Bu yazı 16 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Yazının başlığını okuduğunuzda hangi duygu ve
düşünceler geçiyor içinizden? Kimbilir, kimimiz; ‘’bizim millet adam
olmaz’’ diyordur, kimimiz de ‘’bu, hayatta mümkün değil’’ diyerek
ümitsizliğe salıyordur kendini.
Zihinlerinizde hangi şarkıların melodileri çalmaya
başlıyor bu başlığı okuyunca? Olur mu öyle şey demeyin! Hisli gönüller
için; okunan cümleler, işitilen ifâdeler zihin kemanının titreşen telleri gibidir adetâ. Eline duygu mızrabını alır insan ve önündeki hayal defterinden notalar çalmaya başlar.
Bizim insanımız kaynaşır mı, bir arada yaşamayı
öğrenir mi diye sorulunca siz hangi nağmeleri dinlemeye başlıyorsunuz
gönül dünyanızda? Mahsun Kırmızıgül’den ‘’Kardeşlik’’ türküsü mü, yoksa
Orhan Gencebay’dan ‘’Batsın Bu Dünya’’ mısrâları mı dökülüyor dudaklarınızdan. Yoksa Erkin Koray’dan ‘’Böyle
Gelmiş Böyle Gidecek Korkarım Vallah’’ nağmeleri mi çalınıyor
kulağınıza. Ya da biraz ümide kapılıp Müslüm Gürses gibi ‘’O Gün Gelecek
Mi?’’ mi diyorsunuz?
Yoksa zâten hep böyle
günlerin özlemi ile yanıp tutuşan bir insansınız da Mozart’ın 34 üncü
senfonisi benliğinizin tüm noktalarında yankılanırken siz o muhteşem
gelecek inşâsının taşlarını döşerken mi buluyorsunuz kendinizi, tıpkı bir sinema perdesinde izler gibi?
Ben öyle günlerin geleceğine inanıyorum. Daha önceki toplum analizlerimizde yazdığımız gibi doğru ideâllerle yanlış temeller üzerine binâ
edilen Cumhuriyetimiz, yanlış uygulamalarla suiistimal edile edile
bugünlere gelindi. Gizli bir gladyotik el tarafından halkın ideâlleri
her fırsatta törpülenip duyguları istismar edilerek geleceği çalındı;
hayalleri köreltildi. Kendine güven duygusu yerle bir edildi. Bir araya
gelip birlikte gelecek hulyâları kurmasın diye câhil
bırakılıp kamplaştırılarak birbirine düşman edildi. Sürekli sahte
düşmanlar ile korkutulup özgüveni tarumar edildi. Böylece halk kendi öz
vatanında; zihinlere ve kaabiliyetlere vurulmuş prangalarla yaşamaya
mahkûm edildi. Necip Fazıl’ın ‘’Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya!’’ diyerek ifâde ettiği durum işte tam da buydu.
Toplum ahlâken çöktü.. Kimseye güveni kalmadı… Hayâl kuramaz oldu… Sistemsizlik, nemelâzımcılık, tembellik şiârı oldu. Güce tapan, kendini hep bir güce yaslanarak tanımlayan, haksızlıkları kanıksayan, başkalarını ötekileştiren, ihtirâslarının, hırslarının, önüne konan sahte hayâllerin tutsağı olan bir toplum olduk. Son seçim büyük oranda, ‘istikrar’ beklentisi oluşturmak için öncesinde çıkarılan kaos sâyesinde olduğu kadar ‘hilâfet gelecek’ propagandası ile de kazanıldı.
AK Parti ile geldiğimiz noktada toplumun durumu çok daha vahim bir hâl aldı. Kamplaşma zirve yaptı. Toplumun hep temel taşlarından biri olmuş olan dinî gruplar arasına bile nifak sokuldu. Büyük kısmı sivil hüviyetini kaybedip devletleştirildi. Bîat etmeyenler ise hâin îlân edildi. Muhâlif her ses hemen susturuluyor. Gladyo, AKP eliyle devletin tüm kanallarına tekrar sızıyor. Eskiden ağır aksak işleyen adâlet sistemi felç edilerek, sâdece hükümetin istediği reflekslere tepki verir hâle getirildi. Eğitim sistemi hercümerç oldu.
Bununla da kalmayacak! Ali Ünal’ın yıllar
öncesinden tesbit ettiği gibi devlet trenini raydan çıkaracaklar. Arap
parası ile ayakta duran balon ekonomisinin patlaması yakın. Yâni sadece ahlâken, vicdânen ve sistemsizlikle değil; ekonomik olarak da topyekün bir dibe vurma yaşanacak.
İşte çoklarının şimdi göremediği bu çöküş; zamanı
geldiğinde iliklere kadar hissedilecek. Nasıl karanlığın son noktasına
ulaşmadan ışık, sancı zirve yapmadan doğum, tohum çatlamadan başak, dert
olmadan çâre ortaya çıkmazsa; öyle bir dibe
vurmuşluğun insanımızın aklını başına getireceğini ve zincirlerini kırma
azmini işte o zaman ortaya çıkaracağını düşünüyor ve öyle inanıyorum.
Tıpkı atom ve hidrojen bombalarında gerçekleşen nükleer reaksiyonlarda olduğu gibi…
Atom bombasından çok daha fazla enerji üreten Hidrojen bombası
patlaması (füzyon) lâzım toplumumuza. Atom bombası Uranyum
çekirdeklerini parçalayarak enerji açığa çıkarır. Toplumun yapı taşı
olan grupların parçalanması gibidir bu; sadece parçalar ve açığa çıkan
enerji (öfke patlaması) toplumda yıkıma neden olur. Hidrojen bombası ise
öyle değildir. Füzyon yâni çekirdek birleşmesi esasına dayanır. Atom
bombası patladığında etrafında hidrojen içeren bir madde vardır. Atom
bombasının aslında yıkıcı gibi görünen enerjisi o çekirdekleri bir araya
getirir ve yapıştırır. O kenetlenme neticesinde, tıpkı güneşte olduğu
gibi, çok daha büyük bir enerji çıkar açığa.
İşte yıkımın ardından gelen böyle bir enerjinin insanımıza müthiş bir
ivme kazandıracağını düşünüyorum. Umarım tâlihsizlik olarak gördüğümüz
ve Erdoğan, AKP ve Gladyo işbirliği ile geldiğimiz bu tehlikeli
parçalanmışlık durumu gladyotik ahtapotun beklentisinin aksine gelişir.
Patlatmaya çalıştıkları ve toplumu bölme amaçlı bomba, tıpkı füzyon
reaksiyonlarında olduğu gibi aksi bir netice doğurur ve bu sefer
toplumun değişik kesimlerini temsil eden küçük hidrojen çekirdeklerini
kaynaştırır ve daha güçlü toplumsal bir enerjinin oluşmasını sağlar.
Böylece birlikte yaşamayı öğrenen, birbirine kenetlenen yeni bir toplum
çekirdeği oluşur. Farklı ideolojik özelliklerdeki yüklü hidrojen
çekirdekleri (fertler) birlikte, nötr (demokratik, ötekilemeyen, medenî)
Helyum atomları meydana getirirler. Güneşteki füzyon reaksiyonları
neticesi oluşan ‘nur’ gibi bir aydınlık (aydınlanma) doğar toplumun
üzerine; yapay ‘ampül’ ışıklarına ihtiyaç kalmaz!
Unutmayın! Bazı büyük yangınlar bomba patlaması ile söndürülürler.
Şer gibi görünen bombanın etkisiyle ateş etrafındaki oksijen ve ateş
ötelenir ve böylece ateş artık yanamaz hâle gelir. Bediüzzaman’ın
‘milletin îmanını ateş içinde yanarken’ tasvir etmesi gibi ülkemiz
insanı da işte öyle bir yangınla sarılmış durumda ve basîretini
perdeleyen siyâsî-İslâmcı münâfıklık dumanı yüzünden baygın
vaziyettedir.
Âyette de meâlen ifâde edildiği gibi; şer gibi görünen şeylerden
hayır doğabilir. İlâhî kudret buna kadirdir ve gerektiğinde zâlimlerin
yâni Gladyoların, Süfyanların, Yezidlerin, Firavunların ve Tiranların
elleriyle de toplumları terbiye edip, zihinlere birliktelik isteği
aşılayabilir ve gönüllere gerekli sevginin mayasını çalabilir. Her
Peygamberin vazifelerinden olan yeni bir toplum inşâsı görevi,
Firavunların zulümlerinin zirve noktadaki kopmalarından sonra başak
vermeye başlamıştır hep.
Son cümlede; Allah’ın bu millet üzerinde vâdedilen lutfü
gerçekleşecekse eğer, bu böyle bir sürecin yaşanmasına bağlıdır. Henüz o
kıvama gelmedik. Her seçim öncesi ‘şimdi yıkılacaklar’ diye bekleyen;
olmayınca da inkisâra kapılan dostlarıma hep ‘acele etmeyin, bekleyin!
Toplum henüz kıvama gelmedi’ diyordum. Beklemeye devam ediniz.
Kasırganın en güçlü noktası olan orta noktasına girmek üzeresiniz! Bir
süre daha sarsılacak, ıslanacak ve korkacaksınız! Geminiz su da alacak.
Alabora tehlikesi atlatacak, yüksek dalgaların arasında bir pamuk gibi
savrulacaksınız. Sonrası ise nurlu bir ışık olacak! Ben size fırtınanın
ötesindeki ışıktan yazıyorum.
Sabır, tevekkül ve dua ile!
20 Kasım 2015 Cuma
TÜRK TOPLUMU KAYNAŞIR MI?
Etiketler:
ahlak,
AK Parti,
AKP,
Ali Unal,
atom bombasi,
fuzyon,
gladyotik,
hidrojen bombasi,
Mozart,
Necip Fazil,
toplum
14 Kasım 2015 Cumartesi
BÜYÜK DİKTATÖR CHARLIE CHAPLIN
Bu yazı 8 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Çocukluk ve gençlik yıllarımın Türkiye’sini zihnimde canlandırdığımda hatırıma Barış Manço, Zeki Müren, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Adile Naşit, Münir Özkul, Cüneyt Arkın, Orhan Gencebay, Emel Sayın ve onlar kadar değerli başka birçok sanatçının görüntüleri geliyor. Kimisi kişiliğiyle, kimisi güzel sesi ve ustalığıyla, kimisi kendine has üslubuyla, kimisi de benim yaşadığım halk hayatını en mâhir şekilde ekrana yansıtmaları yönüyle hayatımda izler bıraktılar.
Yabancı bir sanatçı olsa da, Charlie Chaplin de sanki hep içimizden biri gibiydi. Diğerleri gibi onu da anne babalarımızın çocukluk dönemlerinden tevârüs etmiştik. Onun siyah beyaz, sessiz ekranda şimdiki birçok oyuncunun en üsturuplu ifâdeler, gelişmiş teknolojik imkânlar, ses ve ışık teknikleri ile bile beceremedikleri bir ustalıkla hayata dâir öğeleri nasıl zihinlerimize kazıdığını; bizleri ekrana kilitleyerek dakikalarca gülümsettiğini; gerektiğinde nasıl dersler verdiğini hiç unutamıyorum. Fakir bir aileden gelen bu başarılı ve özgün sanatçı da çocukluğuma âit önemli bir hayat öğretmeni olmuştur benim için.
Charli Chaplin’in sessiz sinemadaki yeteneği, kendisinin yönetip başrolünü, ilk kez sesli olarak, oynadığı 1940 yılı yapımı ‘Büyük Diktatör’ filminde de kendisini göstermektedir. Filmde Chaplin Tomania (Almanya) ülkesinde fakir bir berberdir ve dönemin faşist diktatörü Adenoid Hynkel’e (Hitler) çok benzemektedir. Bu rolüyle Hitler’i ve onun temsil ettiği faşizmi ağır bir şekilde, politik komedi tarzında, eleştirmektedir. Avusturya’nın işgâli üzerine diktatör, askerlere bir konuşma yapacaktır ancak Tomania askerleri bir karışıklık neticesinde gerçek diktatör Hynkel’i tutuklayıp benzeri olan Berber’i (Chaplin) farkında olmadan kürsüye getirirler. İşte filmin bu son dört dakikasında Chaplin sesli sinemada da çok büyük bir oyuncu olduğunu, müthiş hitâbeti ve taklit yeteneği ile tarihi bir konuşma yaparak zihinlerimize kazır.
Günümüze ışık tutması açısından şimdi bu konuşmanın ilgili kısımlarını sizlerle paylaşmak isterim:
Hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. İnsanların yapısı böyledir.
Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil.
Birbirimizden nefret etmek ve hor görmek istemeyiz.
Bu dünyada herkese yetecek yer var ve toprak hepimizin ihtiyâcını karşılayacak kadar bereketlidir.
Yaşam biçimimiz özgürce ve güzel olabilir; ama biz doğru yoldan çıktık.
Aç gözlülük (iktidar hırsı) insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefretle kuşattı.
Hepimizi kaz adımlarıyla (ordunun yürüyüş şekline atfen) sefaletin ve kanın içine sürükledi.
Hızımızı arttırdık; ama bunun içine hapsolduk (tutsağı olduk).
Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı.
Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekâmızı ise katı ve acımasız…
Çok fazla düşünüyoruz; ama çok az hissediyoruz.
Makineleşmeden çok insanlığa muhtâcız.
Zekâdan çok iyilik ve anlayışa muhtâcız.
Bu değerler olmadan hayat çok korkunç olur, herşeyimizi yitiririz.
Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı.
Bu buluşların varoluş nedeni, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmak, evrensel kardeşliği oluşturmak ve hepimizin birleşmesini sağlamaktır.
…
Beni işitenlere şunu duyurmak istiyorum:
Umutsuzluğa kapılmayın!
Üstünüze çöken belâ, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur.
İnsandaki bu nefret duygusu geçecek ve diktatörler ölecektir!
ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecektir.
Son insan ölene kadar özgürlük aslâ yok olmayacaktır!
…
Kendinizi bu vahşilere teslim etmeyin!
Sizleri hakîr gören ve esir eden, hayatlarınızı yönetmeye çalışan, ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini size emredenlere;
Sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin.
Bu doğa dışı adamlara boyun eğmeyin, makine kafalı, makine kalpli bu adamlara…
Sizler makine değilsiniz! İnsansınız!
Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşmaktadır.
Nefret etmeyin!
Yalnızca sevilmeyenler nefret eder; sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar…
Kölelik uğruna savaşmayın. Özgürlük için savaşın!
Bu hayatı güzel ve özgür kılacak güce sizler sahipsiniz.
Bu hayatı olağanüstü bir mâceraya çevirecek olan yine sizlersiniz.
Öyleyse, demokrasi adına haydi bu gücümüzü kullanalım. Haydi birleşelim!
Yeni bir dünya için savaşalım; insanca bir dünya için.
Herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım.
Zâlimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler!
Sözlerini tutmuyorlar. Hiçbir zaman da tutmayacaklar.
Diktatörler kendilerini özgürleştirirler; ama halkı esârete mahkûm ederler…
Sanırım bu konuşmadan gerekli ders alınmıştır. Günümüzde de meselâ; Önder Aytaç’ın mecâzî ‘’Bolivya’’sı gibi bir ülkede, diktatörlük, hilâfet vb. yönetim tarzı meraklısı diktatörler, Yezidler çıkabilir. Önceleri; özgürlük, eşitlik, adâlet, kalkınma, sivil anayasa, istikrar diyebilir; bugün neysek yarın da öyle fakir olacağız sözleriyle gönlünüzü çalabilir; ancak yüzüp kıyıya vardıklarında da, o; gönüllerinde hep saklı tuttukları hırslarının, kinlerinin, güç zehirlenmesinin, Muhâberatçı yönetim heveslerinin tutsağı olabilirler ve bu uğurda yılanların, çıyanların, bilmem hangi gladyotik yapıların kucağına kendilerini bırakabilirler. Sonra da açığa çıkan, artık çuvala sığmayan yolsuzluklarını örtmek adına ülkeyi kaosa ve kara günlere sürükleyebilir, güzel hitâbetleriyle, bir sürü gibi, önüne kattıkları saf halk tabakalarını birbirine düşman kılarak, ülkede kardeşliği, birlik ve beraberliği dinamitleyebilir; mâsum insanları düşman îlân ederek, onların mallarına bile çökme hevesine kapılabilirler. Sonra, Yezid’in Kufe Valisi İbn Ziyâd gibi; ‘onlara su bile yok’ diyebilir ve içine battıkları güç sarhoşluğu ve küstahlıkla sağa sola saldırıp, tehditler savurabilirler ta ki Allah’ın onlara verdiği mühlet dolana kadar…
Siz siz olun, dikkatli olun! Hani olur ya! ‘Büyük Diktatörler’ hiç eksik olmaz! Tarih, diktatörler çöplüğü ne de olsa!
Not: Konuşmanın tercümesi youtube’da bulunan altyazılı bir film videosundan alınmış olmakla birlikte vurgular, eklemeler, imla kuralları bana ait olup, tercümenin doğruluğu tarafımdan kontrol edilmiştir.
Çocukluk ve gençlik yıllarımın Türkiye’sini zihnimde canlandırdığımda hatırıma Barış Manço, Zeki Müren, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Adile Naşit, Münir Özkul, Cüneyt Arkın, Orhan Gencebay, Emel Sayın ve onlar kadar değerli başka birçok sanatçının görüntüleri geliyor. Kimisi kişiliğiyle, kimisi güzel sesi ve ustalığıyla, kimisi kendine has üslubuyla, kimisi de benim yaşadığım halk hayatını en mâhir şekilde ekrana yansıtmaları yönüyle hayatımda izler bıraktılar.
Yabancı bir sanatçı olsa da, Charlie Chaplin de sanki hep içimizden biri gibiydi. Diğerleri gibi onu da anne babalarımızın çocukluk dönemlerinden tevârüs etmiştik. Onun siyah beyaz, sessiz ekranda şimdiki birçok oyuncunun en üsturuplu ifâdeler, gelişmiş teknolojik imkânlar, ses ve ışık teknikleri ile bile beceremedikleri bir ustalıkla hayata dâir öğeleri nasıl zihinlerimize kazıdığını; bizleri ekrana kilitleyerek dakikalarca gülümsettiğini; gerektiğinde nasıl dersler verdiğini hiç unutamıyorum. Fakir bir aileden gelen bu başarılı ve özgün sanatçı da çocukluğuma âit önemli bir hayat öğretmeni olmuştur benim için.
Charli Chaplin’in sessiz sinemadaki yeteneği, kendisinin yönetip başrolünü, ilk kez sesli olarak, oynadığı 1940 yılı yapımı ‘Büyük Diktatör’ filminde de kendisini göstermektedir. Filmde Chaplin Tomania (Almanya) ülkesinde fakir bir berberdir ve dönemin faşist diktatörü Adenoid Hynkel’e (Hitler) çok benzemektedir. Bu rolüyle Hitler’i ve onun temsil ettiği faşizmi ağır bir şekilde, politik komedi tarzında, eleştirmektedir. Avusturya’nın işgâli üzerine diktatör, askerlere bir konuşma yapacaktır ancak Tomania askerleri bir karışıklık neticesinde gerçek diktatör Hynkel’i tutuklayıp benzeri olan Berber’i (Chaplin) farkında olmadan kürsüye getirirler. İşte filmin bu son dört dakikasında Chaplin sesli sinemada da çok büyük bir oyuncu olduğunu, müthiş hitâbeti ve taklit yeteneği ile tarihi bir konuşma yaparak zihinlerimize kazır.
Günümüze ışık tutması açısından şimdi bu konuşmanın ilgili kısımlarını sizlerle paylaşmak isterim:
Hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. İnsanların yapısı böyledir.
Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil.
Birbirimizden nefret etmek ve hor görmek istemeyiz.
Bu dünyada herkese yetecek yer var ve toprak hepimizin ihtiyâcını karşılayacak kadar bereketlidir.
Yaşam biçimimiz özgürce ve güzel olabilir; ama biz doğru yoldan çıktık.
Aç gözlülük (iktidar hırsı) insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefretle kuşattı.
Hepimizi kaz adımlarıyla (ordunun yürüyüş şekline atfen) sefaletin ve kanın içine sürükledi.
Hızımızı arttırdık; ama bunun içine hapsolduk (tutsağı olduk).
Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı.
Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekâmızı ise katı ve acımasız…
Çok fazla düşünüyoruz; ama çok az hissediyoruz.
Makineleşmeden çok insanlığa muhtâcız.
Zekâdan çok iyilik ve anlayışa muhtâcız.
Bu değerler olmadan hayat çok korkunç olur, herşeyimizi yitiririz.
Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı.
Bu buluşların varoluş nedeni, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmak, evrensel kardeşliği oluşturmak ve hepimizin birleşmesini sağlamaktır.
…
Beni işitenlere şunu duyurmak istiyorum:
Umutsuzluğa kapılmayın!
Üstünüze çöken belâ, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur.
İnsandaki bu nefret duygusu geçecek ve diktatörler ölecektir!
ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecektir.
Son insan ölene kadar özgürlük aslâ yok olmayacaktır!
…
Kendinizi bu vahşilere teslim etmeyin!
Sizleri hakîr gören ve esir eden, hayatlarınızı yönetmeye çalışan, ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini size emredenlere;
Sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin.
Bu doğa dışı adamlara boyun eğmeyin, makine kafalı, makine kalpli bu adamlara…
Sizler makine değilsiniz! İnsansınız!
Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşmaktadır.
Nefret etmeyin!
Yalnızca sevilmeyenler nefret eder; sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar…
Kölelik uğruna savaşmayın. Özgürlük için savaşın!
Bu hayatı güzel ve özgür kılacak güce sizler sahipsiniz.
Bu hayatı olağanüstü bir mâceraya çevirecek olan yine sizlersiniz.
Öyleyse, demokrasi adına haydi bu gücümüzü kullanalım. Haydi birleşelim!
Yeni bir dünya için savaşalım; insanca bir dünya için.
Herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım.
Zâlimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler!
Sözlerini tutmuyorlar. Hiçbir zaman da tutmayacaklar.
Diktatörler kendilerini özgürleştirirler; ama halkı esârete mahkûm ederler…
Sanırım bu konuşmadan gerekli ders alınmıştır. Günümüzde de meselâ; Önder Aytaç’ın mecâzî ‘’Bolivya’’sı gibi bir ülkede, diktatörlük, hilâfet vb. yönetim tarzı meraklısı diktatörler, Yezidler çıkabilir. Önceleri; özgürlük, eşitlik, adâlet, kalkınma, sivil anayasa, istikrar diyebilir; bugün neysek yarın da öyle fakir olacağız sözleriyle gönlünüzü çalabilir; ancak yüzüp kıyıya vardıklarında da, o; gönüllerinde hep saklı tuttukları hırslarının, kinlerinin, güç zehirlenmesinin, Muhâberatçı yönetim heveslerinin tutsağı olabilirler ve bu uğurda yılanların, çıyanların, bilmem hangi gladyotik yapıların kucağına kendilerini bırakabilirler. Sonra da açığa çıkan, artık çuvala sığmayan yolsuzluklarını örtmek adına ülkeyi kaosa ve kara günlere sürükleyebilir, güzel hitâbetleriyle, bir sürü gibi, önüne kattıkları saf halk tabakalarını birbirine düşman kılarak, ülkede kardeşliği, birlik ve beraberliği dinamitleyebilir; mâsum insanları düşman îlân ederek, onların mallarına bile çökme hevesine kapılabilirler. Sonra, Yezid’in Kufe Valisi İbn Ziyâd gibi; ‘onlara su bile yok’ diyebilir ve içine battıkları güç sarhoşluğu ve küstahlıkla sağa sola saldırıp, tehditler savurabilirler ta ki Allah’ın onlara verdiği mühlet dolana kadar…
Siz siz olun, dikkatli olun! Hani olur ya! ‘Büyük Diktatörler’ hiç eksik olmaz! Tarih, diktatörler çöplüğü ne de olsa!
Not: Konuşmanın tercümesi youtube’da bulunan altyazılı bir film videosundan alınmış olmakla birlikte vurgular, eklemeler, imla kuralları bana ait olup, tercümenin doğruluğu tarafımdan kontrol edilmiştir.
6 Kasım 2015 Cuma
AK PARTİ SAMİMİ Mİ?
Bu yazı 5 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Bir süredir AKP-Cemaat-Ergenekon bağlamında toplumsal analizler yapıyoruz. AKP’nin 14 yıl sonunda toplumu getirdiği nokta eskisinden daha kötü. Cemaat başta olmak üzere toplumun diğer kesimleri AKP liderliğine güvenmiş ve sivil anayasa yapılması ve toplumsal birliğin sağlanması yönünde AKP’ye destek vermişlerdi.
AKP özellikle son üç yılda hakkındaki yolsuzluk iddialarını savuşturma adına toplumun diğer kesimleri üzerinde duygusal, zihinsel ve fiziksel tâciz yöntemleri uyguladı. Diğer yandan da kendi tabanı üzerinde daha farklı tonda zihinsel ve duygusal manipülâsyonlar yaptı. Tüm bunların neticesinde toplum kamplaştırıldı. Aileler arasına bile nifak sokulduğundan daha önce bahsetmiştik. Toplum olarak adetâ cinnet geçiriyoruz.
Bir Kasım seçim sonuçları arefesinde Başbakan Davutoğlu’nun “Türkiye’yi her türlü kutuplaşmadan, gerilimden çıkaracağız” ve “Herkesin hukuku güvence altındadır. 78 milyonun hukuku mutlak sûrette korunacaktır. Husûmet, nefret dili kaybedecek” demiş olması artık pek birşey ifâde etmiyor. Âyînesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz derler. AKP’nin seçim öncesi ve sonrası amelleri ise ortada. Tüm hukuksuzluklara aynen devam ediliyor. Kamuoyuna ve tabanlarına ‘’istikrar’’ nutukları atıp ardından ‘ama’lı cümleler kurarak yollarına devam edecekler.
Daha önce de yazdım! AKP artık demokrasi rayından çıkmış, Gladyo’nun rotasına girmiş, hedefi şaşmış bir partidir. Rolünü, tükendiği güne kadar da oynamak zorunda. O rolün dışına çıkması imkânsız. Günü geldiğinde de yine aynı gladyotik yapılar tarafından ipi çekilecektir.
Hiç adil olmayan bir süreç ile bu seçime gelindi. Yaklaşık beş ay önce halkımız yine sandığa gitmiş ve AKP’ye yüzde 39 oy ile ancak koalisyon şansı vermişti. Erdoğan’ın girişimleri ve muhâlefetin beceriksizliği sâyesinde koalisyon gerçekleşmedi. Erdoğan’ın irâdesi millet irâdesinin önüne geçti ve kamuoyu oyalanarak, ‘’milli irade’’ kılıfında servis edildi. Böylece ülke 1 Kasım seçimlerine zorlandı. AKP’nin başarılı bir şekilde yürüttüğü ’kaos-istikrar korkutuculuğu’ teknikleri, MHP’nin dolaylı destekleri, CHP’nin samimiyetsizlikleri ve beceriksizlikleri, HDP’nin PKK eliyle imajının zedelenmesi meyvelerini verdi ve AKP tek başına iktidar olmaya halkı mecbur bıraktı.
Zâten AKP’nin ‘’millet [koalisyon demekle] kaosu seçti’’ söylemlerinin hemen akabinde sürpriz bir şekilde hortlayan PKK terörü, taşeron örgütlerin; antidemokratik hükümetlerin kötü gün dostu olduğunu bir kez daha kanıtladı. IŞID tarafından gerçekleştirilen ve 100’ün üzerinde kişinin öldüğü patlamanın da halk arasındaki ‘’istikrar ve kaos’’ algısına zemin hazırladığını unutmamak gerekir.
Bunların hâricinde ülkedeki tüm medya kanalları, bir kaç alternatif dışında, hep AKP lehine çalıştı. Muhâlif sesler halka kendilerini anlatamadılar. Zâten beceriksiz, samimiyetsiz ve Ergenekon tarafından çevrelenmiş kadrolardan ben pek anlamlı bir muhâlefet beklemiyordum. Bahçeli’nin AKP’ye verdiği dolaylı desteği ve CHP içerisindeki dostlar alışverişte görsün izlenimi veren siyâsetçileri bu bağlamda okumak gerekiyor. Oy çalınma iddiâları karşısında bile parmak oynatmayan muhâlefet partilerinden söz ediyoruz.
Tüm bunlara ilâve olarak, seçime yaklaşırken AKP saldırılarına karşı kendisini savunan Cemaat medya organlarına, hukuksuz ve gayrı ahlâkî yöntemlerle kayyım atanarak el konulması kara bir leke olarak hala ortada duruyor. Seçimin hemen ardından, kayyım bir çok gazetecinin işine son verdi. İzmir’de casusluk operasyonları yapmış başarılı emniyetçilere operasyon yapıldı. Daha önce de, ajanlık faaliyeti yürütenlere, kaçak GDO’lu ürün satanlara, IŞID ve Ergenekonculara operasyonlar yapan emniyetçi, savcı ve hâkimlere karşı yapılan öç alma operasyonlarının da parçası olmuştu AKP.
İşte tüm bu yanlışlar ve AKP’nin hâlâ yargıdan kaçırdığı yolsuzluklar ortada dururken, Davutoğlu bu yönde hiç bir özür, özeleştiri beyân etmedi. Şimdiye kadar söylemlerinden farklı hareket ederek eylem aşamasında hep farklı davrandılar.
Seçimin hemen ardından Numan Kurtulmuş’un; ‘’devlette hâlâ binlerce paralel var bunlar temizlenecek’’ demesi ki, ‘’paralel’’ safsatası kanun önünde deliller ve yargılanmalar neticesinde onanmış bir suç değildir, bana Davutoğlu’nun balkon konuşması ile sadece Batı tribünlerine oynadığını gösteriyor.
İlâve olarak, gazateci Rasım Ozan’ın ve Cem Küçük’ün seçimin ardından vakit kaybetmeden Cemaat’in diğer medya organlarına da kayyım atanarak ele geçirileceğini açıklamaları ve bunu yaparken kullandıkları ‘’bu böyle biline…’’ şeklindeki fütursuz fermanvârî üslûbları yukarıda izhar ettiğim endişelerimde haklı olduğumu gösteriyor. Yâni anlayacağınız, Erdoğan’ın kendi ifâdesiyle tanımladığı ‘’cadı avı’’ devam edecek.
Seçim ertesi Nokta dergisi basılıp yöneticileri tutuklandı. El koyma işleminin Cemaatle sınırlı kalmayıp diğer medya organlarına da sıçrayacağı bizzat Cem Küçük tarafından îlân edildi. Aydın Doğan’a hitap ederek, isim verdiği gazetecileri kovmazsa kendisine merhamet edilmeyeceğini ve onun gazetelerini de yöneteceklerini söyleyerek küstahlaştı. AKP tabanına ‘bunlar düşmanca hareket eden hâinler’, ‘hadleri bildirilecek’ söylemleri hep yapılıyordu. AKP tabanının alternatif seslerin susturulması karşısında hukuksal zemin sorgulamayacağını zaten iyi biliyorlar.
Emre Uslu’nun çıkarımlarına katılıyorum. ‘’Önümüzdeki yıl sadece muhâlifler için değil AKP’liler ve tüm Türkiye için rahat bir yıl olmayacak. İstikrar ve rahat bekleyenler boşuna beklemesin, AKP bunu sağlamayacak. Sağlayamaz…’’
Sağlayamaz; çünkü AKP artık istese de eski fabrika ayarlarına geri dönemez. Bunu balkon konuşmaları ile örtemezler. AKP artık gladyotik yapıların Türkiye için çizdiği yeni rotanın, Batı’nın mülteci sorunundaki hamallık rolünün, İran-Rusya-Çin hattı ile Batı-İsrail-Arap sermayesi arasındaki çekişmenin Orta Doğu planlarına yansıması ölçüsünde bir ömre ve öneme sahiptir ancak.
2 Kasım 2015 Pazartesi
TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ YAŞIYORUZ!
Bu yazı 30 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Her toplum değişik renk, ırk, dil ve kültür kalıpları içerisinde doğup gelişir. Hucurat
suresinde insanların bir erkek ile bir dişiden yaratıldığı ifâde
edildikten sonra ardından birbirleriyle tanışmaları için ırklara ve boylara
ayrıldıklarına işâret edilir. Fakat; Allah karşısında üstünlüğün bu husûsıyetlerden
değil de takvâ ile olacağı belirtilmiştir. Yâni Allah’ın insanlar üzerindeki
hikmet tecellisi bu şekildedir. Rum
suresinde de insanların dilleri ve renklerinin ayrı olması, göklerin ve yerin yaratılması
ile birlikte anılır ve tüm bunların Allah’ın âyetlerinden olduğu belirtilir.
İslâm’ın topluma verdiği değer Kur’an’da
yansıyan şekliyle peygamber kıssaları üzerinden de ele alınır. Hattâ denilebilir ki, başta Hz. Adem ve Hz. Nuh
olmak üzere tüm peygamberlerin ana vazifelerinden birisi de; ilâhî hükümlerden süzülen hakikatları kendine
rehber olarak benimsemiş, onun çizdiği ideâller etrafında kaynaşmayı başarmış ve birlikte
yaşama kabiliyeti sergileyen bir toplum inşâsıdır.
Hz. Muhammed
bunun en güzel örneklerinden birisini sergilemiş ve Câhiliye âdetlerine hapsolmuş değişik din ve kavimlerden insanları ortak bir ideâl etrafında birleştirerek, Kur’an’dan
süzülen yeni bir toplum anlayışı inşâ etmiştir. Yani bedevî
bir topluma imparatorluklar kurabilecek kabiliyetler aşılamıştır.
Zâten dünya üzerinde imparatorluk veya büyük
devlet olmayı başarabilmiş milletlerin en genel vasfı farklılıklara saygı
gösterip birlikte bir ideâl
etrafında hareket etmeyi becerebilmeleridir. İmparatorluklar kurup dünya
tarihinde çok büyük roller oynayan Türk devletlerinin en temel özellikleri;
farklı din, dil ve ırktan insanları böyle bir anlayışla birleştirip yönetebilme
kabiliyetleridir. Bu tür önemli başarıların sadece ‘kılıç gücü’ ile açıklanması
büyük oranda Oryantalist yaklaşımlardan beslenen birtakım aşağılık komplekslerdir.
Osmanlı’nın özellikle
16. ve 17. yüzyıllarda günümüzün kaynayan kazanları olan Balkanlar, Anadolu,
Orta Asya, Kuzey Afrika ve Kafkaslar üzerinde tesis ettiği Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana); hükmü altındaki
insanların farklılıklarına karşı duyduğu saygı ve hoşgörü anlayışından ve
farklılıkları yönetebilme becerisinden kaynaklanır. İslam’ın ilk dönemlerinde
dünya üzerinde yayılmasında en büyük dinamik de yine toplumsal hoşgörünün ön
planda tutulmuş olmasıdır. Hattâ bir dönem Müslümanların ilimde zirveye oturmayı başarmalarının kökeninde
de hep bu kabiliyet ve refleks vardır.
Günümüzdeki Batı
değerleri ve oluşturdukları insan eksenli bir arada yaşama kültürü, eksikliklerine
rağmen, Müslüman toplumlarda yaşayan insanlar için bile hâlâ bir cazibe merkezi konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Suriye
ve diğer Müslüman ülkelerden kaçan veya göçenler zengin Müslüman ülkelerden ziyâde Batı toplumlarını tercih ediyorlar. Özellikle,
bu konuda en başarılı ülkelerden olan ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde
farklılıkları tek bir potada eritme anlayışı ve demokrasi kültürü geliştiği
için farklılıklar bir zenginlik olarak algılanıyor ve alt kimliklere kendilerini
ifâde ve temsil imkanları
sunuluyor. Bu da toplumsal kaynaşmayı
sağlıyor.
Oysa Türkiye ve
diğer Müslüman ülkelerde durum tam tersi. Demokrasi anlayışının gelişmemiş
olması, milliyetçilik, ırkçılık, kavimcilik, mezhepçilik, devletçilik, İslâmcılık, cehâlet; lükse, makama ve statüye düşkünlük gibi hastalıkların
etkisiyle fertler ve gruplar birbirlerine düşman hâle getirilmiş durumdalar. Dini konular dahil bir
çok toplumsal ve siyâsî konuda anlaşamıyoruz. Ortak hareket
edebilme ve birlikte sorun çözebilme kabiliyetimiz olmadığı gibi böyle bir
amacımız da yok. Harmoni içinde kaynaşıp yaşayan bir topluluk değil, adetâ hasbelkader bir araya gelmiş insanlar
topluluğu gibi hareket ediyoruz.
Birbirimize zulmediyor, duygusal tâcizlerde bulunuyoruz. Bizimle aynı
düşünmüyor; hattâ bizim
fanatiği olduğumuz politik partiye oy vermiyor diye din kardeşimizi bile çok
rahatlıkla kâfir olmakla
suçlayabiliyoruz. Bir sürü toplumsal hastalığa mübtelâ olmuş bir cinnet hâli içerisindeyiz. Sürekli olarak bir cehâlet, fakirlik, bölünmüşlük, ötekileştirme,
yabancılaştırma ve bunları besleyen bir kin, nefret ve öfke girdabının içinde
yaşıyoruz.
Türkiye özelinde,
Cumhuriyet kurulalı beri benzer sıkıntılarla boğuşarak demokrasi yokuşunu
tırmanmaya çalışıyoruz. Her denemede yine kendi insanımız ayağımızdan tutup
bizi aşağıya çekiyor. Toplumu kaynaştırmaya çalışanlar düşman belleniyor.
Gladyotik örgütlerin aşıladığı fitneler de bu yaraları hep canlı tutuyor.
AK Parti ve
Erdoğan ile ülkenin geldiği nokta zâten içler acısı. AKP sayesinde Türk toplumuna ve husûsîyle de dindarlar arasına tarihinde hiç
görülmemiş ölçüde düşmanlıklar ve nefretler aşılandı. AKP’nin 17-25 Aralık
yolsuzlukları patlak verdikten sonra yargıdan kaçmak ve tabanını kandırmak
adına halkın arasına ektiği nefret tohumlarının vahâmetini daha o zamanlarda görmüş olacak ki; Fethullah Gülen bir uyarıda
bulunmuş ve şöyle demişti: ‘’Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı.
Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki eğer bir taraf bir yerde durmazsa… toplumda kâbil-i
iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan
gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.’’
Fethullah
Gülen’in bu konudaki uyarıları önemli. Çünkü öncülüğünü yaptığı Hizmet
hareketinin en büyük amacı Gladyotik bölme-yönetme-nefret
salma çarklarına çomak sokmak ve toplumu kaynaştırmaktır. Gülen’in
eserlerinde hep ideâl olarak
çizdiği ‘’Altın Nesil’’ projesi; ahlâken-vicdânen çökmüş
fertleri eğitim ile aydınlatan ve sosyal ahlâkı tesis ederek insanları birlikte yeni bir toplum
inşâ etme fikrine alıştırmaya
çalışan bir projedir. Yukarıda resmedildiği gibi; zâten peygamberlerin de ana vazifesi hep ilâhî ahlâk yörüngeli bir toplum inşâsı olmuştur.
Peki, içinde
bulunduğu tüm bu olumsuzluklara; AKP ve Erdoğan’ın sebep olduğu müthiş
tahribata rağmen Türk toplumu kaynaşabilir mi?
Etiketler:
AK Parti,
AKP,
Altin Nesil,
demokrasi,
Erdogan,
Gulen,
pax-ottomana,
toplum
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)