Bu yazı 6 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Bir süredir
yapmaya gayret ettiğimiz toplumsal analizlerimize ufak bir katkı olması
açısından önemli gördüğüm bir toplumsal hastalığımıza işâret etmek istiyorum
bugün. Başlıktan da anlayacağınız gibi bizim
ve bize yakın Müslüman ve diğer milletlerin iliklerine kadar işlemiş olan ve
toplumsal kodlarını adetâ esîr almış bulunan aşırı itibâr, teveccüh ve protokol
hastalığı sorunlarını ele alacağız kısaca.
Bâzı problemler hastalık semptomları gibidirler. Ölümcül
veya acı verici olmadıkları için ihmâl ederiz onları. Oysa onlar daha büyük
hastalıkların göstergeleridirler ve dikkatle takip edilmeleri gerekir. Öyle;
baş ağrısı, mide bulantısı ve kusma gibi sadece rahatsızlık veren belirtilerden
bile daha sinsi olabilir bunların bazıları. Kulak çınlaması der geçersiniz,
hattâ 'beni andılar' diyerek geçiştiriverirsiniz; ancak bu özellikle bulantı,
kusma ve baş ağrısı gibi başka bazı belirtiler eşliğinde geliyorsa, başınızda
bir tümör olduğuna bile işâret edebilir.
Bir de basit gibi görünen, çoğunlukla ihmâl ettiğimiz,
fakat ihmâl edile edile vücutta sinsice çok ciddî rahatsızlıklara sebep
olabilen sorunlar vardır. Örneğin; ihmâl edilen periodontal diş eti
iltihaplanmaları zamanla böbreklerinizi ve kalbinizi iflâs ettirecek neticeler
doğurabilir. O yüzden düzenli takip ve tedâvi gerekir ki bu sinsi iltihaplanma
siz farkında olmadan vücudunuzu zehirlemesin.
Aynen onun gibi toplumsal sorun ve hastalıkların bâzıları
da ya gizli, ya hafif, ya da sinsi şekillerde gelirler ve bünyeyi zamanla
zehirleyip tesirleri altına alırlar. İhmâl edilen ama ihmâl edildikçe de etki
alanını devamlı genişleten anormalliklerdir bunlar. Yine onlar yerine göre,
örneklerimizde olduğu gibi, ya daha büyük bir hastalığın göstergesi olan küçük
semptomlardır veya bizzat sorunun kendisi ve kaynağı olabilen ufak ve sinsi
problemlerdir.
Toplumsal bazda
düşündüğümüzde bizimki gibi eğitimsiz, cahil, tembel, sistemsiz, nemelâzımcı,
ötekileyici, günübirlikçi, çıkarcı ve bencil toplumlarda toplumsal bünye adetâ
bu tür semptom ve hastalıkların festival alanı gibidir.
Sistemsizlik ve kaos girdabında, bir hayat ve ahlâk felsefesinden de yoksun olarak
yaşadığımız için gittikçe kronikleşen sorunlar yumağı ile boğuşarak geleceğimizi
daha da tehlikeye atıyoruz.
Başlıkta arz ettiğim sorunlara gelirsek; toplumumuzda
ciddî bir aşırı itimad, teveccüh ve protokol hastalığı var. Bunlar elbette
başka hastalıklardan da besleniyorlar. Meselâ, kibir, makam sevgisi ve makama
tapma, özgüven ve kimlik eksikliği, çıkarcılık, yalakalık ve adam kayırma
kültürü, fırsatçılık, bencillik…. Listeyi uzatmak mümkün.
İfrat-tefrit dengesini birçok hususta yitirdiğimizden dolayı
saygı-itâat-onur-adâlet- sadâkat dengesini de yitiriyoruz. Meşhur olan, güç
sahibi olan, devlet üniforması ve/veya yetkisi ile dolaşan insanlara karşı
sergilediğimiz aşırılık derecesindeki teveccüh, itibar ve itimad beraberinde
bir sürü hastalık ve sorun daha üretiyor.
Bizim beğenimizle, paramızla meşhûr ettiğimiz insanların…
Bizim oylarımızla bize hizmet etmek için seçtiğimiz siyâsetçilerin…
Bizim vergilerimizle beslediğimiz devlet memurlarının,
polislerin, vâlilerin, kaymakamların, askerlerin…
Efendileri biz; yâni halk, olmamız gerekirken bizler
onların kapıkullları, yalakaları, enâniyet ve kibir pompalayıcıları oluyor;
onlardan gelen her türlü suistimal, emir, hor ve hakîr görülme, hattâ zulümlere
bile boyun eğiyor ve kendilerinden hiç hesap sormuyoruz.
Bizim omuzlarımızda yükselen bir zulüm, sadâkatsizlik ve
suistimal ateşine, vurdumduymazlığımız ve korkaklığımız ile odun taşıyoruz. Bu
nedenle de içimizden çıkan her birey bir an evvel kendini devlet denilen bu
sihirli aygıta yamayıp, o zulüm çarkından istifâde etmeye çalışıyor. Sanırım
hadislerde de geçen ve ‘’nasılsanız öyle
yönetilirsiniz!’’ tavsiyeleriyle uyarılan bütün toplumlar bizimki gibi bir
profil çiziyorlardır.
Devlet adamlarımız o makamlara bizim sayemizde gelseler
de, hemen bir kibir ve itibâr fanusunun içine hapsediyorlar kendilerini. Artık
protokollere harcanan zaman, para ve enerjinin haddi hesabı olmuyor. Biraz daha
ileri giderek söyleyeyim. Bizdeki devlet
erkânının daha masa başına oturur oturmaz ilk olarak makam araçlarını ve
korumalarını, ayrıca devlet protokolündeki yerlerini düşünmeleri artık tümör
haline gelmiş bir sorundur. Gelişmiş Batı ülkelerinde, işine bisikletle
giden Başbakanlar ve milletvekilleri varken bizde en ufak bir makamın bile
Almanya’dan sipâriş edilen zırhlı bir aracı ve korumaları oluyor. Bir umûmî
tuvalet açılışına bile gitseler; benim protokoldeki yerim neden filancanın yanı
değil diye kavgalar veriyorlar. Maalesef, bu protokol hastalığı İslâmcı AK
Parti ve Erdoğan döneminde metastaz hâlini almış bir kansere dönüşmüş
durumdadır.
Bülent Arınç’ın, Erdoğan’ın kızının düğün dâvetine
katılmama sebebine bakın meselâ. Kendisi AK Parti kurucusu olduğu halde
partiden şutlandı ve bu da yetmiyormuş gibi parti içi itibarı, kendi tâbiriyle,
‘’özgül ağırlığı’’ sıfırlandı. Bu durumda açıklama olarak en azından ‘dargınım’
şeklinde bir serzeniş beklersiniz değil mi? Hayır! Bizdeki protokol hastalığı
kendisini burada da gösterdi ve Arınç’a; oturma planındaki yerinin doğru tesbit
edilmediğini söyletti. Yâni, protokol denen kibir atlasında bizim devletlu ‘tanrılarımızın’
lâyık oldukları iltifat ve itibârda kusur edilmiştir. Sorunun onlar açısından
tek önemli noktası budur…
Okulundan devlet dâiresine, oradan mahalle muhtarının
odasına, oradan da tören alanlarına kadar her yerde mevcuttur bu hastalık. Hattâ
aile yaşantımızın içine bile sirâyet etmiştir. Dedenin yanında kim oturacak,
kim yerde kim ayakta olacak, kim konuşacak, kim dinleyecek hepsi belirlenmiştir
bunların.
Maalesef toplumun
her ferdi gibi cemaat ve tarikatlara mensup olan ve İslâm’ın; kendini
sıfırlama, enâniyetten yoksun olma, kibre bulaşmama, Allah’tan başkasına boyun
eğmeme vb. değerlerinin eğitimini almış fertler arasında bile aşılamayan bir
sorundur bu hastalıklar. Belli düzeyde hepsine sirâyet etmiştir sinsice.
Devletçilik, hırs ve kibir imtihanını aşamama, dinde derinleşememe, özden
şekilciliğe kayan anlayışların tesirinde kalma ve benzeri eksikliklerden dolayı
bu; aşırı tecevvüh, lüzumsuz itibâr ve protokol hastalıklarıyla onlar da malûl oluyorlar.
17-25 Aralık sürecinde birçok dinî grubun Erdoğan’a bîat etmesinin ardında hırs
ve tamâhkarlık kadar bu itibâr ve teveccüh hastalığının da etkisi vardır.
Saygı çerçevesinde ve kibarlık düzeyinde sunulması
gereken bu ikramlar, aşırılığa kaçma şeklinde cereyân ediyor çoğunlukla. Bu da
fark edilmeden; siyâsilere, liderlere, hattâ bazan bir aşağılık kompleksi
şeklinde bizden olmayan insanlara karşı haddi aşan iltifat etmelere ve protokol
gösterişlerine neden olabiliyor. Bu da bir yandan onların kibrini beslerken, öte
yandan da kendimizi o insanların kibirlerinin zehrine açık hâle getirebiliyor
ve kendi sevenlerimiz ve takip edenlerimiz ile olan mütevazılıktan beslenen
gönül bağlarımızı zedeleyebiliyor.
Hattâ daha da ileri gidip, meselâ, ‘’evin danasından öküz
olmaz!’’ sözünde ifâdesini bulan ve dâiremiz dışındaki bâzı insanlara ve
makamlara karşı gösterdiğimiz aşırı iltifatların girdabına da düşebiliyoruz. Böylece, kendi kardeşimize söz hakkı
tanımazken, başkalarının ağzının içine bakarak mest olabiliyoruz ve
kardeşlerimizin inkişâflarına engel olurken, liyakatsız bâzı insanların önünü
ise rahatlıkla açabiliyoruz. Siyâsette çokca gördüğümüz kibirli ve lüzumsuz
protokol anlayışlarını, kendi kardeşlerimize karşı, o kibirli kesimleri
ağırlarken uygulayabiliyoruz. Bunu yaparken de ‘ilgileniyoruz’ bahanesiyle
kendimizi kandırabiliyoruz. Oysa aslında kendi nefsimize hoş geldiği için o
kişilerin kibir ve enâniyetlerini kaşımakta olduğumuzu çoğu zaman göremiyoruz.
Nihâyetinde de kibir girdabında gizli şirklerin bataklığına saplanıyor ve
hakîkatin güvenli zemininden uzaklaşıyoruz.
Halbuki, tüm
insanlara tek kumaştan oluşan bir bez parçası giydiririp Kâbe’de kaynaştıran,
yine her insanı tek bir bez parçasıyla kefenleyip toprağa gömen, câmide her
insanı protokolsüz bir şekilde yan yana saf bağlatan bir dinin bireyleri,
hastalıklı protokol anlayışlarından gündelik hayatlarında da uzak durmalı değiller
mi? Onların başlarındaki insanların da
bu tür gizli şirk anlamına gelen tavırlardan yılandan kaçar gibi kaçmaları
gerekmez mi?
Ama bugün Kâbe’de, devlet başkanları ve sanatçılara
protokol tavafları yaptıranlar da bizleriz; câmilerde protokol safları kuranlar
da bizleriz; dâvetlerimizde kendi cemaat, tarikat, ülke vatandaşı
kardeşlerimizi arkalara atıp, bize hizmetle yükümlü siyâsîleri kırmızı halılı
ön saflarda oturtma çılgınlığında ve yalakalığında yarışanlar da bizleriz…
Örnekler çoğaltılabilir.
Bugün bana yetki
verilse ilk olarak bizdeki bu protokol tümörünü söküp atardım toplumun
bağrından. Bizler muvaffak olamasak da yeni nesilleri böyle tevâzu
ve sadelik içeren İslâmî bir anlayışla yetiştirmek fenâ olmaz mı? Tıpkı
gelişmiş Batı ülkelerinde pratik edildiği gibi…
Ne dersiniz?