22 Kasım 2007 Perşembe

ÖZDEMİR İNCE VE MEDRESET-Ü PRINCETON

Not: Bu yazı 23 Kasım 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Sizlerin arkadaş meclislerinizde ne tür muhabbetler döner bilemiyorum. Benimkini arzedeyim: Hepsi Amerika'da doktora yapan, gurbette yaşamanın da etkisiyle memleket meseleleri konusunda özel bir hassasiyet geliştirmiş bulunan, duyarlı; ama aynı zamanda çok kıvrak zekalı arkadaşlarım var benim. O kadar zeki ve enaniyetli insanın arasında cereyan eden entellektüel tartışmalardan sağ çıkmak! öyle her baba yiğidin harcı değildir. Farklı farklı hayat görüşlerine sahip o derin insanların meselelere farklı zaviyelerden yaklaştıkları öyle bir ortamda ve mantık kılıçlarının birbirleri ile çarpışırken hasıl ettikleri o stresli atmosferin kucağında bir yandan entellektüel derinliğinizi yeniler, birşeyler öğrenir, bir yandan da mantığınızı bilersiniz.

İşin ilginç tarafı ise şu: Her türlü memleket meselesi karşısında en akla gelmedik çeşitlilikte derin ve çeşitli mülahazalar ortaya koyabilen, bu nedenle de çoğu zaman bir düşünce mıknatısının birbirinden kopamayan; ama zıt uçlarında tecelli eden kutupları gibi konuşlanan bu insanların anlaşabildikleri bir nokta var: O da, konu ne zaman Hürriyet ve Milliyet gibi gazetelere gelip çatsa hemen hepsinin ortak bir aklıselimle hareket etmesi ve bu mecmualarımıza ciddi bir entellektüel düzeysizlik hastalığının musallat olduğundan dem vurmaları. Hatta bir ara, mezkur mecmualarımızın ne tür maksatlar ile gazetecilik yapmaya çalıştıklarını izhar edip, bir kısım yazarlarının meselelere yaklaşımlarını masaya yatırmış ve akabinde ise şöyle bir tezi bile tartışabilmişlerdi: ''Halkımızı bu fikri sığlık ve bağnazlık hastalığına düçar olmuş mecmualarımızdan ve yazarlarından soğutmak, onların (halkımızın) entellüktüel derinliğini artırmada ve birbirlerine empati ile bakabilmelerini sağlama noktasında dolaylı bir katkı sağlar mı?''

Şu sorunun alternatif medyada bile bu açıklıkla ve cesaretle dile getirilebildiğine şahit olmadım hiç. Geleceğin aydınları nelerle meşgul...

Bu, yüzeysel bir değerlendirme olmayıp gelişen şartların ve gazete köşelerinde serdedilen düşüncelerin iyi okunması ile alakalı farklı bir bakış açısı. Hem de bazı Hürriyet yazarlarının açıkça aşağıladıkları ''göbeğini kaşıyan adamların'', Amerika'larda doktora yapan, geleceğin aydınları olacak olan evlatlarının Hürriyet ve benzeri mecmualarımızı idrak ve algılayış şekilleri...

Arkadaşlarımın ''yazı'' değil, ''sıralı cümleler'' yazıyorlar; ve sığ düşünceler, saldırgan üsluplar sunuyorlar şeklinde nitelendirdikleri köşelerden ve onların temsilcilerinden bahsediyorum elbette.

Hürriyet'in bu acınacak yazılar silsilesine yenilerinin eklenmediği gün yok gibi. En sonuncusunu biliyorsunuz. Özdemir İnce, Richard Falk gibi dünyaca meşhur olan ve saygı duyulan Amerikalı bir bilim adamını ''budala'' ve ''medrese muallimi'' olarak takdim edebildi gariban okurlarına. Böylece 600.000 gazete okurumuz dünyaca ünlü uluslararası ilişkiler uzmanı ve Princeton Üniversitesi mensubu olan bu zatın kim olduğunu, Özdemir İnce'nin zihni derinlik! süzgecinden süzülmüş haliyle bu şekilde tanımış oldular. Artık kahve köşelerinde (hani olur ya) ya da Hürriyet okunan ciddi meclislerde ne zaman Richard Falk'un adı geçse, birileri çıkıp ''ha o mu, ya o adam medrese hocasıdır, budalanın da tekidir'' şeklinde ince bir Özdemir İnce analizi sunabilirler birbirlerine ve böylece ülkemizin entellektüel tartışma meclislerine önemli bir katkıda bulunabilirler.

Bu garabetten ilk Taha Kıvanç (Yenişafak, 22 Kasım 2007) yazınca haberim oldu. Kıvanç ile İnce arasında bir anda parlayan bir tartışma hasıl oldu bildiğiniz gibi. Mesele aslında İnce'nin, Falk'un bir röportajda sarfettiği ''non-religous'' şeklindeki ifadesini ''dinsiz'' şeklinde tercüme etmesi (yanlış bir tercüme elbette) ve bu yanlışın girdabına kapılıp öfkelenerek Falk'u; onun bu tercüme hatasından doğan bir hitabını yanlış yorumlayarak, ''budalalıkla'' suçlamış olmasına dayanıyor. Kıvanç'ı kızdıran da açıkça ifade etmese de bu entellektüel sığlık, yüzeysel yaklaşım ve bunların ürettiği öfke ile birilerine saldırma hali.

Bu çok bariz olan hatasını kabul etmek yerine, tartışmayı devam ettirmeyi yeğledi İnce. Hızını alamayarak ve öfkesinin kurbanı olarak Falk'u bir ''budala'', dünyanın en başarılı bir kaç üniversitesinden birisi olan Princeton Üniversitesini de ''medrese'' olarak nitelendirebildi kendisi. Bu argümanları geliştirirken kullandığı düşünce şekli Hürriyet Gazetesi'nde önceden de izlediğimiz bir yaklaşımla bire bir örtüşüyor. Taha Kıvanç'ın ''sen Falk'u tanıyor musun ki?'' sorusuna verdiği cevaptan alıntılayarak devam edeyim. "Richard Falk'un kim olduğunu çok iyi biliyorum: Zaman Gazetesi'nin kiralık yazarı ve Fethullahçılığın eğitim merkezlerinden Princeton Üniversitesi'nin hocalarından biri..."

Yani Hürriyet yazarının Richard Falk tanımlamasının dayanak noktası ve bu dünyaca ünlü bilim adamını ''çok iyi tanıyorum'' derken kullandığı mantık silsilesi şöyle işliyor: Richard Falk Zaman Gazetesi'nde yazıyor (aslında arada bir yorumları çıkıyor o kadar, takip etmiyor belli); Zaman Gazetesi de ''Fethullahçı''; demek ki Richard Falk da ''Fethullahçı.'' Son çıkarım bana ait. İnce'nin ''Fethullahçılığın eğitim merkezlerinden Princeton Üniversitesi'nin hocalarından biri'' şeklindeki beyanını bu şekilde okumak hiç te yanlış olmaz. Zira, koskoca Princeton Üniversitesi'ni bile arzettiğim mantıki çıkarım yöntemi ile ''Fethullahçı eğitim merkezlerinden biri'' olarak ilan edebilen bir zihniyet, haliyle onun bir profesörünü de (o bu nedenle ''medrese muallimi'' ifadesini kullanıyor) ''Fethullahçı'' olarak kabul etmiş olmalıdır.

Şu entellektüel derinliğe bakın! Şimdi benim arkadaşlarımın Hürriyet yazarlarına neden o şekilde baktığını ve arzettiğim ilginç 'tezleri' hangi halet-i ruhiye ile dile getirdiklerini anlıyor sunuz değil mi?

Bir noktaya daha değinip kapatayım. Eğer ben ve Taha Kıvanç yanılıyor isek ve İnce haklı ise benim Fethullah Gülen'den önemli bir ricam olacak. Amerika'nın en üst düzey üniversitelerindeki kaliteyi ve ilmi başarıyı yakinen bilen bir insanım. Eğer Özdemir İnce doğru söylüyor ise, yani koskoca, anlı şanlı Princeton Üniversitesi sizin bir eğitim merkeziniz ise, sizden ricam; bu ''eğitim merkezinizi'' ve onun ürettiği bilgi ve birikimi en kısa sürede Türkiye'ye de taşımanız. Ülkemizdeki üniversitelerin hali ortada. İlmi skaladaki yerimiz içler acısı. Lütfen dünyanın bu en meşhur eğitim merkezinin kendisini getiremeseniz bile en azından tecrübesini buraya getirin. Getirin de millet ülkede Princeton gibi bir ''medrese'', Richard Falk gibi bir ''medrese muallimi'' görsün.

19 Kasım 2007 Pazartesi

ŞU GARİBAN LAİKLİK!

Not: Bu yazı 23 Kasım 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.


Ne ilginç bir kavram haline geldi şu 'laiklik' kavramı. Yeri geldiğinde önemli bir sığınak ve kalkan, yeri geldiğinde çetin bir mücâdele cephesi, yeri geldiğinde ise siyaset oyununun hayat kurtaran jokeri.

Yıllar önce yayınlanmış ve muhtemelen kendisine Türkiye'nin en büyük üniversitesinin rektörlük kapılarının açılmasına dolaylı olarak katkıda bulunmuş bir çalışmasının çalıntı olduğu anlaşılan, ilgili eseri, Amerika'nın en büyük üniversitelerinden birinin İnternet sayfasında ''dünyada çalıntı eserlere (plagiarism) örnek'' başlıkları altında yayınlanan bir profesörümüz kendisini nasıl savunmuştu? Bildiniz! 'Ben bu ülkede laikliğin teminâtıyım. Dinciler beni yok etmeye; böylelikle laikliğe zarar vermeye çalışıyorlar' bağlamında savunmamış mıydı kendisini? ve görevine devam etmemiş miydi?

Etkili ve uzun vadeli siyasi ve politik hedefler, stratejiler üretemeyen bir kısım partilerimiz ''bizler laikliğin teminâtıyız'' sloganları ile oy toplamaya veyahutta mevcut oylarını korumaya çalışmadılar mı yıllarca bu ülkede? Ne zaman başları sıkışsa ve eleştirilseler 'laiklik elden gidiyor' yaygaraları koparmadılar mı her fırsatta? Böylece bulanık suda avlanmaya devam etmediler mi gözümüzün içine baka baka.

Gelişmiş ülkelerin üniversiteleri, bilginin, teknolojinin ve düşünce özgürlüğünün bayraktarlığını yaparken, bizim bir takım üniversitlerimiz her fırsatta 'laikliğin' bayraktarlığını yapmadılar mı bunca zamandır? Çağdışı 'ikna odaları' ve 'başörtüsü' düşmanlığı' hep laiklik olarak tarif ettikleri; ama aslında laiklikle alakası olmayan bir mücadelenin vazgeçilmez unsurları olmadı mı senelerdir?

Kendilerine gerçek laikliğin tanımı hatırlatıldığında büyük bir çaresizlik içerisinde; ''ama bizim şartlarımız başka!'' demekten öteye geçemeyen 'elitler' başka hangi laik ülkede var Allah aşkına.

Sadece elitlerimiz mi? Halk bile laikliğin nasıl etkili bir silah olduğunu öğrenmedi mi zamanla? Belki bazılarınız hatırlar. Bundan bir kaç sene evveldi. Öğrencilerin otobüsler ile akın akın Anıtkabir ve daha başka turlara taşındıkları dönemlerdi. Bir kaza neticesinde bir şehrimizin kaymakamı gezileri yasaklamıştı da, kazançları bu karardan zarar gören bazı otobüs firmaları çareyi; kararı veren kaymakamı laiklik düşmanı olmakla suçlamakta bulmamışlar mıydı? ve bu suçlamadan sonra kaymakam geri adım atmamış mıydı?

Alın size kendi çevremden bir örnek. Beldemize görevli gelen bir emniyet müdürü bir kaç polisin rüşvet temin etme yollarını engellediğinde, bir anda birilerinin laiklik düşmanı-dinci şeklindeki suçlamalarına maruz kaldı ve sorgusuz sualsiz bir şekilde kendisini Van'da buldu kısa bir süre zarfında.

Farklı bir noktaya gelelim...

Daha bir sene evvel, bebek katili Apo bile laikliğin önemine dair vurgular yapıp mevcut laiklik anlayışımıza mersiyeler düzmemiş miydi?

Peki ya DTP'ye ne demeli...

Daha geçenlerde Abdullah Öcalan'ın avukatlığını yapan DTP milletvekili Hasip Kaplan ''DTP'nin laiklik konusunda bir sigorta olduğunu ve kendilerinin olmadığında Güneydoğu'da şeriatin öne çıkacağını'' (Zaman, 12 Kasım 2007) iddia etmemiş miydi? Meğer ''Güneydoğudaki Kur'an kurslarına, türbana, dindarlığa, toplu namaz kılmalara'' (Zaman, 13 Kasım 2007) karşı olan DTP, TSK ve diğer partiler ile aynı laiklik görüşünü paylaşıyormuş Kaplan'a göre. Bu tam olarak doğru olmasa bile, alıntıladığım bu iddialar laikliğin nasıl silah olarak kullanıldığına dair verdiğim örneklerle uyuşmuyor mu?

Maşallah su gibi bir laiklik anlayışımız var bizim. Hangi kaba koysan onun şeklini ve hacmini alıyor. Kimsenin konulan kabın içi pismi, temiz mi diye baktığı, aradığı yok. Ortalıkta bunca laiklik tabanlı zihni kolibasili hastalığının dolaşmasının nedeni de bu zaten. Bunca garabetin arasında can cekişen, yetim kalmış bir laikliğimiz var bizim. Atatürk'ün yetimi. Bazı Türk filmleri vardır hani. Zengin ve fabrikatör babası vefat edince ortada yetim kalan, aynı anda fırsatçı akrabalarının kendisine miras kalan paraya sahip olmak için çocuğa şirin görünmeye çalıştığı Yeşilçam filmlerini hatırlayınız. Nasıl da birbirleri ile rekabete girer çocuğun etrafındakiler; o çocuğa (dolayısıyla) milyonlara hâdim olabilmek için...

Laikliğin daha tanımı noktasında bile derin algı yanılmalarımız var hâlâ. Mâsum bir duyguyla laik olduğunu iddia eden bir kısım az eğitimli halkımızı mâzur görsekte, kendisini laikliğin 'garantörü' olarak ilan eden 'elit' çevrelerin bu konudaki eksikliğine ne demeli? Bir kısmı henüz doğru bir tanım bile yapamıyor. Bir kısmı laikliği lügâti olarak tanımlayabilse de onun niteliklerine sıra gelince afallıyor. Laikliği anlamış ve asli şekliyle hayatına mâl edebilmiş kişileri ise mum ile aramak gerekiyor. Öyle bir noktaya geldik ki, bir yandan ordumuz diğer yandan ise bir dönem ordunun kendilerine karşı darbe yaptığı bir kısım solcular bugün kendilerini laikliğin garantörü olarak görebiliyorlar. Bu da yetmiyor, gene ordumuzun kendileri ile aktif bir mücadele içerisinde olduğu teröristler bile bu ülkede laikliğin garantörü olduklarını savunabiliyorlar. Bu nasıl bir tezattır anlamak güç. Olan ortada kalan dindarlara oluyor tabi.

Senelerimizi laik-anti laik çekişmeleri eşliğinde geçirmiş olmamız ve ülkemizin değerli senelerini bu uğurda harcamış olmamız gerçeğine bu yazıda hiç girmeyeceğim...

Bakalım Atatürk'ün yetimi laikliğin gerçek manada kim elinden tutacak ve ona hakettiği gibi muamele edecek. Benim tahminim ve öngörüm bu işin de ucundan, ılımlı ve çağı okuyabilen dindar çevrelerin tutacağı şeklindedir. Bu iddiama inanmasanız da bir köşeye not edin. Onlar yetim hakkının ne olduğunu iyi bilirler çünkü. Laiklik; ortalıkta 'laiklik' yaygaraları yapanlara ve 'laik' görünenlere bırakılamayacak kadar ciddi bir iştir ve Mustafa Kemal'in bize önemli bir yâdigârıdır. Bu böyle biline. 19 Kasım 2007

14 Kasım 2007 Çarşamba

İKİ YENİ TİYATRO ESERİ: HIRSIZ VE KUVVACI PEYGAMBERLER?

Bu yazı 15 Kasım tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Şöyle kafamızı geriye doğru bir yaslayıp sakince düşünsek, ülkemizi son zamanlarda meşgul eden kaç tane gündem maddesi sayabiliriz? Genel seçimlere yaklaştığımız dönemleri hatırlayın. 367 krizleri, Sezer-Hükümet atışmaları, Baykal'ın ''kan çıkar'' tehditleri, Apo polemikleri, İlhan Selçuk-MHP düetleri, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, mantar gibi ortaya dökülen kuvvacı! ve vatansever! hareketler ve tekrar seçime giden bir ülke...

Anlayacağınız eğlence parkına dönmüş bir ülkemiz var bizim. Hani parklarda hızlı giden raylı arabalara binmeden önce yapılan uyarılar vardır: Hamile bayanlar ve kalp rahatsızlığı olanlar binemez diye. Yakında ülkemiz televizyonlarında da benzer uyarılar yayınlanmaya başlarsa hiç şaşırmayın: 'Şimdi haberler! Lütfen hamile bayanlar ve kalp rahatsızlığı olanlar izlemesin'.

Az önce arzettiğim seçim öncesi sıkıntılar bazı arkadaşlarımı öylesine daraltmış olmalı ki, ''hele şu seçimleri bir atlatalım, memleket yoluna girer'' sözleri ile kendilerini rahatlatıyorlardı. ''Durun asıl herşey o zaman başlayacak'' dediğimde ise beni bir felaket tellallığı ile suçlamadıkları kalmıştı.

Peki hâlihazırda memleket ne durumda? Seçimin hemen ardından tam Cumhurbaşkanımızı da seçtik, herşey yoluna girer dediğimiz bir anda, terör aniden patlak verdi. Son 15 senedir 30.000 evladını teröre kurban vermiş bir ülke, 14 şehit verince son 15-20 senenin hıncını çıkarırcasına dünyayı ayağa kaldırdı. Yaşanan bu gelişme karşısında bazı gazetelerimiz Genel Kurmay'ın hatta Meclisimizin yetkilerini ellerine alıp! 'Ordular! İlk hedefiniz Kuzey Irak'tır' emirleri neşretmeye başladılar.

İşte tüm bu stres yüklü hadiseler devam ederken; ben, dikkatlerinizi başka bir yöne çevirmek, sizleri ibretlik bir vâkıa ile düşündürmek; komik başka bir gelişme ile de gülümsetmek istiyorum.

İki tiyatro eserinden bahsedeceğim sizlere. Yalnız, bu eserlerden birisi gerçek, diğeri ise 'eser adayı'; birisi sahnelere yansıdı, diğeri gazete sayfalarına. Birinci tiyatro eserimizin adı ''Hırsız.'' Hırsız'ın konusu gerçek bir hayat hikâyesinden alınma. Yani oyunun konusu olan hırsız, bizzat aramızda yaşayan; adıyla sanıyla bilinen bir zât. Bu hırsız ile ilgili haberler ilk kez gazetelere düştüğünde bile dikkatimi çekmişti. Türkiye'nin değişik vilâyetlerinde hırsızlık yapmış olan bir kişi, gördüğü bir rüyânın etkisi ile pişman olmuş ve ardından çalışıp biriktirdiği para ile eskiden mekan tuttuğu vilayetleri tek tek dolaşıp, mallarını çaldığı kişilere borcunu ödemeye başlamış. İşte bu gerçek hayat hikâyesinin bir tiyatro oyununa dönüştürüldüğünü geçenlerde Nedim Hazar (Zaman, 13 Kasım 2007) yazmasa bilemeyecektim. İstanbul'da yaşıyor olsa idim, bu ilginç ve ibret dolu hayat hikâyesinin Fırat Kültür Merkezi perdelerine aksedişini asla kaçırmazdım.

Diğer eserimiz de İstanbul'dan. Kadıköy'e gidiyoruz bu sefer. Ama Haldun Dormen Tiyatrosuna değil; kuvvacı bir derneğin aktörlerinin kendi derneklerinde ve basın mensupları önünde sergiledikleri, ''bu söylediklerimizi yayınlamazsanız Allah'ın gazabı üzerinizde olsun'' tehditleri ile de izleyenleri selamladıkları bir parodiye... Adı konmamış, gerçek yaşamdan, ayrı bir kesit. Tiyatro eserine dönüştürülür umudu ile ismini ilk ben koyuyorum: 'Kuvvacı Peygamberler'. Arz edeyim...

Zaman Gazetesi'nin (12 Kasım 2007) haberine göre, Kadıköy'de bulunan bir kuvvacı! teşkilatın başkanı olan Hüseyin Görüm, ''kendisine cennetten bir yaprak geldiğini'' iddia etmiş ve ''yanındaki iki kişiyi Hz. İsâ ve Hz. Musa'' olarak tanıtmış. Az önce arzettiğim tehditvâri kapanıştan hemen önce çok ilginç bir senaryo ile çıkmışlar; kendilerini merakla izleyen basın mensuplarının karşısına. Haberden okuduklarımdan ve çekilen fotoğraftan yaptığım çıkarımlara göre, dekor muhteşem. Kuvvacı başkanın bir elinde 99'luk tesbih, diğer elinde enteresan bir sopa (asa demeliydim belkide), masasında ise Kur'an. Konjektüre uygun bırakılmış sakal, bir kuvvacıya! yakışır bordo bere ve kafaya takılmış kuş tüyü... Ya! birazdan başkanın, ''İsa, Musa'' şeklindeki çağrısına uyup odada arz-ı endâm edecek olan iki zât-ı muhteremin! etvârına, endâmına ne demeli. Birer peygamber olarak takdim edilen Musa'nın ve İsâ'nın koltuk altlarında birer Kur'an.. Musa, gayet haşin bakışlı, delikanlı, civanmert edâlı; İsâ ise İsâ Peygamberin mülâyim kişiliğinden esinlenilmiş olsa gerek!, kafa önde, eller bağlanmış vaziyette, masum... Saçlarının uzun olması detayına kadar işlenmiş tabi.

Kuvvacı başkanın odaya çağırdığı ve Hz. İsâ ile Hz. Musa oldukları iddiâ edilen kişilerin meslekleri de belirlenmiş; biri marangoz, diğeri su tesisatçısı. Hani Peygamber mesleğidir ya zanaatçılık...

Dekoru bu kadar güzel düzenlenmiş bir parodinin ne yazık ki senaryosu o kadar başarılı olmamış. Hani tiyatro eleştirmeni ya da din uzmanı olduğumdan değil; ama bir kaç hatayı buradan kendilerine hatırlatayım. Belki eserin sonraki versiyonları daha gerçeğe yakın olarak piyasaya sürülür.

Başkanın ifadelerinden anladığımıza göre, odanın ortasında kuvvacı başkanımızın sağ ve sol yanında temessül! etmiş bulunan İsâ ile Musa ''peygamberler'' meğer ''insanlık için çok önemli'' olan, Hıristiyanlık ve Yahudilik alemlerinin kendilerini bekledikleri (bu ima ediliyor) İsâ ve Musa imişler. Şu ifadeler Hüseyin Görüm'e ait: ''Hıristiyan âlemi Pontus Pontus diye tutturdu çünkü biliyor ki Hz. İsa orada doğacak. Evet İsa orda doğdu elhamdülillah ama iki denizin birleştiği İstanbul'da büyüdü. Ey Yakup oğulları, ey İsrail oğulları siz de biliyordunuz Hz. Musa iki denizin birleştiği yere kadar geleceğini. Ve Musa'nın Kadıköy'de doğacağını biliyordunuz. Evet Musa Üsküdar'da doğdu. Elhamdülillah.''

Efendim, benim senaryo eleştirmenliği işte burada başlıyor. Anlatayım... Hem Hıristiyan alemi hem de İslam alemi Hz İsâ'nın (ya kişi ya da akım şeklinde) hep Diyâr-ı Şam'dan çıkacağını bekledi durdu bugüne kadar. Anlaşılan o ki, İsâ'nın mevcut sınırlarımız; hatta Misâk-ı Milli sınırları dışında bir yerden zühurunun bekleniyor olması kuvvacı milliyetçilerimizin gücüne gitmiş ve onu ''Pontus'dan'' (bizim Karadeniz bölgesinden) çıkarmışlar ve sonrada onu alıp İstanbul'a iki denizin birleştiği yere (Hıristiyanların böyle bir beklentisi olmadığı halde) getirmişler. Asıl İslami kaynaklarda da geçen ve iki denizin birleştiği yere seyahat ettiği düşünülen kişi Musa Peygamber. Onun da yeniden doğacağını iddia eden hiç bir din yok şu yeryüzünde. Bırakın tekrar doğmasını, Mesih gibi tekrar döneceği şeklinde bir beklenti bile mevcut değil Yahudilik inancında. Bekledikleri biri var elbet Yahudilerin; ama bu Musa değil. Beklenen kişi daha çok; bir kurtarıcı (savior) değil de, kutsayıcı (anointer) olacağı düşünülen (bir çeşit düzen getirici) ve bir geri dönüşün neticesi değil de, direk olarak Davud ve Süleyman soyundan gelecek olan bir kral/lider/akım.

Bunlara ilave olarak, iki denizin birleştiği yere hem İsa'yı hem de Musa'yı getiren bizim kuvvacılar bir noktayı daha ıskalamışlar. İslami kaynaklara göre bile hareket etseler! seçtikleri yeri Kadıköy-Üsküdar hattından değil de, Beykoz-Yuşâ tepesinden; yani Karadenizin Boğaza bağlandığı yerden seçseler daha uygun olurdu. Zira Kur'an'da da anlatılan (Kehf suresi) ve Musa Peygamber ile yeğeni Yuşâ tarafından gerçekleştirilen seyahat bu tepeden başlamış, Ayasofya civarına sarkmıştır çünkü (Hüseyin Hatemi, Yenişafak 20 Ağustos 2006).

Kuvvacı örgüt benim 'Kuvvacı Peygamberler' ismini verdiğim tiyatro eserini (ya da adayını) bu nedenden ötürü kendi Kadıköy şubelerinde değilde Yuşa tepesinin güzel manzarasına mukabil sergilese idi bu daha otantik (gerçeğe yakın) olurdu; az önce arzettiğim senaryo kusurları düzeltilmiş, rütuşlanmış bir şekilde tabi.

Daha önce silah üzerine yemin törenleri ve hâin listeleri düzenlemek ile gündeme gelen kuvvacılarımız! neye hazırlanıyorlardır dersiniz? Acaba yeni bir 'Aczimendi' hareketimiz mi olacak? Hani 28 Şubat döneminde bir anda aramıza teşrif buyurmuş, bir yıl içinde kayıplara karışmış olan oluşum. Bunu bilemem; ama şu soruları da sormadan geçemeyeceğim: Üyelerine silah üzerine ve ''Türk anadan, Türk babadan...'' ifadeleri ile başlayan yeminler ettiren bir örgüt, ahir zamanda vadedildiği gibi aramıza dönmüş! bulunan İsâ ve Musa'nın Yahudi kökenli olmaları sorununu nasıl halletti onları aralarına katarken? İkinci sorum: Ülkemize teşrif buyurmuş olan bu iki Peygambere nasıl bir görev tevdi edecekler? Sizler tavsiyeme uyup bu yoğun gündemlerin boğuculuğunda bu iki yeni tiyatro eserinden hangisini izlemeyi tercih edersiniz bilemem; ancak güvenlik birimlerimizin ikinci oyunu mutlaka takip etmeleri gerekiyor. Sözlerimi bizim kuvvacı, peygamber müjdeleyicisi başkanın sözleri ile bitireyim: ''Ya Rab uyandır, uyandır.'' 14 Kasım 2007

9 Kasım 2007 Cuma

HÜRRİYET GAZETESİ SÖZÜNÜ TUTTU MU?

Bu yazı 11 Kasım 2007 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Yüzyılımızın en bâriz hastalığı nedir diye sorsam belki çoğunuz bu soruya 'unutkanlık' şeklinde cevap verecektir. Hani güzel bir atasözümüzün de hatırlattığı önemli bir hakikat vardır: ''İnsan nisyanla maluldür'' diye.

Aynı sözün ''Hâfıza-i beşer nisyanla maluldür şeklinde bir versiyonu da bulunuyor. İnsanlığın belki de tarihinde şahit olmadığı derecede ciddi bir unutkanlık hastalığına düçâr oluyoruz. Artık bırakın sadece okuduklarımızı ve gördüklerimizi unutmayı; verdiğimiz sözleri bile hatırlayamaz hâle geldik. Umarım hepimizin benzer şikâyetlerden dert yandığı, streslere girdiği böyle bir dönemde, benim çıkıpta ''bazı şeyleri ne yapsam unutamıyorum'' şeklindeki bir hitâbımı mâzur görür, bunu bir enâniyet emâresi olarak kabul etmezsiniz. Evet! gerçekten de bana verilmiş bazı sözleri, söylenmiş ifâdeleri, ya da yazıyla önüme konmuş değerlendirmeleri unutamıyorum. Aradan uzun bir zaman bile geçmiş olsa, hâfızamı sessizliğin karanlığına saldığım bir anda aniden şimşek gibi çakarak o sessizliği dağıtan, unutmaya çalışsamda sürekli zihin perdelerime yansıyıp beni rahat bırakmayan, beni sürekli avlayan hâtıralarım olur benim.

21 Haziran tarihiydi. Hürriyet Gazetesi, Genel Yayın Yönetmenleri Fatih Çekirge aracılığı ile hepimize bir söz vermişti. Bundan sonra ''kadın teşhiri'' yapmayacaklarını, ''hiç bir haber değeri olmayan çıplak kadın fotoğraflarını'' ve bu ''fotoğraflardan oluşmuş fotoğraf galerilerini İnternet sayfalarında yayınlamayacaklarını'' söylemişlerdi. Bu atılım ''tirajlarını bile düşürse'' bunu yapacaklardı; artık ''doğru haberin ve düzeyin yüksekliğini'' önemsedikleri için...

İfadelerine göre, ''bu tür teşhire dayanan foto-galeri zihniyetinin habercilikle ilgisi olmadığını düşünüyorlardı.'' Ne kadar da mutlu olmuştum; ''kadını yalnızca teşhir malzemesi olarak gören zihniyetin aslında insana karşı bir saygısızlık'' olduğu şeklindeki yorumu; ya da ''yarı pornografik ve kadın teşhirine dayanan, üstelik hiçbir haber değeri olmayan fotoğraflara çocuklarımızın da kolayca ulaşabildiği'' itirafını Çekirge'nin kaleminden okurken...

İşte ''verdiğimiz sözleri bile unutmaya başladık'' şeklindeki serzenişim ile anlatmak istediğim gerçek bu idi. Gün geçmedi ki bana ve insanıma verilen bu söz aklımdan çıkmış olsun. O günden beri hep, hürriyet.com.tr sayfalarında bu vaadin gerçekleştiğine dair izler arayıp durdum. Heyhât ne gezer! Acaba benim ''haber değeri olmayan'', ''yarı pornografik'', ''kadın teşhirine dayanan'' kavramlarım ile Hürriyet Yayın Yönetmenin ki farklı mı acaba diye düşünmeden edemedim. Zihnimin beni yanıltmadığına inandığım halde dönüp arşivlere göz attım. Sizleri bilemem; ancak benim kanaât-i acizâneme göre, Hürriyet gazetesi bize verdiği sözleri tutmadı. Bana katılmama hakkınız var elbet; ancak bunu yapmadan evvel eski-yeni arşivlere bakarak bir kıyaslama yapmanızı, sonra hüküm çıkarmanızı istirhâm ediyorum sizlerden.

Şahsi görüşüm ve değerlendirmem, Hürriyet.com.tr adresinde ''kadın teşhirinin'' hâla devam ettiği şeklinde. Maalesef, hiçbir haber değeri olmayan, aynı zamanda ''yarı çıplaklığı'' da ön plana çıkaran resimler yayınlanmaya devam ediyor Hürriyet'in sitesinde. Aynı gruba bağlı olan Milliyet'in sitesi de benzer şekilde. Az önce de arzettiğim gibi, bu yayınlara çocukların da çok rahat bir şekilde ulaşabiliyor olması hakikati Çekirge'nin de ifade ettiği bir gerçekti. Değişen bir şey yok. Daha dün, ''kadın teşhiri'' ve ''yarı çıplaklık'' örneği olduğunu düşündüğüm bir resmin altına konmuş olan 'toplam görüntülenme'' kısmına bakıyordum. Sayılar 300 binlerde dolaşıyor. Bu insanların içerisinde önemli miktarda 12-21 yaş grubu ziyaretçinin olması muhtemel.

Olumsuz bir gelişme daha aktaracağım üzülerek. Bizler bu ''teşhirden'' ne zaman vazgeçecekler diye beklerken, Hürriyet ve Milliyet siteleri Facebook ortamını da keşfettiler. Biliyorsunuz, Amerika'da ortaya çıkmış, kısa bir sürede dünyaya yayılmış bir sosyalleşme ortamı Facebook. Özellikle genç insanların takip ettiği İnternet tabanlı bir sanal mekan. Bu mekana üye olan kişiler kendilerine ait bir sayfa temin ediyorlar ve arkadaşları ile irtibat kurabilecekleri, onlarla resimlerini, yazılarını, ilgilerini çeken videoları paylaşabilecekleri iletişimlerde bulunuyorlar. Hürriyet ve Milliyet'in yeni keşifleri işte insanların üye oldukları gruplarda birbirleri ile paylaştıkları bu resimler... Anlaşılan bu gazetelerimizin bazı muhabirleri, Amerikalı bazı kolej öğrencisi bayanların sarhoş bir vaziyette iken çektikleri resimleri bulmuşlar. Ardından resimlere haber değeri atfedip! yazısız yayınlamışlar. Hem Hürriyet hem de Milliyet aynı gün bu resimlerin 60-70 kadarını ''Küfelik kızlar İnternetin gözdesi'' ve ''Sarhoş kızlar çılgınlığı'' başlıkları altında yayınladılar. Resimlerin bazıları açık bir yarı çıplaklık teşhiri. Resimleri kendisine gösterdiğim Amerikalı bir medya-iletişim uzmanı ''Uğur, bu resimlerin hiç bir haber değeri yok ki'' demese benim çok önyargılı hareket ettiğimi düşünmeden edemeyecektim. Ardından bir gün geçti... Hürriyet bu sefer, başka bir dergiden aktarmalı bir haberle Facebook üzerinde ''seks'' içerikli oluşumların nasıl bulunabileceğine dair bir ''ajan çalışmasının'' kodlarını ve bulgularını sundu halkımıza. Halihazırda Facebook katılımcısı sayımız dünyada ilk beşinci sırada. Bu kalabalığa güzel bir; 'Ey halkım, Facebook'ta bunlar da var, öğren!' eğitimi verilmişe benziyor.

Her ne kadar; bundan sonra her iki gazetemizin sayfalarında daha fazla Facebook'tan aşırılmış kadın resimleri göreceğimizi düşünsem de, sadece Facebook örneğine takılmış değil aklım. Bana, Hürriyet'in bize verdiği sözde durmadığını hissettiren bir çok ''kadın teşhiri'' ve ''yarı çıplaklık'' örneği görüyorum sayfalarında. Umarım bu yazı Hürriyet gazetesine önemli bir hatırlatma görevi yerine getirir. Amacım üzüm yemek; bağcıyı dövmek değil. Her yaştan insanın rahatça ulaşabildiği sayfalarda, kadın teşhirine, çıplaklığa, haber değeri olmayan mezkur nitelikli resimlere ve foto-galerilerine yer verilmesini önlemek amacım. 21 Haziran tarihinde Genel Yayın Yönetmeni Çekirge'nin, takdir ettiğim ve alkışladığım bir öz-eleştiri üslubu ile dile getirdiği hakikatler üzerinden Hürriyet'e seslenmek ve kendilerine önemli bir hatırlatmada bulunmak istedim yalnızca. Lütfen! Bize verdiğiniz söze riâyet ediniz.

Ne yapayım? Benim de hastalığım bu işte: Bazı şeyleri asla unutamıyorum. 9 Kasım 2007

2 Kasım 2007 Cuma

İLHAN SELÇUK LAİKLİĞİ NASIL TEHDİT EDİYOR!

Not: Bu yazı 5 Kasım 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Bilgisayar kullanıcılarının üzerinde hem fikir oldukları bir rahatsızlık konusu vardır. O da; bilgisayarlarında yüklü olan programların sürekli olarak yeni versiyonlarla karşılarına çıkması ve bunun kendilerine getirdiği ilâve maddi yüktür. Durum bununla da kalmaz; zamanla ellerindeki bilgisayarların işlemci ve hâfızaları bu yeni sürümleri kaldıracak donanımdan yoksun hale gelirler. Böylece sadece programları değil, bilgisayarlarını da güncellemek zorunda kalır kullanıcılar.

İşte bu tür programlar gibi gazetecilerimiz var bizim. Değişen şartlara, günün gerekliliklerine, mevcut çıkarlarının mâhiyetlerine göre kendilerinin yeni sürümlerini piyasaya sürebilen... takip etmekte zorlandığımız köşe yazarları bunlar. Fehmi Koru bir keresinde hâfızamızın zayıflığından şikayet ediyordu. Ben ise hâfıza kaybımızın birazdan ele alacağım değişimlerin çıldırtıcılığına ve üzerimizde hâsıl ettikleri gerilimlere karşı bizleri koruyan önemli bir nimet olduğunu düşünüyorum.

2007 yılına damgasını vuran bazı çıkışları oldu Selçuk'un. Bu yazıda İlhan Selçuk'un 2007 versiyonundan (bundan böyle, İS-2007) bazı özellikleri hatırlayacak, yaptığı son ''Faizciler'' çıkışı ile laikliğimizi nasıl tehdit ettiğini irdeleyeceğim. Benim yaşım Selçuk'un eski versiyonlarını hatırlamaya müsâit değil. Neyse ki bundan kısa bir süre önce, Taha Kıvanç imdadıma yetişmişti de İS-1960 sürümüne dair bir bilgi geçmişti elime. Meğersem İS, o zamanlar bir ara Amerikan Haberler Merkezi (USIS) tarafından Amerika'nın değişik kentlerini kapsayan bir geziye dâvet edilmiş ve dönüşte; o geziden ''güzel izlenimlerini'' yansıtan ''Güzel Amerikalı'' isimli bir kitap yayınlamış (Yenişafak, 6 Temmuz 2007).

Biz İS-2007 ile devam edelim...

İS-2007 sürümünün en akıllarda kalıcı özelliği şüphesiz, Cumhurbaşkanı Sezer ile olan sıkı-fıkı ilişkisiydi. Kimseler ile görüşmeyen, kendisini halktan koparıp köşke kapatan Sezer ile görüşebilen; hatta ona fikir babalığı yapabilen bir isim oldu İlhan Selçuk. İkinci özelliği ise; Temmuz seçimleri arefesinde, ''Tehlikenin farkında mısınız?'' başlığı ile AKP'ye karşı bir ittifak oluşturma arayışına girmesi ve bununla belli çevrelerin endişelerini korkuya dönüştürmeyi amaçlamasıydı.

Hatta bu uğurda ilginç ittifak arayışlarına bile girdi kendisi. Önce, ''12 Mart askeri muhtırası sonrasında kendisine işkence yapanları affettiğini'' açıkladı; ardından ise MHP'ye yaptığı 'seçim seranatlarını' eleştiren solcuları ''döneklikle'' suçladı (Zaman, 9 Temmuz 2007). Kimse çıkıpta kendisine, ''yahu! MHP'ye seranat yaparken bile onları işkencecilik ile suçlamışsın'' ya da ''asıl sendeki bu ani dönüş bir döneklik alâmeti olmasın?'' şeklinde sorular sormayı akıl edemedi. Tıpkı bilgisayar kullanıcılarının ''bu yeni sürüm ne yenilik getiriyor ki satın alayım?'' sorusunu sor(a)mamaları gibi. Velhasıl seçim öncesi yapılan seranatlar platonik aşk noktasını aşamadı... İS'yi eleştiren solcular ise üzerlerindeki ''döneklik'' çamurunu hala temizleyemediler.

Bütün bu seçim yatırımları devam ederken başka bir özelliği daha karşımıza çıktı İS'nin. Bir yazısında, ABD'nin ''komşumuza müdahaleleri neticesinde Ortadoğu'nun cehenneme dönüştüğünü, yarım milyondan fazla insanın öldüğünü ve kayıpların 650 bini aştığını'' ifade ederken, hemen akabinde ise, bu şecaatlerin müsebbibi Bush'a bir tavsiye ve davette bulunup ona şöyle sesleniyordu: ''Bush, Ortadoğu'da bir yeni istikrar arayışına yönelmek zorundaysa bu işe Türkiye'den başlaması aklın yoludur...'' Yani: Bir sonraki paragrafta okuyacağınız alıntılarda da gösterdiğim gibi; ABD'nin kendisine kumanda ettiğini ve ülkemizi Ilımlı İslam Devleti yapmak için kullandığını iddia ettiği AKP'yi tasfiye etmesini istiyor; kimden ''Ortadoğu'yu kan gölüne çevirdiğini'' düşündüğü ABD'den...

Bizler bu yeni sürümün farklı hususiyetlerini tam hazmedeceğiz diyorduk ki; bu sefer karşımıza ''Ilımlı İslam'' uyarıları ile çıkıverdi İS-2007. Meğer İslam'ı o kadar düşünürmüş ki; ''ABD'nin başımıza bela gibi musallat ettiği Ilımlı İslam modeli'' (AKP'yi kastediyor) büyük bir tehlike imiş. Yani geleneksel İslam'ımızı tehdit eden, yeni; Amerikan tasarımı 'ılımlı' bir model...

Bu değişimlerin ve ateşli propagandaların perde gerisindeki motivasyonlar üzerinde durmayacağım. Bu konuları merak edenler Taha Kıvanç'ın (Yenişafak, 9 Ocak 2007) ve Tamer Korkmaz'ın (Zaman, 12 Ocak 2007) ilgili yazılarını bulup okuyabilirler. Benim böyle bir özetten sonra üzerinde durmak istediğim konu; İS 2007 sürümünün sonunda laikliğimizi nasıl tehdit eder bir hale geldiği...

Selçuk'un son yaptığı çıkışı hepiniz biliyorsunuz. Bu son hamleyi, Taha Kıvanç'ın şaşkınlık belirten cümlelerinden okuyalım: ''Cumhuriyet gazetesinin kaptan köşkünde oturan İlhan Selçuk üşenmemiş Kur'an-ı Kerim'deki faizle ilgili âyetlerin dökümünü çıkarmış...'' (Yenişafak, 31 Ekim 2007). Tabi sonrasını tahmin ediyorsunuz: Kur'an'daki bu ayetler faizi açık açık yasaklamışken, ''dinci'' AKP hükümeti Türkiye'yi 'faiz cenneti' haline getirdi demeye getiriyor Selçuk. Amacım elbette buna cevap vermek değil. Bu konuda en güzel cevabı din uzmanı Hayrettin Karaman Bey verdi zaten (Yenişafak, 2 Kasım 2007). Benim amacım; İS-2007'nin bu söylem ile laikliğimizi nasıl tehdit ettiğine işaret etmek ve Türkiye'de birçok kişinin gözünden kaçan gizli ve tehlikeli bir 'teşviği' ilk defa IV. Kuvvet Medya gazetesinin sayfalarında ifşâ etmek.

Evet! yukarıdaki alıntının bize anlattığı önemli bir tehlikeli 'teşvik' var. İS-2007 açık açık laik sistemimizin altına dinamit döşüyor. Kur'an'dan faizin ne kadar korkunç, tehlikeli ve yasak bir uygulama olduğuna dair son derece çarpıcı ve ikna edici ayetler sıralıyor ve AKP üzerinde baskı kurarak 'dinci hükümet bu noktada neden hiç bir şey yapmıyor ve böylece bizi ''dinci'' görünerek kandırıyor' demeye getiriyor. Dostlar! bu açık açık 'şeriat' teşvikçiliği yapmak değil midir? Bu; laik devlet sistemimiz kapsamında seçilen bir hükümetin mensuplarını laiklik sistemine muhâlif tarzda, 'şeriata' dayalı uygulamalara özendirmek, akıllarına bit yeniği sokmak değil midir? Ya! hükümet yetkilileri İS-2007 sürümünü dinleyip, ''sahi ya!'' derlerse; laikliğimizin hali nice olur. Bankacılık sistemimiz ile başlayan ve faizi kaldıran uygulamalar sonrasında, sıra birgün 'şer-i hukuk' noktasına gelip dayanmaz mı? Hem; eğer İS-2007, hükümeti bu türden yönlendirmelere teşvik kabiliyeti olduğunu farkeder ve 2008 sürümünde Kur'an'dan bu sefer 'şer-i hukuk' uygulamalarına dâir ayetler tırtıklayarak 'bakın! hükümet bizi kandırıyor; dinci görünüyor ama ülkeyi laiklik cennetine çevirdi' derse... ve hükümet bunu da yutarsa...

Hâsıl-ı kelâm, bu vesile ile kendim de dâhil tüm laik kesimleri uyarmak istiyorum. ''Tehlikenin farkında mısınız?'' Umarım laikliğin ''laik görünenler' tarafından tehdit edilemeyeceği şeklinde bir öngörünüz yoktur. Hani laikliğe en büyük tehlikenin dindarlardan geleceği şeklinde bir paranoya vardır ya!... tehlike bazen içeriden de gelebilir, onu göstermeye çalışıyorum. Bir Kürt atasözünün dediği gibi; ''ağacın kurdu ağaçtan olmadıkça ağaca zarar vermez.'' Benden uyarması. Biz dikkatli olalım da...

''Türkiye tehlikenin farkındadır. Tüm sağcılar, solcular, ilericiler, gericiler, vaktiyle birbirlerine diş bilemiş ve can yakmış olanlar Cumhuriyet Türkiyesi'ni yaşatmakta buluşacaklardır. Geçmiş geçmişte kaldı, dünden kalma kin güdüleri bugün eskimiş bakkal defterinde veresiye hesabının değerinde bile değil.''

Bu güzel ve anlamlı sözler, İS-2007'nin MHP seranatları sırasında kaleminden dökülmüş bazı ifadeler. Anlaşılan, 'eski bakkal defteri-veresiye hesapları dönemi' kapanmış!, şimdilerde 'faiz defterleri dönemi' açılmış; hem de ayetlerle destekli. Sizleri bilemem; ama ben şimdiden İS-2008 sürümünü merakla beklemeye başladım. 3 Kasım 2007