25 Şubat 2008 Pazartesi

KEMALİST ÖFKE

Bir yandan türban serbestliği yönünde önemli bir gelişme yaşanırken diğer yandan bu serbestliğe karşı gösterilen şiddetli bir direniş var. Mevzunun zamanlaması tartışılır veya tartışılmaz; ancak bu iki kutbu temsil eden zümrelerin takip ettikleri yöntemler tartışma götürmeyecek kadar birbirinden farklı ve berrak. Şöyleki:

Başörtüsüne serbestlik tanıma kanadı, konuyu hukukun öngördüğü düzlemde ele almaya gayret gösteriyor. Türkiye'nin şartları ve hiç bir zaman zihin kitaplığımızdan eksik edemediğimiz darbe günlükleri bu konunun çok ince bir hassasiyetle ele alınmasını ve çözüme kavuşturulmasını gerekli kılıyor. Hükümetin bu konuda MHP ile birlikte hareket ediyor olması ve konuyu meclis-kanun düzenlemesi etrafında değerlendiriyor olması bu hassasiyetin bir parçası. Buna ilaveten, tarihimizde belki ilk kez olarak; 'yasakçı', 'katı laik' kesimlerin muhalif propagandalarına ve hararetli tepkilerine alternatif, siyasi ve sivil tepkilerin ortaya çıkmış olması da not alınması gereken ayrı bir husus. Evet, şaşırtıcı bir şekilde konuya sadece muhafazakar çevrelerden değil, liberal ve sol liberal çevrelerden de (hassasiyet dereceleri ve detaylar farklılık arzetsede) önemli bir destek geldi. Laikçi rektör ve akademisyenlerin toplum önünde sergiledikleri tepkiler ilk kez bu kadar sönük kalırken, sayıları bir kaç bini bulan başka akademisyenler, özgürlük-serbestlik tandanslı bildiriler neşrettiler. Bu, şu ana dek kendilerini ülkedeki tek söz sahibi bilen ve en etkin güç olarak addeden elitist-laikçi-oligarşik kesimlere karşı verilen ilk önemli sivil tepkidir ve sosyolojik olarak vakit geçirmeden incelenmelidir.

Daha önce de arzettiğim gibi, türban karşıtlığı üzerinden verilen mücadele bu azınlık-etkin-laikçi (laik değil) kesimler açısından her zaman önemli bir meşru müdafaa sahası, etkili bir propaganda aracı ve yola getirici-korkutucu (özellikle laik kesimleri) bir hareket zemini oldu. İşte bu nedenlerden dolayıdır ki, başörtüsü 'simgesi' (bu kesimin gizli din düşmanlığı faktörünü saymazsak) aynı zümreler açısından her zaman kendisine şetm edilen (sövülüp sayılan) bir hüviyet kazanmış ve bu konuda her hangi bir çözümün gündeme alınması bile gayet meş'um (talihsiz) bir hadise olarak telakki edilmiştir.

İşbu öngörü, gayet tabii olarak kemalist ideolojinin (şimdilerde ulusalcı takılan Atatürk istismarcısı bir oluşum) bünyesinde taşıdığı; asabi, ötekileyen, dışlayıcı, elitist, hükmedici, kibirli, fırsatçı doğası ile bütünleşmekte ve kendisine oldukça faşist refleksler üretebilmektedir. Üzücü olan ise, bu çıkar endeksli oluşumun Atatürk ismini ve onun temsil ettiği değerleri istismar ederek hayatta kalmaya çalışması, onları istismar etmesi ve onlarla kurduğu parazit ilişkiyi bizlere normal bir ideoloji olarak benimsetmeye çalışmasıdır. Bu nedenle, Atatürk'ü ve bize emanet ettiği değerleri sağlıklı bir şekilde gelecek nesillere taşıyabilmemiz, gerçek toplumsal huzur ve bütünleşmeyi sağlayabilmemiz; ancak bu hastalıklı ideolojiden kurtulmakla mümkün olabilecektir.

Tüm bu tanımlamaların ardından bu ideolojinin içinde sakladığı bir takım saplantıları son zamanlarda nasıl dışa vurduğuna dair bir kaç örnek vermek isterim. Yani büyük bir kibirden beslenen kemalist öfkeyi...

Bir ulusalcı kanalın muvazzaf başkanı son bir kaç senedir müthiş bir öfke ile hareket ediyor, etrafa saldırıp duruyor, ittifaklar kurmaya çalışıyor, maddi kaynak topluyor ve mitingler tertip ediyor. Aynı kişinin bir intihal suçu işlediği geçenlerde Yargıtay kararı ile onaylanmış olsada, bunu şimdilik bir köşeye bırakalım ve bu ateşli 'ulusalcı' ve 'vatansever' şahsiyetin, Apo ile ilgili neler söylediğine bir göz atalım: "Abdullah Öcalan, Türkiye'deki barışı ve kardeşliği yüceltmek için kullanılamazsa, Abdullah Öcalan'ın bugünkü açılımını ve yaklaşımını Türkiye değerlendiremezse çok yazık eder. Abdullah Öcalan'ın bugünkü siyasi tutumu, Türkiye'nin bütünlüğüne, birliğine çok farklı bir açıdan yarar sağlar. Türkiye biraz akıllı davranmak zorunda.'' Az önce tasvir ettiğim hastalıklı kemalist olgu değişen taktikler ve konjektür gereği yeni bir kabuk bağlayarak ulusalcı bir mahiyet kazandı. İşte bu sürecin içinden yetişen bir şahsın nasıl ''akıllı davrandığına'' bir bakınız lütfen. Meğer devletimiz ve ordumuz acizmişte, 30.000 kişinin ve bebeklerin katili Apo'ya; onun ''açılımına'' ve ''yaklaşımına'' ihtiyaçları varmış. Meğer bu kendinden aciz, et çuvalı gibi paketlenerek birkaç ülke dolaştırılan ve sonra da Türkiye'ye teslim edilen, kendisini hiçbir ülkenin kabul etmek istemediği zat bizim ulusalcı kanadın hararetli vatan kurtarma senaryolarının bir parçası olabilecekmiş. Bırakın bir terörist başının siyasi ufkundan! medet ummayı, ortada binlerce şehit anası varken bunu utanmadan dile getirebilmek ancak cahilin cesareti kavramı ile açıklanabilir; ya da art niyetle. Bu örneği ulusalcı ideolojinin ne kadar aciz ve sığ fikirli olduğuna dair bir misal teşkil etsin diye takdirlerinize sunmak istedim. Hiç bir yapıcı ajandaları yok. Herşey günlük çıkarlar, polemikler ve yıkma üstüne... Serseri bir mayın gibi düşünce sularımızda tehlike saçıp, ülkemizin birleşmeye ve gelişmeye dönük enerjisini tüketip duruyorlar...

İkinci örneğimize geçelim. Tamer Korkmaz'ın ''Gizli Amerikancı'' olarak nitelendirdiği, ulusalcı hareketin önderlerinden meşhur bir yazarımız da bu kesim ile özdeşleşen asabi ve küstah üslubun girdabına kapılmış olacak ki; tüm Türkiye halkına ''Aptal Türk'' diyerek 'Türklüğe' (aslında kanunen suç) hakaret edebildi. Hem de Atatürk'ün ''Türk milleti zekidir, çalışkandır'' sözleri zihinlerimizde hala capcanlı dururken... Bu hitap ve kabul şekli bile, bu bahsettiğim kesimlerin ne kadar dışlayıcı, ötekileyici ve dediğim dedikçi olduklarını, kendi kıt düşünce kalıplarının içine çekemedikleri her vatandaşı nasıl da aptallıkla suçladıklarını açıkça gösteriyor. Hatırlarsanız aynı kesimler, seçim sonrası dönemde de kendi istedikleri şekilde oy vermeyen insanlarımıza aptal, ahmak ve göbeğini kaşıyan adam (bağışlayın öküz demek istiyorlar) yakıştırmalarında bulunmuşlardı. Hem de bizzat Atatürk'ün kendisinin millet iradesinin meclise yansıyacağı bir sistemin temellerini attığını bildikleri halde... Gene aynı Atatürk'ün benzer idealleri ortada iken, bazı rektörlerin ortaya atılıp ''demokrasi ve hukuk askıya alınabilir'' şeklinde demeçler verebilmeleri de ayrıca not edilmesi gereken bir husus.

Geçenlerde samimi laiklerden olan ama yukarıda resmettiğim çevrelerin provakasyonları ile zihni bulanmış bir tanıdığımdan bir elektronik mesaj aldım. Aktardığı mesajın içeriğini okuyup gaza gelmiş belli; ama mesajın içindeki düşünce travmasını idrak edememiş. İletinin yazarı, emekli bir albay olduğunu iddia eden, ulusalcı-kemalist çizgide olduğu anlaşılan bir kişi. Bir sürü hakaretvari ifadeden ve klasik laiklik kurtarıcılığı beyanlarından sonra bombayı patlatmış emeklimiz! ve akıllara ziyan şöyle bir slogan ile iddialarına güç ve samimiyet kazandırmak istemiş: ''Ben Atatürk'ten bile daha Atatürk'çüyüm.'' Gülme kriziniz geçti ise sizleri uyarayım. Arzettiğim kemalist mantalite bu şekilde işliyor senelerdir. Bu istisna bir durum değil. Şu sıralar öfkelerini daha açıktan sergiliyor benzer çevreler o kadar. Gaza gelen zavallı samimi laik insanlarımız da neye alet olduklarını anlayamadan; bir kişi Atatürk'ten daha Atatürkçü nasıl olur?, bu ne demektir?, bu mümkün müdür?, bu Atamıza hakaret değil midir?, herhalde kandırılıyoruz diye düşünmeden, benzer mesajları İnternet ortamında başka on binlere yayıyorlar ve ulusalcı propagandanın birer kuklası haline geliyorlar.

Başka bir gazeteci ile devam edelim. Bu gazetecimiz, köşesinde zehir zemberek bir yazı kaleme aldı. Bu yazının da özelliği kemalist ideolojinin savunulması amaçlı yazılmış olması ve bu yazıda ifadesini bulan 'kemalist öfke' ile tanımlanabilir olması. Bu yazarımız, tarihin yanlı ve eksik bir değerlendirmesini yapıyor yazısında ve Avrupa'daki tüm devrimlerin, anayasaların ve ülkemiz anayasalarının hep kanla yazıldığını iddia ediyor. Ardından da sanki hükümet başörtüsü meselesi üzerinden tüm anayasayı değiştirmiş gibi bir ön kabul yaparak, bu işi ancak kan çözer, kanla değiştiremeyeceksen hiç değiştirme demeye getiriyor. Açık bir tehdit!, kan'a davet... Erbakan benzer bir hata işleyip 'kanlı mı olacak, kansız mı?' iması yapmıştı da partisi kapatılmıştı. Bu adam ihtimalleri bile aşmış ve kanlı olsun diyor, ama bir savcı çıkıpta adamın (en azından) çenesini kapatmıyor.

Herhalde yaptığım bu tanımlamalar ve örnekler kemalist öfkenin gayet küstah, kendini beğenmiş, kibirli ve art niyetli çehresini resmetmeye yetiyordur. Daha dün, bazı Rektörlerin çıkan yeni yasaya rağmen başörtülü öğrencileri kampüse sokmadıklarına dair haberleri okurken gene bu kemalist öfke aklıma geldi. Dikkat edin... Normal şartlarda, yukarıda özetlerini sunduğum örneklerin her biri birer hukuksuzluktur ve suç kapsamına girebilecek davranışlardır. Ancak bu kemalist kesimlerin işledikleri her hukuksuzluğun yıllardır yanlarına kar kalmış olması, seslerini çok çıkardıkları takdirde herkesin susacağını biliyor olmaları, arkalarında belirli güçlerin desteğinin olduğu şeklindeki özgüvenleri ülkemizi işte bu noktalara getirdi.

Şunu da son olarak ilave edeyim: Bu kemalist öfkenin demokrasi dışı, hukuksuz davranışlarını mevcut şartlar altında yargıya intikal ettirmek çok zor. Aynı kesimler hemen; ''laikliğin teminatı olduğumuz için üzerimize geliyorlar''... ''Bizi değil laiklik ve demokratik! Türkiye Cumhuriyetini yıkmak istiyorlar'' gibi o klişe (ama samimiyetsiz) lafların, sloganların ardına sığınacaklar ve kendilerini mağdur pozisyonuna düşürerek laiklik hassasiyeti olan vatandaşlarımızı ve müesseselerimizi kandırmaya devam edecekler. Böylece yargıyı da baskı altında tutmuş olacaklar. Suçları ispatlanan bazı rektörlerin yakayı bu şekilde nasıl kurtardıklarını hatırlayınız... Bize düşen biraz daha sabır göstermek, halkı kaynaştırmaya dönük ekonomik ve sosyal reformlara devam etmek...

Belki de bu kesimlerin son öfke dalgasıdır bu bağrışmalar ve bir can cekişme uğultusudur... Bırakalım bağıra bağıra çekilsinler aramızdan. Böylece tarihe de yansımış olur yaptıkları. Sabır, biraz daha sabır... Bakın çok yakında kemalist-ulusalcı bir çok rektörün görev süreleri doluyor mesela... 25 Şubat 2008

17 Şubat 2008 Pazar

SONER YALÇIN'IN ANLAMADIĞI İKİ HAKİKAT

Bu yazı 18 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Geçenlerde kaleme aldığı bir yazıdan sonra artık Soner Yalçın'a bazı hakikatleri hatırlatmanın zamanı geldi diye düşündüm. Zira toplumu ve yaşadığımız toplumsal dönüşümü anlamakta zorluk çeken benzer aydın! kişilerin yazdıkları yazılar iyice kabak tadı vermeye başladılar.

Kendisine hatırlatmak (belki öğretmek) istediğim hususların birincisi ile başlayalım:

11 Şubat 2008 tarihli yazısında (Hürriyet) türban üzerinden yapılan tartışmalara 'yeni'; ama bir o kadar da komik bir bakış açısı getirdi kendisi. Yeni sıfatını özellikle seçtim. Çünkü kemalist ve faşist kesimin son zamanlarda yürüttükleri; türban üzerinden, laikliği istismar yöntemli harekatın mahiyetini bu kelime çok iyi özetliyor. Halkı ve kendilerinin peşine takılmış bulunan laik kesimleri aldatma sürecinde sürekli olarak 'yeni' bir takım mazeretler bulmak zorunda kalıyorlar çünkü. Eskiden ''çağdışı'' dedilermi, ''laikliği tehdit ediyor'' dedilermi yetiyordu insanımızı kandırmaları için. Artık halk bunlara prim vermiyor. Liberal ve bazı sol-liberal çevreler bile yapılan propagandalara inanmıyorlar artık. Zira bu son tepki hareketinin başındaki bazı şahsiyetlerin faşist, bağnaz, çeteci-ulusalcı, darbeci, elitist-klancı, halk karşıtı, demokrasi düşmanı, laiklik istismarcısı, çıkar ve ihale avcısı kimlikler taşıdıklarını anlamış görünüyorlar. Bu nedenle de oligarşik çevreler artık sürekli olarak yeni mazeretlerle, yeni söylemlerle, yeni analizlerle! halk karşısına çıkıp, mevcut demokratikleşme sürecini baltalamak, türban tartışması üzerinden senelerdir elde ettikleri meşru zemini kaybetmemek ve statülerini korumak istiyorlar. En laik! geçinen bazı CHP'lilerin, rektörlerin, gazetecilerin ve yargı mensuplarının ortalığa atılıp türban fetvaları izhar etme gayretlerinin nedeni de bu zaten. Eski klasik söylemler fayda etmemeye başlayınca, 'yeni' bir söylem geliştirip bu sefer dini yeniden tanımlama yoluna giriştiler, ne kadar komik bir duruma düştüklerinden habersiz hemde... Bu da sırıtmaya başlayınca başka 'yeni' açılımlar denemeye çalışıyorlar. Soner Yalçın'ın aşağıda değineceğim son çıkışını (Hürriyet, 11 Şubat 2008) işte bu bağlamda değerlendirmenizi istirham ediyorum.

Bakın bu yazısında Yalçın önce seçim öncesi dönemin şu klasik Hürriyet propagandası ile lafa giriyor: ''[Türban serbest olunca] üniversitelerde türban baskısı olacak; özellikle Anadolu'daki üniversitelerde başı açık kız öğrencilere örtünme baskısı gelecek. Bu olabilir mi? Evet olur.'' Ardından ise 'yeni' derin analizini! dikkatlerimize sunarak aklınca türban serbestliğine karşı olan cepheye yeni bir slogan, taktik öğretiyor. Okuyalım: ''Bitmedi. Meselenin bir başka yönü daha var: Türbanlı kızlarımız üniversitelere girince ne olacak? Söyleyeyim: Çok iyi okuyacak, çok başarılı olacak ve okullarını hep dereceyle bitirecekler. Peki, sonra ne olacak? Ne olacak biliyor musunuz; evlenip, ev hanımı olacaklar! Bunu da nereden çıkardınız demeyin. Gelin Türkiye'yi yöneten birkaç politikacının kızlarına bakalım: Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün kızı Kübra, Bilkent Üniversitesi'ni bitirir bitirmez evlendirildi. Çalışıyor mu, hayır!.. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kızı Esra, ABD'de Indiana Üniversitesi'nde okudu. Çalışıyor mu? Hayır. Başbakan'ın diğer kızı Sümeyye çalışıyor mu; hayır!...''

İşte kendisine öğretmek istediğim birinci husus bu noktada başlıyor. Amerika'da yaşayan ve buradaki en büyük üniversitelerden birisinde akademisyenlik yapan birisi olarak ve senelerdir bu ülkenin kültürüne olan aşinalığımı da kullanarak kendisine şunları öğütleyebilirim:

Sevgili Soner! Bir bayanın üniversite okuması illaki bir iş tutmasını gerektirmez. Batı'da ve dünyanın başka hiç bir yerinde bir üniversite yoktur ki, bayanları üniversiteye kabul ederken ön koşul olarak onlardan mezun oldukları takdirde kariyer yapacakları garantisi alsın. Yok böyle bir şey. Şu yazını okusalar gülerler zaten. Bir bayanın hatta erkeğin üniversite okumasının en önemli nedeni bilgi sahibi olmak, kültürel altyapı kazanmak, aydınlanmak, çağı yakalamak ve bir yetenek sahibi olmaktır. Diplomasını aldığında ise mezun olduğu alanda çalışmamak en doğal hakkıdır. Böyle bir zorunluluğu yoktur. Hatta çalışsa bile bunu tamamen farklı bir alanda yapmak da isteyebilir. Dünya üzerinde kaç kişi mezun olduğu alanda çalışıyor ki? Mesela sen gazetecilik mi okudun? Ya da sosyoloji? Ya da tarih? Nice fizikçi gidip finans sektöründe iş tutuyor? Psikoloji mezunu gidip polis oluyor? Amerika dahil bir çok ülkede önemli sayıda bayan mezun olunca ev hanımlığını tercih ediyor; bir psikolog hassasiyeti ile çocuklarını yetiştirip, bir doktor edasıyla onların gelişimleri için çabalıyor. Sonuçta bu da toplumsal yapımız içerisinde saygı görmesi gereken yüce bir meslek. Aşağılanacak bir 'mecburiyet' değil. Bir insanın üniversite mezunu, bilgili, kültürlü, evde kendisi ile ilgilenen bir annesinin olması güzel bir şey. Açıkçası bir eğitim uzmanı olarak Türkiye için önerdiğim bir model bu: Üniversite tahsilli, kültürlü, bilgiyi öğrenebilen ve takip edebilen, (çalışmasada) bir meslek (diploma) sahibi, mümkünse en az bir hobi bilen, çocuğunun gelişimi konusunda mahir ve onun üzerine titreyen, bu uğurda gerekli bilgiyi değişik kaynaklardan devşirme noktasında becerikli; 'süper anne' modeli... Bu doğal olarak daha ileride 'süper nine' modelleri de üretecek ve torunlarına sadece masal değil (artık bu bile kalmadı ya!) hakikat anlatabilecek, derin düşünce kabiliyeti ve yetenek aşılayacak yeni bir model... Kim bilir belki de ekonomi okuyup, iş bulamayınca da senelerini bir banka şubesinde aynı işi tekrarlayarak ömür törpülemekten daha hayırlı bir iş bile olabilir bu... En azından bir bayan için kutsal ve önemli bir tercih sahası. Şahsen bir erkek olarak bu konuda bayanların hakkını teslim etmeyi bir borç bilirim.

Hal böyle iken, garip ve temelsiz bir takım düşünce kırıntıları ile ortaya atılıp bayanları (nedense sadece türbanlıları) ''okuyupta ne yapacaksın; mezun olunca evde oturtacaklar; o yüzden okusan ne olur, okumasan ne olur; üniversiteye gelmede biz de kurtulalım'' şeklince taciz etmek (evet bu duygusal bir taciz şeklidir), tahkir etmek ne anlama geliyor? Başörtülü kızlara ilk hakaret etme şekliniz de bu değil zaten: Kendi iradesi yokmuş gibi gösterip zorla kapanıyorlar mı demediniz? (anketlere ve kişisel beyanlara rağmen) Ya da; Sümerlerdeki hayat kadınları başlarını birşeyle örtüyor diye, onları da benzer bir kimliğe bürümeye mi çalışmadınız?...

Yalçın'a hatırlatmak istediğim ikinci hakikat çok daha öncelerden başlayan bir çabası ile alakalı. Hani şu meşhur ''sabetaycı'' meselesi. Bizzat kendisinin ve bu konularda isimleri öne çıkan diğer bir iki kişinin daha, aynı sabetay kökenden geldikleri halde, neden kamuoyunu ''sabetaycı'' bir tehlikeye karşı uyarmaya çalıştıklarını, en önemli kademelerin bu kesimler tarafından ele geçirildiğini söyleyip durmalarını anlamak güç. Bunun nedenleri konusunda kendi düşüncemi belirtip kendisine önemli bir uyarıda bulunacağım.

Kanaatimce İttihat ve Terakki geleneğinden gelen ve şimdiki ulusalcı çetelere kadar uzanan bir oluşumun içerisinde olan bir kısım kesimler senelerce toplumun bu tür kesimlerinden beslendiler, kendilerine ait, laiklik ortamından beslenen elit bir oligarşik zümre oluşturdular. Ne varki bu kesim son senelerde hızlı bir güç kaybına uğramaya başladı. Artık kendi ırki bağlılıkları olan zümreleri, gençleri bile kaybeder oldular. Bu eski çarkların artık dönmemesi anlamına geliyordu onlar için. Üstüne üstlük, artık eskiden 'hizmetçi' (aşağı sınıf halk) olarak gördükleri türbanlı tipler 'komşuları' (eşit insan) olmaya başlamışlardı (The Economist dergisinde dile getirilen; bir şahsa ait alıntı, 16 Şubat 2008). Ülkede kendilerine alternatif; hukuksal ve demokratik yolu takip ederek kendi çıkar çarklarını zedeleyecek yeni bir zümre de ortaya çıkmaya başlamıştı. Bu uğurda yeni darbeler elbette planlanmalı, hukuk dışına çıkılmalı ve ülkenin yuları tekrar ele geçirilmeli idi elbette. Ama yapılması gereken bir iş daha vardı. Zira içeriden de insan gücü kaybeden bir yapı vardı ellerinde. Sabetay geleneklerden gelen insanların bu Anadolu halkına karışmaması, onlarla bütünleşmemesi gerekiyordu. O nedenle değişik bir taktik izlenmeli idi. Halkın önüne bir sabetaycı tehlike atılmalı ve öfkesi körüklenmeli idi. Galeyana gelen halk bu kesimin fertlerine ayırım yapmadan tepki verdiğinde ise, bu zümrenin gençleri ve birbirinden kopmaya başlayan uzuvları bir araya gelmek zorunluluğu hissetmeli idi. Ama bu da tek başına yetmezdi. Bu tehlike halkın önüne çok somut bir tarzda sunulmamalı idi. Ortalık; yani hedef, biraz bulandırılmalı ve mümkünse bir taş ile iki kuş vurulmalı idi. Halkın kafası karıştırılmalı idi. Bu amaçla halkın değer verdiği siyasi ve dini bir takım önderler hep kendilerini aldatan, kimliğini gizleyen birer sinsi yılan gibi gösterilmeli ve halkın onlara karşı olan bakışı, sempatisi, desteği zedelenmeli idi. Bu nedenle bazı uzmanlar! ortaya atılıp önlerine geleni sabetaycı ilan etmeye başladılar. Sabetaycılar Işık koleji kurdular diye (ışık kavramına değer atfediyorlar diye), bununla İslamiyetteki 'nur' kavramı arasında temelsiz bir bağ kurup, AKP'den tutun da, diğer İslami cemaatlere kadar bir çok insanı sabetaycılıkla suçlamaya başladılar. Adamlar o kadar aptal ki (yada kasti), Kur'an-ı Kerim'de de çokça geçen ve İslami kültürün her döneminde kendisine önem atfedilen (Sabetay Seviden 900 yıl öncesinden itibaren) 'Nur' kavramını (Kainat yaratılmadan Peygamberin Nur'u yaratılmıştır mesela), Sabetay Sevi'nin ve Sabetaycılığın simgesi haline getirdiler. Sonra da hangi garip müslüman dininin doğal bir parçası olan nur, ışık hatta 'ampül' kavramını kendisine simge olarak seçmişse onu da bu gizli örgütlenme ile eşdeş göstermeye çalıştılar, hala da çalışıyorlar. Amaç belli, kendilerine alternatif olarak gelişen Anadolu hareketinin dinamikleri arasında olan dini terakkiyi ve tekamülü ve onu besleyen kanalları sinsi gösterme; halkın çok sevdiği liderleri (Menderes dahil) gözden düşürme çabası, kimseye güvenmemesini sağlayarak ortalıkta yalnız başına dolaşan koyunlar haline getirme gayreti...

Oysa bu yapılanın Nazi faşizminin yapmaya çalıştığından hiçbir farkı yoktur. Hitler de (kendisi de bir Yahudi olduğu halde) Alman halkını kandırmak ve faşist ideallerinin peşinden koşturmak için onlara bir düşman tanımı yaptı. Ülkedeki tüm Yahudileri ülkenin kanını emen, sinsi şeytanlar olarak tanıttı. Böylece halk ortak bir iç düşmana! karşı birleşmiş, Nazi subaylarının yaptıkları her türlü akıl dışı cinayete artık alkış tutar, onları onaylar hale gelmişti. Ardından ise, ilk defa içte oluşturulan böyle bir birlik ideolojisi ve üstün Alman ırkı endeksli 1000 yıllık imparatorluk ideası ülke sınırları dışına rahatlıkla taşınabilmiş, zamanla diğer ülkeler de düşman haline getirilmişti. Bizde de halkımız işte bu tür bir faşizmin içerisine çekilmeye, ulusalcı-vatansever! çetelerin çıkar çarklarını, kaçakçılık ve diğer her türlü pisliklerini vatan müdafaası adına bir gereklilikmiş gibi algılamaya şartlandırılmaktadır. Bu uğurda her türlü darbe, hukuksuzluk bir gereklilikmiş gibi bir idrake yol açılmaya çalışılmaktadır. Bu propagandalardan en çok ürkmesi gerekenler bu oligarşik kesimlerin kendi tabanları, pisliğe bulaşmaya niyetli olmayan gençleridir.

Birilerinin anlamadıkları bir gerçek var: Bu halk hiç bir zaman faşist, ırkçı olmamıştır. Sinesi geniştir. Kendi ülkesinin menfaatlerine hizmet eden her vatandaş; ırkı, dini, cinsiyeti ne olursa olsun kardeşidir. Genellemeler yapmaz. Bir Türk'ün hatasını tüm Türklere; bir Kürt'ün kalleşliğini tüm Kürt kardeşlerine mal etmez. Bir Laz mütahit hile yaptı diye, sokaklara çıkıp Laz avlamaz. Aynen onun gibi, üç-beş hadi yüz sabetay kökenli insan sinsi bir plana alet oldu diye, aynı kökenden gelen tüm insanları bir cadı avının kurbanı etmez. Osmanlı'da ve daha önce kurduğumuz 16 büyük imparatorlukta olduğu gibi; ülkemize, vatanımıza hizmet eden, onun kalkınıp gelişmesi için gayret sarfeden, vatandaşlık bağları ile bize bağlı olan her insanımız bizim bir parçamızdır. Bunun dışında hareket eden zaten kanun önünde cezasını alır. Aslında Atatürk'ün kurduğu yeni Cumhuriyet'in de temel esasları buna dayalıdır. Gel gör ki, bu değerleri bugün en çok tehdit eden kesim gene Atatürkçülük yaptığını, kemalist olduğunu, laikliği koruduğunu, ulusalcı olduğunu iddia eden ulusalcı çeteler, Ergenekoncu teröristler, onların sivil toplum kuruluşları, yargıdaki, üniversitelerdeki, medyadaki bir takım uzantılarıdır. Kurdukları iğrenç suç ağları bir bir ortaya dökülmektedir. Adres olarak; bugün ortalıkta darbe çığırtkanlıkları yapanlara, laiklik istismarı yaparak laik insanlarımızı kandırmaya çalışanlara, hukuk dışına çıkılabilir diyenlere bakmanız yeterlidir. Şimdilerde yeniden izlemeye başladığımız ve gittikçe sayıları artacak olan 'darbe ortamı hazırlama endeskli' provakasyonları da bu gözle izlemenizde fayda var. 16 Şubat 2008

11 Şubat 2008 Pazartesi

LAİKÇİ REKTÖRLER BİLİMSEL Mİ, FiLMSEL Mİ?

Bu yazı 13 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Akademik dünyanın içinden birisi olarak daha önce de ifade ettiğim bir hakikat vardı: Üniversitelerimizin çok ciddi sorunları var. Maddi sorunlardan bahsetmiyorum. Asıl sorun gelişmiş ülkelerdeki toplumla, iş dünyası ile, sanayi ile ve teknolojik gelişim ile içli dışlı olan üniversite sisteminden hala fersah fersah uzakta olmamız. Bu gerçekleşince zaten para da peşinden geliyor. Hem sağdan hem de soldan önemli bir kesim senelerdir YÖK'ü suçlayıp durdu bu uğurda. Bu önemli ölçüde doğru olsa da şu sorular nedense pek sorulmadı: Kardeşim! Vergilerimiz ile maaşlarını ödediğimiz öğretim elemanlarının kalitesi ne durumda peki? Sorun sadece YÖK sistemi mi? 'Profesörlerin' görevi değil midir bu bilim-toplum-teknoloji bağlantısını kurmak? Hem Batı üniversitelerinde rektörlerin en önemli görevi üniversitelerinin finansal gelişimi için çaba göstermek değil midir?

Bizde son bir kaç sene içerisinde bir çok rektörün yolsuzluklarının ortaya çıkmış olması, bir kısmının halen takipte olması ve bu kişilerin bazılarının nedense 'laiklik elden gidiyor' yaygaralarında en ön saflarda yer almaları, ne zaman başları sıkışsa Anıtkabir yollarını aşındırmaları ne anlama geliyor? Hem hangi batı üniversitesinde (hatta 3. dünya ülkelerinde bile) rektörler üst düzey komutanlardan emir alıyor, ya da bir asker kendisini aradığında ''ayağa kalkıp saygı duruşunda dinliyor''? Ama aynı zamanda halkın oyuyla seçilmiş bir Başbakana ve milletvekiline karşı bu kadar saygısız ve tehditkar olabiliyor?

Evet bunlar sorul(a)mamaktadır. Oysa bizdeki; devletten beslenen ve YÖK tarafından herşeyi kontrol altında tutulan hantal üniversite yapısı maalesef 'ekmek elden, su gölden' anlayışında, üretmeyen, üretmesi gerekmeyen, bu nedenle kendi ideolojik tutkularının peşinde koşan, bu uğurda fikir değil polemik üreten, tartışmayan; sadece eleştirip, hakaret eden, tahammülsüz, Nobel heveslisi değil Anıtkabir'de cübbeli laikçilik şovları meraklısı bir kitle üretti. İstisna olan, üretken, az imkanla çok işler yapma gayretindeki hocalarımızı elbette tenzih ederim. Zaten mezkur sorunun onlar da farkındalar.

Son laiklik tartışması özetle resmini çizmeye çalıştığım akademisyen tiplemesini tekrar halkın gözleri önüne serdi. Bu katı laik, baskıcı hoca ve rektörlerimiz yaptıkları açıklamalar ile aslında bilimsellikten ne kadar uzak olduklarını, ne kadar boş işlerle meşgul olup halkın enerjisini tükettiklerini, laiklik koruyuculuğu altında fikir dünyalarında aslında ne tür faşist motivasyonlar barındırdıklarını bizlere bir kez daha gösterdiler.

EÜ Rektörü Prof. Dr. Ülkü Bayındır (Zaman, 31 Ocak 2008) şöyle diyor: ''Türbanı bir demokrasi sorunu gibi göstermek, eğer bir siyasal strateji değilse, büyük bir haksızlıktır. Bu sorun, türbanı insan hakları ve özgürlük çerçevesinde sunanların gayretleriyle büyütülmüştür. Eğitim kurumları, ayırt edici işaret ve sembollere kapalı kalmak durumundadır. Bu ülkenin yurttaşları olarak, nasıl bir toplum istediğimizi düşünmeliyiz.''

Oysa asıl haksızlık birileri türbanı siyasal strateji olarak kullanırsa ortaya çıkar, onu demokratik bir hak olarak gösterirse değil. O aslen bir özgürlüktür zaten. Bu kadar basit bir düşünce egzersizi bu aslında. Ayrıca sorun, maalesef, türbanı ''insan hakları ve özgürlük çerçevesinde sunanların'' değil; aksine onu ''zorla yapılan bir ibadet'', ''çağdışılık'', ''siyasi simge'' olarak sunmaya çalışan faşistlerin akıldışı tavır ve ısrarlarından kaynaklanıyor. Hem ''eğitim kurumları ayırt edici işaret ve sembollere kapalı kalmak durumundadır'' da ne demek? Cübbe de ayırt edici bir kıyafettir: Öğretim görevlisini mesela çaycı Hasan'dan ayırır. Üniversite hastanesinde bir doktorun giydiği beyaz önlük de böyledir. Kep bir semboldür; mezuniyeti sembolize eder. Rektöre ait makam aracının plakası da ayırt edici bir semboldür. Benim arabaya takmazlar. Hem neyi neyden ayırt ederse sorun olur; yada olmaz?... Allah'ım kimlerle uğraşıyoruz?

Bu arada bu bir kısmı ateist olan bilim adamlarımızın! bugünlerde ortaya çıkıp ilmi buluşlar yerine dini fetvalar yayınlama gayretlerini de tarihe not olarak düşmek gerekiyor.

Asıl bombalar Prof. Celal Şengör'den geldi. Taha Akyol'a (Milliyet, 5 Şubat 2008) gönderdiği yukarıda resmettiğim tabloyu dolduran mesajını, bağlamını dağıtmadan verip devam edeyim:

''Benim bugüne kadar pek çok türbanlı öğrencim oldu. Hiçbirine kapıyı göstermedim. Bunun sebebi basittir: Bunlar belli bir siyasi görüşü sınıfa getirmiyorlardı. Kendi inanç dünyalarının gereğini yapıyorlardı. Öğrettiklerimi de bal gibi öğrendiler. Sizin üzerine bastığınız çok önemli bir kavram var: Öğrenme hakkı. Ben bu hakkı bir inanç organizasyonu tarafından elinden alınmış veya bu hakkını teslim etmiş insanların üniversitede yerleri olmadığını savunuyorum. Türban bir siyasi hareketin üniforması olmadan önce ortada sorun yoktu. Hiç kimse bir öğrenciyi inançları nedeniyle üniversite dışında tutamaz ve hatırlarsınız, tutmuyordu da. Üniversite dışında tutulması gerekenler, inançlarını tartışmaya açmamak kararlılığında olan ve üniversitenin hür tartışma ortamını baltalamak isteyen militanlardır. Ne yazık ki son zamanlarda bunları da gördük: Örneğin okul koridoruna yüksek sesle NAMAZ KILMAYA KALKANLAR OLDU. İşte bunların üniversitede yerlerinin olmadığı kanaatindeyim. Bilmem buna katılır mısınız?''

Taha Akyol akıllı adam tabi. Şengör'ün sorusuna kendisine tam olarak katılamayacağını ima eden kısa bir yanıt verdi. Şengör'e, türban yasağının kendisinin türbanı ''bir siyasi hareketin üniforması'' olarak görmediği 82'li yıllardan itibaren geçerli olduğunu hatırlattı. O günkü türbanlılar masum, şimdikiler militan mı? göndermesinde de bulundu haklı olarak. Fakat benim en sevdiğim yanıt, okul koridorunda namaz kılınması örneğine bakarak bütün türbanlılar hakkında genelleme yapmanın ve türbanlıların bilim düşmanı olduğuna dair önyargının ne kadar bilimsel bir düşünüş tarzı olduğunu sorguladığı bölüm idi.

Evet! Bu düşünce tarzının bilimsel düşünce tarzı ile uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Akyol doğru bir sorgulama yapıyor. Şengör, eski türbanlılar ile şimdikiler arasında bir değişiklik olduğunu bilimsel olarak test etmeden (bunun yöntemlerini kendisine öğretebilirim talep ederse) böyle spekülasyonlar yapmamalı. Sonuçta pozitivist bilim anlayışının en temel çıkış noktası bilimsel olarak sınanabilen ve tekrarlanabilen, hatta yanlışlanabilen gözlemlere dayalı olması değil midir? Bahsettiği değişikliklerin boyutuna bir daha göz atalım: Eski örtülüler: ''Belli bir siyasi görüş sınıfa getirmiyorlar''; yeniler tamamen siyasi görüş adına hareket ediyorlar! Eskiler: ''Kendi inanç dünyalarının gereğini yapıyorlar'', yeniler dinin gereği olarak yapmıyorlar! (anket sonuçlarına ve kızların açıklamalarına rağmen). Eskiler: Şengör'ün öğrettiklerini ''bal gibi'' öğreniyorlar; yeniler 'acı kavun gibi' öğrenemiyorlar! Hadi ilk ikisini geçtim. Sınıfındaki eski ve yeni türbanlıların not ortalamalarını basitçe analiz edip (t-test uygulayacaksın) arada önemli bir fark olduğunu ortaya koymuş olsa hadi neyse...

Şu izahata da bir bakalım: ''Üniversite dışında tutulması gerekenler, inançlarını tartışmaya açmamak kararlılığında olan ve üniversitenin hür tartışma ortamını baltalamak isteyen militanlardır.'' Bu sözün altına hadi karşılıklı olarak imza attık diyelim. Bence bu şartlar altında üniversitelerimizden ilk ayrılması gerekenler bu filmsel hocaların ve rektörlerin kendileri olmalıdır. Katı laikliği dogmatik ve faşist bir inanç haline getirdiklerinin farkında bile değiller. Zira bilimselliğin arkasına sığınarak, bilimsel görünerek, bilimsel yöntemlerle hiçbir alakası olmayan kişisel spekülasyonlarla hareket ediyorlar. İşin garibi nasıl bir bağnazlık sergilediklerini ve bu bağnazlıklarından da asla taviz vermediklerini göremiyorlar. Çünkü kendilerini çok akıllı zannediyorlar. İşte bu nedenle de özgür ve üretken düşüncenin yuvası olması gereken üniversitelere sokulmamaları gerekenler asıl kendileridir.

Bitmedi... Şengör'ün ilk çıkış yaptığı anki dudak uçuklatıcı ifadelerine göz atalım şimdi de:

''27 Mayıs'ı üniversiteler yaptı. Yasal olarak kabul edilse bile türban kabul edilemez. Üniversitelerin huzuru bozuluyor. Türbanı taktın mı şeriat istiyorum demektir... Genç subaylar da rahatsız yaşlı subaylar da.'' Bunlarla da kalmamış ve üniversiteler de dahil olmak üzere ordu dışında bütün kurumların 'bilimsellikten yoksun' olduğunu savunmuş kendisi. Şu sözler de ona ait: "Kimle konuşsak, 'Canım asker daha ne bekliyor?' diyor. Şimdi de öyle. Bu askerin görevi mi? Halk olarak bir şey yapsak, ama kimse yapmıyor. Asker konuşmalı mı, evet konuşmalı. Ordu gayet tabii ki darbe yapabilir. Niye yapmasın? Ordunun görevi memleketi korumaktır..." (Zaman, 30 Ocak 2008).

Yani bu ifadelere biraz bilimsel yöntemle baksak içinden çıkamayız. Üniversitelerin asıl işlevinin bizzat kendi hoca ve rektörleri tarafından nasıl ihlal edildiğini, nasıl bir huzursuzluğa ve nasıl bir hukuksuzluğa sürüklendiklerini, kardeş kavgasına alet edildiklerini ve nasıl bir siyasi malzeme haline getirildiklerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Efendi!, ''türban'ı taktın mı şeriat istiyorum demektir'' yargısı doğru olmayan bir önermedir. Takanlar böyle bir iddiaları olmadığını kaç bin kere söyleyecekler? Bu sizlerin ürettiğiniz bir korku sadece. Buna rağmen böyle önermelerde niye ısrar ediyorsunuz anlayamıyorum? Haydi bütün bu açıklamaları geçtim; yahu bir profesör orataya çıkıp utanmadan; ''üniversiteler de dahil olmak üzere ordu dışında bütün kurumların bilimsellikten yoksun olduğunu'' nasıl söyleyebilir? Sen tutup kürsüsünde oturduğun ve en bilimsel kurum olması gereken üniversitelerin 'bilimsel' olmadığını sıkılmadan itiraf edeceksin, sonra kendi yorumlarını ve türban düşmanlığını 'bilimsel' olmakla bir tutacaksın... Yani adama, üniversitelerin bilimsel olması sizin işiniz değil mi?, bunca zamandır ne yaptınız da bu kurumlar 'bilimsel' olamadı diye sormazlar mı? (Kaldı ki ordu bilimsel değil teknolojiktir, bilim üretmez-onu madden destekler ve ürettiği teknolojiyi kullanır. Ordunun yaptığı felsefe de bilimsel değildir, zaten felsefe-türban ve laiklik üzerine mesela- aslen bilim değildir. Adam bu farkları bile bilmiyor). Bu itiraflara rağmen utanmadan nasıl halkın içine çıkıpta bilimsel türban eleştirileri yaptığınızı anlamakta güçlük çekiyorum. Pes yani... Artık başka söze ve eleştiriye hacet duymuyor, bu kadarı ile iktifa ediyorum. Sizi gidi film adamları sizi... Neyin filmini çekmeye çalıştığınızı bu halk iyi biliyor. 12 Şubat 2008

5 Şubat 2008 Salı

LAİKLİĞİ FAŞİZM'E ÇEVİRENLER

Bu yazı 6 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Son günlerde türban serbestliği üzerinden koparılan gürültüleri takip ediyorsunuzdur. Meseleyi kitle eylemlerine dönüştürmeyi başardılar gene. Zaten bu tür eylemlerin ardından belli 'sivil' örgütler çıkıyor hep. Hani genel seçimler öncesinde de benzer bir laiklik istismarı yaparak belli hassasiyetleri olan insanlarımızı 'Cumhuriyet mitingleri' adı altında sokaklara döken bazı kuruluşlar... Şimdilerde ispatlanmış belirli suçlardan ve çetecilikten içeriye alınan 'ulusalcı' birtakım suç örgütleri ile seçim öncesi dönemde meydanlarda kol kola pozlar veren sivil örgütler (istisnalar hariç)... New York Times geçenlerde yaptığı bir yorumda, bu katı laik kesimler ile yakalanan çeteler arasında bir bağ olup olmadığı ispatlanmış değil desede, önemli bir noktayı adres gösteriyordu bizlere.

Bu örgütlerin gazı ile Anıtkabire yürüyen insanlarımızı iki gruba ayırarak değerlendirmeyi uygun gördüm hep. Birinci ve azınlıktaki grup; yönetici, sürükleyici pozisyonunda. Katı laik, oligarşik, öfke dolu, son derece bağnaz, eğitim düzeyi kısmen yüksek ama bilinç düzeyi düşük, eskiden solcu şimdilerde katı kemalist takılan (diğer samimi solcuları tenzih ederim), bununla yetinmeyip ulusalcı da geçinen, din düşmanı bir kesim. Bu birinci grup idi.

İkinci grubu oluşturan insanlarımız birinci gruptakilere göre biraz daha çoğunlukta. Bunların içerisinde önemli sayıda kandırılmış insan var. Bu kişilerin Atatürk'e atfedilen değerlere samimi bir duygu ile bağlı olduklarını, içlerinde din düşmanlığı olmadığını, hatta çoğunun dini bazı hassasiyetleri bile olduğunu çok iyi biliyorum. Bu gruba giren çok sayıda tanıdığım insan var çünkü. Bazı laikçilerin verdikleri ''dinde baş bağlama yoktur'' fetvaları zaten bu grubun mevcut dini hassasiyetlerini ihmal edememelerinden kaynaklanıyor.

Bu ikinci gruptakiler laiklik duyguları senelerdir istismar edilmiş, kandırılmış olan insanlar. Son zamanlarda yakalanan çetelerin bile halkı Kürt-Türk, Alevi-Sünni, PKK'cı Kürt-İslamcı Kürt şeklinde bölmeye dönük nasıl planlar yaptıklarını takip etmişsinizdir. Aynı oyunlar yıllarca dindar kesimler ile bu samimi laik insanların arasında da oynandı durdu. Bu iki kesim hep karşı karşıya getirilmek istendi ve getirildi de. Her iki tarafın belli ihmalleri de buna eklenince gruplaştırma gayretleri daha çabuk meyve verdi. Düzmece 28 Şubat senaryoları, birilerinin eliyle kurulan sahte Hizbullahlar, Aczimendiler, sahte şeyhler... Hala kimin provoke ettiği bilinmeyen Madımaklar... Mumcu ve Hablemitoğlu gibi bazı cinayetlerin faillerinin hemencecik dindarlara yıkılmaya çalışılarak laik kesimlerin gaza getirilmeye çalışılması senaryoları...

Oysa bu gibi eylemlerin Ergenekon teröristlerine ait eylemler olduğu anlaşılmış oldu, daha da anlaşılacak. Danıştay saldırganının 'türban fedailiği' yapıyormuş gibi rol keserken suç üstü yakalanması ve onun da Ergenekoncu çıkması bunun açık bir göstergesi idi. Başarılı olunsa idi, laik kesim kandırılarak tekrar sokaklara dökülecekti.

İşte bu kandırma ve manipüle etme oyunlarının en temel hedefi; samimi laik kesimler üzerinde tesir hasıl etmek ve onların dindar-muhafazakar çevreler ile, hatta ülkenin dini hassasiyetli tüm halk tabakaları ile aralarındaki uçurumu açmak oldu. Sürekli bir rejim tehdidi ile korkutulan bu çevreler, hızlıca öfke dolu tepkilerin içerisine çekilirken, sürekli baskı altında tutularak bir takım hatalar yapmaları sağlanan, feverani çıkışlarla ortalıkta görünmeleri teşvik edilen bazı 'dindar' grupların hamasi tavırları da birilerinin ekmeğine senelerce yağ sürüp durdu.

Geçenlerde de işaret ettim (DKM, 28 Ocak 2008); maalesef 'türban meselesi' sürükleyici konumdaki birinci grup için çok önemli bir araç. Fehmi Koru'ya göre, ''başörtüsü yasağı çeteleri besleyen moral zeminin en önemli malzemesi'' konumunda. Ben bu yargıya katılmakla beraber, ona 'en önemli meşruiyet alanı' ve 'rakipleri yorma, yıldırma, dövme sopası' nokatalarını da ilave etmiştim. Bu yazı ile son ve vurucu bir noktayı daha ilave etmek istedim: Samimi laik kesimlerin duygularını istismar etmek, onların zihinlerine soktukları; 'sanal, rejim yıkılması korkularını' sürekli bir şekilde canlı tutmak, öfkelerinin yerini aklıselimin almasını önlemek... Bu yargı dönüp dolaşıp bir şekilde Koru'nun yargısı ile bütünleşiyor.

Öfke ile verilen tepkilerin nasıl bir cehaletin ve öfkenin ürünü olduğunu gördüğünüzde bana hak veriyorsunuzdur herhalde. CHP'li TBMM Başkanvekili çıkıp, ''Türban çağdışı, ortaçağ karanlığına doğru Türkiye'yi götüren bir simgedir'' diyebiliyor: Okuyarak karanlıktan çıkmaya çalışan; fakat okula sokulmayan başörtülü kızların suratına bakarak hem de. İşin daha da vahimi, öfke girdaplarından kendisini kurtaramayan bir kaç CHP'li çıkıp; ''türban'ı eski Sümer'lerde hayat kadınları takardı' diyebildiler. Bu nasıl bir bilinçsizlik ve sinirlilik halidir algılamak güç. İstedikleri çözüm değil, hakaret ve aşağılama sanki. Baş örtme Hıristiyanlık ve Yahudilik dinlerinde de mevcuttur. Böylece o din mensupları da hayat kadınlığı ile suçlanmış oldular böylece. CHP'liler böyle tepkiler vererek partiyi ve takipçilerini iyice faşist bir çizgiye çektiklerinin farkına varmalılar artık.

Öte yandan bazı kadın dernekleri çıkıp ''Cumhuriyetin temel değerlerini savunmada kararlı olduklarını'' idda ediyorlar. Buna bir de CHP'li Kılıçdaraoğlu'nun, ''çağdaş uygarlığın gerisine düşüren örümcek kafalı politikacılardan hesap sormak CHP'nin görevidir'' ifadeleri eklendi. Al birini vur ötekine...

Daha da vahim olanı bu süreçte bazı CHP'lilerin, Deniz Baykal'ın, bazı Hürriyet yazarlarının ve bir kısım rektörlerin işi gücü bırakıp fetvalar vermeye başlamaları. Hepsi diyanet mensubu kesildiler ve bir ağızdan baş örtmenin dinde yeri olmadığına dair görüşler izhar etmeye başladılar. Hem de Diyanet uzmanlarının ve rejimle hiç bir sıkıntısı olmayan din alimlerinin aksi görüş bildirmiş olmalarına rağmen.

Geçenlerde basın önüne çıkıp klasik içi boş laikçi tepkiler veren Prof. Şengör, ''kendisinin tuhaflaştığını'' sonradan kabul etmiş ve buna neden olarakta ''tehdit altında olma hissini'' göstermiş. Hep işaret etmeye çalıştığım nokta bu zaten: Bizdeki laikçi kesimin kendi kendisini sanal ve yapay bir korkunun ağına atmış olması. Daha doğrusu bu şekilde kandırılmış olmaları. Oysa halk arasında biraz dolaşsalar dindar insanımız ile dindar olmayan insanlarımız arasında önemli hiç bir çekişmenin olmadığını, halk arasına inmiş görünen bir takım sıkıntıların ise, benim birinci grup olarak tasnif ettiğim art niyetli azınlığın başarılı bir operasyonunun sonucu olduğunu göreceklerdir. Laikçi kesimler şu gerçeği artık görmeliler. Oranı yüzde bire bile ulaşamayacak kadar az bir azınlığın dışında ülkemiz dindarlarının laiklikle, Cumhuriyetle hiç bir sorunları yoktur. Tek istedikleri herkes gibi eşit bir ortamda, serbest bir şekilde dinlerinin gereğini yerine getirebilmeleridir. Her yeri kamusal alan ilan edip, kendi din (İslam) anlayışınızı onlara empoze etmeye kalkışırsanız (hem de bir kısmınız ateist olduğunuzu belirttiğiniz halde) ve onların dinleri adına bozuk fetvalar terennüm ederseniz onları çözüm denkleminin dışına itmiş olursunuz. Dindar kesimin en önemli sorunu zaten rejim düşmanı olmadığına dair sizi nasıl ikna edebileceğine dair henüz bir yöntem bulamamış olmasıdır. Kendisini ne zaman ifade etmeye çalışsa onu hemen 'takiyye' yapmakla suçlamanız bunu daha da güçleştiriyor çünkü.

Türban sorununun mevcut kanun düzenlemeleri ile çözülmeye çalışılmasına ben de pek sıcak bakmıyorum. Ancak kabul edelim. Şimdiye kadar hangi laikçi kadın örgütü, yargı mensubu, rektör yada CHP'li çıkıpta bu başı örtülü kızların özgürlük haklarını ve okuma sevdalarını dikkate aldı. Onları sürekli olarak ''siyasi sembol'' takmakla suçlayan, bir kere bile bunu niye takıyorsunuz; her hangi bir ideolojiyi desteklemek için mi? diye sormayan, sorulduğunda ise ''inancım gereği'' cevabını verenleri aşağılayan, bu sefer onları kandırılmışlıkla suçlayan, hırsımızı alamayınca da bunun dinde yeri olmadığını söyleyen, bir adım daha atıp bunun Sümer'lerdeki hayat kadınlarının bir uygulaması olduğunu söyleyerek onlara hakaret edenler sizler olmadınız mı? Sonra onlara destek veren bazı sol görüşlü yada liberal kardeşlerimi bile ihanetle, döneklikle suçlayanlar gene sizler değil miydiniz?

Hangi CHP'li çıkıpta kardeşim bu yanlıştır. Kanuni düzenlemeye gerek yok, bu kızlarımız okumazsa asıl tehlike budur. Varsınlar girsinler okullara dedi. Hangi kadın örgütü çıkıpta bu bayanların haklarını savundu, mitingler tertip etti. Kusura bakmayın; ancak hem AKP'yi hem de MHP'yi kanuni düzenleme yapma noktasına getiren; laikçi kesimlerin bu ikiyüzlülüğü ve samimiyetsizliğidir. Mesela buradan Baykal'a ve kadın örgütlerine sesleneyim. Kanuna gerek kalmadan, öyle 'ama' ve 'fakat' cümlelerine de sığınmadan bu kızların her yaşta, dinleri gereği örtünmelerine ve okumalarına karşı çıkmayacağınıza, kamusal alan zırvasından vazgeçeceğinize dair noter huzurunda yemin edin ve kağıt imzalayın, ben aradan bir saat geçmeden Başbakan'ı telefon ile arayıp sizin adınıza kulis yapacağım. Eminim ki, zaten benim aramama gerek kalmadan AKP ve MHP de geri adım atacaklardır. Zaten dindarların senelerdir sizden bekledikleri çözüm de bu. Mevcut kanunlar bile herhangi bir yasak getirmemişken sizlerin o kanunları kafanıza göre yorumluyor olmanız ve o insanların düşman olmadığına kendinizi asla inandıramamanız sorunların en temelinde yatıyordu hep.

Yani Türkan Saylan'ın şu ifadelerine bir bakın ve ne kadar haklı olduğumu anlayın: "Bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye'de olması mümkün değil." Şimdi siz bu ifadeden ne anlarsınız? Bir yandan CHP, bir yandan da bir sivil toplum kuruluşunun lideri... Hepsi kendisini sistemin hakimi ilan etmiş durumdalar. DTP bile ortaya atıldı ve laiklik koruyuculuğuna soyundu geçenlerde. Seçim zamanı da güneydoğu bölgesinde laikliğin teminatı olduklarını söylemişlerdi hatırlarsanız. İnsan sormadan edemiyor: Siz kimsiniz? Atatürk ve ilk Mebusan Meclisi ne zaman bu ilkeyi size teslim etti. Bir meclis ülkeyi halka teslim eder, halktan güç alır. Siz halkı kesinlikle tek başınıza temsil etmediğinize göre bu hakkı kendinizde nasıl görebilirsiniz? Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı için bir araya getirdiği her kesimden insanların bir kısımını rejim düşmanı ilan ederek (öyle olmadığı halde) neye güvenerek bu ülkede benim borum öter diyebilir, halkı ve onun meclisini tehdit edebilirsiniz. İstedikleriniz olmazsa nasıl bir yönteme başvuracaksınız ki? Hem ne istediğiniz bile belli değil. Ben bu noktadan ötesini savcılara bırakıyorum.

Örnekleri daha da çoğaltmaya gerek yok. Art niyetli, etkin, faşist, oligarşik laikçi kesimler iş başında. Diğer samimi laik kesimleri sahte korkularla sokağa dökmeye, yeni darbelerin önünü açmaya, kimbilir belkide ''ulusalcı terörist çetelere'' rahat bir nefes aldırmaya çalışıyorlar. Son rektör organizasyonunda başı çeken ve diğer rektörlerin laiklik duygularını istismar eden bazı rektörlerin aslında yolsuzluktan yargılanma sürecinde olduklarını okumuşsunuzdur. Gene bundan bir kaç sene evvel, yolsuzluk suçları ispatlanan iki rektör; ''dindarlar laikliği yıkmak için benim gibi bir laiklik bekçisinin önünü kesmek istiyorlar'' demişler ve yargıyı baskı altında tutarak paçayı kurtarmışlardı.

Benim bu yazıda adres gösterdiğim ikinci; samimi ama kandırılmış gruptan iseniz sizlerden bir ricam var. Halkın arasına karışınız. Onları anlamaya çalışınız. Aristokrat tavırlardan, üstünlük taslama hastalığından sıyrılınız. Oryantalist gözlüklerinizi de çıkararak onlara kendiniz olarak bakınız. Bakınca göreceksinizki; ne dindarının, ne Alevisinin, ne Kürd'ünün, ne Türk'ünün sizlerle ortak sorunları yok. Onların eşitlik, özgürlük, adalet, ekonomik refah, geçim derdi, gelecek endişesi dışında tartıştıkları birşey yok. Hiç bir dindarın rejimi yıkma, Cumhuriyeti devirme gibi bir telaşı ve gayreti yok. Onlarla diyalog kurmazda sürekli olarak öteki haline getirirseniz, tanımadan suçlama ve yargılama huyundan vazgeçmezseniz kaybeden bu ülke, kazananlar ise sizleri de kandıran başınızdaki bazı oligarşik kesimler olur. Diyalog kurunuz, zira karşı taraftan gelen diyalog davetine de son derece kapalısınız. Bu ülke hepimizin. Son sözüm Türkan Saylan'a: Kusura bakma hanımefendi! Bu ülkede halk ne derse o olur. Biz Atamızdan öyle öğrendik. 5 Şubat 2008