25 Temmuz 2016 Pazartesi

FETHULLAH GÜLEN’İ VE CEMAAT’İ NEDEN SEVMİYORLAR?

Bu yazı 25 Temmuz 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yeniyön’den Emre Uslu bu sorunun cevabını bazı yazılarında irdelemiş, özellikle ‘hased’ eksenli birtakım izahatlarda bulunmuştu. Ben bu yazıda, darbe gündemleri konuştuğumuz bu günlerin ilhamlarıyla hareket edecek ve biraz daha farklı bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İleride bu konuya daha farklı pencerelerden de kısmet olursa bakarız.

15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin önemli dönüm noktalarından biri olacak şüphesiz. Matematikle iştigal edenler bilirler. Bir fonksiyonun ikinci türevi alındığında onun sıfıra eşit olduğu nokta aynı zamanda fonksiyonun grafiğinin de yön değiştirdiği noktadır. Fonksiyon da iki derece düşmüştür artık.

Tüm darbeler de böyledir. Demokrasi gibi üst bir sistemi derece derece düşürürler ve ona yön değiştirtirler. Sosyal anlamda bu toplumsal zihnin, gelecek ümidinin, kendine güvenin, kimlik gelişiminin, birlikte yaşama yeteneğinin ve daha birçok sosyal, psikolojik, zihinsel, politik ve ekonomik dinamiğin felce uğratılması demektir. Toplum yıllarca geriye sürüklenir; ümitsizliğe düşer ve iradesi sarsılır.

Hizmet Hareketi de toplumun diğer birçok kesimi gibi hep darbelerin karşısında oldu. Hareketin kendini iyi ifade edemediği durumlar mutlaka olmuştur; ancak bu, Hareketin bu noktadaki samimiyetini değiştirmez. Ayinesi iştir kişinin, hükümetin iftiralarına bakılmaz! Hareketin şimdiye kadarki tüm gayretleri hep demokrasi yörüngeli olmuş ve devlet imajının sarsılmaması yönündeki hassasiyeti hep ön planda kalmıştır. 28 Şubat post-modern darbesinin en önemli hedefi Hizmet hareketi olmuştur. Bugün birilerinin Erbakan’a kayıtsız şartsız destek vermediği için onu darbe yanlısı gibi lanse etmeye çalışmaları ya bilgisizlik ya da art niyet eseridir. Hareket, Erbakan’ın o süreçte yaptığı bazı hataları, darbe ortamına sebep olacağı için, kendi felsefesi gereği onaylamamış, uyarılar yapmış ve o yanlışların ve birtakım tuzakların içine çekilmeyip; doğru ama zor ve riskli olanı yapmıştır.

Siyasal İslamcı kesimlerin Said Nursi’ye soğuk durmalarının nedeni onun siyaset güdümlü devlet dizaynı anlayışı yerine Cumhuriyet sistemine sıcak bakması ve İslamcı bir devlet gücüyle İslam’ı topluma yayma hedefi yerine, tabandan; yani bireyden başlayan iman inşası anlayışını gaye edinmesidir. Yani Nursi, sistemi eli geçirip, Araplarda olduğu gibi, İslamı tatbik etmek (enforce) yerine, sistem içinde insana odaklanmayı esas almıştır. Buna rağmen, insanların böyle bir dirilişe geçmesinin kendisi için en büyük tehlike olduğunu idrak eden kurnaz rejim koruyucular tarafından en büyük düşman olarak görülmüş ve hayatı kendisine zindan edilmiştir. Çünkü Nursi, sisteme entegre olup devletin alimi olmak yerine iman hizmetinin özgür vadilerinde çile çekmeyi tercih etmiştir.

Dikkat edin! Rejim koruyucusu odaklar göstermelik müdahaleler dışında aslında siyasi İslamcı hareketler, politize dini gruplar ve hamasi-fundamentalist gruplar ile bu denli uğraşmamışlardır. Oysa yüzeysel olarak bile baksanız devleti ‘dar-ul harp’ ilan etmiş, onu ele geçirilmesi gereken bir aygıt olarak algılamış, hatta bugünkü örneklerinde gördüğümüz gibi, yolsuzluk yaptıklarında bile ‘güçlenmek için yapabiliriz!’ fetvaları ile hareket eden bu gruplar rejimin en büyük düşmaları olmaları gerekirken, sistem onlarla hep kontrollü bir ilişki yürütmüştür. Onlardan büyük bir tehlike gel(e)meyeceğini anlamıştır. Zira, hakikat noktasından bakarsanız siyasi ve toplumsal dizayn tecrübesine ve kurmay zekasına sahip bu odaklar, kendileri için asıl tehlikenin nereden gelebileceğini iyi bilmektedirler. O da; bilinçlenmiş, eğitim düzeyi yükselmiş, ahlaki olgunluğu ve iman inşasını, kültürel İslam sembolleri ile yaşamanın üzerine çıkartmış, kaabiliyetli, hesap sorabilen, birleştirici, bağımsız düşünebilen nesillerin varlığıdır. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da çıkar endeksli, yalan yörüngeli, toplumsal maniplasyon heveslisi siyaset mekanızması değildir. O, Said Nursi ve daha önceki müceddidlerin izledikleri insan merkezli iman-akıl mekanizmasının çalıştırılması yoludur. Hakkı güçte değil; hakka sadakatte arayan anlayıştır. Peygamberlerin mirası da budur.

Daha önce bir yazı vesilesiyle arzetmiştim: Peygamberlik mesleğinin özü ve nihai hedefi de; bireyi, vahiy destekli iman nuru ile güçlendirmek (empower) ve eğitmek suretiyle ruh ve iman yörüngeli bir toplum inşa etmektir. Aksi halde her Peygamber tek tek insanlarla kanaviçe örer gibi ilgilenmektense yani çileli tebliğ ve temsil yolunda ilerlemektense, devlet ve hükümet ile işe başlama yolunu tercih ederlerdi. Hz. Muhammed de Peygamberliğinin ilk yılında Mekkelilerin kendisine teklif ettiği makamı ve gücü tercih edebilirdi. Böylece bizler, marangozluk ve çobanlık yapan Peygamberlerin değil de; hep hükümdarlık yapmış olan Peygamberlerin hayatlarını okuyor olurduk. Nursi’ye ve Gülen’e göre dinin ancak yüzde 5’i siyaset ve devlet, geri kalan yüzde 95’i ise iman ve tevhiddir. O da tek tek bireylere odaklanmakla gerçekleşebilecek bir sabır ve çile yoludur.

İşte tıpkı Nursi gibi Fethullah Gülen de aynı felsefeyi merkeze almış ve onun temellerini attığı binanın inşaatına devam etmiştir. Yani tabandan gelişen (grassroots) bir toplumsal inşa anlayışıyla insana odaklanmış, kendisine zamanında siyasi teklifler yapılmış olmasına rağmen, o da Nursi gibi zor ve zahmetli olanı tercih etmiş ve iman-akıl dengesini temsil edebilecek insan yetiştirmeye odaklanmıştır. Said Nursi’nin buraya kadar özetlediğim yönlerini hep aşağılamış ve eleştirmiş olan dini-siyasi kesimler, onun devamı olan Gülen’i de kabullenememişlerdir. Duyulan hasedin hatta bazılarının onları tekfir bile etmelerinin nedeni işte bu basit, gereksiz ve pasif gördükleri anlayışın başarılı olmasıdır. Önce eleştirip fakat sonra kısmen taklit etmeye çalışmalarının; ama yine de eleştirmekten vazgeçememelerinin temel nedeni de budur.

Onların hep ‘dar-ul harp’ olarak kabul ettikleri, ‘kendisine karşı gelişilmesi gereken’ bir devlet aygıtı yerine, Gülen’in mevcut sistem ile kavga etmeden, onunla barışık bir şekilde, onunla gelişmeye ama bağımsız faaliyet yürütmeye odaklı anlayışı onlar için hep eleştirilen bir nokta olmuştur. Diğer Nurcu grupların Gülen’i eleştirmesinin nedeni de siyasi aygıta olan bu mesafesi ve bağımsızlığıdır. Hatta, AK Partili siyasi İslamcı kesimlerin bugünlerde Gülen’i ve Hareketini ‘hain’ ilan etmelerinin özünde yatan sebep sadece Hareketin varlığının kurdukları düzene alternatif oluşturması değil, kendilerinin devlet aygıtını artık ele geçirmiş! oldukları ve İslam’ın belki de tayin edecekleri bir Halife eliyle topluma dayatılmaya, tatbik edilmeye (enforce) – ki bu El Kaide ve DAEŞ (IŞİD) gibi Selefi örgütlerin de felsefesidir – hazır olunduğu böyle bir zamanda hala kendilerine ‘biat’ etmeyip bağımsız kalmayı tercih etmesidir. Gülen, Hareketin en çok desteğe ve paraya ihtiyacı olduğu ilk bebeklik yıllarında bile Arabistan’ın teklif ettiği maddi desteği, ‘bu Hareket, bu milletin harcıyla yoğrulmalı’ prensibi doğrultusunda red etmiştir.

Her İslami hareketi aynı torbaya koyup dövmeye alışmış olan Atatürkçü, laik kesimlerin de göremediği bir nüans, bir felsefe farklılığı var bu anlattıklarımda. Gülen ekolünün özü, İslam’ın rahatça ve özgürce  yaşanabileceği, temsil ve tebliğ edilebileceği, insanların kültür Müslümanlığından çıkarılıp iman-akıl-ihsan-ihlas eksenli bir İslamı yaşayabilecekleri bir toplumun inşasıdır ya da (eğer olsaydı) ona katkıda bulunmaktır. Bu da iki şeyle mümkün olabilir. Müslüman nesillerin eğitilip bilinçlendirilmesi ve onların yardımıyla toplumda sistemleşmenin temin ve tesis edilip, birlik ve birlikte yaşama duygusunun, ki bu da eğitimle olur, başarılabilmesidir. Siyasi ve Selefi felsefelerin aksine, Nursi’nin Cumhuriyet fikrini beğenmesi gibi, Hareketin bu herdefi; güçlü ve sağlıklı demokratik bir laik hukuk devletinde de gerçekleştirilebilir. Bunun için illa; siyasi İslam’da olduğu gibi devletin ele geçirilmesi ve onun gücüyle, ‘’Şeriat’’ (ki bugün yanlış yorumlanıyor) desenli, aktif devletçi bir İslami yorumun halka dikte edilmesi gerekmemektedir. Bu örnekler Arabistan ve İran’da zaten görülmektedir ve başarıları ve İslamın özüyle uyumları! da ortadadır. Tevhid yolunun böyle bir siyaset trenine binmesi; onun hedeften sapması ve tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi devletle angaje olarak İslam’ın özünün zarar görmesi anlamına gelir.

Bizim ülkemizde temel sorun; Atatürkçü, laik, ulusalcı, Kemalist vb. kesimlerin kısaca hakim ve baskın unsurların bu olgunlukta olamamaları ve yanlış bir milliyetçi-devletçi-seküler-laik rejim anlayışıyla hareket ederek Müslümanları, Alevileri, Kürtleri vb. alt grupları sindirmeye, kontrol etmeye çalışmaları ve bunu yaparken de ötekileme, korku üretme, dışlama, kontrol etme, ezme vb. antidemokratik ve ilkel yöntemleri tercih etmeleridir.

Cemaat gibi gruplara atfedilen ‘gizlilik’ ve ‘şeffaf olmama’ gibi suçlamalar daha çok aşırı önyargılardan ve düşmanlıklardan beslense de kısmen var olan yönleri de aslında sistemin uyguladığı bu baskıcı ve tehditkar özelliklerinden dolayıdır. Yani, böyle hastalıklı bir devlet anlayışında bağımsız kalabilmenin, sahip olduğun felsefeye göre soluk alabilmenin ve var olabilmenin bir neticesi de tam şeffaf olamamaktır. İlk Hristiyanlara yer altında şehirler kurdurup orada gizlice yaşatan zulümlerin bugünkü versiyonu; bu kesimlerin art niyetli olmalarından değil; bir gereksinim olarak bazı eylemlerini yarı şeffaf bir şekilde yürütmek zorunda kalmalarıdır. Tamamen özgür ve hukuksal zemini sağlam toplumlarda birçok dini, etnik ve sosyal grup gayet şeffaf bir şekilde faaliyetlerini yürütmektedir. Amerika’da bunun birçok örneğine şahit olmuşumdur.

İşte temel hareket noktası bu olan Hareket;

Her zaman insanları sokaklardan ve hamasi eylem ve söylemlerden uzak tutmuştur,

Toplumun eğitim ve ahlak seviyesine derece atlatmıştır,

Diyalog çalışmalarıyla hem kendi üyelerine hem de toplumun diğer kesimlerine birlikte yaşama ve farklılıklara saygı duyma anlayışını aşılamaya çalışmıştır. Bunun da ancak sağlam bir demokratik ve hukuk devleti gerektirdiğini savunmuştur.

Yurt dışına açılıp ülke insanının Atatürk’ün de hayali olan ‘çağdaş medeniyetler düzeyine’ ulaşması amacıyla ufkunun gelişmesine ön ayak olmuştur ve toplumu, içine kapanık atıl bir vaziyetten, önüne hedef koymak suretiyle, kurtarmaya çalışmıştır,

Felsefesi ve eğitime verdiği ağırlıkla ve bu dinamiğin oluşturduğu sosyal enerjiyle PKK terörü sorununun çözümüne dönük en etkili çalışmayı yapmıştır. O nedenle de PKK için silahlı Hizbullah örgütü bile tehdit olamamışken ve askeri yatırımlar çözüm sunamamışken; Hareket, PKK için en tehlikeli düşman haline gelmiştir. Çünkü Hareket, PKK’nın suistimal ettiği toplumsal sorunları çözmeye başlamış ve yöre halkının eğitim düzeyini yükseltmiştir. PKK, ancak AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ adı altında yaptığı siyasi hatalar ve Cemaat’in bölgedeki faaliyetlerinin önlenmesi sayesinde tekrar güç kazanabilmiştir.

Bu kendine has yöntemi, felsefesi ve çalışmaları yüzünden de Hareket sürekli olarak, en çok da Müslüman grupların sözlü saldırılarına, tacizlerine ve hışmına uğramıştır. Hatta bazı gruplar Hareketi İslami görmemiş, onu küfür içinde olmakla suçlamış ve komplo teorileri ile yatıp kalkan bazıları da onu yabancı istihbarat örgütlerinin maşası olarak lanse etmeye çalışmışlardır. Bugün bile, hem Ergenekoncu çevrelerin hem de AK partili bazı bürokratların Hareketi ülke içinde CIA-MOSSAD ajanı gibi göstermeye çalışmalarının; ancak yurt dışında ise o ülke insanlarını ‘burada İslam’ı yaymak ve sizi Müslümanlaştırmak istiyorlar’ diyerek korkutmaya çalışmalarının altında bu bakış açıları ve art niyetler yatmaktadır. Türkiye’deki diğer Müslümanları Hareketten uzak tutmanın ve onun başarılarına sempati duymaktan alıkoymanın en etkili yöntemi de budur.

Şimdi herşeyi toplayalım ve günümüze gelelim.

Böyle bir Hareketin 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe teşebbüsünün arkasında olduğunu iddia etmek sadece bir art niyet ve bir hedef saptırma gayretidir. Yabancı ülkeler ve dünya medyası da buna inanmamaktadır. Gülen’İn, ‘’uluslararası bir heyet darbeyi araştırsın!’’ çağrısı da bu konudaki kendine güvenin bir göstergesidir. Cemaatin daha darbe girişiminin ilk dakikasından itibaren hedef tahtasına konulması ve darbe yapmakla suçlanması, 17-25 Aralık’dan itibaren Erdoğan eliyle bitirilmeye çalışılan bu sosyal oluşumun linç edilme kampanyasında oynanan son perdedir.

Darbeye teşebbüs etmek; Gülen’in, resmini çizdiğim felsefesine de, İslami anlayışına da, demokrasiyi; diğer Müslümanların tacizlerine rağmen şiar edinmiş bir lider oluşuna da, yurt dışında özellikle Batı’da kazandığı saygınlık ve güvenilirliğe de terstir. Yıllarca AK Parti yönetiminin demokrasi treninden inmemesi için çabalayan da, onu darbe kapılarını kapatacak sivil bir anayasa yapmaya teşvik eden de bu Hareket olmuştur. Bu gayretin önemi ve varlığı sonradan anlaşılacaktır. Çünkü geldiğimiz noktada AK Parti ülkeyi gittikçe otoriterleştirmekte, hukuk ve demokrasi rayından çıkartmakta, gittikçe bir Muhaberat devletine dönüştürmekte ve Batı’dan gittikçe uzaklaştırmaktadır. Toplumdaki mevcut önyargılar ve oluşturulan cinnet hali bunu şimdilik perdelemektedir. Ama bu sis perdesi yakında dağılacak ve gerçekler ortaya çıkacaktır.

Toplum, Hizmet Hareket’ini Erdoğan sonrası oluşacak enkazın üzerinde derin derin düşünürken keşfedecek ve sahiplenecektir. Fethullah Gülen’in, yaşanan bu uzun sürecin daha en başında ‘’affetmeye hazır olun!’’ demesini sağlayan motivasyon işte bu sonu gören basiretidir. Çünkü topluma küsmüş olan bir hareket, toplum kendisine en çok ihtiyaç duyacağı bir anda ona yardım elini uzatmayabilir! Bu da kardeşlerinin ihanetine rağmen onları affeden ve onlara yardım eli uzatan Yusuf mesleğine terstir…

Cemaat ve AKP ekseninde 15 Temmuz darbe konusunu irdelemeye kısmetse devam edeceğiz.





FETHULLAH GÜLEN’İ VE CEMAAT’İ NEDEN SEVMİYORLAR?

Bu yazı 25 Temmuz 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yeniyön’den Emre Uslu bu sorunun cevabını bazı yazılarında irdelemiş, özellikle ‘hased’ eksenli birtakım izahatlarda bulunmuştu. Ben bu yazıda, darbe gündemleri konuştuğumuz bu günlerin ilhamlarıyla hareket edecek ve biraz daha farklı bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İleride bu konuya daha farklı pencerelerden de kısmet olursa bakarız.

15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin önemli dönüm noktalarından biri olacak şüphesiz. Matematikle iştigal edenler bilirler. Bir fonksiyonun ikinci türevi alındığında onun sıfıra eşit olduğu nokta aynı zamanda fonksiyonun grafiğinin de yön değiştirdiği noktadır. Fonksiyon da iki derece düşmüştür artık.

Tüm darbeler de böyledir. Demokrasi gibi üst bir sistemi derece derece düşürürler ve ona yön değiştirtirler. Sosyal anlamda bu toplumsal zihnin, gelecek ümidinin, kendine güvenin, kimlik gelişiminin, birlikte yaşama yeteneğinin ve daha birçok sosyal, psikolojik, zihinsel, politik ve ekonomik dinamiğin felce uğratılması demektir. Toplum yıllarca geriye sürüklenir; ümitsizliğe düşer ve iradesi sarsılır.

Hizmet Hareketi de toplumun diğer birçok kesimi gibi hep darbelerin karşısında oldu. Hareketin kendini iyi ifade edemediği durumlar mutlaka olmuştur; ancak bu, Hareketin bu noktadaki samimiyetini değiştirmez. Ayinesi iştir kişinin, hükümetin iftiralarına bakılmaz! Hareketin şimdiye kadarki tüm gayretleri hep demokrasi yörüngeli olmuş ve devlet imajının sarsılmaması yönündeki hassasiyeti hep ön planda kalmıştır. 28 Şubat post-modern darbesinin en önemli hedefi Hizmet hareketi olmuştur. Bugün birilerinin Erbakan’a kayıtsız şartsız destek vermediği için onu darbe yanlısı gibi lanse etmeye çalışmaları ya bilgisizlik ya da art niyet eseridir. Hareket, Erbakan’ın o süreçte yaptığı bazı hataları, darbe ortamına sebep olacağı için, kendi felsefesi gereği onaylamamış, uyarılar yapmış ve o yanlışların ve birtakım tuzakların içine çekilmeyip; doğru ama zor ve riskli olanı yapmıştır.

Siyasal İslamcı kesimlerin Said Nursi’ye soğuk durmalarının nedeni onun siyaset güdümlü devlet dizaynı anlayışı yerine Cumhuriyet sistemine sıcak bakması ve İslamcı bir devlet gücüyle İslam’ı topluma yayma hedefi yerine, tabandan; yani bireyden başlayan iman inşası anlayışını gaye edinmesidir. Yani Nursi, sistemi eli geçirip, Araplarda olduğu gibi, İslamı tatbik etmek (enforce) yerine, sistem içinde insana odaklanmayı esas almıştır. Buna rağmen, insanların böyle bir dirilişe geçmesinin kendisi için en büyük tehlike olduğunu idrak eden kurnaz rejim koruyucular tarafından en büyük düşman olarak görülmüş ve hayatı kendisine zindan edilmiştir. Çünkü Nursi, sisteme entegre olup devletin alimi olmak yerine iman hizmetinin özgür vadilerinde çile çekmeyi tercih etmiştir.

Dikkat edin! Rejim koruyucusu odaklar göstermelik müdahaleler dışında aslında siyasi İslamcı hareketler, politize dini gruplar ve hamasi-fundamentalist gruplar ile bu denli uğraşmamışlardır. Oysa yüzeysel olarak bile baksanız devleti ‘dar-ul harp’ ilan etmiş, onu ele geçirilmesi gereken bir aygıt olarak algılamış, hatta bugünkü örneklerinde gördüğümüz gibi, yolsuzluk yaptıklarında bile ‘güçlenmek için yapabiliriz!’ fetvaları ile hareket eden bu gruplar rejimin en büyük düşmaları olmaları gerekirken, sistem onlarla hep kontrollü bir ilişki yürütmüştür. Onlardan büyük bir tehlike gel(e)meyeceğini anlamıştır. Zira, hakikat noktasından bakarsanız siyasi ve toplumsal dizayn tecrübesine ve kurmay zekasına sahip bu odaklar, kendileri için asıl tehlikenin nereden gelebileceğini iyi bilmektedirler. O da; bilinçlenmiş, eğitim düzeyi yükselmiş, ahlaki olgunluğu ve iman inşasını, kültürel İslam sembolleri ile yaşamanın üzerine çıkartmış, kaabiliyetli, hesap sorabilen, birleştirici, bağımsız düşünebilen nesillerin varlığıdır. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da çıkar endeksli, yalan yörüngeli, toplumsal maniplasyon heveslisi siyaset mekanızması değildir. O, Said Nursi ve daha önceki müceddidlerin izledikleri insan merkezli iman-akıl mekanizmasının çalıştırılması yoludur. Hakkı güçte değil; hakka sadakatte arayan anlayıştır. Peygamberlerin mirası da budur.

Daha önce bir yazı vesilesiyle arzetmiştim: Peygamberlik mesleğinin özü ve nihai hedefi de; bireyi, vahiy destekli iman nuru ile güçlendirmek (empower) ve eğitmek suretiyle ruh ve iman yörüngeli bir toplum inşa etmektir. Aksi halde her Peygamber tek tek insanlarla kanaviçe örer gibi ilgilenmektense yani çileli tebliğ ve temsil yolunda ilerlemektense, devlet ve hükümet ile işe başlama yolunu tercih ederlerdi. Hz. Muhammed de Peygamberliğinin ilk yılında Mekkelilerin kendisine teklif ettiği makamı ve gücü tercih edebilirdi. Böylece bizler, marangozluk ve çobanlık yapan Peygamberlerin değil de; hep hükümdarlık yapmış olan Peygamberlerin hayatlarını okuyor olurduk. Nursi’ye ve Gülen’e göre dinin ancak yüzde 5’i siyaset ve devlet, geri kalan yüzde 95’i ise iman ve tevhiddir. O da tek tek bireylere odaklanmakla gerçekleşebilecek bir sabır ve çile yoludur.

İşte tıpkı Nursi gibi Fethullah Gülen de aynı felsefeyi merkeze almış ve onun temellerini attığı binanın inşaatına devam etmiştir. Yani tabandan gelişen (grassroots) bir toplumsal inşa anlayışıyla insana odaklanmış, kendisine zamanında siyasi teklifler yapılmış olmasına rağmen, o da Nursi gibi zor ve zahmetli olanı tercih etmiş ve iman-akıl dengesini temsil edebilecek insan yetiştirmeye odaklanmıştır. Said Nursi’nin buraya kadar özetlediğim yönlerini hep aşağılamış ve eleştirmiş olan dini-siyasi kesimler, onun devamı olan Gülen’i de kabullenememişlerdir. Müslüman geliştirmelerinin hatta bazılarının onları tekfir bile etmelerinin nedeni işte bu basit, gereksiz ve pasif gördükleri anlayışın başarılı olmasıdır. Önce eleştirip fakat sonra kısmen taklit etmeye çalışmalarının; ama yine de eleştirmekten vazgeçememelerinin temel nedeni de budur.

Onların hep ‘dar-ul harp’ olarak kabul ettikleri, ‘kendisine karşı gelişilmesi gereken’ bir devlet aygıtı yerine, Gülen’in mevcut sistem ile kavga etmeden, onunla barışık bir şekilde, onunla gelişmeye ama bağımsız faaliyet yürütmeye odaklı anlayışı onlar için hep eleştirilen bir nokta olmuştur. Diğer Nurcu grupların Gülen’i eleştirmesinin nedeni de siyasi aygıta olan bu mesafesi ve bağımsızlığıdır. Hatta, AK Partili siyasi İslamcı kesimlerin bugünlerde Gülen’i ve Hareketini ‘hain’ ilan etmelerinin özünde yatan sebep sadece Hareketin varlığının kurdukları düzene alternatif oluşturması değil, kendilerinin devlet aygıtını artık ele geçirmiş! oldukları ve İslam’ın belki de tayin edecekleri bir Halife eliyle topluma dayatılmaya, tatbik edilmeye (enforce) – ki bu El Kaide ve DAEŞ (IŞİD) gibi Selefi örgütlerin de felsefesidir – hazır olunduğu böyle bir zamanda hala kendilerine ‘biat’ etmeyip bağımsız kalmayı tercih etmesidir. Gülen, Hareketin en çok desteğe ve paraya ihtiyacı olduğu ilk bebeklik yıllarında bile Arabistan’ın teklif ettiği maddi desteği, ‘bu Hareket, bu milletin harcıyla yoğrulmalı’ prensibi doğrultusunda red etmiştir.

Her İslami hareketi aynı torbaya koyup dövmeye alışmış olan Atatürkçü, laik kesimlerin de göremediği bir nüans, bir felsefe farklılığı var bu anlattıklarımda. Gülen ekolünün özü, İslam’ın rahatça ve özgürce  yaşanabileceği, temsil ve tebliğ edilebileceği, insanların kültür Müslümanlığından çıkarılıp iman-akıl-ihsan-ihlas eksenli bir İslamı yaşayabilecekleri bir toplumun inşasıdır ya da (eğer olsaydı) ona katkıda bulunmaktır. Bu da iki şeyle mümkün olabilir. Müslüman nesillerin eğitilip bilinçlendirilmesi ve onların yardımıyla toplumda sistemleşmenin temin ve tesis edilip, birlik ve birlikte yaşama duygusunun, ki bu da eğitimle olur, başarılabilmesidir. Siyasi ve Selefi felsefelerin aksine, Nursi’nin Cumhuriyet fikrini beğenmesi gibi, Hareketin bu herdefi; güçlü ve sağlıklı demokratik bir laik hukuk devletinde de gerçekleştirilebilir. Bunun için illa; siyasi İslam’da olduğu gibi devletin ele geçirilmesi ve onun gücüyle, ‘’Şeriat’’ (ki bugün yanlış yorumlanıyor) desenli, aktif devletçi bir İslami yorumun halka dikte edilmesi gerekmemektedir. Bu örnekler Arabistan ve İran’da zaten görülmektedir ve başarıları ve İslamın özüyle uyumları! da ortadadır. Tevhid yolunun böyle bir siyaset trenine binmesi; onun hedeften sapması ve tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi devletle angaje olarak İslam’ın özünün zarar görmesi anlamına gelir.

Bizim ülkemizde temel sorun; Atatürkçü, laik, ulusalcı, Kemalist vb. kesimlerin kısaca hakim ve baskın unsurların bu olgunlukta olamamaları ve yanlış bir milliyetçi-devletçi-seküler-laik rejim anlayışıyla hareket ederek Müslümanları, Alevileri, Kürtleri vb. alt grupları sindirmeye, kontrol etmeye çalışmaları ve bunu yaparken de ötekileme, korku üretme, dışlama, kontrol etme, ezme vb. antidemokratik ve ilkel yöntemleri tercih etmeleridir.

Cemaat gibi gruplara atfedilen ‘gizlilik’ ve ‘şeffaf olmama’ gibi suçlamalar daha çok aşırı önyargılardan ve düşmanlıklardan beslense de kısmen var olan yönleri de aslında sistemin uyguladığı bu baskıcı ve tehditkar özelliklerinden dolayıdır. Yani, böyle hastalıklı bir devlet anlayışında bağımsız kalabilmenin, sahip olduğun felsefeye göre soluk alabilmenin ve var olabilmenin bir neticesi de tam şeffaf olamamaktır. İlk Hristiyanlara yer altında şehirler kurdurup orada gizlice yaşatan zulümlerin bugünkü versiyonu; bu kesimlerin art niyetli olmalarından değil; bir gereksinim olarak bazı eylemlerini yarı şeffaf bir şekilde yürütmek zorunda kalmalarıdır. Tamamen özgür ve hukuksal zemini sağlam toplumlarda birçok dini, etnik ve sosyal grup gayet şeffaf bir şekilde faaliyetlerini yürütmektedir. Amerika’da bunun birçok örneğine şahit olmuşumdur.

İşte temel hareket noktası bu olan Hareket;

Her zaman insanları sokaklardan ve hamasi eylem ve söylemlerden uzak tutmuştur,

Toplumun eğitim ve ahlak seviyesine derece atlatmıştır,

Diyalog çalışmalarıyla hem kendi üyelerine hem de toplumun diğer kesimlerine birlikte yaşama ve farklılıklara saygı duyma anlayışını aşılamaya çalışmıştır. Bunun da ancak sağlam bir demokratik ve hukuk devleti gerektirdiğini savunmuştur.

Yurt dışına açılıp ülke insanının Atatürk’ün de hayali olan ‘çağdaş medeniyetler düzeyine’ ulaşması amacıyla ufkunun gelişmesine ön ayak olmuştur ve toplumu, içine kapanık atıl bir vaziyetten, önüne hedef koymak suretiyle, kurtarmaya çalışmıştır,

Felsefesi ve eğitime verdiği ağırlıkla ve bu dinamiğin oluşturduğu sosyal enerjiyle PKK terörü sorununun çözümüne dönük en etkili çalışmayı yapmıştır. O nedenle de PKK için silahlı Hizbullah örgütü bile tehdit olamamışken ve askeri yatırımlar çözüm sunamamışken; Hareket, PKK için en tehlikeli düşman haline gelmiştir. Çünkü Hareket, PKK’nın suistimal ettiği toplumsal sorunları çözmeye başlamış ve yöre halkının eğitim düzeyini yükseltmiştir. PKK, ancak AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ adı altında yaptığı siyasi hatalar ve Cemaat’in bölgedeki faaliyetlerinin önlenmesi sayesinde tekrar güç kazanabilmiştir.

Bu kendine has yöntemi, felsefesi ve çalışmaları yüzünden de Hareket sürekli olarak, en çok da Müslüman grupların sözlü saldırılarına, tacizlerine ve hışmına uğramıştır. Hatta bazı gruplar Hareketi İslami görmemiş, onu küfür içinde olmakla suçlamış ve komplo teorileri ile yatıp kalkan bazıları da onu yabancı istihbarat örgütlerinin maşası olarak lanse etmeye çalışmışlardır. Bugün bile, hem Ergenekoncu çevrelerin hem de AK partili bazı bürokratların Hareketi ülke içinde CIA-MOSSAD ajanı gibi göstermeye çalışmalarının; ancak yurt dışında ise o ülke insanlarını ‘burada İslam’ı yaymak ve sizi Müslümanlaştırmak istiyorlar’ diyerek korkutmaya çalışmalarının altında bu bakış açıları ve art niyetler yatmaktadır. Türkiye’deki diğer Müslümanları Hareketten uzak tutmanın ve onun başarılarına sempati duymaktan alıkoymanın en etkili yöntemi de budur.

Şimdi herşeyi toplayalım ve günümüze gelelim.

Böyle bir Hareketin 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe teşebbüsünün arkasında olduğunu iddia etmek sadece bir art niyet ve bir hedef saptırma gayretidir. Yabancı ülkeler ve dünya medyası da buna inanmamaktadır. Gülen’İn, ‘’uluslararası bir heyet darbeyi araştırsın!’’ çağrısı da bu konudaki kendine güvenin bir göstergesidir. Cemaatin daha darbe girişiminin ilk dakikasından itibaren hedef tahtasına konulması ve darbe yapmakla suçlanması, 17-25 Aralık’dan itibaren Erdoğan eliyle bitirilmeye çalışılan bu sosyal oluşumun linç edilme kampanyasında oynanan son perdedir.

Darbeye teşebbüs etmek; Gülen’in, resmini çizdiğim felsefesine de, İslami anlayışına da, demokrasiyi; diğer Müslümanların tacizlerine rağmen şiar edinmiş bir lider oluşuna da, yurt dışında özellikle Batı’da kazandığı saygınlık ve güvenilirliğe de terstir. Yıllarca AK Parti yönetiminin demokrasi treninden inmemesi için çabalayan da, onu darbe kapılarını kapatacak sivil bir anayasa yapmaya teşvik eden de bu Hareket olmuştur. Bu gayretin önemi ve varlığı sonradan anlaşılacaktır. Çünkü geldiğimiz noktada AK Parti ülkeyi gittikçe otoriterleştirmekte, hukuk ve demokrasi rayından çıkartmakta, gittikçe bir Muhaberat devletine dönüştürmekte ve Batı’dan gittikçe uzaklaştırmaktadır. Toplumdaki mevcut önyargılar ve oluşturulan cinnet hali bunu şimdilik perdelemektedir. Ama bu sis perdesi yakında dağılacak ve gerçekler ortaya çıkacaktır.

Toplum, Hizmet Hareket’ini Erdoğan sonrası oluşacak enkazın üzerinde derin derin düşünürken keşfedecek ve sahiplenecektir. Fethullah Gülen’in, yaşanan bu uzun sürecin daha en başında ‘’affetmeye hazır olun!’’ demesini sağlayan motivasyon işte bu sonu gören basiretidir. Çünkü topluma küsmüş olan bir hareket, toplum kendisine en çok ihtiyaç duyacağı bir anda ona yardım elini uzatmayabilir! Bu da kardeşlerinin ihanetine rağmen onları affeden ve onlara yardım eli uzatan Yusuf mesleğine terstir…

Cemaat ve AKP ekseninde 15 Temmuz darbe konusunu irdelemeye kısmetse devam edeceğiz.





13 Temmuz 2016 Çarşamba

POKEMON GO ÇILGINLIĞI

Bu yazı 14 Temmuz 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Oyun ve İnternet tabanlı satış yapan şirketler son 15 yılda müthiş bir ticaret hacmine ve etki alanına ulaştılar. Birçok devletin üzerinde bütçeleri yönetiyorlar. Teknoloji üzerinden yaşanan toplumsal ve ekonomik değişimlerin neredeyse dinamosu haline geldiler. Bu gelişmeleri en başından beri hem de merkez üssü olan Amerika’dan takip eden birisi olarak kendimi şanslı hissediyorum. Müthiş bir sosyolojik gözlem zevki veriyor bana tüm bu gelişme ve değişimler.

Yeni bir oyun konsulü için sabahlara kadar dükkanların önünde bekleyen bir nesil, mobil aygıtların ve uygulamaların yayılıp gelişmesiyle birlikte bu yeni teknolojilerin esiri olma yolunda. Hepimiz bu taze esaretin derece derece parçasıyız artık.

2010’lu yılların Angry Birds çılgınlığının ardından şimdilerin yeni çılgınlığı ise Japon Niantic firmasının bir mobil alet uygulaması olarak piyasaya sürdüğü Pokemon Go oyunu. Pokemon çizgi filmleri bir neslin bir çılgınlığı idi. Değişik oyunları da üretilmişti. Ancak Pokemon Go tam bir oyun değiştirici. Çünkü oyun, artık hayatımızın bir parçası haline gelmiş olan cep telefonlarının GPS özelliklerini kullanarak, dolaştığınız gerçek mekanlarda Pokemon karakterleri toplama ve ‘gym’ denilen ortamlarda birbirleriyle savaştırma imkanı sağlıyor. Yani, artırılmış gerçeklik (augmented reality) dediğimiz teknolojik uygulama mantığını başarılı bir biçimde hayatımızın içine sokuyor.

Hem artırılmış gerçeklik (augmented reality) hem de sanal gerçeklik (virtual reality) tabanlı oyunlar ve teknolojiler yeni bir trende işaret ediyorlar. Şirketler bu alanlara yatırım yapıyorlar. Cep telefonları da bu ortamlara daha uyumlu hale getirilecek. Pokemon Go’nun başarısının cep telefon firmaları arasında bu sahadaki rekabeti daha da hızlandıracağını düşünüyorum.

Sanal gerçeklik ve artırılmış gerçeklik tabanlı teknolojiler müthiş bir ticaret hacmine doğru koşuyorlar. Super Data dijital ürün ölçüm firmasına göre, 2020 yılına kadar sadece artırılmış gerçeklik teknolojileri pazarı (yazılım ve donanım olarak) 4.3 milyar dolar pazar hacmine ulaşacak. Bu potansiyel, genç nüfusa sahip gelişmekte olan ülkeler adına müthiş gelişme ve bir atılım noktası. Bu pastadan pay alamayanlar büyük bir kayıp içerisinde olacaklar. Buna bir de telefon uygulaması, sanal gerçeklik, oyun pazarı, İnternet tabanlı yazılım ve donanım, video, sosyal medya gibi diğer yeni nesil pazarları da eklediğinizde karşınıza trilyon dolarlık bir pazar ortaya çıkıyor. Türkiye’nin böyle bir 2020’li yıla mevcut siyasi atmosferde girdiğini düşünün. Paralel safsataları, cadı avları, her yerde patlayan bombalar, birbiriyle itişmeler, özgürlükleri kısıtlamalar vs. derken bu treni de kaçıracağız ve bu pazarların sadece tüketicisi olarak kalacağız.

Bir eğitimci olarak bu noktayı çok önemsiyorum. Çünkü bunun başarılabilmesi büyük bir eğitim atılımı ve planlaması gerektirir. Mevcut şartlarda bunun gerçekleştirilebilmesi imkansız. Erdoğan, ülkenin geleceğini her noktada kilitliyor. Erdoğan’dan önce de kötü durumda olan ülke şartları ve eğitim sistemi iyice göçtü. Erdoğan sonrası ise toplum bir travma dönemi yaşayacağından, işimiz daha da zor olacak!

Türkiye’nin son 70-80 yılda ticaret hacmi anlamında gelebildiği noktaya bir göz atalım. Fortune 500’ün 2016’da açıklanan ve 2015 verilerine dayanan en son listesine göre Türkiye’nin en çok net satışa sahip 10 şirketinin toplam gelirleri yaklaşık olarak 80 milyar dolar civarında. Bunlardan Botaş yaklaşık 13 milyar dolar ile birinci iken, 4. olan THY yaklaşık 10 milyar dolar ve 8. olan BİM ise 6 milyar dolar net satışa sahipler.

İnternet üzerinden satış yapan Amerikan Amazon firmasının 2015 hasılatı tek başına 107 milyar dolar. Sadece Amazon bile Türkiye’nin Cumhuriyet döneminde yetiştirebildiği en büyük 10 firmanın toplamından daha çok net satış hacmine sahip. Maliye Bakanlığınca yeni açıklanan bütçe gelirleri 540.8 milyar TL yani yaklaşık 189 milyar dolar değerinde. Bu başarı trendiyle Amazon pek yakında neredeyse tek başına Türkiye demek olacak. Şirket için bu rakam 2011 yılında 48 milyar dolardı. Yani beş yılda tam olarak 59 milyar dolarlık artış sağlanmış. Bu bile büyük bir başarı örneği ve bu firma 1994 yılında kurulan genç bir firma; sadece 22 yaşında.

Pokemon Go oyununa geri dönelim. Bu satırları yazdığım günlerde oyun henüz bir haftasını bile doldurmamıştı ancak Amerikan’ın en önemli haber programlarına ve gazatelerine konu olmayı başardı. Zira, oyun telefon uygulaması pazarına düşer düşmez gündem oldu. Bir hafta içinde şirketin pazar değerini 7.5 milyar dolar arttırdığı söyleniyor. Yani bir haftada şirketin değeri yaklaşık olarak bir THY kadar artmış durumda. Bu zaviyeden bakıldığında yukarıda resmettiğim geleceğin yatırımları ve eğitim öncelikleri konusu daha bir önem kazanıyor.

Morgan Stanley isimli yatırım bankası tarafından CNBC’ye yapılan açıklamaya göre, Pokemon Go oyunu ilk gününde 4-5 milyon dolar para kazandırdı. Bir hafta geçmeden bu rakam 14 milyon dolara ulaştı. Oyunu 7.5 milyon kişi indirdi. Bu büyük bir rakam. Düşünsenize, GPS tabanlı uygulamalar telefonun şarjını adeta yutarlar. Bu oyunu ilk gün indirip telefonunu bir kaç saat sonunda sarj etmek zorunda kalan bu kadar insan kişi başı 1 dolarlık enerji tüketse, bu; enerji firmalarına bir günde 7.5 milyon dolar gelir getirir. Bundan sonrasını sizin hayal gücünüze bırakıyorum. Oyun şimdilik sadece birkaç ülkede resmi olarak piyasaya sürüldü. Bir de dünyaya yayıldığındaki halini bir düşünün!

Oyunun bu ekonomik boyutundan sonra gelin şimdi de sosyal boyutuna biraz göz atalım. Oyundan ilk olarak ilk çıktığı gün, Amerika’da doktora yapan bir Türk arkadaşım sayesinde; o da bizimle değil de telefonuyla ilgilendiğini farkettiğimde haberim oldu. Ertesi gün birçok kanal ve haber programı da oyundan bahsediyorlardı. Hatta ilk gün yaşanan kazalardan ötürü bir eyaletin polis teşkilatı uyarı bile yayınladı.

Bahsettiğim gibi oyun GPS tabanlı bir oyun ve telefonunuzun kontak bilgilerine, ağ bağlantılarına, lokasyon, kamera, fotoğraf gibi özelliklerine erişim hakkına sahip. Google hesabınızla kullandığınız Gmail, Google Drive, Google Maps vb. hesaplarınıza da erişim izni vermiş oluyorsunuz oyuna. Yani bu kısaca şu anlama geliyor. Şirket, size ait tüm bilgilere ulaşabilir; bu bilgileri bir veri havuzunda değerlendirip 3. şahıslara ve şirketlere; hatta istihbarat örgütlerine (hep inkar edilse de) satabilir. Oyunun meraklıları şimdilik bu detayları bilmiyorlar veya görmezden geliyorlar. Zira, kimse bu tür uygulamaların gizlilik politikalarını okumuyor. USA Today’de paylaşılan bir araştırma sonucuna göre ortalama bir insanın yılda okuması gereken gizlilik politika metni 30 gün alıyormuş. Yani, okumak isteseniz de caydırıcı bir yükün altında eziliyor ve bu önemli detayı ihmal ediyorsunuz!

Oyunun çıkışından tam bir hafta sonra bu satırları yazdığım gün, yedi yaşındaki kızımla Amerika’nın Alabama şehrinde büyük bir botanik bahçesini gezmeye gittim ve oyunun insanlar üzerindeki etkisini bizzat müşahade etme imkanı buldum. Sanki bu yazıyı yazmam için özel tasarlanmış bir gözlem laboratuarına sokulmuş gibiydim. Parkta harcadığımız bir saat boyunca; çalışanlar ve bizim dışımızda herkes Pokemon Go oynuyordu. İnanın hiç abartmıyorum! Karşımızdan gelenlerin telefon tutuş ve yürüyüş hallerinden bu oyunu oynadıklarını hemen anlamıştım. Hepsine de laf atıp direk olarak Pokemon bulup bulamadıklarını sordum. Kızım şaşırmıştı. Baba nerden biliyorsun herkesin ne oynadığını diye sordu. Böyle fırsatlar babalar için güzel hava atma fırsatlarıdır, ancak ben kızımı da bu sosyolojik gözlemin içine sokmayı tercih ettim ve nasıl bildiğimi izah ederek, karşılaşacağı herkese sormasını istedim. Sorduğu herkes istisnasız olarak bu oyunu oynuyordu. Kızım, onların etraftaki çiçeklerden ve yanlarındaki kız arkadaşlarından, eş ve çocuklarından kopuk, ekranlara kilitlenerek yürüyen hallerini görünce şöyle dedi: ‘’Baba, çok yakında bir ‘Pokemon Apocalypse’ olur!’’  Apocalypse ifadesi Hollywood’un daha çok zombie kıyameti (kehaneti, ahir zaman gelişmesi) olarak lanse ederek günlük kullanıma soktuğu bir ifade. Kızım, her yaş grubundan insanların o; zombilere benzettiği hallerini görünce, o şekilde bir benzetme yapmayı tercih etmişti.

Son konuştuğu ve iki çocuğu da parkta Pokemon yakalamaya çalışan bir anne kızıma; sen niye oynamıyorsun diye sorduğunda kızım, babam şu nedenle izin vermez dedi. Kadın da ‘sonunda vermek zorunda kalır’ dedi. Belli ki kendisi teslim olmuştu. Parkta 100’ün üzerinde insan gördük ve hepsi de Pokemon avlamaya gelmişlerdi. İşte ‘laboratuar’ derken bunu kastettim. O parkta sanki önümüzdeki günlerde dünyayı saracak bir hastalığın (teknolojik zombi virüsünün) gözlem odasında gibiydim.

Oyun daha ilk günden sakatlanmalara ve hırsızların insanları kuytu alanlara çekmesi ile gündeme gelmeye başladı bile. Bugün Amerika’da bir mezarlık yöneticisi, üretici firmayla irtibata geçerek mezarlıklara Pokemon yerleştirmemelerini söyledi. Görünen o ki, bir hafta içinde yüzlerce insan Pokemon avlamak için o mezarlığa akın etmiş ve mezarlara saygısızlık ederek mezar taşlarının arasında Pokemon yakalamaya çalışmışlar. Yanlarında gezdirdikleri köpekleri de mezar taşlarına işeyince ve mezalar ezilince de çaresiz kalan yönetici firmaya talepte bulunmuş.

Bu yeni çılgınlık bu kadarla kalmaz. Bir pokemon avlamak için başkalarına hatta devlete ait özel alanlara bile izinsiz girişler yapanları, çok tehlikeli yerlerde bile Pokemon arayanları izleyeceksiniz yakında. Snapchat, İnstagram ve Twitter gibi ortamlarda, ‘en ilginç ve tehlikeli yerde bulunan Pokemonlar’ furyaları bile başlar önümüzdeki günlerde.

Evet! İnsanoğlu kendi ürettiği bir ürünün daha tutsağı oluyor. Bu gelişme henüz taze iken onun ekonomik ve sosyo-psikolojik boyutlarına dair duygularımı paylaşmak istedim sizlerle.

Kısa bir süre sonra elinizde telefon Pokemon avlarken belki bu satırları getirirsiniz hatırınıza!