4 Kasım 2008 Salı

ABD BAŞKANLIK SEÇİMLERİ VE MEDYA

Bu yazı 5 Kasım 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Hemen hemen her ülkede ve sistemde medyanın seçimler üzerindeki etkisi konuşulur. Kimilerine göre bu abartılmış bir komplo teorisidir, kimilerine göre ise gerçek bir olgudur. Ben büyük çoğunluk gibi ikinci görüşe kendimi daha yakın hissediyorum. Hem Türkiye'de hem de Amerika'da yaşamış birisi olarak bu olguyu gayet somut deliller ve göstergeler ışığında tecrübe ettiğimi ifade etmeliyim. Özellikle Amerikan başkanlık seçimleri söz konusu olduğunda, medyanın seçimler üzerindeki konusu nedense çok sıklıkla hatırlanır ve vurgulanır. Bu yazıda, sadece bu yaygın öngörüye katkıda bulunan bir izahat yapmaktan ziyade, medyanın bu rölü nasıl ifa ettiğine/edebildiğine dair bir kaç somut delil göstereceğim.

Bu satırları yazdığım esnada seçim sandıkları açılalı henüz üç saat geçmiş durumda. Obama ve McCain arasındaki rekabet, seçime son üç gün kala, adayların kesenin ağzını açması ile birlikte ülkedeki heyecanı doruk noktasına çıkardı. Bu konuda en etkili ve zamanlama yönünden de en başarılı girişimleri Obama'nın yaptığı söylenebilir. Seçilmesi durumunda hem zenci kökenliler arasından hem de Hawai'den ilk başkan seçilecek olacak Obama'nın arkasında şüphesiz çok önemli bir halk ve medya desteği var. Buradaki siyaset yorumcularının işaret ettiği ve benim de şahsen toplum içinde gözlemlediğim gibi Obama destekçisi ''halk kitlesinin'' önemli bir kesimi sanılanın aksine ''zenci oy'' olarak değil, ''genç oy'' olarak tasnif ve takdim ediliyor. Bu mezkur eğilimi ''tasnif'' kelimesi ile ifade ederken uzmanların analizlerine, ''takdim'' kelimesi ile de medya faktörüne işaret ediyorum. Bu husus, medyanın Amerikan seçimlerindeki rölü konusunda değinmek istediğim birinci nokta.

Bir takım önde gelen medya kuruluşları uzun süredir seçmenin bilinçaltına hitap eden haberler, yorumlar ve analizler yayınlıyorlar. Bu yorumlarda verilmek istenen mesaj başkan adayının seçimi konusunda ''ırk'' faktörünün belirleyici bir etken olmayacağı yönünde idi. Buna ilave olarakta genç seçmenin Obama'yı benimseyeceği ve seçimde kendisini destekleyeceği yönünde uzun süredir yayınlar yapılıyor. Bu noktada meseleye iki yönden bakmak mümkün: Bu medya kuruluşları ya halkın nabzını çok iyi tutuyorlar ya da yaptıkları yayınlarla kararsız seçmeni etkilemeye çalışıyorlar. Gerçek elbette bu ihtimalin bir bileşkesi niteliğinde. Amerikan seçimleri arefesinde, yaşlı ve daha tutucu kesimlerin oy verme işlemine daha çok ilgi gösterdikleri, genç ve daha liberal olan kesimlerin ise daha az ilgi gösterdikleri hep konuşulan bir olgu olmuştur. Fakat, hem bir önceki seçimlerde hem de bu son seçimlerde genç kesimin seçimler üzerindeki etkisi hissedilen bir artış sergilemekte. Bu da medyanın bu etkiyi başarmada ne kadar etkin bir rol oynayabileceğinin önemli bir işareti.

Kanaatimce medya bu ''ırk'' faktörü üzerinden bir başarıya daha imza attı. O da, Obama'ya (zenci olması hasebiyle) sadece zencilerin değil, her kesimden insanın oy vereceği yönünde sürekli tahşidatlar yapıldı. Bu tür yayınların da insanların meselelere bakış açılarını etkileyeceğini düşünüyorum. Unutmayalım! Daha önce kendi ülkemizde bir iki medya kuruluşunun seçimler öncesinde tartışmalı ''anket çalışmaları'' yaptıkları vakidir. Yayınlanan o anketlerin insanların bilinçaltını etkilemeye dönük, ''bak zaten bu parti önde gidiyor'' imajı oluşturmaya çalıştıkları defalarca tartışıldı. Amerika gibi bir ülkede bu tür fabrikasyon anket sonuçlarına teşebbüs etmek ilgili medya kurumunun intiharı anlamına gelebileceğinden pek mümkün değil. Ancak, medyanın elindeki mamipülasyon gücünü ''uzman görüşleri'' ve haberler aracılığı ile kullanmayacağı garantisini kimse temin edemez.

Medyanın seçimlerdeki rölü konusunda ikinci ve daha önemli olan bir nokta daha var. Medyanın Amerikan seçimleri üzerindeki yönlendirici etkisini irdelerken gözden kaçan bu husus bize son derece önemli bir delil sunmakta. Şöyleki: Amerikan halkı bir önceki başkanlık seçimini de büyük bir heyecanla takip etmiş ve önemli bir demokratik katılım örneği sergilemişti. Güçlü Demokrat aday John Kerry, ikinci kez Başkan seçilen Bush karşısında çok etkili bir kampanya yürütmekteydi. Televizyon ekranlarında Bush ile giriştiği sözlü düellolarda onu bastıran hatta ezen bir portre çiziyordu. Amerikan halkının çok önem verdiği ekonomi içerikli planlarını anlatırken de gayet destekli ve planlı yaklaşımlar ortaya koyuyordu. Bush ise bir kaç klişe sözü ağzında dolandırıp durmakta, ekonomi içerikli soruları bile ikinci cümlenin ardından hemencecik Saddam ve terör ile olan savaşın önemine bağlamaktaydı. Bir çok uzman ve halk Kerry'nin popüler oyları da alarak başkan olacağını düşünmekteydi. Oysa o dönemde medya gücü kullanılarak çok etkin bir proje hayata geçirildi. Seçime son bir ay kala tartışmaların yönü ekonomik olandan tamamen ''savaş ve terör'' olana, buna ilave olarakta Amerikalı yaşlı, tutucu, muhafazakar (daha çok Evanjelist) ve Cumhuriyetçi seçmenin hassas karnı olan ''gay evliliği'', ''kök hücre kopyalanması'' ve ''kürtaj'' konularına kaydırıldı. Bunlardan birincisi ile, terör konusunda kendileri de çok hassas olan bazı demokratların ve kararsızların fikri çelinmeye çalışıldı. İkincisi ile de özellikle 60 milyon oy potansiyeline sahip olduğu düşünülen Evanjelistlerin ve diğer klise mensuplarının ilgi alanları başka konulara odaklandırıldı. Kliselerin Bush'a oy verilmesi için nasıl kampanyalar yaptıklarını bizzat müşahade etmiştim o dönemde.

Dikkat edin, bu son seçimde bu arzettiğim hassas konular hiç gündeme gelmedi.getirilmedi. Çok cılız kaldı yada çoklukla geçiştirildi. En azından ülkenin en önemli ve baş tacı meseleleri konumuna getirilmediler. Sizce o dönemde medyanın hiç gündeminden düşmeyen bu konular şimdi hiç gündeme gelmediyse bunun bir anlamı yok mudur? Acaba medya aynı konuları neden gündemine hiç almadı da, yapılan yayınlar hep ekonomi eksenli oldu. Veyahutta, seçmenin ırk faktörüne dikkat etmediğine dair ve genç seçmenin Obama'yı desteklediğine dair yayınlar yapılıp durdu. Bunu da geçtim. Obama'nın ''gizli Müslüman'' olduğu yönündeki Cumhuriyetçi propaganda bile hiç bir zaman önemli bir medya gündemi olmadı.

Sizleri bu sorular ve düşünceler ile başbaşa bırakırken şahsım adına medyanın etkin gücü karşısında bir kere daha şapka çıkarıyorum. Sonuçlar sabah açıklanacak ancak ben şimdiden Obama'yı kutlamış olayım. Hem seçildiği hem de medyanın rüzgarını arkasına almayı başardığı için. 4 Kasım 2008

2 Kasım 2008 Pazar

BOĞAZİÇİLİ OLMAK

Yurt dışında yaşadığımdan dolayı ülkemiz gazetelerini vaktim elverdiği ölçüde İnternet üzerinden takip edebiliyorum ancak. İnsan gurbette yaşayınca bilgisayarının düğmesine dokunup gazeteleri açmak üzere iken ''acaba bugün neler oldu ülkemde'' duygusunu içinden geçirmeden edemiyor. Türkiye'de bulunduğum yıllarda hiç hissedemediğim bir duygu idi bu. Bir yandan Ergenekon davasının seyrini heyecanla takip ederken, diğer yandan bugün inşallah bir yerlerde bir provakasyon olmamıştır ve yeni bir şehit vermemişizdir hissiyatı altında, içimde bir ürperti ve buruklukla bekliyorum ilk gazete sayfasının açılışını.

Karşıma çıkan bir takım haberler bana ''ülkede değişen bir şeyler yok'' düşüncesini yaşatsada bir takım haberler bütün günümü hatta haftamı berbat etmeye yarıyor. Bu tür haberlerden birisi ile karşılaştım geçenlerde bir kaç gazetede ve ne yazıkki yaşadığım derin hayal kırıklığını hala üzerimden atabilmiş değilim. Biliyorsunuz, Boğaziçi Üniversitesi hiç alışık olmadığımız ve kendisinden hiç de beklemediğimiz bir tarzda medyanın gündemine düştü. Eski İstanbul Üniversitesi idarecilerinin o güzel üniversitemizin tarihine bir kara leke gibi düşürdükleri o antidemokratik ve yasakçı uygulamaların bir benzeri artık Boğaziçi'nde bile yaşanır hale gelmişti.

Bir Boğaziçi Üniversitesi mezunu olarak ne kadar derin bir teessür içinde olduğumu ifade etmekten acizim. Kendisi ile hem okurken hem de mezun olduktan sonra hep gururla bahsettiğimiz güzel üniversitemiz bu hallerede mi düşecekti? Mezun olduktan sonra bir kaç sene daha yüksek lisans ve asistanlık yaptığım bu güzide okulun bizlere kazandırdığı güzel değerlerle hep övündük yıllarca. Bu değerlerin en başında da demokrasi, fikirlere saygı ve meselelere liberal bir bakış açısı gelirdi. 28 Şubat döneminin o kemikleri donduran soğuk demokrasi dışı uygulamaları bile üniversitemizde bir esinti olarak hissedilmiş, diğer üniversitelerimizin çoğunda ivedilikle hayata geçirilen yasakçı ve başörtüsü karşıtı uygulamalar Boğaziçili hoca ve öğrenciler nezdinde pek bir karşılık bulamamıştı. Zira her görüşten birçok öğrenci bir arada yaşama becerisinin ne demek olduğunu çok iyi biliyorlardı.

Anlaşılan zamanla bir takım değerler aşınmaya; yeni rektörün ve beraberindekilerin etkisi ile Boğaziçi ruhu yara almaya başlamış. Yasak en etkin şekilde halen başta Eğitim Fakültesi olmak üzere Hazırlık Okulunda devam ediyor. Az önce arzettiğim gibi lisans ve yüksek lisans eğitimimi bu okulda hem de Eğitim Fakültesi'nde tamamladım. Basına ''yasakçı dekan'' olarak yansıyan Prof. Baykal kendisini çok iyi tanıdığım hocam ve bir kaç sene birlikte çalışma imkanını da bulduğum bir akademisyendir. Benim gibi bir Ölçme Değerlendirme uzmanıdır kendisi. Ölçme ve Değerledirme alanının en temel kavramları olan ''geçerlilik'' ve ''güvenilirlik'' kavramlarını ilk defa kendisinden öğrendim. Henüz o zamanlar kitaplara bağlı teorik tanımlandırmalar bağlamında öğrenmiştik bu kavramları. Amerika'da devam eden doktora tahsilim boyunca da bu kavramların hayatın ve zamanın temel dinamikleri arasında olduklarını idrak ettim. Zira yaptığımız herşey yada verdiğimiz her karar bir önceki anlayış ve güzel uygulamalarla uyumlu ve ahenk içinde olmalı, iyiye, güzele ve mantıklı olana doğru atılan her adımda istikrar korunmalı ve verdiğimiz kararlar, içinde yaşadığımız dönemin evrensel değerleri açısından bir geçerliliğe sahip olmalı...

İşte evrensel değerlerin ve özgür düşüncenin temadisi ve terakkisi adına en önemli kaleler durumunda olan üniversitelerimizden beklenen tavırda bu olmalıdır. Çünkü bir üniversite olma vakarı bunu gerektirmektedir. Hele Boğaziçi gibi köklü ve belli değerleri kendisine kimlik edinmiş bir üniversitenin günlük politikalar uğruna istikrar ve prensip rayından çıkarılması bir düşünce ve prensip intiharıdır. Halen kendisini bir Boğaziçili olarak hisseden birisi olarak 21. yüzyılın başında bulunduğumuz şu dönemde bile böyle anlamsız ve gereksiz başörtüsü düşmanlığının ve yasakçılığının peşine düşebilen bir zihniyeti üniversiteme ve Boğaziçililik ruhuna yakıştıramıyorum. Yasağı uygulayan kişiler eskiden böyle değillerdi yada üniversitenin liberal anlayışı onları dizginliyordu bilemem. Bildiğim birşey var ise yeni rektörün üniversitemize layık olmadığıdır. Bu kişiler saygı duyduğum hocalarımda olsalar hissiyatımı ifade etmek isterim. Diğer Boğaziçililerin de benim gibi hissettiklerini çok iyi biliyorum. Kendileri ile halen irtibat halinde bulunduğum mezunlar değil, gazetelere demeçleri yansıyan tek yürek olmuş farklı görüşlerden öğrenciler bile benzer tepkiler verdiler bu yanlış anlayışa.

Üniversitemiz ve değerlerimiz hep yaşayacak ve Türkiye'nin geleceğine ışık tutmaya, onu demokratik ve özgürlükçü anlayış ve bilgi ile aydınlatmaya devam edecektir. Çünkü biz Boğaziçililer böyle istiyoruz. 3 Kasım 2008