Bu yazı 30 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
İmtihan ile imtihan olmak başlıklı serimizin dördüncü ve
son bölümünde konunun toplumsal boyutu ile devâm edelim.
Günübirlik ve başlarına gelmesi muhtemel imtihanlar
karşısında; ‘başa gelince çaresine
bakarız!’ anlayışıyla yaşayan ve imtihan sırrına tam olarak vâkıf olamamış
ruhlar ve toplumlar, sorunlarla karşılaştıklarında çoğunlukla öfkeli, isyankâr ve şikâyetçi olurlar.
Şartların gel gitleri ve kısırdöngüleri arasında sıkışıp kalırlar ve bir o yana
bir bu yana toslayıp dururlar. Maniplasyonlara, el açmalara, sahteciliklere,
kopyacılıklara, korkutmalara ve benzeri ruh alçaltıcı durumlara mârûz ve eğilimli;
hattâ hevesli
hâle gelirler. Bu
ifâdelerin, içinde
doğup büyüdüğüm Türkiye toplumunun genel hâlini
özetlediğini düşünüyorum.
Şimdilerde Türk toplumu da önemli bir sınavdan geçiyor.
Bir önceki yazıda arzettiğim ‘başa gelen
çekilir!’ sözünü plansızlık boyutunda yaşayan; günübirlikçi ve nemelâzımcı bir toplum
olduğumuzdan, bu sınava da hazırlıksız yakalandık. Bir hayat felsefemiz yok.
Bize gelip çarpan hâdiselere
karşı hamâset veya
kör tarafgirlik dışında anlamlı bir tepki veremiyoruz. Her imtihan karşısında
ya eleştiriyor, ya başkalarını suçluyor, ya bağlı olduğumuz tarafın
sloganlarına sarılıyor, ya da bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla
kendi çıkarımızın peşine düşüyoruz. Câhiliz ve İslâm’ın istikâmet veren özünden mahrûmuz. Kendi geliştirdiğimiz şekilci anlayışların mahkûmuyuz ve bunların neticelerinin de mağdûruyuz.
Zulüm sınavlarına karşı da toplumsal bir ön hazırlık
gerekir. Bir hayat ve toplum görüşü olmak, fikrî olarak uyanık kalabilmek, zulmün ayak seslerini
işitebilmek, toplumsal dokuyu ve bağları o sınavın şiddetine dayanıklı hâle getirmek,
kendi kalabilmek, özgüven ve demokratik refleksler geliştirebilmek ve benzeri
birçok kaabiliyet hep bir plan, hayat felsefesi, eğitim ve gayret
gerektirirler. Biz bunlardan yoksun yaşıyoruz. İhtiyaç da duymuyoruz.
AK Parti ve Erdoğan ekseninde yaşadığımız 17-25 Aralık
sonrası gelişen zulüm ve aldatılma süreci de böyle bir imtihan görevi görüyor
toplumumuz için. Bir samimiyet ve kalite sınavı bu. Ancak bu sınavda da tıpkı
daha önceki Ergenekon ve derin devlet dönemlerinde olduğu gibi başarısız
oluyoruz. Toplum hep en hassas ve zayıf
damarları olmuş olan fakirlik, gelecek endişesi, bozuk devlet anlayışı, korku,
fırsatçılık, ötekileştirme, makama ve devlete tapma gibi hastalıklarına ilâve olarak bu sefer dinle aldatılma sınavına da girdi ve
dibe çakıldı.
Tehlike bu sefer kan emen sivrisinek, kene ve tahtakurusu
şeklinde bünyeye yapışmış bir vaziyette ve toplumun şimdiye kadar
biriktirebildiği üç beş gram insaf, iz’ân ve hakîkat kanına da
gözünü dikmiş durumda. Adını zikrettiğim bu hayvanlar gibi toplumun hayat
damarlarına münâfıkça sirâyet eden kişiler;
hortumlarını, hattâ kene
gibi kafalarını, toplumsal damarların içine soktular ve o uyurken de onun
geleceğini ve kaynaklarını emip duruyorlar. Biraz kıpırdanacak gibi olsa bu
sefer de sahte bir düşman icâd edip onu
‘vampirlerle’ yâni
‘’paralel’’ safsatalarıyla ve gerçekte varolmayan düşmanlarla korkutarak asıl
kan emiciler olarak emmeye devâm
ediyorlar.
AK Parti, büyük yolsuzluk ve rüşvet ağı ortalığa
saçıldığında tıpkı her suçlu gibi tek yapmak zorunda olduğu şeyi yaptı: Atak
moduna geçti ve bunu sağlamak için de dinî
kimliğini kalkan olarak kulllanırken, elindeki devlet gücünü de mızrak olarak
kullandı. Adâlet
sistemini ve demokrasinin saç ayakları olan diğer kurumları felç etti. Büyük
bir propaganda ağı kurdu ve namuslu davranıp yanlışa yanlış diyen herkesi ‘hâin’, ‘paralel’ ve
‘darbeci’ ilân
etti.
İşte her kesimiyle Türkiye toplumu bu hâdiseler
karşısında yukarıda çizdiğim çerçevede bir karakter, samimiyet ve kalite
imtihanı sürecine girdi. 17-25 Aralık
davaları sonrası gelişen döneme ‘süreç’ dense de bu döneme aslında Türkiye
toplumunun imtihan süreci demek daha doğru gibi geliyor bana. Çünkü zâlimler ve
diktatörler mutlaka yıkılıp giderler ama o zulüm sürecinde karakter ve kalite
sınavı veren toplumlar sınavdaki başarı veya başarısızlıklarının neticeleri ile
cedelleşerek hayatlarına devâm etmek
zorunda kalırlar.
Hitler’in zulümlerini alkışlayan ve destekleyen Alman
nesli Hitler sonrası acılar çekmeye devâm etti.
Lenin, Stalin, Mao, Firavunlar, Nemrudlar ve Yezidler sonrası, tüm toplumların
yaşadıkları sıkıntılar ve imtihan serüvenleri hep bir nakarat olarak tarih
sayfalarında yerlerini aldılar. Tarihin
tekerrür etmesi gerçeği; insan doğasının değişmezliği yanında biraz da insanın
geçmiş imtihanlardan çıkaramadığı derslerin sonraki imtihanlarda benzer bir
başarısızlık yaşatmasının hikâyesidir aslında. Hattâ, bir sonraki imtihanlar çoğu kez öncekilerden gerekli
dersler çıkarılamadığından dolayı sorunların toplumun bağrında tekrar
filizlenmesidir. Hani bâzı yıllık
bulaşıcı bitkiler vardır. Kökünden çekmeyip sadece toprak üstünde görünen
kısmını biçtiğiniz için bir süre sonra tekrar filizlenirler. Toplumsal
imtihanlar da işte böyle bir doğaya sahiptirler çoğu zaman. Hatâlardan dersler
çıkarıp yeni nesli ona göre eğitmezseniz eğer, sorunlar tekrar filiz verirler
ve birkaç nesil sonra tekrar her yere bulaşırlar.
Bu son imtihan sürecinde Cemaat dediğimiz Hizmet Hareketi
ve çok az sayıdaki solcu, liberal, milliyetçi ve sâir kesimlerden
insanlar dışında demokratik ve insânî liyâkat sınavını
geçebilen olmadı. Yukarıda resmettiğim hastalıklarla malûl bir toplumdan
daha fazlası da beklenemezdi zâten.
Erdoğan ve işbirliği yaptığı Ergenekonvâri suç
yapılanmaları da stratejilerini hep bu zaaflarımız üzerine temellendirdiler.
Sürekli olarak korku salıp psikolojik harp teknikleri uygulayarak, o toplumsal
zaafları suistimâl
ettiler. Oysa bir hükümetin ve devletin
amacı o hastalık ve zaafları tedâvi etmektir; suistimâl etmek değil.
Kemalistler, Ergenekon bağlantılarından dolayı; anlaşma
gereği Erdoğan’a sessiz kalarak destek verdiler. Ergenekon’un CHP ve MHP
bağlantıları sayesinde Erdoğan’ın önünü tıkayacak her türlü tepki ve gelişme,
muhâlefetin gizli
desteği veya muhâlefet
yapmaması sayesinde önlendi; böylece Erdoğan’ın yolu hep açık tutuldu.
Milliyetçi cephenin muhtemel muhâlefeti de
Ergenekon’un kilit adamları vâsıtasıyla
önlendi. Bugün üç-beş istisnâ dışında
en muhâlif
olmasını bekleyeceğiniz soldan bile Erdoğan’a karşı örgütlü bir tepki
göremezsiniz. CHP ve Atatürkçüler de buna dâhildir. Kılıçdaroğlu ve bir iki CHP’li vekilin çıkışları
müstakil, donkişot çıkışlarıdır. Bu bir bakıma bizde solun da aslında topluma
dayalı gerçek bir sol felsefe geliştirememiş olmasındandır.
Halkın önemli bir kısmı ile Atatürkçü, Kemalist ve Cemaat
alerjisi olan diğer kesimlerin önemli bir bölümü, ‘yozlaşmış devlet veya parti’
anlayışından çok da rahatsızlık duymadıkları için Erdoğan AKP’sinin paralel adı
altında sahnelediği tüm zulümlere hattâ hukuk
darbelerine sessiz kaldılar. Başta ‘’yesinler birbirlerini’’ fırsatçılığı ile
başlayan duyarsızlık, sonradan ‘’bırakın Cemaat’i dövsünler’’ seyrine dönüştü.
Bu hâl
şimdilerde; ‘’çok baskı var, aman kendini tehlikeye atma’’ nemelâzımcılığına
dönüşmüş durumda.
Eskiden Ergenekon döneminde AK Partili ve dindar
kesimleri sürekli olarak köktendinci, yobaz, İrancı, şeriatçı, laiklik düşmanı
diyerek tâciz eden
ve onları devleti ele geçirip laikliği yıkacak ve şeriat getirecek kişiler
olarak takdîm eden bu
kesimlerin, Erdoğan tüm devlet sistemini ele geçirmek üzere iken hiçbir tepki
vermemeleri, aslında ne kadar da samimiyetsiz ve ideoloji yoksunu olduklarını
ve sadece Ergenekon’un gazladığı laiklik hamâseti ile beslendiklerini göstermiş oldu. Sol kesimlerin
de büyük çoğunluğunu bu gruba dâhil etmek
pek de yanlış olmaz.
Erdoğan imtihanını en acı verici sonuçlarla kaybeden
kesim ise dindar-muhafazakar-sağcı kesim oldu. Yıllardır özünden uzak;
şekilcilikle ve kültürel boyalarla makyajlar yapılarak bugünlere getirilmiş
olan İslâmî
‘hassasiyetlerin’ ve ‘yaşantıların’ balonu patlamış oldu. Hizmet Hareketi ve
bir iri ufak dinî grup
dışında kalan bütün İslâmî kesimler
Erdoğan’ın siyâsî rüşvetlerinin ve
saldığı korkunun esîri
oldular. Haksızlıklara göz yumup, Müslümanların mallarının gasp edilmesine ses
çıkarmadıkları gibi ondan pay da istediler. Namus bekçisi rolleri kesip herkesi
Cehenneme sokan hamâsetlerinin
ardında çocuk tecâvüzcülerine
bile, Erdoğan’a dokunur endişesiyle, tepki vermeyecek karakterler olduklarını
bizler bu imtihan sürecinde öğrenmiş olduk. Devlet baskısına hattâ kavramına
yıllarca sövmüş olan bu kesimlerin aslında ne kadar da kudret ve makam tapıcısı
olduklarını da yine bu süreçte görmüş olduk.
Tüm toplum olarak
nasıl da; ‘dayak yiyen ben değilsem
çıkarıma bakarım!’ anlayışı ile hareket ettiğimiz; bölünmüş, birbirini
ötekileyen, düşene tokat vuran, güçlü ise hırsıza, tecavüzcüye bile ses
etmeyen, kaypak, kişiliksiz ve özgüven yoksunu bir toplum olduğumuzu bu süreçte
sergilemiş olduk. Bu hastalıklar çoğaltılabilir.
Zulüm yapan her devlet sahibi zâlim gibi,
şimdinin zâlimleri
de yakında devrilip gideceklerdir. Bizlere ise elinde kırık notlarla dolu
karnesi ile mağdûr, mahzûn ve tahrip
edilmiş bir toplum kalacaktır.
Soru şu: Toplum bu
imtihan sürecinde sergilediği sefillikten ders almayı başarabilecek mi ve yeni
nesillerini ona göre yetiştirebilecek mi; yoksa sefillik istasyonunda başka bir
zâlimin
treninin gelmesini mi bekleyecek? Tarihin tekerrürü örneğinde verdiğim
örnekte olduğu gibi; yanlış ve bulaşıcı hastalıklarla, zehirlerle dolu olan bu
bitkiyi kökleriyle söküp atmayı mı deneyecek, yoksa üç beş budamayla kendini mi
avutacak?
Şayet öyle olursa, 20-30 yıl sonraki yeni bir Erdoğan
trenine binmeye hazır olun derim. Asıl mesele de bu ya!