Bu yazı 12 Şubat 2017 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.
Başlıktaki
dört ifadeyi hangi bağlam kapsamında bir araya getirdiğimi merak etmiş
olabilirsiniz. Elimden geldiğince bir çerçeve içine alıp izah edeyim.
Malumunuz,
ülkemiz çok zorlu ve karanlık zulüm dönemlerinden geçiyor. AK Partinin
İslamcılık gibi bayağı ideolojilerle bile telif edilemeyecek son derece maddi
ve çıkarcı yaklaşımlarla içine battığı yolsuzluk ve hırsızlıkları örtme
pahasına ülkeyi nasıl tehlikeli bir uçurumun kenarına getirdiğini son 4-5
yıldır hayretle izliyoruz. AK Parti liderliği, bataklıktan kurtulma telaşıyla,
kendisini Ergenekon gibi derin bir suç örgütünün kucağına attı ve binbir türlü
yalanlarla kendine inanan insanları kandırdı. Kendisine inanmayan çoklarını da
zorbalık yolunu seçerek sindirme yolunu tuttu. Artık bir suç örgütü konumuna
gelmiş olan bu yapı, Hitlervari bir faşizm çıkmazının girdabına yakalanarak
sahte düşmanlar üretmeye başladı ve etrafı velveleye vermek suretiyle de
kendisini, hırsızlıklarını örtme telaşı yaşayan ve sürekli çirkefçe bağıran
yavuz hırsızlar konumuna düşürdü.
En kötüsü de;
daha önceki yazılarımda da değindiğim gibi, yaydıkları korku, algı
maniplasyonları, yalanlar, boş hayaller (Fetih Ruhu, Dünya Lideri, Yeni Türkiye
ve Yeni Osmanlı gibi) ve hamaset hormonları vasıtasıyla toplumun genetiğiyle
oynadılar. Artık İslamcı dindar kesimin insanlık, iz’an, insaf, merhamet ve
hakkaniyet ölçülerinin kalmadığını, adeta kudurmuşçasına kendilerini onaylamayan
diğer Müslümanları linç edip onlara hakaretler ettiklerini, muhbirlik yapıp o
insanları parti kanallarına ihbar ettiklerini veya bu yapılanları nasıl da
sessizce ve hazla izlediklerini hayretle izliyoruz. Toplumun bir çok ferdi,
bunlar hep mi böyle kin dolu idiler, yoksa Erdoğan ve AK Partinin yoğun medya
propagandası sonucu mu böyle çıldırmış bir ruh haline sahip oldular sorusunu
soruyor kendisine.
Bu
yaptıklarıyla AK Parti, toplumda var olan son dostluk ve birliktelik
kırıntılarını da dinamitlemiş oldu. En kötüsü de dindar kesim arasına bile
onarılması çok zor fitneler sokuldu. Kardeş kardeşe düşman edildi, aileler bile
parçalandı. Particilik ve Erdoğancılık çılgınlığıyla, kendi öz oğlunu
evlatlıktan reddeden, eşini boşayan, en yakın akrabalarına terörist diyerek hakaretlerde
bulunan veya onları yalnızlığa,
hatta mallarına kanunsuzca el konulduğu halde, açlığa veya hapishanelerde
zulumlere ve ölümlere terkeden parti fanatiği bir yığın oluştu. Dindar bir iş
adamının veya Hizmet Hareketinin tüm mallarına kanun dışı yöntemlerle el
konulduğu bir ortamda o binalarıın önünde ‘elhamdulillah’ diyerek selfie resim
çektirebildiklerini veya o binayı eşine tahsis eden parti liderinin başörtülü
eşinin halinden gayet memnun bir şekilde gülerek resimlere poz verebildiklerini
de bu süreçte görmüş olduk.
Bu son paragraftaki
yalnızlık ifadesini cımbızlayarak devam edelim.
Ülkemizden
uzakta gurbette yaşadığımız yabancı beldelerde de durum çok farklı değil.
Eskiden dost dediğimiz, her dertlerine koştuğumuz insanların bir anda nasıl
değiştiklerini, yılların dostluklarını Erdoğanizmin propagandalarından
etkilenerek nasıl da kolayca harcadıklarını hayretle izliyoruz. Hatta,
Erdoğan’ın yalancı bir insan olduğunu kendileri de kabul ettikleri halde,
ortaya yayılan korku ve baskı ortamından çekindikleri için, gelecek endişesiyle
hareket eden ve eski dostlukları bir kalemde silen ‘dostlarımız’ olduğunu yine bu
dönemde hayretler içinde müşahede ediyoruz.
Buna bir de
gurbetteki bu dindar insanları parti kanallarına muhbirleyen ve fişleyen
diyanet imamları, partici akademisyen ve öğrenciler veya halktan insanlar da
eklendi. Eski komunist bloku ülkelerinde de kendi başı belaya girmesin diye
aykırı görüşte olan dostlarını jurnalleyen; hatta birbirlerini takip eden
muhbirler konumunda arkadaşlar veya akrabalar vardı. Türk insanı da o noktaya
doğru hızla ilerliyor.
ABD’de
yaşadığım küçük şehirde bile yılların dostlukları bir günde silindi. Herkes
bana ve aileme bir vebalı muamelesi yapıyor artık. En nazik olan ve direk
kendini ifade edemeyenler bile sizinle konuşurken hal ve tavırlarıyla ‘aslında
arayıp sormasan, görüşmesek ne güzel olur!’ şeklindeki tavırlar yayıyorlar
etrafa. Bunu farkediyor ve daha da bir üzülüyorsunuz dostlarınız adına.
Hizmet
Hareketinden hangi insana sorsam dost bildiklerinin, akrabalarının ve sürekli
yardım götürmeye çalıştıkları insanların vefasızlıkları ve olumsuz tavırları
karşısında hayretlere düşmüş olduklarını görüyorum. Bu duruma sabır gösterip,
bunu bir imtihan bilip, kadere teslim olmuş bir vaziyette sürdürüyorlar
gurbetteki yaşamlarını.
Kaç yıldır
kendisine Cemaatten insanların arkadaşlık yaptığı bir kişinin şimdilerde benim
ismimi zikrederek, çevremdeki dindar insanlara, ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin, görüşmeyin; böylece hatasını
anlasın!’’ diyerek onları benden uzaklaştırmaya çalıştığını duyduğumda ilk
tepkim sinirlenmek yerine gülümsemek oldu. Her ne kadar o insanların neredeyse
hepsi gelecek endişesiyle benden zaten uzaklaşmış olsalar da, bu şahsın etrafa
yaydığı ve beni gülümseten bu; ‘yalnız
bırakın!’ ifadesi beni bu yazıyı yazmaya teşvik etti.
Hayatı
boyunca türlü türlü fakirlikler ve mağduriyetler yaşamış bir insanım. Sırf bu
fakirliğimden dolayı bile benimle arasına mesafe koyan, benimle kaynaşamayan
insanlar olmuştur. Karakter olarak hiç yalakalık yapmadığım, iltifat bekleyene itibar
etmediğim ve prensiplerle hareket ettiğim için de benden haz etmeyen ve uzak
duran bir sürü insan olmuştur. Onların etraflarındaki insanlardan bencilce
bekledikleri ilgi ve iltifatı onlara vermediğim için çok dışlandığım olmuştur.
Çocukken bile, mahallemizdeki varlıklı ve baskın karakterli; ama çok egoist bir
arkadaşımın haksızlıklarına karşı hep dik durmuştum. Diğer arkadaşlarım korktukları
ve menfaat kapısı (çikolata ikramları gibi…) olduğu için onun her dediğine evet
derler, benim nasıl dik durduğuma şaşırır; hatta eleştirirlerdi. Yere para
düşürse kibrinden dolayı eğilip almayan bu arkadaşım maçlarda açıkca faul yapsa
bile sadece ben itiraz ederdim. O da hemen diğerlerine; bağıran bir sesle,
‘faul mü lan’ diye sorar, hemen hepsi yok derlerdi. En insaflı ama ürkek bir
iki tanesi de pozisyonu gördükleri halde ‘valla
ben görmedim’ diyerek vicdanlarını bastırırlardı.
Sülale
ortamlarında da hep yalnızlık içinde büyüdüm. Bazı akrabalarımın fitne, fesat
ve gıybet ortamlarından ailecek kendimizi çektiğimiz için bazı lider tipli ve
baskın sülale büyüklerinin de etkisiyle benim ailem bir nevi yalnızlığa
terkedilmişti. Aslında o yalnızlık çemberini bir savunma aracı ve felah kalkanı
olarak biz kurmuştuk etrafımıza; ancak onlar akrabalarımızı bizden
uzaklaştırabildikleri için sahte zaferler ile tatmin ediyorlardı kendilerini…
Evet! Hayatını ideal bir çizgide, Allah’a yakın bir
dairede ve prensipler ışığında yaşamaya çalışan insanlar için yalnızlık hem bir
kader hem de bir felah kapısıdır. İnsanlar
Allah’a yakınlaştıkça, hayatın maddiyatından ve insanların çirkefliklerinden
kendilerini uzak tuttukça, diğer insanlarca dışlanırlar ve yalnızlığa terk
edilirler. Ama ilginçtir ki, bu yalnız insanların daha şeytani duygular taşıyan
insanlarca kendi başlarına bırakılmadığı ve daha çok saldırı altında tutulduğu
da bir gerçektir. O şeytani ruhlar sanki bir gerçeği hissedermişcesine; bu insanların
kendi etraflarına kurdukları yalnızlık kozası içinde aslında tekamül edip
Allah’a yaklaştıklarını hissederler ve bunu önlemeyi kendilerine bir vazife
addederek ya onlara bizzat saldırırlar veya başka zayıf karakterli insanları onların
üstüne salarlar.
İmam-ı Azam,
İmam-ı Rabbani, Mevlana ve Bediüzzaman Said Nursi gibi Allah dostu insanların
hayatlarına bakın mesela! İnsanlar içinde sadece Allah’a hizmet sorumluluğu
içinde vakit geçiren, hatta bu hayata bir nevi tahammül eden, böyle bir hizmet sorumluluğu
olmasa kendilerini mağaraya çekip ibadet etmeyi tercih edecek olan bu insanlar,
hep şeytani ve münafık karakterli insanların ve devlet adamlarının hedefleri
oldular. Kendilerine yalnızlık bile çok görülüp sürekli zulümler edildi.
Hapishaneler, sürülmeler, zehirlenmeler, baskılar ve hain ilan edilmeler hep
kaderleri oldu. Onlar Allah’a
yaklaştıkça lütf-u İlahi ile insanlar arasında insanlara Allah’ı hatırlatan
birer çekim merkezi haline geldiler. Böylece de onların bu çekim merkezlerini
kendi dünyevi ihtirasları uğrunda kullanamayacaklarını anlayan münafık
liderlerin, Yezidlerin, Süfyanların ve zalimlerin hedefleri haline geldiler. Böyle yaparak o liderler,
tüm varlığını insanları Allah’tan (c.c.) uzaklaştırmaya adamış olan sefil
şeytanın gönüllü kuklaları durumuna düştüler.
Fethullah
Gülen Hocaefendi de hep Allah aşkıyla inleyen ve insanlar içinde bu resmettiğim
yalnızlığı yaşayan bir alimdir. Bu dünyayı sadece bir hizmet diyarı gören ve
fırsat bulsa bir an evvel Rabbine kavuşmayı tercih edecek olan bir insan… Böyle insanlar bir yandan ileri görüşleri ve basiretleri
ile toplumu aydınlatırken diğer yandan da, az önce belirttiğim gibi, Allah’a
yakınlaşma azim ve gayretlerinin bir meyvesi olarak, insanlara Allah’ın
varlığını hatırlatan birer çekim merkezi, güneşvari; doğal bir iman ışığı
kaynağı konumuna yükselirler. Böyle ruhlar
zamanla; sahte ‘ampüllerle’ etraflarında cahil ve saf kalabalıklar toplamaya
çalışan devlet adamlarının hedefleri konumuna gelirler.
Hocaefendi
gibi insanlar işte bu yüzden iki türlü bir yalnızlık ve iki türlü bir yalnız
kalamama sıkıntısı ile hayatlarını idame ettirirler. Öncelikle; her şeyi
Allah’ın huzurunda bulabilen derinlikleriyle bir çekim merkezi haline
geldikleri için doğal olarak Allah’ı tanımak isteyen insanlar etraflarında
toplanırlar ve bu yüzden yalnız kalamazlar. Ayrıca bir de dine hizmet
sorumluluğu yüzünden arzu ettikleri yalnızlığı yaşayamazlar. Meselenin diğer
yönüyle de; şeytan ruhlu insanlar onların yaydıkları imani nurdan ve
kendilerine alternatif olabilecek bu çekim merkezlerinden ürktükleri için
onları o yalnızlıktan alıkoyup hep kendi kavga arenalarına çekmek ve böylece onların
itibarlarını yok etmek isterler.
Diğer bir yönüyle
de böyle kametler, fikirleri ve Allah’a olan özlemleri anlaşılamadığı için,
maddi dürbünle bakıldığında, bir yalnızlık içerisindedirler. Bir de böyle
insanların temsil ettikleri hayat ve idealler çoklarının nefsine ağır
geldiğinden ve vicdanları da köreldiğinden dolayı o insanlarca fiziki bir
yalnızlığa maruz bırakılırlar.
Özetle; yalnızlık maddi yönüyle
onların bir yandan kaderleri, ama manevi yönüyle de, sürekli tutundukları;
onları Allah’a yakınlaştıran ilahi bir dal, bir nimet olmuştur.
Benim gibi
basit insanlar için maruz kalınan yalnızlıkları o kametler gibi bir Allah’a
yakınlık emaresi gibi görmek yanlış ve kibirlice bir düşünce olur. İşte,
‘dostlar’ tarafından bir kez daha şekli bir yalnızlığa maruz bırakılan, aslında
hayatı hep yalnızlıklar içinde geçmiş olan benim gibi basit bir insan için bile
bu yalnızlıkların hiç bir ehemmiyeti yok. Yaşadığım yalnızlık kozası içinde,
şükür ki, yıllar önce Hocaefendi gibi yalnızlığı gerçek boyutuyla yaşayan bir
insan tanımışım ve ondan öğrenebildiğim kadarı ile acizane bir şekilde kendi
yalnızlık kozamı bir tekamül aracı olarak kullanmaya çabalamışım…
O yüzden
şimdiki terk edilmeler benim gibi basit dairede yaşayan bir insanı bile hiç
olumsuz yönde etkilemiyor, aksine daha bilinçli ve kuvvetli bir hale getiriyor.
Bu, içimde ikinci bir fıtrat halini almış olmalı ki; o eski ‘dostun’; ‘’Uğur hocayı yalnızlığa terkedin!’’ sözünü
duyduğumda ilk tepkim gülümsemek oldu. Benim
gibi hayatı hep yalnızlık içerisinde geçmiş; yalnızlığı seven ve hatta
arzulayan insanlar daha fazla yalnız bırakılamazlar çünkü…
Burada, çok sevilen;
ancak talihsiz bir şekilde, belki de maddi yalnızlıklar içinde kaldığı için
hayatına son veren ünlü Hollywood aktörü Robin Williams’ın bir sözünü
hatırladım. Şöyle der Williams:
‘’Hayatta en kötü şeyin yalnız kalmak olduğunu düşünürdüm. Değilmiş! Hayatta en
kötü şey, seni yalnız hissettiren insanlarla olmaktır.’’ İçinden geçtiğimiz
şu günlerde, eskiden dost bildiğimiz çoğu dindar bazı insanların, beraber
geçirdiğimiz onca yılı bir anda nasıl hiçliğe terkettiklerini gözlemlediğimiz şu
dönem, ne talihsiz bir dönem!
1984 yılında
Sızıntı’da yazdığı bir yazıda Fethullah Gülen Hocaefendi; ‘’Allah'a iman
eden, Allah'la beraber olan bir insan esasında yalnızlık
yaşamamalı’’ derken aslında bu yazıda resmetmeye
çalıştığım düşünceleri özetliyor ve insanlara aynı zamanda bir hedef de
veriyor. İfadeye çalıştığım o ‘yalnızlık kozası’, işte bu sözde
mündemiçtir.
Yalnızlığı
bu boyutuyla kavrayıp hayatına mal edememiş insanların akıbetlerini ise şu
cümlelerle özetliyor Hocaefendi:
Evet! Yalnızlığın gerçek ufkuna ulaşabilen insanlar asla yalnız kalmazlar; çünkü onlar artık hem Rablerine daha çok yakınlaşmışlar hem de onun yarattığı kainat ve yarattıklarıyla bütünleşerek; onlarda insanı Allah’a götüren hakikat hüzmelerini görüp temaşa ve tefekkür ederek varlığın gerçek hakikatine ulaşmışlardır veya o güzelliklere kendilerini kaptırmışlardır. Artık yalnızlık onlar için huzur-u İlahi’den uzakta geçen dünya hayatının her bir anının adı olmuştur ve onları böylece Allah’a yakınlaştıran bir merdiven görevi görmektedir. Yalnızlık, Allah’ın salih kullarının hem vazgeçilmez kaderleri hem de şiarlarıdır (düşüncede, hissedişte ve inanıştaki ayırıcı özellikleri)…
Siz nasıl bir yalnızlık yaşıyorsunuz veya yalnızlık sizin için ne ifade ediyor muhasebesiyle sizleri başbaşa bırakıyorum…Veya bir dua ile bitireyim.
Allah (c.c), bizleri bu yazıda resmetmeye çalıştığım yalnızlığın gerçek boyutunu idrak edip onun kozası içinde yaşayabilen ve onun ilahi lezzetlerini ruhunda duyabilen salih kullarından eylesin!