya düzeninin yıkılması ve adil düzenin kurulması gerektiğini" söylemiş ve "bugünkü dünyanın Siyonizm'in eseri olduğunu" anlatmış. Sözlerine şöyle devam etmiş: "Siyonizm bir timsah gibi. Üst çenesi Amerika'dır. Alt çenesi Avrupa Birliği'dir. Kuyruğu İsrail'dir. Gövdesi, birtakım Müslüman ülkelerin yöneticileri, medyacıları, işadamları, işbirlikçileridir." İşte gördüğünüz gibi, ne kadar kesin ve net ifadeler. Sanki, bu iddiaların hepsi ispatlanmışta, Erbakan hoca bunları bilip haykırıyor. Müslüman ülkelerde kim İsrail'e hizmet ediyor tek tek biliyor. Oysa, her nedense her fırsatta kendisine çatmayı bir vazife bildiği İsrail'in ve o "timsah" siyonist rejimin 28 Şubat döneminde ordumuz ile yaptığı tatbikat, işbirliği, eğitim birliği, silah ve teknoloji alım satımı konularında hiç bir şey söylemiyor. Üstelik o dönemde kendisi Başbakandı ve koalisyon ortağıydı. Buna rağmen kendisini alaşağı etti o çevreler. O gün bu gündür, varsa yoksa hala İsrail'e çatıp duruyor. Bu darbeci çevreleri İsrail kadar yerden yere vursa, bildiklerini; hatta sadece yaşadıklarını anlatsa, millete daha çok hizmet etmiş olurdu kendisi.

Erbakan'a yöneltmek istediğim bir kaç soru ve bir uyarı ile bitireyim. Sayın Erbakan: Neden susuyor ve konu ordu olunca bu kadar pısırık oluyorsunuz? Sizi takip edenleri 'her şey Siyonistler'in başının altından çıkıyor' söylemleri ile galeyana getirmekten ne zaman vazgeçeceksiniz? Bunun gerçekten bir faydası olduğunu düşünüyor musunuz? Müslümanların asıl sorununun kendi kusurlarında olduğunu, çözümün de yine kendilerine çeki düzen vermekte yattığını ne zaman göreceksiniz? Halihazırdaki 'çözüm üretmeden düşman üreten' tavrınızın Yahudi avı dışında bir işe yaramayacağını göremiyor musunuz. Bu hatayı Hitler yapmıştı zaten. İsrail'in gücünü neden bu kadar büyütüyorsunuz? Bu insanları galeyana getirmekten ve size oy verdirtmekten başka ne işe yarayacak? Diyelim ki oy verdiler ve başa getirdiler? Dikkatlerimizi üzerine çektiğiniz bu 'siyonist tehlikeden' bizi kurtarmak için somut olarak ne yapacaksınız? İktidara da geldiniz. O zaman bu konuda neler yaptınız? Mesela, az önce altını çizdiğim gibi, sizin döneminizde 'Siyonist İsrail' ile yapılan işbirliği ve anlaşmalara neden göz yumdunuz? Ya da önceden yapılanlara çomak sokmaya ve siyonist rejim ile mücadeleye hiç giriştiniz mi? Ya da sizden önce yapılan bu yöndeki bazı 'hataları' tesbit edip düzelttiniz mi? AKP için meydanlarda; bunlar "Bizans'ın torunları" şeklinde çok kesin "bilgilerle" konuşabildiniz de, darbeci komutanlar hakkında hala neden konuşa mıyorsunuz? Demirelvari üsluplara ve 'siyonist' karşıtı söylemlere karnımız tok artık. Ama inanın, şuracıkta bir kalemde aklıma gelip sıraladığım soruların cevaplarına açız. Bizi doyurur musunuz lütfen? Ve bir düzeltme... "Olmamış hadiseler" konusunda sadece İmam Şafi değil hiç bir imam fetva vermezdi. Meselenin dindeki fıkhi boyutunu suistimal etmekle kalmayıp, kusura bakmayın ama, iyi bir laf-ı güzaf etmişsiniz; gazeteciyi geçiştirmek ve gerekli yerlere mesajınızı iletmek için. 21 Haziran 2009

2 Ocak 2009 Cuma

İSRAİL VE MEDYA

Bu yazı 3 Ocak 2009 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Öyle bir ülke düşünün ki, bir şehir büyüklüğünde olduğu halde adı her mevz-u bahis olduğunda dünyanın tüm halkları da medyasıyla ve kamuoyuyla işin içine bir şekilde girmiş olsun. Kimisi onun yaptıklarına ateş püskürmeye başlasın, kimisi alenen onu desteklesin, kimisi de ‘ama’lı cümleler eşliğinde taklalar atarak vaziyeti kurtarma telaşına düşsün. Öyle ya da böyle, bugün İsrail ne zaman bir yere saldırsa, yeni kanlar ve gözyaşları dökmeye yeltense dünya genelinde, özellikle medya bazında, işte böyle bir etkiyi de hasıl etmekte.

Dünyanın geride kalan 200 küsür ülkesinde cereyan eden önemli hadiseler özellikle batı medyasında ya hiç haber yapılmaz veyahutta geçiştirilir. Türkiye veya dengi bir ülkenin Başbakanı Amerika’yı ziyaret eder, bu CNN’de bile çıkmaz. Oysa bize Amerikalı bir aktör tatile gelir de günlerce bu konuşulur durur. Hürriyet vb. gazetelerin sayfaları ilgili aktörün yarı çıplak resimleri ile dolar, sanatçının davet edenlerinden talep ettiği içkinin adından, kalacağı odada bulunmasını istediği havluya varana kadar herşeyi öğrenir Türk kamuoyu. Oysa, bizimki gibi ülkelerden oraya giden devlet ricalinin Amerika’ya ayak basmasını bırakın ne tür bir taleple oraya gittiklerinin bile hiç bir önemi yoktur onlar için.

Oysa konu İsrail olunca işler değişir. Olmert veya Perez (önceden de Şaron’un) CNN’de verdikleri demeç sayısı Amerikan Başkanı’ninkinden çoktur. En ufak bir bölgesel çekişmede hemen bir İsrail Başkanı’nın yada bir bakanının mülakatı yayınlanır Amerikan televizyonlarında.

İsrail’in son vahşeti de her zamanki gibi dünya medyasını terazinin kefesine koydu ve onları samimiyet testine tabi tuttu. Bu son saldırıda da genel olarak Amerikan medyası, özel olarakta CNN ellerinden geleni yapıp, olayı; İsrail’e atılan füzelere karşı meşru müdafaa, Hamas ‘militanlarını’ temizleme operasyonu (bu arada Hamas’ın seçimle iş başına geldiğini hatırlatan yok) şeklinde sunma gayreti içerisindeler. ‘Umarız uzun sürmez’ sözleri ile döktükleri timsah gözyaşları ise cabası. Ölü sayılarını verirken bile ‘’bir Filistinli doktorun söylediğine göre, ölenlerin çoğu Hamas elemanı’’ demek suretiyle ölenlerin çoğunun aslında çocuklar ve diğer masum insanlar olduğu gerçeğini örtbas ediyorlar. Fox News ise hemen bir Hamas belgeseli sunmakta gecikmedi mesela.

Olaya tepki veren Arap medyası malum; ‘gaz alma’ telaşında ve bir şey yapamamanın verdiği halet-i ruhiye ile lafı ağzında geveleyip duruyor hamasi nutuklar eşliğinde. Türk medyasının tepkisini ise, geçenlerde DKM sayfalarında okuduğunuz ‘’İsrail Filistin’e Bomba Yağdırdı; ‘Bizim Gazeteler’ Ne Yaptı?’’ başlıklı yazı özetler mahiyetteydi (Ertuğrul Acar, 28 Aralık 2008). Basınımızın geneli olaya verilmesi gereken tepkileri verirken, maalesef Radikal, Cumhuriyet, ve Akşam gazetelerinin yukarıda zikrettiğim ‘takla atan gazateler’ (İsrail mevz-u bahis olduğunda) safına nasıl dahil olduklarını gözler önüne seriyordu o yazı. Hele Akşam Gazetesi’nin ‘’Bunun Adı Savaş’’ diyerek, aslı katliam olan bir hadisenin savaş (yani karşılıklı sataşma; bu, olayın diğer taraf açısından-İsrail- nefs-i müdafaa olduğu varsayımını da beraberinde getirir) olarak takdim edilme gayretine girişmiş olması yeterince düşündürücü... Bu yazıdan bir kaç gün sonra Yenişafak’tan Tamer Korkmaz’ın (1 Ocak 2009) geçtiği özet de bahsimizi destekler nitelikte. Korkmaz’ın sözü ile bu faslı kapatıyorum: ‘’Medyamızdaki ABD-İsrail muhipleri ise ‘füze gözbağcılığı’ (Hamas’ın fırlattığı bir kaç füzeyi kastediyor, UT) yaparak örtülü biçimde İsrail’in katliamını haklı göstermeye çabalıyorlar... Başbakan’ın İsrail’e çıkışmasına bozuk çalışıyorlar.’’

Yine, DKM sayfalarında okuduğum Murat Birsel’e ait bir alıntı yazıda da bu İsrail ve dünya medyası bahsine ışık tutacak ilginç bir özet sunulmuştu okurlara. Yazar; ‘’İsrail saldırısından sonra dünyanın en önemli haber kanallarını taradım, afedersiniz ne kadar güzel, iyi giyimli insan varsa İsrail tarafında... Yine –afedersiniz- ne kadar pejmurde, meramını anlatamayan, yaka bağır aççık saç sakal karışmış insan varsa haklı tarafta... Yerden göğe haklı ama haklılığını haykıramıyor!’’ derken işte bahsettiğim bu hakikata değişik bir zaviyeden işaret ediyordu.

Gelelim merakla beklenen İsrail medyasına. Bu konudaki özeti de Fehmi Koru’dan okuduk geçenlerde (Yenişafak, 31 Aralık 2008). Koru’ya göre İsrail gazeteleri de saldırıyı destekliyor ve önceden bir takım muhalif sesler olabilsede bu son saldırı dolayısıyla İsrail’in daha bir yek vücut hareket ettiğine işaret ediyor. Her ne kadar geçenlerde The Huffington Post’un sitesinde okuduğum Greg Mitchell imzalı bir yazı (28 Aralık 2008) Haaretz Gazetesi’nin istisna olduğuna işaret etsede, bu genelin ahvalini değiştirmez. İlginçtir o yazıda Mitchell yaşanan dram karşısında ‘’Her zamanki gibi: Atak karşısında Amerikan medyası (ve bir çok liberal) sessiz, bir İsrail Gazetesi endişelerini izhar ediyor’’ diyordu; benim az önce sunduğum özeti desteklercesine...

Bu konuda söz dönüp dolaşıp her zaman ‘onlar ve bizim hal-i pür melalimiz’ noktasına geldiği için sözü daha fazla uzatmadan, yorumların devamını herkesin kendi vicdanına havale ediyor, ölen Filistinli masum kardeşlerimize Allah’tan rahmet, geride kalanlarına sabr-ı cemil niyaz ediyorum. Bir koltuk, para ve güç uğruna, İsrail bombaları altında can veren masumlarına değil de, Hamas ile arasındaki çekişmeye odaklanan, seçimde yenişemediği Hamas’ın İsrail füzeleri ile (diğer masumlar ile birlikte) yıkılmasına göz yuman Filistin Kurtuluş Cephesi yetkililerine ve onlara cesaret veren bazı Arap krallarına/devletlerine de Allah akıl fikir versin diyorum.

Not: Bu yazıyı bitirdikten sonra yahoo.news’e takıldı gözüm. Yarım saat önce Associate Press’ten geçilen bir haberde Amerikan Dışişleri Bakanı Condolezza Rice’ın şu sözleri haber geçilmişti dünya kamuoyuna. ‘’ Amerikan Dışişleri Bakanı Condolezza Rice militan Hamas örgütünü Gaza’lı insanları rehin tutmakla suçladı... Hamas Filistin’in otoritesi Mahmut Abbas’ın güçlerine karşı gerçekleştirdiği kanunsuz darbeden (yapılan demokratik yerel seçimleri kastediyor, UT) beridir Gaza’daki insanları rehin tutuyor.’’ Utanmasalar İsrail o insanları özgürleştirmek için füze yağdırıyor bile diyecekler. Tıpkı Irak’ta olduğu gibi. İşte batı medyasından yansıyan en sıcak göz boyama örneği... 2 Ocak 2009