12 Şubat 2017 Pazar

HOCAEFENDİ, YALNIZLIK, AKP ZULMÜ VE BEN

Bu yazı 12 Şubat 2017 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Başlıktaki dört ifadeyi hangi bağlam kapsamında bir araya getirdiğimi merak etmiş olabilirsiniz. Elimden geldiğince bir çerçeve içine alıp izah edeyim.

Malumunuz, ülkemiz çok zorlu ve karanlık zulüm dönemlerinden geçiyor. AK Partinin İslamcılık gibi bayağı ideolojilerle bile telif edilemeyecek son derece maddi ve çıkarcı yaklaşımlarla içine battığı yolsuzluk ve hırsızlıkları örtme pahasına ülkeyi nasıl tehlikeli bir uçurumun kenarına getirdiğini son 4-5 yıldır hayretle izliyoruz. AK Parti liderliği, bataklıktan kurtulma telaşıyla, kendisini Ergenekon gibi derin bir suç örgütünün kucağına attı ve binbir türlü yalanlarla kendine inanan insanları kandırdı. Kendisine inanmayan çoklarını da zorbalık yolunu seçerek sindirme yolunu tuttu. Artık bir suç örgütü konumuna gelmiş olan bu yapı, Hitlervari bir faşizm çıkmazının girdabına yakalanarak sahte düşmanlar üretmeye başladı ve etrafı velveleye vermek suretiyle de kendisini, hırsızlıklarını örtme telaşı yaşayan ve sürekli çirkefçe bağıran yavuz hırsızlar konumuna düşürdü.

En kötüsü de; daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, yaydıkları korku, algı maniplasyonları, yalanlar, boş hayaller (Fetih Ruhu, Dünya Lideri, Yeni Türkiye ve Yeni Osmanlı gibi) ve hamaset hormonları vasıtasıyla toplumun genetiğiyle oynadılar. Artık İslamcı dindar kesimin insanlık, iz’an, insaf, merhamet ve hakkaniyet ölçülerinin kalmadığını, adeta kudurmuşçasına kendilerini onaylamayan diğer Müslümanları linç edip onlara hakaretler ettiklerini, muhbirlik yapıp o insanları parti kanallarına ihbar ettiklerini veya bu yapılanları nasıl da sessizce ve hazla izlediklerini hayretle izliyoruz. Toplumun bir çok ferdi, bunlar hep mi böyle kin dolu idiler, yoksa Erdoğan ve AK Partinin yoğun medya propagandası sonucu mu böyle çıldırmış bir ruh haline sahip oldular sorusunu soruyor kendisine.  

Bu yaptıklarıyla AK Parti, toplumda var olan son dostluk ve birliktelik kırıntılarını da dinamitlemiş oldu. En kötüsü de dindar kesim arasına bile onarılması çok zor fitneler sokuldu. Kardeş kardeşe düşman edildi, aileler bile parçalandı. Particilik ve Erdoğancılık çılgınlığıyla, kendi öz oğlunu evlatlıktan reddeden, eşini boşayan, en yakın akrabalarına terörist diyerek hakaretlerde bulunan veya onları yalnızlığa, hatta mallarına kanunsuzca el konulduğu halde, açlığa veya hapishanelerde zulumlere ve ölümlere terkeden parti fanatiği bir yığın oluştu. Dindar bir iş adamının veya Hizmet Hareketinin tüm mallarına kanun dışı yöntemlerle el konulduğu bir ortamda o binalarıın önünde ‘elhamdulillah’ diyerek selfie resim çektirebildiklerini veya o binayı eşine tahsis eden parti liderinin başörtülü eşinin halinden gayet memnun bir şekilde gülerek resimlere poz verebildiklerini de bu süreçte görmüş olduk.

Bu son paragraftaki yalnızlık ifadesini cımbızlayarak devam edelim.

Ülkemizden uzakta gurbette yaşadığımız yabancı beldelerde de durum çok farklı değil. Eskiden dost dediğimiz, her dertlerine koştuğumuz insanların bir anda nasıl değiştiklerini, yılların dostluklarını Erdoğanizmin propagandalarından etkilenerek nasıl da kolayca harcadıklarını hayretle izliyoruz. Hatta, Erdoğan’ın yalancı bir insan olduğunu kendileri de kabul ettikleri halde, ortaya yayılan korku ve baskı ortamından çekindikleri için, gelecek endişesiyle hareket eden ve eski dostlukları bir kalemde silen ‘dostlarımız’ olduğunu yine bu dönemde hayretler içinde müşahede ediyoruz.

Buna bir de gurbetteki bu dindar insanları parti kanallarına muhbirleyen ve fişleyen diyanet imamları, partici akademisyen ve öğrenciler veya halktan insanlar da eklendi. Eski komunist bloku ülkelerinde de kendi başı belaya girmesin diye aykırı görüşte olan dostlarını jurnalleyen; hatta birbirlerini takip eden muhbirler konumunda arkadaşlar veya akrabalar vardı. Türk insanı da o noktaya doğru hızla ilerliyor.

ABD’de yaşadığım küçük şehirde bile yılların dostlukları bir günde silindi. Herkes bana ve aileme bir vebalı muamelesi yapıyor artık. En nazik olan ve direk kendini ifade edemeyenler bile sizinle konuşurken hal ve tavırlarıyla ‘aslında arayıp sormasan, görüşmesek ne güzel olur!’ şeklindeki tavırlar yayıyorlar etrafa. Bunu farkediyor ve daha da bir üzülüyorsunuz dostlarınız adına.

Hizmet Hareketinden hangi insana sorsam dost bildiklerinin, akrabalarının ve sürekli yardım götürmeye çalıştıkları insanların vefasızlıkları ve olumsuz tavırları karşısında hayretlere düşmüş olduklarını görüyorum. Bu duruma sabır gösterip, bunu bir imtihan bilip, kadere teslim olmuş bir vaziyette sürdürüyorlar gurbetteki yaşamlarını.

Kaç yıldır kendisine Cemaatten insanların arkadaşlık yaptığı bir kişinin şimdilerde benim ismimi zikrederek, çevremdeki dindar insanlara, ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin, görüşmeyin; böylece hatasını anlasın!’’ diyerek onları benden uzaklaştırmaya çalıştığını duyduğumda ilk tepkim sinirlenmek yerine gülümsemek oldu. Her ne kadar o insanların neredeyse hepsi gelecek endişesiyle benden zaten uzaklaşmış olsalar da, bu şahsın etrafa yaydığı ve beni gülümseten bu; ‘yalnız bırakın!’ ifadesi beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti.

Hayatı boyunca türlü türlü fakirlikler ve mağduriyetler yaşamış bir insanım. Sırf bu fakirliğimden dolayı bile benimle arasına mesafe koyan, benimle kaynaşamayan insanlar olmuştur. Karakter olarak hiç yalakalık yapmadığım, iltifat bekleyene itibar etmediğim ve prensiplerle hareket ettiğim için de benden haz etmeyen ve uzak duran bir sürü insan olmuştur. Onların etraflarındaki insanlardan bencilce bekledikleri ilgi ve iltifatı onlara vermediğim için çok dışlandığım olmuştur. Çocukken bile, mahallemizdeki varlıklı ve baskın karakterli; ama çok egoist bir arkadaşımın haksızlıklarına karşı hep dik durmuştum. Diğer arkadaşlarım korktukları ve menfaat kapısı (çikolata ikramları gibi…) olduğu için onun her dediğine evet derler, benim nasıl dik durduğuma şaşırır; hatta eleştirirlerdi. Yere para düşürse kibrinden dolayı eğilip almayan bu arkadaşım maçlarda açıkca faul yapsa bile sadece ben itiraz ederdim. O da hemen diğerlerine; bağıran bir sesle, ‘faul mü lan’ diye sorar, hemen hepsi yok derlerdi. En insaflı ama ürkek bir iki tanesi de pozisyonu gördükleri halde ‘valla ben görmedim’ diyerek vicdanlarını bastırırlardı.

Sülale ortamlarında da hep yalnızlık içinde büyüdüm. Bazı akrabalarımın fitne, fesat ve gıybet ortamlarından ailecek kendimizi çektiğimiz için bazı lider tipli ve baskın sülale büyüklerinin de etkisiyle benim ailem bir nevi yalnızlığa terkedilmişti. Aslında o yalnızlık çemberini bir savunma aracı ve felah kalkanı olarak biz kurmuştuk etrafımıza; ancak onlar akrabalarımızı bizden uzaklaştırabildikleri için sahte zaferler ile tatmin ediyorlardı kendilerini…

Evet! Hayatını ideal bir çizgide, Allah’a yakın bir dairede ve prensipler ışığında yaşamaya çalışan insanlar için yalnızlık hem bir kader hem de bir felah kapısıdır. İnsanlar Allah’a yakınlaştıkça, hayatın maddiyatından ve insanların çirkefliklerinden kendilerini uzak tuttukça, diğer insanlarca dışlanırlar ve yalnızlığa terk edilirler. Ama ilginçtir ki, bu yalnız insanların daha şeytani duygular taşıyan insanlarca kendi başlarına bırakılmadığı ve daha çok saldırı altında tutulduğu da bir gerçektir. O şeytani ruhlar sanki bir gerçeği hissedermişcesine; bu insanların kendi etraflarına kurdukları yalnızlık kozası içinde aslında tekamül edip Allah’a yaklaştıklarını hissederler ve bunu önlemeyi kendilerine bir vazife addederek ya onlara bizzat saldırırlar veya başka zayıf karakterli insanları onların üstüne salarlar.

İmam-ı Azam, İmam-ı Rabbani, Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursi gibi Allah dostu insanların hayatlarına bakın mesela! İnsanlar içinde sadece Allah’a hizmet sorumluluğu içinde vakit geçiren, hatta bu hayata bir nevi tahammül eden, böyle bir hizmet sorumluluğu olmasa kendilerini mağaraya çekip ibadet etmeyi tercih edecek olan bu insanlar, hep şeytani ve münafık karakterli insanların ve devlet adamlarının hedefleri oldular. Kendilerine yalnızlık bile çok görülüp sürekli zulümler edildi. Hapishaneler, sürülmeler, zehirlenmeler, baskılar ve hain ilan edilmeler hep kaderleri oldu. Onlar Allah’a yaklaştıkça lütf-u İlahi ile insanlar arasında insanlara Allah’ı hatırlatan birer çekim merkezi haline geldiler. Böylece de onların bu çekim merkezlerini kendi dünyevi ihtirasları uğrunda kullanamayacaklarını anlayan münafık liderlerin, Yezidlerin, Süfyanların ve zalimlerin hedefleri haline geldiler. Böyle yaparak o liderler, tüm varlığını insanları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırmaya adamış olan sefil şeytanın gönüllü kuklaları durumuna düştüler.

Fethullah Gülen Hocaefendi de hep Allah aşkıyla inleyen ve insanlar içinde bu resmettiğim yalnızlığı yaşayan bir alimdir. Bu dünyayı sadece bir hizmet diyarı gören ve fırsat bulsa bir an evvel Rabbine kavuşmayı tercih edecek olan bir insan…  Böyle insanlar bir yandan ileri görüşleri ve basiretleri ile toplumu aydınlatırken diğer yandan da, az önce belirttiğim gibi, Allah’a yakınlaşma azim ve gayretlerinin bir meyvesi olarak, insanlara Allah’ın varlığını hatırlatan birer çekim merkezi, güneşvari; doğal bir iman ışığı kaynağı konumuna yükselirler. Böyle ruhlar zamanla; sahte ‘ampüllerle’ etraflarında cahil ve saf kalabalıklar toplamaya çalışan devlet adamlarının hedefleri konumuna gelirler.

Hocaefendi gibi insanlar işte bu yüzden iki türlü bir yalnızlık ve iki türlü bir yalnız kalamama sıkıntısı ile hayatlarını idame ettirirler. Öncelikle; her şeyi Allah’ın huzurunda bulabilen derinlikleriyle bir çekim merkezi haline geldikleri için doğal olarak Allah’ı tanımak isteyen insanlar etraflarında toplanırlar ve bu yüzden yalnız kalamazlar. Ayrıca bir de dine hizmet sorumluluğu yüzünden arzu ettikleri yalnızlığı yaşayamazlar. Meselenin diğer yönüyle de; şeytan ruhlu insanlar onların yaydıkları imani nurdan ve kendilerine alternatif olabilecek bu çekim merkezlerinden ürktükleri için onları o yalnızlıktan alıkoyup hep kendi kavga arenalarına çekmek ve böylece onların itibarlarını yok etmek isterler.

Diğer bir yönüyle de böyle kametler, fikirleri ve Allah’a olan özlemleri anlaşılamadığı için, maddi dürbünle bakıldığında, bir yalnızlık içerisindedirler. Bir de böyle insanların temsil ettikleri hayat ve idealler çoklarının nefsine ağır geldiğinden ve vicdanları da köreldiğinden dolayı o insanlarca fiziki bir yalnızlığa maruz bırakılırlar.

Özetle; yalnızlık maddi yönüyle onların bir yandan kaderleri, ama manevi yönüyle de, sürekli tutundukları; onları Allah’a yakınlaştıran ilahi bir dal, bir nimet olmuştur.
Benim gibi basit insanlar için maruz kalınan yalnızlıkları o kametler gibi bir Allah’a yakınlık emaresi gibi görmek yanlış ve kibirlice bir düşünce olur. İşte, ‘dostlar’ tarafından bir kez daha şekli bir yalnızlığa maruz bırakılan, aslında hayatı hep yalnızlıklar içinde geçmiş olan benim gibi basit bir insan için bile bu yalnızlıkların hiç bir ehemmiyeti yok. Yaşadığım yalnızlık kozası içinde, şükür ki, yıllar önce Hocaefendi gibi yalnızlığı gerçek boyutuyla yaşayan bir insan tanımışım ve ondan öğrenebildiğim kadarı ile acizane bir şekilde kendi yalnızlık kozamı bir tekamül aracı olarak kullanmaya çabalamışım…

O yüzden şimdiki terk edilmeler benim gibi basit dairede yaşayan bir insanı bile hiç olumsuz yönde etkilemiyor, aksine daha bilinçli ve kuvvetli bir hale getiriyor. Bu, içimde ikinci bir fıtrat halini almış olmalı ki; o eski ‘dostun’; ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin!’’ sözünü duyduğumda ilk tepkim gülümsemek oldu. Benim gibi hayatı hep yalnızlık içerisinde geçmiş; yalnızlığı seven ve hatta arzulayan insanlar daha fazla yalnız bırakılamazlar çünkü…

Burada, çok sevilen; ancak talihsiz bir şekilde, belki de maddi yalnızlıklar içinde kaldığı için hayatına son veren ünlü Hollywood aktörü Robin Williams’ın bir sözünü hatırladım. Şöyle der Williams: ‘’Hayatta en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değilmiş! Hayatta en kötü şey, seni yalnız hissettiren insanlarla olmaktır.’’ İçinden geçtiğimiz şu günlerde, eskiden dost bildiğimiz çoğu dindar bazı insanların, beraber geçirdiğimiz onca yılı bir anda nasıl hiçliğe terkettiklerini gözlemlediğimiz şu dönem, ne talihsiz bir dönem!

1984 yılında Sızıntı’da yazdığı bir yazıda Fethullah Gülen Hocaefendi; ‘’Allah'a iman eden, Allah'la beraber olan bir insan esasında yalnızlık yaşamamalı’ derken aslında bu yazıda resmetmeye çalıştığım düşünceleri özetliyor ve insanlara aynı zamanda bir hedef de veriyor. İfadeye çalıştığım o ‘yalnızlık kozası’, işte bu sözde mündemiçtir.
Yalnızlığı bu boyutuyla kavrayıp hayatına mal edememiş insanların akıbetlerini ise şu cümlelerle özetliyor Hocaefendi:

‘’Yalnızlık hissi, gönlünü ebede göre ayarlayamamış, ruhunda sonsuzluk düşüncesini mayalayamamış sefil ve derbeder kimselerin onulmaz derdidir. Öyle anlaşılıyor ki, duygularının inançla şahlanacağı, ruhlarının varlığın gerçek çehresini görecekleri âna kadar da, böyleleri, ne bedbinliğin sisli atmosferinden kurtulabilecek, ne de bütün varlıkla sarmaş-dolaş olup, her şeyle dostluk ve arkadaşlığa erebileceklerdir.’’

Evet! Yalnızlığın gerçek ufkuna ulaşabilen insanlar asla yalnız kalmazlar; çünkü onlar artık hem Rablerine daha çok yakınlaşmışlar hem de onun yarattığı kainat ve yarattıklarıyla bütünleşerek; onlarda insanı Allah’a götüren hakikat hüzmelerini görüp temaşa ve tefekkür ederek varlığın gerçek hakikatine ulaşmışlardır veya o güzelliklere kendilerini kaptırmışlardır. Artık yalnızlık onlar için huzur-u İlahi’den uzakta geçen dünya hayatının her bir anının adı olmuştur ve onları böylece Allah’a yakınlaştıran bir merdiven görevi görmektedir. Yalnızlık, Allah’ın salih kullarının hem vazgeçilmez kaderleri hem de şiarlarıdır (düşüncede, hissedişte ve inanıştaki ayırıcı özellikleri)…

Siz nasıl bir yalnızlık yaşıyorsunuz veya yalnızlık sizin için ne ifade ediyor muhasebesiyle sizleri başbaşa bırakıyorum…Veya bir dua ile bitireyim.

Allah (c.c), bizleri bu yazıda resmetmeye çalıştığım yalnızlığın gerçek boyutunu idrak edip onun kozası içinde yaşayabilen ve onun ilahi lezzetlerini ruhunda duyabilen salih kullarından eylesin!