31 Aralık 2015 Perşembe

BATI DÜNYASI, İSLÂM, KAOS VE SAMİMİYET SINAVI

Bu yazı 15 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Hayatı kendisine ve başkalarına zehir etme konusunda son derece mâhir olan insanoğlu, kan ve ızdırap ile yoğurduğu 20. yüzyılın ardından 21. yüzyılda da pek iyi bir insanlık sınavı vereceğe benzemiyor.

Yüz yıl içerisine yüz milyonlarla ifâde edilen sayıda ölüm sığdırdık.

Güç, kaynak ve hırs uğruna çıkan savaşlarla,

Rejim tesis etme veya koruma adına yapılan katliamlarla,

Enerji hatlarının kontrolü adına çıkarılan ülke içi karışıklıklar ve iç isyânlarla,

Diktatörleri ve onların çıkarlarını, konumlarını koruma adına verilen mücâdelelerle veya üretilmiş yapay tehditlerle,

Batı’nın ve onların kuklaları olan diktatör, Tiran, kral, Muhâberat ve Baas marifetleriyle,

Daha çok kazanç uğruna kirletilen veya haksızca sömürülen yeraltı ve yerüstü kaynaklarının etkisiyle açlık ve kirlilik dolayısıyla oluşan hastalıklar ve ölümlerle…

Yüz milyonlarca mâsum insanı katlettik ve 21. yüzyıla da aynı havada girdik.

Tarihteki savaş ve mücâdelelerin eğer tamamı değilse de bir çoğu hep güç, hırs ve açgözlülüğe dayalı ekonomik nedenlerden kaynaklanmıştır.

İçinde bulunduğumuz şu günlerde insanlık tekrar ciddî bir dar boğazın kapısına gelip dayandı. Artık 3. Dünya Savaşı’nın başlama ihtimâlinden söz ediyoruz. Başta Orta Doğu olmak üzere dünyanın her yerinde; ağırlıklı olarak da Müslüman coğrafyalarda hep kan, zulüm ve gözyaşı hâkim. İnsanın yaratılacağını ilk kez haber alan meleklerin; “Orada fesat çıkaracak ve kan dökecek birisini mi yaratacaksın?’’ derken ki endişelerinde sanki bu yüzyıla uzanmış bakışların hüzün dolu izdüşümlerini görürüm hep.

Birçok yerde vatanlar terkediliyor. Terör, tıpkı bir kanser hücresi gibi onların terk ettikleri yurtlarında, enerji kaynakları üzerine çöküp yerleşiyor ve kaos planlayıcılarına yeni kazanç kapıları sağlıyor.  

Şimdilerde insanlık Suriye ve İŞİD terörü üzerinden yeni bir bataklığa çekilmek üzere.

Dünya’ya kaos ile nizâm vermeye ve onu kontrol etmeye and içmiş bir ‘üst akıl’ adetâ çıldırmış vaziyette; her yerde fesat çıkarıyor. Kur’an’da ifâdesini bulan şekliyle; ‘’Biz barışçılarız; ve ortalığı düzeltmeden başka bir işimiz de yok!’’ diyerek saldırıyor pervâsızca her yere.

Bu kaos teorisyenlerinin en büyük mahâretleri ise şöyle özetlenebilir;

Kaos oluşturarak istikrar beklentisi;

Düşman ve tehdit oluşturarak korku atmosferi;

Bu korkuları sürekli canlı tutmak suretiyle de bir koruyucu ihtiyacı oluşturmak ve o koruyucu sıfatıyla da kendi düzenlerini idâme ettirmek veya değişen şartlara göre yeni dizaynlar gerçekleştirmek.

Bu saldırgan ve yayılmacı tavrın en büyük mağduru Müslüman coğrafya olurken yine en büyük destekçileri de Müslüman toplumların kendi içlerinden çıkardıkları; zaaflarının esîri olmuş; ya bizzat münâfık veyâhuhtta münâfık karakterli liderler, tiranlar, krallar ve daha nice zâlimler; kısaca zamanın Yezidleri ve onların emellerine oyuncak olup, silah ile dünyaya İslâm getireceğini zanneden serserî cahiller güruhu; yani Hadis-i şerifin işaretiyle; ‘Cehennem köpekleri!’

Süreçte Müslümanlar din ile sınav oluyorlar; ona sahip çıkmayarak, onun özünden uzaklaşarak. Evet! Dinin özünden uzak yaşıyoruz. Onu kendi kültürel öğelerimiz ve nefsi hastalıklarımızla, ayrıca imandan uzak olan bozuk, hamasî ve şeklî anlayışlarla kirletiyoruz. Temsil kaabiliyetimiz ise hiç yok.

Hâl böyle olunca; Batı dünyasını da benzer taktiklerle tesiri altına almış olan o üst akla karşı elimiz kolumuz bağlı kalıyor. Özünden kopuk bir şekilde, temsil kaabiliyeti olmadan, medenî Batı insanına ne derdimizi, ne isyanımızı ne de sıkıntılarımızı anlatabiliyoruz. Bu uğurda yola çıkmış ve sistem geliştirmeye çalışan Hizmet hareketi gibi oluşumları da yaptıkları diyalog çalışmalarından dolayı küfür veya ihânet ile suçlayıp ayaklarına çelme takmaya çalışıyoruz.

Büyük kaosun planlayıcısı olan akıl da bunun böyle olmasını istiyor zâten. Zîrâ en istemediği şey, manipülâsyonları ve illüzyonları etkisiyle kandırdığı Batılı ve Doğulu insanın uyanması. Çünkü bu kişilere göre; hep bir medeniyetler çatışması yaşanmalı ve sürekli olarak düşman üretilmeli.

Önceleri komünizm düşman idi; şimdilerde cihatçı ‘’İslâmî’’ terör. Hattâ yaymaya çalıştıkları anlayışa göre İslâm, sadece terörist yetişmesine olanak sağlayan; bozuk, ezilmeye mahkûm bir inanış sistemi; bir hastalık. Elindeki müthiş medya illüzyonu ile Batı insanının kafasına sürekli bu korkunun tohumlarını ekiyor; bunun temîni adına da kendi besleyip büyüttükleri İŞİD ve El Kaide gibi örgütlere Avrupa başkentlerinde eylemler yaptırarak o korkuları hep canlı tutuyorlar.

Bir yandan İslâm coğrafyasında Yezidler ve Tiranlar eliyle çıkardıkları fitnelerle Müslümanları kutuplaştırıp birbirine kırdırırken, diğer yandan da Batı dünyası ile gerçek Müslüman kitleler arasındaki mesâfenin ve kutuplaşmanın daha da artması adına canla başla gayret sarfediyorlar. Bunda da büyük ölçüde başarılı oluyorlar.

Geldiğimiz noktada artık Batı ve onu medenî yapan değerler bütünü de İslâm üzerinden bir samimiyet sınavından geçiyor. Kendi ülkesinde demokrasi ve huzur isteyen Batı, konu başka coğrafyalar olduğunda diktatörlükleri destekleyebiliyor ve oralarda huzursuzluğun garantörü olabiliyor.

Bir samimiyet sınavını da ‘cihad’ ve ‘terör’ kavramları üzerinden veriyor. Kendilerini gittikçe artan oranda tehdit eden ‘’İslâmcı’’ terör karşısında; ‘’peki İslâm barış diniyse o zaman tüm teröristler neden hep Müslümanlardan çıkıyor’’ diye soran Batı ve medyası; ‘’İslâm barış dinidir’’ ve ‘’terörist Müslüman olamaz’’, ‘’terörün bitmesi adına gelin birlikte çalışalım’’ diyen Hizmet hareketi gibi ılımlı Müslümanları dinleme noktasında çekingenlik sergiliyor. Böylece, bir buçuk milyar Müslüman arasından çıkan çok az sayıdaki teröristin sesinin daha çok çıkmasına ve onların Müslümanları temsil eder bir konuma gelmesine zemin oluşturuyorlar.

Elbette bunda az önce işâret ettiğim kaos planlayıcılarının medenî Batı insanının gözleri önüne çektikleri setlerin etkisi de var. Onlar da herşeyi net olarak göremiyorlar. Bakışlar bulanık! Medyatik bir illüzyonun ve korkuya bulanmış bir propagandanın esîri durumundalar. Ancak herşeye rağmen, onlar arasında da önemli bir kesim artık gerçekleri görmeye başlıyor.

Bugün Suriye mültecîleri ve artan terör eylemleri konusunda Batı başkentlerinde yaşanan tartışmalara bakın; her şeye rağmen hâlâ sağduyulu kalabilen bir çok ses işiteceksiniz. Haftalık klise ayinlerinde ‘’İslam barış dinidir’’ şeklinde konuşmalar yapan din adamları bile var. Kaos planlayıcılarının, Batılı ülkelerde faşist reflekslerin artması ve ırkçı aşırı sağ partilerin dizginleri ele geçirmesi adına her türlü manipülâsyonu ve algı operasyonunu yapmalarına ve bunda da önemli ölçüde başarılı olmalarına rağmen, bu sağduyulu kesimlerin varlığı benim geleceğe dönük beklenti ve ümitlerimi artırıyor.

Bu bölünmüşlük, kaos ve kan deryâsı içinde yüzerken; insanoğlunun kendi planlaması ile bu sıkıntıların üstesinden gelebileceğini sanmıyorum. Ancak, her kesimde az sayıda bulunan sağduyulu ve özverili insanların samimi ve ihlâslı gayretleri, duaları ve mazlumların âhı neticesinde Lutf-u ilâhî tecelli eder ve kaos planlayıcılarının ve onlara hizmet eden Tiranların tuzaklarını başlarına çalarsa, insanoğlunu güzel günler bekleyebilir ve kötü başlayan 21. yüzyılın kör ve makûs talihi düzelebilir; yerini aydınlık ve huzurlu günlere bırakabilir.

Ben insanlıktan hâlâ ümitliyim!


10 Aralık 2015 Perşembe

GOLLUM’A BENZEMEK DEĞİL, GOLLUMLAŞMAK SORUN

Bu yazı 7 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Son zamanların en iyi ve en pahalı filmleri arasında yer alan ve Titanic ve Ben Hur gibi meşhur filmler kadar Oscar ödülü kazanmayı başarmış olan Yüzüklerin Efendisi (The Lord of the Rings) üçlemesi ve yine çok başarılı bir yapıt olan Hobbit üçlemesinin şüphesiz en renkli karakteri Gollum.

Modern fantezi edebiyatının babası olarak addedilen J.R.R. Tolkien’in eserlerine dayanılarak çekilen bu serilerde baştan sona etkin bir rolde izlediğimiz Gollum karakteri her ne kadar bu iki film ile zihinlere kazınmış olsa da aslında Batı edebiyatı içinde gelişen Yahudi folkoruna dayanan esrârengîz, mistik, insan-yaratık arası bir canlı. Tıpkı Frankestein’da olduğu gibi bir insan tarafından yaratılabilen ve kontrol edilebilen; bazı Yahudi hikâyelerinde, Yahudileri korumak için kullanılan bir yaratık. Elbette, bahsi geçen filmlerde çok daha farklı bir rol biçiliyor Gollum karakterine. İnsanlarca yaratılmış olmaktan öte, insandan yaratığa dönüşmüş bir karakteri temsil ediyor bu sefer.

Aydın ilimizde yaşayan bir doktorun Tayyip Erdoğan’ı Gollum’a benzeten üç resim paylaşması ve ardından Erdoğan tarafından dâvâ edilmesi ile birlikte bir anda dünya gündemine oturduk. Erdoğan’ı sadece karikatürize eden o benzerliğe dayalı resimler eğer görmezden gelinseydi Erdoğan için daha hayırlı olacaktı. Dâvâ açılması ve filmdeki Gollum karakterinin ‘’kötü’’ olup olmadığının belirlenmesine ilişkin bir bilirkişi heyetinin oluşturulmuş olması üzerine konu bir çok yabancı basının gündemine oturdu. Hattâ filmin yönetmeni ve oyuncuları bile konu hakkında görüş bildirdiler. Erdoğan ve Gollum’un resimlerini yanyana koyup resmin altına ‘’soldaki Erdoğan’’ diye yazan gazete bile oldu meselâ.

Gollum’un iyiliği veya kötülüğü noktasında bilirkişi heyetimiz nasıl bir sonuca varır bilemeyeceğim. Ancak filmin yönetmeni, resimlerde görülen şekliyle Gollum’un sevecen, iyi bir yönü olduğunu ifâde etti bile. Dâvâ haberini resimleri ile birlikte ilk gördüğümde Gollum’un görüntüsünden hareketle Erdoğan’a ‘’çirkinlik’’ atfedildiği için dâvâ açıldığını sanmıştım. Oysa dâvâcı Erdoğan ‘’kötülük’’ üzerinden hareket etmiş.

Mezkur hâdise üzerinden Gollum benzetmesinin benim zihin dünyamda çağrıştırdığı şey biraz faklı aslında.

Bence insan olarak Gollum’a benzemekten ziyade Gollumlaşmak tehlikesinden korkmalıyız. Çünkü asıl sorunumuz gerek siyasilerimizin gerekse de toplumumuzun yaşadığı olumsuz değişim, yani Gollumlaşma; bizleri insanlıktan ve vicdânî boyuttan alıp, Said Nursi’nin tesbitiyle, belki hayvanlardan bile daha aşağı bir konuma düşüren, îmân-vicdân-insaf-iz’ân boyutunda yaşadığımız dönüşüm ve eğrilmeler. Yâni bir çeşit maddi ve mânevî Gollumlaşma (bozulma) süreci.

İzah edeyim…

Filmdeki Gollum karakteri aslında ismi Smeagol olan Hobbit klanından bir insan (Tolkien’e göre bir insan çeşidi). Mutlu, mesud bir hayat yaşarken bir gün akrabası Deagol ile balık avına çıkan Smeagol, nehirde gizemli bir altın yüzük bulan Deagol’dan yüzüğü kendisine hediye etmesini ister. Daha yüzüğü gördüğü ilk anda ondaki sihirli gücün tesirine kapılmış ve onun benliğinde hâsıl ettiği ihtiras ile önce hırsa sonra da öfkeye kapılmış ve Deagol’u öldürmüştür. Filmde resmedilenin aksine kendisini hemen dağdaki bir mağaraya hapsetmez. Tolkien’in eserinde köyüne geri dönmüştür; ancak zamanla yüzüğün büyüsü onu iyice sarmış ve giyildiğinde insanı görünmez kılan özelliğini de kullanarak köydeki insanları rahatsız eder duruma gelmiştir. Böylece oradan kovulur. O da bir mağaraya kapanır ve yine yüzüğün tesiriyle uzun bir ömre kavuşurken artık insanlıktan (hobitlikten) çıkar ve Gollum diye bilinen, çift kişilikli, şizofrenik, çirkin bir yaratığa dönüşüverir. Yüzlerce yıl sonra mağaraya yolu düşen başka bir hobit olan Bilbo’nun yüzüğü ondan çalması ile Orta Dünyanın (Tolkien’in fantezi dünyası) kaderini belirleyecek ve iyilerle kötüler arasında bir varolma mücadelesini başlatacak hâdiseler zinciri tetiklenmiştir artık. Yüzüğü bularak eski gücünü tekrar tesis etmek isteyen karanlıklar lordu Sauron ve onun yardımcıları olan Ork’lar ile onlara karşı; yüzüğü bulup onu yok etmeye and içmiş Yüzük Kardeşliği arasında amansız bir mücâdele artık dünyanın kaderini belirleyecek bir maceranın adı ve amacı olmuştur. 

Bir yüzük uğruna; nehirdeki bir kayak üzerinde işlenen iki akraba arasındaki bir cinâyet önemli bir mücâdelenin fitilini ateşlemiş ve sanki Tolkien’in dünyasındaki iyi ve kötü insanların kader çizgisini belirlemiştir. Tıpkı bir kıskançlık ve ihtiras uğruna öz kardeşini öldüren Hz. Adem’in oğlu Kabil gibi…

O ilk cinâyet ile de bizim dünyamızdaki iyi-kötü mücâdelesi başlamış; Kabiller insanlıktan dönüşerek şeytanlaşmışlardır. Tıpkı Gollum’un bazen iyi bazen kötü olabilen şizofrenik çift kişiliğinde olduğu gibi onlar da vicdânları ve şeytanlaşan egoları arasında hep gelgitler yaşamışlar; ama çoğu zaman da içlerindeki kötüye yenilen, onun fısıltılarının gereğini yerine getiren birer zâlime dönüşmüşlerdir.

Yaşadıkları öfke, kin, hırs ve tamahkârlık, benliklerini ele geçirmiş ve vicdânları ne zaman Smeagol olarak var olmaya çalışssa onları Gollumlaştırma yönünde dizginlemiş ve onları hatâ üstüne hatâ yaptırarak daha çok zulüm işlemeye yeltendirmiştir. Habil’i öldüren kardeşi Kabil’in, Musa’nın peşindeki Firavun’un, Yusuf’u kuyuya atan kardeşlerinin, İbrahim’i ateşe atan Nemrud’un, Hüseyin’i öldüren Yezid’in hikâyeleri hep Gollumlaşan benliklerin hikâyeleridir. Nefislerinin ve ihtirâslarının kurbanı olmuş, mal edinme, altın, para, makam, güç gibi dünyalıkların vicdânlarında hâsıl ettiği yıkıcı tesirlerin, büyülenmenin ve güç zehirlenmelerinin etkisiyle Gollumlaşmış nefisler onları insanlıktan çıkarmış ve Smeagol’dan Gollum’a dönüştürmüştür. İlk günahlarını Smeagol olarak işlemiş; ama büyüsüne kapıldıkları ellerindeki ‘yüzüğün’ etkisinden kurtulamadıkları için de zamanla benlikleri değişime uğramıştır. Nemrud’un çok çirkin bir insan olduğu rivâyet edilir; ama onu Nemrud (Firavun) yapan yüzündeki çirkinlik değil, benliğinde yaşadığı geri dönüşü olmayan o Gollumlaşma değişimi; tefessüh (bozulma, çürüme) hâlidir.

İşte bizler de insan olarak asıl Gollumlaşma tehlikesinden korkmalı, Said Nursi’nin ve Fethullah Gülen’in eserlerinde işâret ettikleri o mânevî hastalıklardan korunmaya çalışmalıyız. Erdoğan’ın Gollum dâvâsı nasıl neticelenir bilemem; ancak her insanın kendi Gollumlaşma serüveninin hesabını vereceği bir Mahkeme-i Kübrâ olduğu gerçeğini unutmamalı insan.

Şunu da unutmamalı! Yüzüğün gücü, yüzüğe sahip olan kimseye de yâr olmamıştır. Gene filme ve Tolkien’e dönersek; yüzüğü ateşe atıp yok etmesi gereken kahraman Frodo da onun güç câzibesine kapılmış ve misyonunu başaramamıştır. Arkadaşı Sam’in üzgün bakışları arasında yüzüğü gene Gollum ele geçirmiş; ancak yüzükle beraber ateşe düşerek yüzüğün yok olmasını sağlamıştır. Yani, romanda Tolkien’in çizdiği kader; yüzüğü, iyilik savaşçısı olan Frodo’ya değil, onu ilk baştan beri hırsı ve münafık, şizofrenik karakteri ile hayatta tutmaya çalışan Gollum’a yok ettirmiştir. Bununla sanki; kötülük, kendisini yok eden bir maslahattır demek istemekte ve insanlığa bir ders vermektedir.

Zaten, romanın ve filmin başrollerinden ve iyilik tarafının adetâ mânevî hocası olan, Beyaz Gandalf, Tolkien’in romanında Gollum hakkında ‘’kalbim bana onun (Gollum) oynayacağı bir rol olduğunu söylüyor’’ der ve şeytânî bir yaratık olsa da, onun yüzükle bağlantılı olduğunu ve her şeyin sonunda bir şekilde faydası olacağını düşünür hep. Evet! Tıpkı zâlimi bir başka zâlimin eliyle yok eden kader-i ilahî gibi, yüzüğü ve sahibi Sauron’u, Gollumlaşmış bir karakter olan münâfık ruhlu, çift karakterli ve şizofrenik özellikleri olan Gollumlaşmış bir benlik eliyle yok etmiştir Tolkien.

Sözün özü, siz siz olun, Gollum’a benzemekten değil; Gollumlaşmaktan korkun sevgili dostlarım! 


4 Aralık 2015 Cuma

DİLİPAK’IN ANKETİ VE ALGI SAVAŞLARI

Bu yazı 4 Aralık 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Yeni Akit yazarı Abdurrahman Dilipak tartışmalı bir kişiliğe sahip. Ülkenin bâzı kritik dönemlerinde hep adı geçen birisi. Hakkında, 28 Şubat post-modern darbesine zemin teşkîl etmiş olan Kudüs Gecesi’ni organize ettiği; ama katılmadığı suçlaması yapıldı. İsrail ile aramızda nerede ise savaş çıkmasına sebep olacak olan ve dokuz vatandaşımızın hayatına mâl olan Mavi Marmara baskınının da teşvikçilerinden olduğu; ama son anda ‘’Umre’’ gezisi için ekipten ayrıldığı yolunda yorumlar yapıldı. 17 Haziran 2014 tarihli Aktifhaber’de ‘’Bir Garip Adamın Portresi’’ başlıklı yazıda bu güçlü iddiâlar bir takım ispatlar eşliğinde dile getirilmiş ve bunlara ilâve olarak Dilipak’ın kendi anlatımıyla şu özellikleri de dikkatlere sunulmuştu:

12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatta bütün darbeler döneminde hep ön safta yer almış olması,

12 Eylül’ün sebeplerinden gösterilen MSP’nin Konya mitinginin tertip heyetinde olması ve

28 Şubat’ta 28 Şubat karşıtı bütün toplantılarda protestoları örgütleyen kişi olması.

Yâni kritik dönemeçlerde hep en önde olan; ama bir vesileyle geri planda kalmayı başarmış bir isim Dilipak. Bunlara ilâve olarak dikkate değer üç nokta daha var: (1) Dilipak’ın Perinçek gibi ideolojik spektrumun diğer ucundaki başka bir şâibeli kişilik olan Perinçek ile olan samimiyeti (2) Ergenekon dâvâsında sanık olan Emin Gürses’in, Dilipak’ın kendisine ‘Ergenekon ve istihbârata çalıştığını söylediği’ yönündeki iddiâsı (3) Kayseri’de yaptığı bir konuşmada Öcalan’ın MİT ajanı olduğunu îmâ ederek onu ‘’aileden biri’’ olarak tanımlaması.

Dilipak bugünlerde Cemaat karşıtı olan Erdoğan’ın AKP’li Havuz algı operatörleri ile aynı safta yer alıyor. Aynı yangına odun taşıyorlar birlikte. Her biri kendi kulvarında yörüngelerine soktukları insanların algılarını yönlendiriyorlar. Hattâ; AKP tabanının bugünlerde, Levent Gültekin’in de ifâde ettiği gibi, gittikçe hamâsî Akit çizgisine kaydırıldığını üzülerek izliyoruz.

Algı savaşları tüm hızıyla devam ediyor. Dilipak’ın yukarıda çizilen çerçeve dâhilinde, zaman zaman eleştiri yöneltse de, AKP lehine algılara devâm ettiğini görüyoruz.

Anket konusuna gelirsek…

Dilipak’ın son algı çalışması elinde patladı. Rusya, uçağının düşürülmesinin ardından dünya gündemine bomba gibi düşen açıklamalar yaptı. Putin, İŞİD petrollerinin Erdoğan ve yakınları tarafından Türkiye üzerinden satıldığını ve elinde deliller olduğunu iddiâ etti ve birtakım belgeler yayınlamaya başladı.

İşte bu gelişmeler olurken Dilipak, Twitter üzerinden bir anket yayınlayarak DAEŞ petrolünü Putin Rusyasının mı, Esed Suriyesinin mi yoksa Erdoğan Türkiye’sinin mi aldığını sordu. Ankete çok kısa bir süre içinde 15.000’in üzerinde katılım oldu ve yüzde 78 oranında Erdoğan Türkiyesi seçeneği seçildi. Bunun üzerine Dilipak, sonuçların gerçeği yansıtmadığını, sosyal medya da anketin manipüle edildiğini, o kadar kısa sürede o sayıda katılımın olamayacağını iddiâ etti.

Kendisine istatistiksel olarak bunun mümkün olabileceğini yazdım. Zîrâ kendisinin 486 bin takipçisi var. Ayrıca anket 1200 den fazla kişi tarafından da paylaşılarak dağıtılmış. Bu da anketin bir iki saat gibi kısa bir zaman içerisinde milyonlarca kişiye ulaştığını gösterir. O kadar insan arasından, Dilipak gibi önemli bir kişinin koyduğu ilgi çekici bir ankete 17 bin civarında katılım olması son derece normal. Yâni insanımız gerçekten de petrolün Türkiye’ye taşındığını düşünüyor olabilir. Oysa Dilipak, ‘’anket başkaları tarafından kullanıldığı ele geçirildiği için kaldırıyorum. Ruslar ve Esed’in adamları iyi çalıştı’’ diyerek anketi kaldırdı. Teknik olarak Twitter’daki anketin ‘’ele geçirilmesi’’ mümkün olmadığı ve Türkçe bilmeyen Putin ve Esed ekiplerinin o kadar kısa süre içerisinde organize olamayacağı açık olduğu halde Türk milletinin bir Twitter anketine yansıyan irâdesi inkâr edilmiş oldu. Çünkü bu sonuç arzu edilen algı çalışmasına hizmet etmiyordu. Kendisine yazdığım açıklama çok rahatsız etmiş olmalı ve başkalarının görmesini arzu etmemiş olmalı ki, Dilipak beni blokladığı gibi ardından anketi de iptâl etmiş.

Normalde kişiler hakkında yazmam. Daha önce de; yazdıklarına karşı hakâret içermeyen entelektüel düzeyde fikir beyan ettiğim için bâzı Havuz yazarları tartışmak yerine direk olarak bloklamayı tercih etmişlerdi. Cevap yazmamak hakları olsa da kendilerine küfür ve hakâret etmeyip sadece fikir sunan birilerine karşı hemen bloklama yoluna gitmelerinin tek açıklaması olabilir: Mesajlarının altında kendilerini çok zor durumda bırakan ve sonradan ‘’caps’’ olarak diğer insaların kullandıkları karşıt görüşlere tahammül edemiyorlar.

İnsanlarla artık tartışamayacağımız, fikir beyan edemeyeceğimiz noktalara gelmiş olmamız beni endişelendiriyor. İçinden geçtiğimiz bu önemli ve dumanlı süreçte yapmaya çalıştığım toplumsal analizler kapsamında bir önemi olduğunu düşündüğüm için bu yazıyı yazdım. Kritik bir kişiliğe sahip olan Dilipak’ı ve onun gibilerin toplumun önemli bir kesiminde temsil ve îfâ ettikleri konumlarını, vazifelerini ve etkilerini; ayrıca yaşanan algı savaşlarını takîb etmeye devam edeceğiz!

İlave: Faruk Arslan Twitter hesabında yazdı:

Dilipak Kanada'da yaptığı konuşmalarda 'Yeni Osmanlı'yı kuruyoruz, Selefiler AKP ve Erdoğan'a çalışıyor, Saray'da odaları hazır' dedi.

Doğu Perinçek'in gadim Gladyocu dostu Gladyo'nun kullanışlı elemanı A. Dilipak, AKP'lilere 'Hilafeti kuruyoruz, Erdoğan Mehdimiz' diyor.

Dilipak'ın konuşmalarına vakıf olan AKP'liler bu nedenle yaptığı ankette Erdoğan ve ailesinin IŞİD ile petrol ticaretini kanıksamadı.



AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (5)

Bu yazı 24 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



‘AK Parti ve Ergenekon Neden Yargılanmalı?’ başlığı altında dört yazılık bir seri ile konuya çerçeve çizmeye çalışmıştık. Ana hatları ile özetleyerek daha genel bir perspektiften devâm edelim.

İttihatçı gelenekten gelen Ergenekon yapılanması ve İslâmcı gelenekten gelen ama sonradan son derece materyalist, oportunist (fırsatçı) ve pragmatik davranan ve bir çıkar sağlama aygıtına dönüşen AK Parti oluşumunun ortak bazı özellikleri var:

(1) Kendi siyâsî ajandası ve çıkarları uğruna ülkeyi bir hırsın, mâceranın ve hukuk dışı uygulamaların cenderesine sokmakta beis görmeme,

(2) bunun temîni adına gerekli olan devletçilik anlayışını ikâme ve idâme etme,

(3) bu uğurda gerekli polemikleri üretme, her türlü propaganda araçlarını ve manipülâsyon tekniklerini etkin bir şekilde kullanma,

(4) bu araçları baskı ve zulüm aracına dönüştürürken hukukun sınırlarını, üretilen ‘’gereklilikler’’ üzerinden zorlama ve onu kontrol etme,

(5) ‘kaos ile dizayn’ gerçekleştirmek amacıyla önce bir istikrâr boşluğu oluşturup ardından ‘istikrâr’ tesis ederek ‘vazgeçilmezlik’ elde etme ve bunu yeni siyâsal dizayn yolunda yapılacak hukuk ihlâllerinin gerekliliğine bir iknâ aracı olarak kullanma,

(6) sürekli düşman üreterek, bölerek, ayrıştırarak, ötekileyerek yönetme.

Bu bağlamda, her iki oluşum da, uygulamalarında bazı yöntem ve ton farlılıkları olsa da, toplumu kamplara ayırdı ve onları gerek korkutarak gerekse de birbirleri ile çarpıştırarak temsil ettiği devlet gücünü ‘otoriter koruyucu’ ve ‘istikrârın sağlayıcısı’ olarak ikâme etti.

Ergenekoncu gladyotik zihniyet, toplumu Kürt, Türk, lâik, dinci, Alevî, Sünnî, sağcı, solcu vb. kimlikler üzerinden birbiri ile çatışan fraksiyonlara böldü. Devleti illegal işlerin ve fâili meçhul cinayetlerin içine sokarken bile herşeyi ‘’devletin bekâsı!’’ için yaptı. Dış ve iç düşmanlar üretti. Atatürkçülük, Kemalizm, sonrasında da Ulusalcılık anlayışları altında siyâsî ve toplumsal mühendislikler yaptı.

AK Parti de zamanla bir çıkar örgütüne dönüştü ve yolsuzluklara bulaştı. Bunların örtülmesi adına da Ergenekonla kenetlenerek devletçi bir zihniyete büründü. Ona yeşil bir entari hediye ederek gönüllü Truva atı olmayı kabul etti. İnananlarını ise güya ‘şeriatı sağlamak’ maksadıyla; kayıt dışı maddi güç elde etmenin ve illegal faâliyetlerin gerekliliğine inandırdı. Artık herşey ‘dâvâ’nın, ‘hilâfete’ gidecek yolun güç taşlarını döşemek uğruna yapılıyordu! Buna itirâz eden her ses; ‘tek lider’ Erdoğan’a karşı darbeye teşebbüs eden bir hâin, ajan, dış güç piyonu îlân edildi. Bu uğurda Müslüman gruplar arasına bile nifak sokmaktan çekinilmediği gibi toplum iyice kamplara ayrıştırıldı. Adâlet sistemi Erdoğan’ın ve Saray’ın irâdesinin tutsağı edildi. Basın susturuldu ve özel kurumların mallarına tıpkı eskinin Varlık Vergileri gibi hukuksuzca el konulmaya başlandı.

Tüm bu uygulamalar Ali Ünal’ın iddiâ ettiği gibi devlet trenini rayından çıkardı. Kayıt dışı Arap sermayesi ile ayakta tutulmaya çalışılan ekonomi balonu patladığında; adâlet ve eğitim sistemleri dumura uğratılmış, yasama-yürütme-yargı dengesi hercümerç edilmiş ve bir sürü suça bulaştırılmış devlet aygıtı iflâs edecek. O dibe vurma anı yaşandığında birbirine düşman hale getirilmiş, câhil bırakılmış, vicdânen ve ahlâken çökmüş ve özgüvenini yitirmiş toplum fertlerinin birlikte o hasarı onarma kaabiliyetlerinin de köreltilmiş olduğu anlaşılacak. AKP’nin sahneden çökerek çekilmesi ile Ergenekon, devlet yularını bir darbe veya ‘gerekli koşul’ ile tekrar ele geçirip ülkeyi daha karanlık bir noktaya getirmezse bile; burada resmini çizdiğim şartlar, altından kalkılması çok güç bir kaos ve istikrârsızlık ortamı oluşturacak.

Bu bir ülkenin başına gelebilecek en kötü belâlardan birisi ve bir dibe vurma durumudur. Bu tarz dibe vurmalar her toplumun başına gelebilir. Bir lütfu ilahi tecellisi olarak o topluma yeni bir şans verilebilir. Sebepler bazında ise o toplumda birtakım dinamik ve kaabiliyetlerin tohumlarının olması gerekir. Bunun sağlanabilmesi içinse o toplumda; yozlaşmış, rüşvetçi, rantçı, spekülator, hırsız, zâlim, ahlaksız idarecilere ve zümrelere karşı direnen bazı fertlerin olması ve zamanı gelince de onlardan hesap sorma yetenek, niyet ve dirâyetini sergilemeleri gerekir.

Batı, siyâsî, ekonomik ve ahlâkî bir dibe vurmanın ardından üzerindeki Ortaçağ zulmüne baş kaldırmış ve Rönesans’ın ışığını yakabilmiştir. Daha sonra ise 1. ve 2. Dünya savaşları ile dibe vurmuş ve faşist idârelere direnerek ve onları tarihten silerek bir arada yaşama zeminini tesis edebilmiştir. Amerika, kölelik gibi bir zulme bulaşmış ancak hatalardan ders alabilme yeteneği sâyesinde bir iç savaş ile dibe vurduktan sonra birlikte yaşamayı bilen bir süper güç haline gelebilmiştir.

Bizler şimdilik o noktada olamadığımız için hâlâ İttihatçı macerâcıların gemisinde kürek çekerek hayatımızı sürdürüyoruz. Ermeni tehcîrinde yapılan yanlışları bugünkü nesiller olarak savunmakta ve başkalarının tezlerine karşı bir antitez geliştirmekte zorlanıyor, sadece onların tezlerine küfrediyoruz. Varlık vergisi gibi bir zâlimlik ve hırsızlığı yargılamadığımız için o kiri üzerimizden atamıyor, bugün AKP ile aynı suçu tekrar işliyoruz. Ergenekonvârî örgütlerin ardında bıraktığı binlerce fâili meçhulü, kendi halkımıza yapılan zulümleri ve asit kuyularında kaybolan hayatları yargılamadığımız sürece onların kiri de gelecekteki nesillerin üzerine yapışacak. AK Parti’nin tüm yolsuzlukları, halkı kamplaştırıp bölmesi, oy uğruna Müslümanlar arasına soktuğu büyük fitne, komşu ülkelerle yıkılan ilişkiler, silah kaçakçılıkları, İŞİD ve benzeri terör gruplarına verilen destek gibi bir çok suçun da hesabı sorulamadığı takdirde bizleri yakın gelecekte çok büyük sorunlar bekliyor olacak. Rayından çıkan bir devlet sistemi ile de bunun altından kalkılması adetâ imkansız olacak.

İşte tüm bu nedenlerden ötürü hem AK Parti hem de Ergenekon türü yapılardan kanunlar çerçevesinde çok ciddî hesaplar sorulmalı ve sorumlular cezalandırılmalıdır. Aksi takdirde son üç asırdır içinde bulunduğumuz kısır döngüden çıkamayacağımız gibi, bu sefer, AK Parti ile yaşayacağımız dibe vuruşun hasarını telâfi edemeyecek ve milletçe hak ettiğimiz yeni geleceği inşâ edemeyeceğiz.

Muâsır medeniyetler seviyesine erişebilmek için haksızlık ve adâletsizliğe direnen ve hesap sorabilen bir toplum olmamız şart.

20 Kasım 2015 Cuma

TÜRK TOPLUMU KAYNAŞIR MI?

Bu yazı 16 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.

Yazının başlığını okuduğunuzda hangi duygu ve düşünceler geçiyor içinizden? Kimbilir, kimimiz; ‘’bizim millet adam olmaz’’ diyordur, kimimiz de ‘’bu, hayatta mümkün değil’’ diyerek ümitsizliğe salıyordur kendini.

Zihinlerinizde hangi şarkıların melodileri çalmaya başlıyor bu başlığı okuyunca? Olur mu öyle şey demeyin! Hisli gönüller için; okunan cümleler, işitilen ifâdeler zihin kemanının titreşen telleri gibidir adetâ. Eline duygu mızrabını alır insan ve önündeki hayal defterinden notalar çalmaya başlar.

Bizim insanımız kaynaşır mı, bir arada yaşamayı öğrenir mi diye sorulunca siz hangi nağmeleri dinlemeye başlıyorsunuz gönül dünyanızda? Mahsun Kırmızıgül’den ‘’Kardeşlik’’ türküsü mü, yoksa Orhan Gencebay’dan ‘’Batsın Bu Dünya’’ mısrâları mı dökülüyor dudaklarınızdan. Yoksa Erkin Koray’dan ‘’Böyle Gelmiş Böyle Gidecek Korkarım Vallah’’ nağmeleri mi çalınıyor kulağınıza. Ya da biraz ümide kapılıp Müslüm Gürses gibi ‘’O Gün Gelecek Mi?’’ mi diyorsunuz?

Yoksa zâten hep böyle günlerin özlemi ile yanıp tutuşan bir insansınız da Mozart’ın 34 üncü senfonisi benliğinizin tüm noktalarında yankılanırken siz o muhteşem gelecek inşâsının taşlarını döşerken mi buluyorsunuz kendinizi, tıpkı bir sinema perdesinde izler gibi?

Ben öyle günlerin geleceğine inanıyorum. Daha önceki toplum analizlerimizde yazdığımız gibi doğru ideâllerle yanlış temeller üzerine binâ edilen Cumhuriyetimiz, yanlış uygulamalarla suiistimal edile edile bugünlere gelindi. Gizli bir gladyotik el tarafından halkın ideâlleri her fırsatta törpülenip duyguları istismar edilerek geleceği çalındı; hayalleri köreltildi. Kendine güven duygusu yerle bir edildi. Bir araya gelip birlikte gelecek hulyâları kurmasın diye câhil bırakılıp kamplaştırılarak birbirine düşman edildi. Sürekli sahte düşmanlar ile korkutulup özgüveni tarumar edildi. Böylece halk kendi öz vatanında; zihinlere ve kaabiliyetlere vurulmuş prangalarla yaşamaya mahkûm edildi. Necip Fazıl’ın ‘’Öz vatanında garipsin, öz vatanında parya!’’ diyerek ifâde ettiği durum işte tam da buydu.

Toplum ahlâken çöktü.. Kimseye güveni kalmadı… Hayâl kuramaz oldu… Sistemsizlik, nemelâzımcılık, tembellik şiârı oldu. Güce tapan, kendini hep bir güce yaslanarak tanımlayan, haksızlıkları kanıksayan, başkalarını ötekileştiren, ihtirâslarının, hırslarının, önüne konan sahte hayâllerin tutsağı olan bir toplum olduk. Son seçim büyük oranda, ‘istikrar’ beklentisi oluşturmak için öncesinde çıkarılan kaos sâyesinde olduğu kadar ‘hilâfet gelecek’ propagandası ile de kazanıldı.

AK Parti ile geldiğimiz noktada toplumun durumu çok daha vahim bir hâl aldı. Kamplaşma zirve yaptı. Toplumun hep temel taşlarından biri olmuş olan dinî gruplar arasına bile nifak sokuldu. Büyük kısmı sivil hüviyetini kaybedip devletleştirildi. Bîat etmeyenler ise hâin îlân edildi. Muhâlif her ses hemen susturuluyor. Gladyo, AKP eliyle devletin tüm kanallarına tekrar sızıyor. Eskiden ağır aksak işleyen adâlet sistemi felç edilerek, sâdece hükümetin istediği reflekslere tepki verir hâle getirildi. Eğitim sistemi hercümerç oldu.

Bununla da kalmayacak! Ali Ünal’ın yıllar öncesinden tesbit ettiği gibi devlet trenini raydan çıkaracaklar. Arap parası ile ayakta duran balon ekonomisinin patlaması yakın. Yâni sadece ahlâken, vicdânen ve sistemsizlikle değil; ekonomik olarak da topyekün bir dibe vurma yaşanacak.

İşte çoklarının şimdi göremediği bu çöküş; zamanı geldiğinde iliklere kadar hissedilecek. Nasıl karanlığın son noktasına ulaşmadan ışık, sancı zirve yapmadan doğum, tohum çatlamadan başak, dert olmadan çâre ortaya çıkmazsa; öyle bir dibe vurmuşluğun insanımızın aklını başına getireceğini ve zincirlerini kırma azmini işte o zaman ortaya çıkaracağını düşünüyor ve öyle inanıyorum.

Tıpkı atom ve hidrojen bombalarında gerçekleşen nükleer reaksiyonlarda olduğu gibi…

Atom bombasından çok daha fazla enerji üreten Hidrojen bombası patlaması (füzyon) lâzım toplumumuza. Atom bombası Uranyum çekirdeklerini parçalayarak enerji açığa çıkarır. Toplumun yapı taşı olan grupların parçalanması gibidir bu; sadece parçalar ve açığa çıkan enerji (öfke patlaması) toplumda yıkıma neden olur. Hidrojen bombası ise öyle değildir. Füzyon yâni çekirdek birleşmesi esasına dayanır. Atom bombası patladığında etrafında hidrojen içeren bir madde vardır. Atom bombasının aslında yıkıcı gibi görünen enerjisi o çekirdekleri bir araya getirir ve yapıştırır. O kenetlenme neticesinde, tıpkı güneşte olduğu gibi, çok daha büyük bir enerji çıkar açığa.

İşte yıkımın ardından gelen böyle bir enerjinin insanımıza müthiş bir ivme kazandıracağını düşünüyorum. Umarım tâlihsizlik olarak gördüğümüz ve Erdoğan, AKP ve Gladyo işbirliği ile geldiğimiz bu tehlikeli parçalanmışlık durumu gladyotik ahtapotun beklentisinin aksine gelişir. Patlatmaya çalıştıkları ve toplumu bölme amaçlı bomba, tıpkı füzyon reaksiyonlarında olduğu gibi aksi bir netice doğurur ve bu sefer toplumun değişik kesimlerini temsil eden küçük hidrojen çekirdeklerini kaynaştırır ve daha güçlü toplumsal bir enerjinin oluşmasını sağlar. Böylece birlikte yaşamayı öğrenen, birbirine kenetlenen yeni bir toplum çekirdeği oluşur. Farklı ideolojik özelliklerdeki yüklü hidrojen çekirdekleri (fertler) birlikte, nötr (demokratik, ötekilemeyen, medenî) Helyum atomları meydana getirirler. Güneşteki füzyon reaksiyonları neticesi oluşan ‘nur’ gibi bir aydınlık (aydınlanma) doğar toplumun üzerine; yapay ‘ampül’ ışıklarına ihtiyaç kalmaz!

Unutmayın! Bazı büyük yangınlar bomba patlaması ile söndürülürler. Şer gibi görünen bombanın etkisiyle ateş etrafındaki oksijen ve ateş ötelenir ve böylece ateş artık yanamaz hâle gelir. Bediüzzaman’ın ‘milletin îmanını ateş içinde yanarken’ tasvir etmesi gibi ülkemiz insanı da işte öyle bir yangınla sarılmış durumda ve basîretini perdeleyen siyâsî-İslâmcı münâfıklık dumanı yüzünden baygın vaziyettedir.

Âyette de meâlen ifâde edildiği gibi; şer gibi görünen şeylerden hayır doğabilir. İlâhî kudret buna kadirdir ve gerektiğinde zâlimlerin yâni Gladyoların, Süfyanların, Yezidlerin, Firavunların ve Tiranların elleriyle de toplumları terbiye edip, zihinlere birliktelik isteği aşılayabilir ve gönüllere gerekli sevginin mayasını çalabilir. Her Peygamberin vazifelerinden olan yeni bir toplum inşâsı görevi, Firavunların zulümlerinin zirve noktadaki kopmalarından sonra başak vermeye başlamıştır hep.

Son cümlede; Allah’ın bu millet üzerinde vâdedilen lutfü gerçekleşecekse eğer, bu böyle bir sürecin yaşanmasına bağlıdır. Henüz o kıvama gelmedik. Her seçim öncesi ‘şimdi yıkılacaklar’ diye bekleyen; olmayınca da inkisâra kapılan dostlarıma hep ‘acele etmeyin, bekleyin! Toplum henüz kıvama gelmedi’ diyordum. Beklemeye devam ediniz. Kasırganın en güçlü noktası olan orta noktasına girmek üzeresiniz! Bir süre daha sarsılacak, ıslanacak ve korkacaksınız! Geminiz su da alacak. Alabora tehlikesi atlatacak, yüksek dalgaların arasında bir pamuk gibi savrulacaksınız. Sonrası ise nurlu bir ışık olacak! Ben size fırtınanın ötesindeki ışıktan yazıyorum.

Sabır, tevekkül ve dua ile!


14 Kasım 2015 Cumartesi

BÜYÜK DİKTATÖR CHARLIE CHAPLIN

Bu yazı 8 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.

Çocukluk ve gençlik yıllarımın Türkiye’sini zihnimde canlandırdığımda hatırıma Barış Manço, Zeki Müren, Metin Akpınar, Zeki Alasya, Kemal Sunal, Adile Naşit, Münir Özkul, Cüneyt Arkın, Orhan Gencebay, Emel Sayın ve onlar kadar değerli başka birçok sanatçının görüntüleri geliyor. Kimisi kişiliğiyle, kimisi güzel sesi ve ustalığıyla, kimisi kendine has üslubuyla, kimisi de benim yaşadığım halk hayatını en mâhir şekilde ekrana yansıtmaları yönüyle hayatımda izler bıraktılar.

Yabancı bir sanatçı olsa da, Charlie Chaplin de sanki hep içimizden biri gibiydi. Diğerleri gibi onu da anne babalarımızın çocukluk dönemlerinden tevârüs etmiştik. Onun siyah beyaz, sessiz ekranda şimdiki birçok oyuncunun en üsturuplu ifâdeler, gelişmiş teknolojik imkânlar, ses ve ışık teknikleri ile bile beceremedikleri bir ustalıkla hayata dâir öğeleri nasıl zihinlerimize kazıdığını; bizleri ekrana kilitleyerek dakikalarca gülümsettiğini; gerektiğinde nasıl dersler verdiğini hiç unutamıyorum. Fakir bir aileden gelen bu başarılı ve özgün sanatçı da çocukluğuma âit önemli bir hayat öğretmeni olmuştur benim için.

Charli Chaplin’in sessiz sinemadaki yeteneği, kendisinin yönetip başrolünü, ilk kez sesli olarak, oynadığı 1940 yılı yapımı ‘Büyük Diktatör’ filminde de kendisini göstermektedir. Filmde Chaplin Tomania (Almanya) ülkesinde fakir bir berberdir ve dönemin faşist diktatörü Adenoid Hynkel’e (Hitler) çok benzemektedir. Bu rolüyle Hitler’i ve onun temsil ettiği faşizmi ağır bir şekilde, politik komedi tarzında, eleştirmektedir. Avusturya’nın işgâli üzerine diktatör, askerlere bir konuşma yapacaktır ancak Tomania askerleri bir karışıklık neticesinde gerçek diktatör Hynkel’i tutuklayıp benzeri olan Berber’i (Chaplin) farkında olmadan kürsüye getirirler. İşte filmin bu son dört dakikasında Chaplin sesli sinemada da çok büyük bir oyuncu olduğunu, müthiş hitâbeti ve taklit yeteneği ile tarihi bir konuşma yaparak zihinlerimize kazır.

Günümüze ışık tutması açısından şimdi bu konuşmanın ilgili kısımlarını sizlerle paylaşmak isterim:

Hepimiz birbirimize yardım etmek istiyoruz. İnsanların yapısı böyledir.
Biz birbirimizin mutluluğu için yaşamayı isteriz, kötülüğü için değil.
Birbirimizden nefret etmek ve hor görmek istemeyiz.
Bu dünyada herkese yetecek yer var ve toprak hepimizin ihtiyâcını karşılayacak kadar bereketlidir.
Yaşam biçimimiz özgürce ve güzel olabilir; ama biz doğru yoldan çıktık.
Aç gözlülük (iktidar hırsı) insanların ruhunu zehirledi, dünyayı bir nefretle kuşattı.
Hepimizi kaz adımlarıyla (ordunun yürüyüş şekline atfen) sefaletin ve kanın içine sürükledi.
Hızımızı arttırdık; ama bunun içine hapsolduk (tutsağı olduk).
Bolluk getiren makineleşme bizi yoksul kıldı.
Edindiğimiz bilgiler bizi alaycı yaptı; zekâmızı ise katı ve acımasız…
Çok fazla düşünüyoruz; ama çok az hissediyoruz.
Makineleşmeden çok insanlığa muhtâcız.
Zekâdan çok iyilik ve anlayışa muhtâcız.
Bu değerler olmadan hayat çok korkunç olur, herşeyimizi yitiririz.
Uçaklar ve radyo bizleri birbirimize yaklaştırdı.
Bu buluşların varoluş nedeni, doğaları gereği, insanın içindeki iyiliği ortaya çıkarmak, evrensel kardeşliği oluşturmak ve hepimizin birleşmesini sağlamaktır.

Beni işitenlere şunu duyurmak istiyorum:
Umutsuzluğa kapılmayın!
Üstünüze çöken belâ, vahşi bir hırsın, insanlığın gelişmesinden korkanların duyduğu acının bir sonucudur.
İnsandaki bu nefret duygusu geçecek ve diktatörler ölecektir!
ve halktan aldıkları güç, yine halkın eline geçecektir.
Son insan ölene kadar özgürlük aslâ yok olmayacaktır!

Kendinizi bu vahşilere teslim etmeyin!
Sizleri hakîr gören ve esir eden, hayatlarınızı yönetmeye çalışan, ne yapmanız, ne düşünmeniz, ne hissetmeniz gerektiğini size emredenlere;
Sizleri bir hayvan terbiye eder gibi şartlandırıp topun ağzına sürenlere boyun eğmeyin.
Bu doğa dışı adamlara boyun eğmeyin, makine kafalı, makine kalpli bu adamlara…
Sizler makine değilsiniz! İnsansınız!
Kalbiniz insanlık sevgisiyle dolup taşmaktadır.
Nefret etmeyin!
Yalnızca sevilmeyenler nefret eder; sevilmeyenler ve doğaya aykırı olanlar…
Kölelik uğruna savaşmayın. Özgürlük için savaşın!
Bu hayatı güzel ve özgür kılacak güce sizler sahipsiniz.
Bu hayatı olağanüstü bir mâceraya çevirecek olan yine sizlersiniz.
Öyleyse, demokrasi adına haydi bu gücümüzü kullanalım. Haydi birleşelim!
Yeni bir dünya için savaşalım; insanca bir dünya için.
Herkese çalışma şansı verecek, gençlere gelecek, yaşlılara güvenlik sağlayacak bir dünya için savaşalım.
Zâlimler de böyle sözler vererek iktidara geldiler. Ama yalan söylediler!
Sözlerini tutmuyorlar. Hiçbir zaman da tutmayacaklar.
Diktatörler kendilerini özgürleştirirler; ama halkı esârete mahkûm ederler…

Sanırım bu konuşmadan gerekli ders alınmıştır. Günümüzde de meselâ; Önder Aytaç’ın mecâzî ‘’Bolivya’’sı gibi bir ülkede, diktatörlük, hilâfet vb. yönetim tarzı meraklısı diktatörler, Yezidler çıkabilir. Önceleri; özgürlük, eşitlik, adâlet, kalkınma, sivil anayasa, istikrar diyebilir; bugün neysek yarın da öyle fakir olacağız sözleriyle gönlünüzü çalabilir; ancak yüzüp kıyıya vardıklarında da, o; gönüllerinde hep saklı tuttukları hırslarının, kinlerinin, güç zehirlenmesinin, Muhâberatçı yönetim heveslerinin tutsağı olabilirler ve bu uğurda yılanların, çıyanların, bilmem hangi gladyotik yapıların kucağına kendilerini bırakabilirler. Sonra da açığa çıkan, artık çuvala sığmayan yolsuzluklarını örtmek adına ülkeyi kaosa ve kara günlere sürükleyebilir, güzel hitâbetleriyle, bir sürü gibi, önüne kattıkları saf halk tabakalarını birbirine düşman kılarak, ülkede kardeşliği, birlik ve beraberliği dinamitleyebilir; mâsum insanları düşman îlân ederek, onların mallarına bile çökme hevesine kapılabilirler. Sonra, Yezid’in Kufe Valisi İbn Ziyâd gibi; ‘onlara su bile yok’ diyebilir ve içine battıkları güç sarhoşluğu ve küstahlıkla sağa sola saldırıp, tehditler savurabilirler ta ki Allah’ın onlara verdiği mühlet dolana kadar…

Siz siz olun, dikkatli olun! Hani olur ya! ‘Büyük Diktatörler’ hiç eksik olmaz! Tarih, diktatörler çöplüğü ne de olsa!


Not: Konuşmanın tercümesi youtube’da bulunan altyazılı bir film videosundan alınmış olmakla birlikte vurgular, eklemeler, imla kuralları bana ait olup, tercümenin doğruluğu tarafımdan kontrol edilmiştir. 

6 Kasım 2015 Cuma

AK PARTİ SAMİMİ Mİ?

Bu yazı 5 Kasım 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Bir süredir AKP-Cemaat-Ergenekon bağlamında toplumsal analizler yapıyoruz. AKP’nin 14 yıl sonunda toplumu getirdiği nokta eskisinden daha kötü. Cemaat başta olmak üzere toplumun diğer kesimleri AKP liderliğine güvenmiş ve sivil anayasa yapılması ve toplumsal birliğin sağlanması yönünde AKP’ye destek vermişlerdi.

AKP özellikle son üç yılda hakkındaki yolsuzluk iddialarını savuşturma adına toplumun diğer kesimleri üzerinde duygusal, zihinsel ve fiziksel tâciz yöntemleri uyguladı. Diğer yandan da kendi tabanı üzerinde daha farklı tonda zihinsel ve duygusal manipülâsyonlar yaptı. Tüm bunların neticesinde toplum kamplaştırıldı. Aileler arasına bile nifak sokulduğundan daha önce bahsetmiştik. Toplum olarak adetâ cinnet geçiriyoruz.

Bir Kasım seçim sonuçları arefesinde Başbakan Davutoğlu’nun “Türkiye’yi her türlü kutuplaşmadan, gerilimden çıkaracağız” ve “Herkesin hukuku güvence altındadır. 78 milyonun hukuku mutlak sûrette korunacaktır. Husûmet, nefret dili kaybedecek” demiş olması artık pek birşey ifâde etmiyor. Âyînesi iştir kişinin; lâfa bakılmaz derler. AKP’nin seçim öncesi ve sonrası amelleri ise ortada. Tüm hukuksuzluklara aynen devam ediliyor. Kamuoyuna ve tabanlarına ‘’istikrar’’ nutukları atıp ardından ‘ama’lı cümleler kurarak yollarına devam edecekler.

Daha önce de yazdım! AKP artık demokrasi rayından çıkmış, Gladyo’nun rotasına girmiş, hedefi şaşmış bir partidir. Rolünü, tükendiği güne kadar da oynamak zorunda. O rolün dışına çıkması imkânsız. Günü geldiğinde de yine aynı gladyotik yapılar tarafından ipi çekilecektir.

Hiç adil olmayan bir süreç ile bu seçime gelindi. Yaklaşık beş ay önce halkımız yine sandığa gitmiş ve AKP’ye yüzde 39 oy ile ancak koalisyon şansı vermişti. Erdoğan’ın girişimleri ve muhâlefetin beceriksizliği sâyesinde koalisyon gerçekleşmedi. Erdoğan’ın irâdesi millet irâdesinin önüne geçti ve kamuoyu oyalanarak, ‘’milli irade’’ kılıfında servis edildi. Böylece ülke 1 Kasım seçimlerine zorlandı. AKP’nin başarılı bir şekilde yürüttüğü ’kaos-istikrar korkutuculuğu’ teknikleri, MHP’nin dolaylı destekleri, CHP’nin samimiyetsizlikleri ve beceriksizlikleri, HDP’nin PKK eliyle imajının zedelenmesi meyvelerini verdi ve AKP tek başına iktidar olmaya halkı mecbur bıraktı.

Zâten AKP’nin ‘’millet [koalisyon demekle] kaosu seçti’’ söylemlerinin hemen akabinde sürpriz bir şekilde hortlayan PKK terörü, taşeron örgütlerin; antidemokratik hükümetlerin kötü gün dostu olduğunu bir kez daha kanıtladı. IŞID tarafından gerçekleştirilen ve 100’ün üzerinde kişinin öldüğü patlamanın da halk arasındaki ‘’istikrar ve kaos’’ algısına zemin hazırladığını unutmamak gerekir.

Bunların hâricinde ülkedeki tüm medya kanalları, bir kaç alternatif dışında, hep AKP lehine çalıştı. Muhâlif sesler halka kendilerini anlatamadılar. Zâten beceriksiz, samimiyetsiz ve Ergenekon tarafından çevrelenmiş kadrolardan ben pek anlamlı bir muhâlefet beklemiyordum. Bahçeli’nin AKP’ye verdiği dolaylı desteği ve CHP içerisindeki dostlar alışverişte görsün izlenimi veren siyâsetçileri bu bağlamda okumak gerekiyor. Oy çalınma iddiâları karşısında bile parmak oynatmayan muhâlefet partilerinden söz ediyoruz.

Tüm bunlara ilâve olarak, seçime yaklaşırken AKP saldırılarına karşı kendisini savunan Cemaat medya organlarına, hukuksuz ve gayrı ahlâkî yöntemlerle kayyım atanarak el konulması kara bir leke olarak hala ortada duruyor. Seçimin hemen ardından, kayyım bir çok gazetecinin işine son verdi. İzmir’de casusluk operasyonları yapmış başarılı emniyetçilere operasyon yapıldı. Daha önce de, ajanlık faaliyeti yürütenlere, kaçak GDO’lu ürün satanlara, IŞID ve Ergenekonculara operasyonlar yapan emniyetçi, savcı ve hâkimlere karşı yapılan öç alma operasyonlarının da parçası olmuştu AKP.

İşte tüm bu yanlışlar ve AKP’nin hâlâ yargıdan kaçırdığı yolsuzluklar ortada dururken, Davutoğlu bu yönde hiç bir özür, özeleştiri beyân etmedi. Şimdiye kadar söylemlerinden farklı hareket ederek eylem aşamasında hep farklı davrandılar.

Seçimin hemen ardından Numan Kurtulmuş’un; ‘’devlette hâlâ binlerce paralel var bunlar temizlenecek’’ demesi ki, ‘’paralel’’ safsatası kanun önünde deliller ve yargılanmalar neticesinde onanmış bir suç değildir, bana Davutoğlu’nun balkon konuşması ile sadece Batı tribünlerine oynadığını gösteriyor.

İlâve olarak, gazateci Rasım Ozan’ın ve Cem Küçük’ün seçimin ardından vakit kaybetmeden Cemaat’in diğer medya organlarına da kayyım atanarak ele geçirileceğini açıklamaları ve bunu yaparken kullandıkları ‘’bu böyle biline…’’ şeklindeki fütursuz fermanvârî üslûbları yukarıda izhar ettiğim endişelerimde haklı olduğumu gösteriyor. Yâni anlayacağınız, Erdoğan’ın kendi ifâdesiyle tanımladığı ‘’cadı avı’’ devam edecek.

Seçim ertesi Nokta dergisi basılıp yöneticileri tutuklandı. El koyma işleminin Cemaatle sınırlı kalmayıp diğer medya organlarına da sıçrayacağı bizzat Cem Küçük tarafından îlân edildi. Aydın Doğan’a hitap ederek, isim verdiği gazetecileri kovmazsa kendisine merhamet edilmeyeceğini ve onun gazetelerini de yöneteceklerini söyleyerek küstahlaştı. AKP tabanına ‘bunlar düşmanca hareket eden hâinler’, ‘hadleri bildirilecek’ söylemleri hep yapılıyordu. AKP tabanının alternatif seslerin susturulması karşısında hukuksal zemin sorgulamayacağını zaten iyi biliyorlar.

Emre Uslu’nun çıkarımlarına katılıyorum. ‘’Önümüzdeki yıl sadece muhâlifler için değil AKP’liler ve tüm Türkiye için rahat bir yıl olmayacak. İstikrar ve rahat bekleyenler boşuna beklemesin, AKP bunu sağlamayacak. Sağlayamaz…’’

Sağlayamaz; çünkü AKP artık istese de eski fabrika ayarlarına geri dönemez. Bunu balkon konuşmaları ile örtemezler. AKP artık gladyotik yapıların Türkiye için çizdiği yeni rotanın, Batı’nın mülteci sorunundaki hamallık rolünün, İran-Rusya-Çin hattı ile Batı-İsrail-Arap sermayesi arasındaki çekişmenin Orta Doğu planlarına yansıması ölçüsünde bir ömre ve öneme sahiptir ancak.

2 Kasım 2015 Pazartesi

TOPLUMSAL ÇÖKÜŞ YAŞIYORUZ!

Bu yazı 30 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Her toplum değişik renk, ırk, dil ve kültür kalıpları içerisinde doğup gelişir. Hucurat suresinde insanların bir erkek ile bir dişiden yaratıldığı ifâde edildikten sonra ardından birbirleriyle tanışmaları için ırklara ve boylara ayrıldıklarına işâret edilir. Fakat; Allah karşısında üstünlüğün bu husûsıyetlerden değil de takvâ ile olacağı belirtilmiştir. Yâni Allah’ın insanlar üzerindeki hikmet tecellisi bu şekildedir. Rum suresinde de insanların dilleri ve renklerinin ayrı olması, göklerin ve yerin yaratılması ile birlikte anılır ve tüm bunların Allah’ın âyetlerinden olduğu belirtilir.  

İslâm’ın topluma verdiği değer Kur’an’da yansıyan şekliyle peygamber kıssaları üzerinden de ele alınır. Hattâ denilebilir ki, başta Hz. Adem ve Hz. Nuh olmak üzere tüm peygamberlerin ana vazifelerinden birisi de; ilâhî hükümlerden süzülen hakikatları kendine rehber olarak benimsemiş, onun çizdiği ideâller etrafında kaynaşmayı başarmış ve birlikte yaşama kabiliyeti sergileyen bir toplum inşâsıdır.

Hz. Muhammed bunun en güzel örneklerinden birisini sergilemiş ve Câhiliye âdetlerine hapsolmuş değişik din ve kavimlerden insanları ortak bir ideâl etrafında birleştirerek, Kur’an’dan süzülen yeni bir toplum anlayışı inşâ etmiştir. Yani bedevî bir topluma imparatorluklar kurabilecek kabiliyetler aşılamıştır.

Zâten dünya üzerinde imparatorluk veya büyük devlet olmayı başarabilmiş milletlerin en genel vasfı farklılıklara saygı gösterip birlikte bir ideâl etrafında hareket etmeyi becerebilmeleridir. İmparatorluklar kurup dünya tarihinde çok büyük roller oynayan Türk devletlerinin en temel özellikleri; farklı din, dil ve ırktan insanları böyle bir anlayışla birleştirip yönetebilme kabiliyetleridir. Bu tür önemli başarıların sadece ‘kılıç gücü’ ile açıklanması büyük oranda Oryantalist yaklaşımlardan beslenen birtakım aşağılık komplekslerdir.

Osmanlı’nın özellikle 16. ve 17. yüzyıllarda günümüzün kaynayan kazanları olan Balkanlar, Anadolu, Orta Asya, Kuzey Afrika ve Kafkaslar üzerinde tesis ettiği Osmanlı Barışı (Pax-Ottomana); hükmü altındaki insanların farklılıklarına karşı duyduğu saygı ve hoşgörü anlayışından ve farklılıkları yönetebilme becerisinden kaynaklanır. İslam’ın ilk dönemlerinde dünya üzerinde yayılmasında en büyük dinamik de yine toplumsal hoşgörünün ön planda tutulmuş olmasıdır. Hattâ bir dönem Müslümanların ilimde zirveye oturmayı başarmalarının kökeninde de hep bu kabiliyet ve refleks vardır.

Günümüzdeki Batı değerleri ve oluşturdukları insan eksenli bir arada yaşama kültürü, eksikliklerine rağmen, Müslüman toplumlarda yaşayan insanlar için bile hâlâ bir cazibe merkezi konumundadır. Daha önce belirttiğimiz gibi, Suriye ve diğer Müslüman ülkelerden kaçan veya göçenler zengin Müslüman ülkelerden ziyâde Batı toplumlarını tercih ediyorlar. Özellikle, bu konuda en başarılı ülkelerden olan ABD, Kanada ve Avustralya gibi ülkelerde farklılıkları tek bir potada eritme anlayışı ve demokrasi kültürü geliştiği için farklılıklar bir zenginlik olarak algılanıyor ve alt kimliklere kendilerini ifâde ve temsil imkanları sunuluyor.  Bu da toplumsal kaynaşmayı sağlıyor.

Oysa Türkiye ve diğer Müslüman ülkelerde durum tam tersi. Demokrasi anlayışının gelişmemiş olması, milliyetçilik, ırkçılık, kavimcilik, mezhepçilik, devletçilik, İslâmcılık, cehâlet; lükse, makama ve statüye düşkünlük gibi hastalıkların etkisiyle fertler ve gruplar birbirlerine düşman hâle getirilmiş durumdalar. Dini konular dahil bir çok toplumsal ve siyâsî konuda anlaşamıyoruz. Ortak hareket edebilme ve birlikte sorun çözebilme kabiliyetimiz olmadığı gibi böyle bir amacımız da yok. Harmoni içinde kaynaşıp yaşayan bir topluluk değil, adetâ hasbelkader bir araya gelmiş insanlar topluluğu gibi hareket ediyoruz. 

Birbirimize zulmediyor, duygusal tâcizlerde bulunuyoruz. Bizimle aynı düşünmüyor; hattâ bizim fanatiği olduğumuz politik partiye oy vermiyor diye din kardeşimizi bile çok rahatlıkla kâfir olmakla suçlayabiliyoruz. Bir sürü toplumsal hastalığa mübtelâ olmuş bir cinnet hâli içerisindeyiz. Sürekli olarak bir cehâlet, fakirlik, bölünmüşlük, ötekileştirme, yabancılaştırma ve bunları besleyen bir kin, nefret ve öfke girdabının içinde yaşıyoruz.

Türkiye özelinde, Cumhuriyet kurulalı beri benzer sıkıntılarla boğuşarak demokrasi yokuşunu tırmanmaya çalışıyoruz. Her denemede yine kendi insanımız ayağımızdan tutup bizi aşağıya çekiyor. Toplumu kaynaştırmaya çalışanlar düşman belleniyor. Gladyotik örgütlerin aşıladığı fitneler de bu yaraları hep canlı tutuyor.

AK Parti ve Erdoğan ile ülkenin geldiği nokta zâten içler acısı. AKP sayesinde Türk toplumuna ve husûsîyle de dindarlar arasına tarihinde hiç görülmemiş ölçüde düşmanlıklar ve nefretler aşılandı. AKP’nin 17-25 Aralık yolsuzlukları patlak verdikten sonra yargıdan kaçmak ve tabanını kandırmak adına halkın arasına ektiği nefret tohumlarının vahâmetini daha o zamanlarda görmüş olacak ki; Fethullah Gülen bir uyarıda bulunmuş ve şöyle demişti: ‘’Toplum çok kamplaştırıldı, birbirinden koparıldı. Günümüzde öyle ayrışmalar oldu ki eğer bir taraf bir yerde durmazsa… toplumda kâbil-i iltiyam olmayan yaralanmalara, parçalanmalara sebebiyet verilmiş olur. Arkadan gelen nesillere de kin ve nefret miras bırakılmış olur.’’

Fethullah Gülen’in bu konudaki uyarıları önemli. Çünkü öncülüğünü yaptığı Hizmet hareketinin en büyük amacı Gladyotik bölme-yönetme-nefret salma çarklarına çomak sokmak ve toplumu kaynaştırmaktır. Gülen’in eserlerinde hep ideâl olarak çizdiği ‘’Altın Nesil’’ projesi; ahlâken-vicdânen çökmüş fertleri eğitim ile aydınlatan ve sosyal ahlâkı tesis ederek insanları birlikte yeni bir toplum inşâ etme fikrine alıştırmaya çalışan bir projedir. Yukarıda resmedildiği gibi; zâten peygamberlerin de ana vazifesi hep ilâhî ahlâk yörüngeli bir toplum inşâsı olmuştur.

Peki, içinde bulunduğu tüm bu olumsuzluklara; AKP ve Erdoğan’ın sebep olduğu müthiş tahribata rağmen Türk toplumu kaynaşabilir mi?

Kısmetse bu konuyla devam edeceğiz…

30 Ekim 2015 Cuma

GLADYO ERDOĞAN’I SEVDİ Mİ?

Bu yazı 23 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Türk toplumu yıllardır Gladyotik bir örgütün psikolojik ve siyâsî manipülâsyonlarının etkisi altında ve mâruz bırakıldığı kin, nefret, ayrımcılık, ötekileştirme, hamâset ve cehâlet olarak özetlenebilecek ruhsal, ahlakî ve vicdanî bir çöküntünün de mağduru. Millet, bir tâlihsizlik girdabının içine hapsedilmiş durumda adetâ. Topluma çıkış yolu gösteren az sayıda kişi kendi pencerelerinden çözümler sunuyorlar ve birleştirici olamıyorlar. Birleştirme potansiyeli olanlar da bu sefer Gladyo’nun psikolojik harbinin mağduru olup ‘öcü’ îlân ediliyorlar. Toplumun eğitim düzeyini artırıp karşılıklı diyalog denemeleri ile de onları bir arada yaşama fikrine alıştırmaya çalışan Cemaat’ten nefret edilmesinin en büyük nedeni Cemaat’in bu gladyotik kısırdöngü çarkına çubuk sokmasıdır.

AKP’nin son 5 yılına damga vuran ve Erdoğan’ın kininden gücünü alan muazzam bir nefret, ötekileştirme ve düşman îlân etme çarkı mevcut. Erdoğan’ın kendi ifâdesiyle bir ‘’cadı avı’’ yürütülüyor. Toplum AKP partizanları (seven ifadesi artık tanımlamaya eksik kalıyor) ve nefret edenleri şeklinde ikiye bölünmüş durumda. Hep var olan grupsal bölünmelerin üzerine, Erdoğan sâyesinde; şimdi dini gruplar arasına bile, Cumhuriyet tarihinde görülmemiş şekilde, nefret tohumları saçılmış oldu.

Zâten 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmalarının unutturulması adına Ergenekon ve Balyoz dâvâlarından çark edilmiş ve deliller ile yargılanıp suçlu bulunan kişiler ‘’kumpas’’ yutturmacası ile serbest bırakılarak, gladyotik yapılara hayat öpücüğü verilmişti. Bir diğer hayat öpücüğü de polis ve savcıları etkisiz hale getirerek ve ‘’çözüm süreci’’ yalanlarıyla bu yapılara hizmet eden KCK ve PKK terör gruplarına verildi.

Bu bağlamda ‘Gladyo, Erdoğan’ı seviyor mu?’ sorusu önem kazanıyor. Erdoğan her ne kadar rejime ters görünen Milli Görüş tabanından gelse de bugünkü icraatları ile en çok Gladyo’nun amacına hizmet ediyor. CHP’nin bile mesâfeli durduğu Perinçek ile, ‘Cemaat’in bitirilmesi’ adına, ortak hareket edilmesi de bunun bir göstergesi.

Ali Bulaç ve Abdurrahman Dilipak’ın itirâfları ile AKP ve Erdoğan’ın bir proje olduğu dile getirilmişti. Erdoğan’ın bizzat kendisi BOP’un bir parçası olduğunu belirtmişti. Ancak Gladyo’nun Erdoğan ‘sevgisine’ bu parametrelerin dışında da cevap aramak gerekiyor.

Gladyo tipi yapılar asla âşık olmazlar; hattâ sevmezler bile; nankör, fırsatçı ve pragmatik yapılardır. Çıkarına ve amacına göre; o anki konjektür neyi gerektiriyorsa ona göre hareket ederler. Hep geleceğini planlarlar. Dişi kara dul örümceği gibidirler; çiftleştikten sonra erkeğini bile öldürür ve yerler. Bir süre kullandığı birisini kâr marjı düşerse ya da şartların değiştiğini görürse öldürebilir, ekalte edebilir ve suçu da rakibine yıkmaya çalışarak çifte kazanç elde etme yoluna gidebilir.

Erdoğan şu an için Gladyo’nun iştahla desteğini sunduğu bir lider. Bazı İsrailli çevreler bile Erdoğan faktörüne ‘hayranlığını’ gizlemiyorlar. Post-modern baskılarla önceki siyâsîlere ve sivil oluşumlara yaptırılamayan bir çok şeyin Erdoğan’ın ‘karizması’ ve ‘muhâfazakar’ kimliği kullanılarak yaptırılabildiği test edilmiş oldu. ABD çiftliklerinde ineklerin verimlerini sürekli takip eden uzmanlar, ineğin günlük verimi belli bir kâr marjının altına düşünce artık masrafına değmeyeceğine kanaat getirerek yeni bir ineğe yatırım yapmak için ineği keserler. Ölüsü de geçici bir kâr getirir hem; tırnağına kadar tasarruf edilir. Gladyo da böyle yapar. Kullandığı bir kişinin kâr marjı düşünce, şartlar da değişmişse hemen harekete geçilir.

AKP’nin sonu olabilecek bütün suç delilleri uzun bir süredir bu yapılarca arşivleniyordu. Cemaat ile aralarını bozmak için bile bu konu üzerinden korku argümanları kullandı Ergenekoncular. Fakat şimdilerde, Gladyo’nun önündeki en büyük engel olan Cemaat’in Erdoğan eliyle de bitirilemeyeceği anlaşılmaya başlandı. Dikkat ederseniz Cemaat kurumlarına aceleyle bir sürü operasyon yapılmaya çalışılıyor seçim öncesinde. Zâten AKP’nin yolsuzlukları artık çuvala sığmayacak bir düzeye geldi. Erdoğan’ın müsrifliğinin ve saldırgan üslûbunun artık işlevselliğini yitirip keskin sirke gibi küpüne zarar verdiği ve halk nezdindeki imajının da bozulmaya başladığı görüldü. Eğer Erdoğan’dan ümidi kesmeselerdi gerekirse onu Şam’a sokup Mehdi bile îlân ederlerdi.

Korku-drama tarzı Hollywood filmlerinde sürekli vücut değiştiren uzaylı veya kötü ruh temalı filmlerdeki kötü ruhlar gibidir Gladyo. Bence AKP ve Erdoğan’ın prizi Gladyo tarafından yakında çekilir. Kanaatimce Gladyo, gene yeşil kostümlü ama değişik; daha ‘soft’ bir vücut arayışında. Bu, bizzat bir darbe ardından olabileceği gibi, AKP ve Erdoğan aleyhine dâvâlar, medya organlarında âniden patlak veren ses kayıtları (tapeler) şeklinde de olabilir. Ardından bu yeni vücuda yol açılır. Yukarıda bahsettiğim klasik, gladyotik taktik gereği de tüm bu gelişmelerden Cemaat suçlanarak çifte kazanç elde edilmek istenebilir.

Bence Gladyo, Muhaberat tarzı yönetim heveslisi İslâmcı lider kullanarak bölme ve yönetme yöntemini çok sevdi. Kullanıma hazır ve manipülâsyonlara açık; korkak, çıkarcı, câhil, hamâsi ve münâfık karakterli bir ‘muhâfazakar’ kesimin olduğunu da gördü. Bundan sonra bu kanaldan ilerlemek isteyecektir. Ama bir farkla! Erdoğan gibi agresif ve müsrif bir liderle uzun soluklu gidilemeyeceğini ve Cemaat’in bitirilemeyeceğini gördüler. Bundan sonra ‘soft power’ (yumuşak güç) kullanmak isteyeceklerdir.

Basîret antenlerinizi açık tutup Erdoğan sonrasına hazır olun derim!

22 Ekim 2015 Perşembe

GLADYO’NUN ESİRİ TÜRK TOPLUMU

Bu yazı 16 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Gladyo çok geniş bir kavram. Onu gerçek boyutları ile görebilmek çok güç. Sekiz kollu bir ahtapot gibi sanki; hangi eliyle sizi sıkboğaz ettiğini görebilirsiniz ancak. Diğer kolları kimbilir başka nerelerde canlar yakıyor, sistemler kurup yıkıyordur da bilemezsiniz. Hattâ; bir koluyla boğazınızı sıkarkan diğer koluyla da sizin başınızı okşuyor olabilir. Sonra ustaca, sıkan kolunu gevşettiğinde siz, başınızı bir baba şefkatiyle okşayan diğer koluna âşık bile olabilir, onun koruyucu! vantuzlarına farketmeden yapışır ve o şekilde bir ömür geçirebilirsiniz. Hem bu gladyotik kolların her biri renk de değiştirebilirler. Sizi tokatlayan kol kızıl renk alırken, okşayan kol yeşil renk alabilir meselâ…

Ülkemizde de derin bir Gladyo’nun varlığını hepimiz biliriz. Derin devlet deriz ona; kırmızı kitaplı devlet. Kimine göre ‘baba’dır; kimine göre ise kökü dışarıda, NATO ve ABD güdümlü illegal bir oluşum. Hangi ideolojiden baktığınıza göre değişir onu nasıl tanımladığınız. Kimileri düşmandır ona başlangıçta; ama gücü tadınca, AKP örneğinde olduğu gibi, kölesi oluverir onun bir anda. Kimileri zâten hep âşıktır ona. Kimileri kızıl rengine, kimileri yeşil muhâfazakar tonlarına, kimileri de milliyetçi; gerektiğinde ulusalcı tonlarına vurulmuştur onun. Oysa bunların her biri ahtapotun farklı renklere bürünmüş, o rengin temsil ettiği ideolojiye kendini yakın hisseden insanları vantuzlarına yapıştırmış, ayaklarıdır.

Her partide adamı olan, her gruba sızıp onları kontrol etmeye çalışan, bir çok STK’yı, sendikayı, baroyu, gazeteyi, televizyonu himayesinde tutmaya çalışan; gazeteciler, iş adamları, hukukçular, bürokratlar, siyâsîler, askerler, polisler, din adamları devşiren bir yapı… Bunların kimini vatan-millet, kimini makam-mansıp, kimini ihâle-çıkar, kimini din-diyânet, kimini özerklik-devrim, kimini de gizli kaset vantuzları ile yakalar ve onlara istediklerini yaptırır.

Hep perde gerisindedir Gladyo’nun vücudu. Beyni zâten dışarıdadır. İnsanlar sahnede görünen aktörlerin peşine takılıp giderlerken; yine o aktörlere bir takım toplum mühendisi süflörlerin fısıldadıkları sloganlarla yaşayıp giderler. Her biri bir ayağa yapışık halde; doğruyu yalnız kendisinin temsil ettiğine inanır durur. Farklı renkteki bir koldan bir daha dayak yememek için yapıştığı kola olan hayranlığı onu kör etmiştir. Diğer kollara yapışan insanlar hep ötekidir, hâindir, düşmandır. Onlarla bir arada yaşamak imkânsızdır. O yüzden herkes öfkelidir o toplumda. Kin kaplamıştır etrafı.

Bâzan kasıtlı olarak kollarını birbirine sürter ahtapot. Birbirine sürter ki; insanlar arasındaki gerilim hep canlı kalsın ve yapıştıkları kola olan bağlılıkları artsın. O kolu bırakıp gitmek istemesin hiç kimse. Ayrılmanın, yok olmak anlamına geleceğini düşünen şartlandırılmış kimlikler oluşur böylece toplumda. Hintli birisiyle konuşurken farkettiğim bir gerçek vardı. Aldığı İngiliz eğitiminin etkisiyle bana; bizim ülkemizde yüzlerce dil-lehçe var. Eğer İngilizler ve İngilizce olmasaydı bir arada yaşayamazdık demişti. O da farketmemişti ahtapotun oynadığı oyunu. O lehçeler, diller ve renkler prizması Hindistan demekti oysa…

Ahtapotun kollarına yapışmış insanlar için hayat ahtapotun kollarında sürüp gitmelidir hep. Tek başına kalsa çaresiz kalacağını düşünürler. Yıllarca kafese mahkum edilmiş bir kuşun; kafesin kapağı açılsa bile kafesi terketmemesi durumudur bu. Psikolojide buna ‘öğrenilmiş çâresizlik’ denir. Yâni ne zaman birlik-beraberlik adına bir şeyler yapacak olsa ayağına elektirik şokları verilen, diğer gruba ‘cıs’ demeyi öğrenen, aynı silahla önce sağcının sonra da solcunun öldüğü şoklarla şartlandırılan toplum, çâresizlik geliştirir ve geçmişte yaşadığı acı deneyimlerin ve şartlanmışlıkların etkisiyle bugün kimseyle bir araya gelip de birlikte birşey başarabileceğine inanmaz. Toplumun diğer renkleri ile bir araya gelip bir mozayik oluşturabileceğini düşünemez. Bildiği tek şey; sürekli düşman îlân etmek, etrafının hep düşmanlarla çevrili olduğu inancıyla, ‘baba-şef-reis’ figürlere yapışmak ve kendisinden farklı olan herkese çelme takmaya, onları yuhalamaya kalkışmaktır.

Özellikle Cumhuriyet sonrası siyâsî ve politik tarihimizin serencamesi budur ve yetiştirdiği Gulyabanî toplum da böyle anlayışların ve toplumsal ve psikolojik manipülâsyonların hem eseri hem de esiridir. AKP ile ülkenin geldiği nokta; artık bu parçalanmışlığın ve kutuplaşmanın zirve yaptığı, toplumsal ahlâk ve vicdanın iyice çöktüğü; kısaca mızrağın artık çuvala sığmadığı bir noktadır. Toplum her yönüyle dibe vurduğu için bunun sonu; ya mahvolmak ya da o dibe vurmuşluğun hayra inkilap edip bir arada yaşama fikrini ateşlemesidir.

Bu son noktaya kısmetse devam edeceğiz.

13 Ekim 2015 Salı

AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (4)

Bu yazı 11 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Seçim öncesi AKP ve Erdoğan, Havuz medyasının da yardımıyla siyasî denklemlerin dizaynı adına ülkeyi germeye devam ediyorlar. AKP’ye yakın isimlerden ve zamanında mafyacılıktan hüküm giymiş olan Sedat Peker’in ‘teröre lânet’ mitinginde sarfettiği ‘’…o kadrolar yorgun düşerse, vatandaşa meşru müdâfaa hakkı doğarsa… oluk oluk kan akıtacağız’’ şeklindeki aslen terör ihtivâ eden sözlerinin ve gene AKP’ye yakın bir hesaptan yapılan ‘’bomba Ankara’da patlayacak’’ ifâdelerinin ardından olanlar oldu. Ankara’da sol kesime ait bir gösteri alanında iki bomba patladı ve 86 vatandaşımız öldü, 186 kişi ise yaralandı. Bütün bunların eski ve yeni (yeşil) Gladyo salvoları ve birtakım mühendislik hesapları olduğu herkesin mâlûmu.

İşte böyle bir dönemde; bir süredir yazmakta olduğumuz ‘’AKP ve Ergenekon Neden Yargılanmalı?’’ yazı serisi daha da önemli bir hâl alıyor. Bugunkü yazıda meseleyi daha genel ve makro bir boyutta değerlendirelim.

İttihad ve Terakki ile başlayan bir zaafımız var. Vatan, millet diyerek hareket eden ancak, hakîkata sarılmak yerine, İslâmcılık, Kürtçülük, Türkçülük ve gerektiğince mezhepçilik gibi anlayışlarla aslında sadece hamasî siyâset ve politika izleyen acemi oğlanlarımız vatana ve millete en büyük zararları verdiler. Vatana hizmet edeceğiz derken; çoğu, hayranı oldukları yabancı ülkelerin şaklabanları hâline geldiler. Koca imparatorluğu hamasî reflekslerle yönetip bir dünya savaşına sokarak parçaladılar ve tebaamız olan diğer milletleri de küstürdüler. Devletin bekası ve siyâsî dizaynı adına kanunsuz-devlet dışı suç işleyebilen anlayışların temeli o zamanlarda atıldı. Bu, yeni Cumhuriyete de sirâyet etti. Dünyanın en etkili gladyolarından birinin ülkemizde olması bu yüzden hiç şaşırtıcı değil.

Bu tarz bakış açıları kendi seçilmişlerine bile darbe planlayan ‘rejimin sahipleri’ anlayışlarını tetikledi hep. Devletçi zihniyet şiârımız oldu. Zamanında devleti kâfir îlân eden İslâmcılar, AKP örneğinde olduğu gibi, gücü ele geçirince devletçi anlayışı kutsallaştırdılar ve bize aslında ne kadar da Muhaberatçı anlayış meraklısı olduklarını gösterdiler. Gladyo, bu sefer yeşil bir renk aldı ve siyâsî manipülâsyonlara yeni bir kostümle devam ediyor.

İşte bu yüzden AKP ve Ergenekon neden yargılanmalı sorusu daha büyük değer kazanıyor. Yargıdan kaçtığı müddetçe bir bir suç örgütü görünümünde olan AKP ve Ergenekon gibi örgütlerin işledikleri suçlar, ki bunların çoğu ‘vatana hizmet-vatanın bekası’ boyalıdır, hesabı sorulmadığı sürece o toplumun sorumluluğu altındadır. O suçlardan hesap soramayan veya o dirâyeti göstermeyen toplumlar o suçların dolaylı olarak ortağı olurlar ve ister kısa vâdede ister uzun vâdede bedel öderler.

Nazi Almanyasının vatandaşları Hitler’e verdiği desteği çok ağır ödemiştir. Japon İmparatorluğunun hırslarının peşinden giden Japon halkı da çok acı bir fatura ödemiştir. Avrupa ve Vatikan tarihi benzer örnekler ile doludur. Mayalar, Eski Mısır, Emeviler, Ad ve Semud… Eski zâlimlerin ve Firavunların zulümlerine ‘’ama karnımızı doyuruyor’’ sâikleriyle sessiz kalan milletler de acı faturalar ödemişlerdir hep.

Mezkûr İttihadçı mâcerâperestlerin, ki Abdulhamit de onları bu şekilde tanımlamıştır, Ermeni sorununu hallederkenki acemiliklerinin neticelerini bugunkü bizler dünya arenasında çekiyor ve ‘’katliamcı millet’’ damgası yememe noktasında zor günler geçiriyoruz.

Son 30-40 yılda işlenen fâili meçhul cinâyetlerin, asit kuyularında yok olan bedenlerin, Sivasların, Suruçların, Dersimlerin, Dağlıcaların, 80 olaylarında yitirdiğimiz binlerce sağcı-solcu gencimizin, kendi yabancı vatandaşlarımıza uygulanan Varlık Vergileri’nin hesaplarını vermekte zorlanıyoruz. ‘Devlet’ hesabına gerçekleşen kanunsuz bu ve benzeri tüm suçlar ve cinâyetler yakamıza yapışıyor. Mevcut AKP hükümeti ve Erdoğan’ın kendi varoluşsal bencil hırsları, zâfiyetleri ve basîretsizlikleri yüzünden derin Gladyo güdümünde giriştikleri zulümler ve sistem manipülâsyonları ülkeyi kanlı günlerin, bölgesel bir savaşın ve hattâ bölünmenin eşiğine getirdi. Daha önce de belirttiğimiz gibi bu günlerin acı faturasını hem şimdiki hem de gelecek nesiller ödemeye devam edecekler.

Mesele bununla da sınırlı değil. Böyle sefil gündemlerle enerjisi çalınan, toplumsal ahengi ve birlikte yaşama kaabiliyetleri her gün dinamitlenen, sürekli bir toplumsal dizaynın nesnesi olan insanlar ne medenî bir devlet anlayışı geliştirebiliyorlar ne de gerçek insanî ve ahlakî bir düzlemde hayat sürdürebiliyorlar.

İşte bu nedenlerle bu tür yapılardan hesap sorma yetenek ve dirâyetinin gelişmesi gerekiyor. AKP örneği bağlamında daha önce belirtmiştim: AKP’den hukuk önünde öyle bir hesap sorulmalıdır ki, bu topraklarda yüz yıl boyunca hiç bir fert ve siyasi erk en ufak bir hırsızlık ve yolsuzluk yapmaya dahi cesâret edememelidir. Bunu daha da genişletip gladyo heveslilerinin kullandıkları reflekslere uygulayabilirsiniz.

Hesap sorabilen toplumlar konusuna kısmetse devam edeceğiz.


AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (3)

Bu yazı 6 Ekim 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bu başlığı devletin bekası ve vicdânî-ahlakî boyutları ile de ele almak gerekir. Hattâ bu; meselenin hukûkî, kânûnî ve siyâsî yönlerinden bile çok daha önemlidir. Bazı zamanlar olur ki adâletin tahakkuku ve tecellisi yâni ifâde ettiği mânâ; asıldan yâni onun hükümlerinden ve uygulayıcılarının varlığından daha önemli hâle gelir. Öyle bir dönem; adâletin zulme yenik düştüğü, güçlü ve zâlimlerin elinde bir oyuncak hâline geldiği bir dönemdir. Böyle bir zaman diliminde kendilerinden adâlet dağıtması beklenen kişiler baskı, korku ve çıkar gibi sâiklerle otoritenin hukuksuzluk taleplerinin kuklası olabilirler ve adâlet hükümleri o zümrenin istek ve çıkarları doğrultusunda ya eğilip bükülürler veyâhutta görmezden gelinirler. Adâletin kılıcı, şimdilerde olduğu gibi, sadece zâlimin karşısında tehdit olarak algılanan masum insanları bir terbiye etme ve sindirme aracı olarak kullanılır hâle gelir.

Tarihte böyle dönemlerin yaşandığını hem insanlık tarihinin verilerinden hem de kutsal kaynakların anlatımlarından biliyoruz. Kur’an’da, zâlimleştiği ve adâletten uzaklaştığı için helâk edilen toplumlardan bahsedilir. Zâlimlerin anlatıldığı yerlerde, onların liderlik ettikleri toplumların içinde bulundukları sefil durum ve helâk edilmeyi hak edişleri de resmedilir.

Şu anki Türkiye toplumu da maalesef böyle bir konumda olduğu izlenimi vermektedir. Ergenekon zulmü varken de zâlim, bencil, çıkarcı, adâletsiz ve ötekileştirici olan toplum, AKP ile daha da bir çirkefleşti ve adâletsizlik ve yolsuzluğu bu sefer ‘dindar’ bir ajanda altında kurumsallaştırdı. Kendi idarecilerinin açığa çıkan yolsuzlukları karşısında ‘çalıyor; ama çalışıyor’ diyerek haramı alenîleştirdi. Yezid ve Muaviye dönemlerinden sonra İslâm dininin bu derece siyâsete, kirli politikalara, kişi ve grup çıkarlarına ve ihtirâslarına kurban edildiği başka bir fitne dönemi olmamıştır.

Kur’an’da Yahudilerin helâk edilmeyi hak eden halleri izah edilirken ruhban ve yönetici elit kitlenin suçu ‘fetvâlarla’ kişisel çıkarları uğruna nasıl kurumsallaştırdıklarına da işâret edilir. Hz. İsa’nın ana mücâdelesi o eksende olmuş; ama toplum, şuan ki gidişatın gösterdiği gibi, otoritenin çizdiği ‘din-siyâset-menfaat’ eksenini tercih etmiştir. Bu tarz misaller vererek Kur’an aslında dini hükümlerin politize edilerek yolsuzluğa âlet edilmesinin resmini çekip önümüze koyar.
Bizim saf ve câhil Müslümanlarımız Kur’an’da ki bu âyetlerin hep İsrail oğullarını anlattığını zanneder ve okumalarını ‘nankör Yahudiler’ veya ‘üçkağıtçı Yahudiler’ zanları ile süslerler. Halbuki dinin siyâset eliyle paçavraya çevrildiği ve içinin âdetâ boşaltılıp bir soygun aracı haline getirildiği böyle bir zaman diliminde bu zâlimliklere alkış tutup destekleyen ‘dindar’ nesil de bu âyetlerin pekâlâ muhatabı olabilir ve öyledirde.

Bizim geldiğimiz noktada AKP ve onun bünyesine girmiş olan Ergenekon’un, yolsuzluğu, çalmayı, otokratik elitin çıkarlarına hizmet eden adâlet anlayışını, haksızlık etmeyi ve kan akıtmayı nasıl sistemleştirdiğini hayretle izliyoruz. Bu, alenen dindar muhâfazakar kitleler eliyle yapılıyor. Suç ve hırsızlık; din takkesi giydirilip dini söylemlerle süsleniyor ve elde ‘dâvâ’ tesbihi ile dolaştırılarak ona münâfık bir toplumsal siyâsî hüviyet kazandırılmaya çalışılıyor. Bunu eleştiren diğer dindar insanlar ve iz’ân sahibi insanlar ise hâin ilan edilerek sistem dışı ilan ediliyorlar.

İşte böyle topyekün toplumsal bir vicdânî-ahlâkî çöküntüye sebep olmaları dolayısıyla da AKP ve Ergenekon yargılanmalıdır. Bu, laik bir ülkede direk olarak hukukun alanına girmese de adâletin bu konuda atacağı adımlar toplumsal vicdânın kurtulması adına hayırlı sonuçlar doğuracak, bu yazıda resmedilen vicdânî-ahlâkî çöküntünün önlenmesi veya tedâvisi sağlanacaktır. Toplumsal yıkım en ciddî yıkımdır ve dolaylı da olsa hesabı mutlaka sorulmalıdır. Aksi takdirde devletin bekası zarar göreceği gibi, toplumun hem dinî hem de sosyo-psikolojik tedâvisi asla mümkün olmayacaktır. Böyle giderse daha çok nesiller adâletsizlik, cehâlet ve hamâset bataklığında kaybedilebilir.

Kısmetse devam edeceğiz…


AKP ve ERGENEKON NEDEN YARGILANMALI? (2)

Bu yazı 26 Eylül 2015 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir önceki yazıda söylediğimiz bir husûsa tekrar değinerek konumuza devam edelim. ‘’Bir toplumun hayatında bâzan öyle kader-denk dönemler olur ki; böyle zamanlarda adâletin neden tecelli etmesi gerektiği, nasıl (hangi şekilde) tecelli edeceğinden daha önemli bir hâl alır’’. Toplumun buna odaklanıp bunu sorgulaması aklıselimin açık bir tezâhürü olsa gerek. Şöyle ki; AKP’nin mevcut zulümlerini ve yanlışlarını eleştiren bir çok kalem, AKP’lilerin ne tür cezâlar almaları gerektiği yönünde sözler sarf etmiyor; sadece yanlışlarına vurgu yapıyor. Diğeri zâten adâlete güvensizliğin belirtisi olan hamâsete kaçar ki duygudan beslenir ve rasyonaliteden de uzaktır. Adâletin rolünü üstlenmek kimsenin şiârı olmamalı. Yapılmaya çalışılan şey; hatâları ön plana çıkararak hastalığa işâret etmek; toplumu bilinçlendirmek ve demokratik bir tepki bilinci oluşturarak halkı eğitmektir.

Dinî literatürle ifâde edersek; insanlar hakkında kâfir, münâfık gibi dinen de câiz olmayan; sadece hamâsi, duygusal ve lüzumsuz tepkiler olan, etiketlemelerle hükümler vermek yerine; kâfirlik ve münâfıklık belirtilerine (hastalığın semptomlarına) dikkat çekerek bir farkındalık oluşturmak; hastalık belirtilerini teşhis etmektir amaç.

Zâten bunu çok iyi bildikleri için, hem AKP hem de onun verdiği hayat öpücüğü ile hayata tekrar tutunmayı başarmış olan Ergenekon çevreleri mücâdeleyi o alanda sürdürüyorlar. Yâni; toplumun önemli bir kesiminin dikkatlerini dağıtmak için çeşitli algı oluşturma ve manipülasyon yöntemleri kullanıyorlar. Havuz medyasının bu uğurda çok yoğun bir gayret sarfetmesinin en büyük motivasyonu işte bu ‘psikolojik harbi’ kaybetmemektir. O kaybedildiği takdirde toplumda oluşturdukları zihinsel dağılmanın tekrar toparlanmasından ve alternatif bir bilinç oluşturup reaksiyon doğurmasından korkuyorlar. Öyle bir durumda, farklı menfaatler etrafında toplanan bu çevreleri bir arada tutan zayıf bağların kolaylıkla kopacağını ve birbirini satmalar şeklinde zincirleme reaksiyonların oluşacağını çok iyi biliyorlar. Bunu Ergenekon ve Balyoz dâvâları sürecinde tecrübe ettiler.

Bir manyetik alan kaynağı düşününki etrafındaki demir tozlarını kendisine çeksin. Toplumsal sağduyunun zulüm ve suça bulaşan yapılara ve siyâsîlere tepki vermesi manyetik alanın demiri çekmesi gibi fıtrî bir eğilim ve kudrettir. Onu önlemek fıtrî olmayan ve ciddî çaba gerektiren bir gayrettir. Havuz medyası ve kara propaganda gücüyle (alternatif güç) o manyetik alanın aksine hareket edip demir tozlarını uzakta, dağınık bir vaziyette tutmaya çalışmak böyle bir gayrettir. Bu dağıtmanın tezâhürü; polisin, istihbâratın, hâkim ve savcıların, özgür basının dağıtılması vb. şekillerde olur. AKP ve Erdoğan’ın ‘paralel’, ‘dış güçler’ vb. ithâmlarla gayrıfitrî bir tarzda yapmaya çalıştıkları şey işte budur. Tüm amaç işlenen suçları örtbas etmek için yapılan bu dağıtma hâdisesini perdelemek ve oluşacak demokratik tepkileri, kânûnî takipleri ve hukûkî soruşturmaları dikkat dağıtmak suretiyle baştan savmaktır. Bu dağıtmayı başardıkları gün; o manyetik alan, yâni sağduyulu devlet ve toplumun etki alanları, sıfırlanacak ve asıl arzuladıkları yeni Muhâberat devleti aygıtları tesis edilecektir.

Ama o manyetik kaynağın çekim gücüne karşı fazla dayanamayacakları da kesindir. Devlet mekanizması bu alternatif ve yapay manyetik alanlara mutlaka üstün gelip dağılan demir tozu parçalarını tekrar kendi etrafında bir düzene sokacaktır. Öyle bir sürecin sonunda araya karışan tozlar mıknatıslık özelliklerini kaybettikleri yada zâten hiç o kabiliyete haiz olmadıkları için kolaylıkla eleneceklerdir. Hattâ bu tozların elenmesi ile eskisinden daha güzel bir devlet ahengi ve düzeni oluşacaktır. AKP ve Ergenekon cenâhında ise birbirini satma ve kânûn karşısında çözülme süreci tahminlerin üstünde bir hızla ilerleyecek ve izleyen herkesi hayretlere sokacaktır.

AKP ve Ergenekon yapılanmalarının neden yargılanmaları gerektiğine; konunun kânûnî hüviyeti, devletin bozulan düzeni ve kaybedilen nesiller bağlamında önceden değinmiştik. Bu yazıyla da fıtrî bir boyutuna temas ettik. Kısmetse devletin bekası ve vicdânî boyutları ile devam edeceğiz.