29 Haziran 2016 Çarşamba

DÜNYA SİYASETİNİ BEKLEYEN BÜYÜK TEHLİKE!

Bu yazı 29 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Dünya siyâsetinde cereyân eden birtakım hâdiseler, doğaları gereği ve de neticeleri itibârıyla dönüm noktası kâbilinden gelişmelerdir. Meselâ, Amerika’da gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları bunlardan birisidir. Bu tür olayların neredeyse tamamı, ekonomik çıkar ve değişen dengeler düzleminde aktığından, tesirleri de daha büyük çaplı olmaktadır. Tarihin en büyük oyun değiştirici hâdiselerinden olan 1. ve 2. Dünya Savaşlarından tutun da, İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi ve benzeri bir çok kritik gelişmeye kadar hepsi ekonomik reflekslerden motivasyonunu alan gelişme ve değişimlerdir.

Geçenlerde İngiltere’de gerçekleştirilen ve çok az bir oy farkıyla İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılması yönünde karar çıkan halk oylamasının, bu tarz gelişmeler kategorisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini zaman gösterecek. Olayın sadece BATI değil, tüm dünya ekonomisi ve siyâseti üzerinde önemli tesirleri olacağı muhakkak.

Beni asıl ilgilendiren, İngiltere’yi ‘’AB’ye hayır!’’ sonucuna getiren süreçle, Türkiye’de ve Amerika’da yaşanan bâzı süreçlerin benzerlik göstermesi.

Nereye giderseniz gidin, demokrasi ile yönetilen neredeyse hiçbir ülkede mevzuların bir toplumsal maniplasyona ihtiyaç duyulmadan halkın oylamasına sunulduğunu göremezsiniz. Yâni dünyanın hiçbir ülkesinde; sadece televizyondan bilgilendirici yayınlar ve tartışmalar yapalım ve sonra bırakalım halk karar versin den(e)miyor. Oysa, demokratik siyâsetin temel argümanlarından birisi ve hattâ özü bu. Sanki, anarşist politik felsefenin aktif isimlerinden Emma Goldman’ın ‘’oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı’’ sözünü farklı bir boyutta yaşıyoruz bu günlerde. Oy vermek yasaklanmıyor; ama o oylar birilerinin işine yarasın diye gerekli her psikososyal algı yönetimi uygulanıyor. Siyâsî zeminler değişiyor; ancak benzer stratejiler tatbik ediliyor hep.

Asıl endişe verici olan gelişme, özellikle son yıllarda karşımıza çıkan ve adetâ bir politik trend hâlini almış olan toplumsal maniplasyon ve algı yönetimi hususu. İdeâl demokrasiler olarak sınıflandırılan BATI ve Amerikan toplumları bile bu noktaya kaymaya başladılar artık. Halklar; imajlar, imgeler, politikalar ve korkular üzerinden sosyal ve psikolojik mühendisliğe tâbi tutuluyorlar. Bu elbette yeni keşfedilen bir yöntem değil. Tarih boyu geçerli olan ve hep kullanılmış olan yöntemler. İnsanlık varolduğu günden beri korkularla ve algılarla yönetmek hep var olmuş. Şeytan bile o yöntemlerle aldatıyor insanlığı…

Burada asıl tehlikeli olan, demokrasi gibi daha ileri yönetim biçimlerinin sâhiline gelmeyi başarmış insanoğlunun geriye gitmeye çalışması ve bu ilerlemeye öncülük etmiş BATI toplumlarının da bu gerileme ile senkronize olmaya başlamaları. Böyle bir ortamda ırkçılık, kavmiyetçilik, ötekileştirme, öldürme, adâletsizlik ve benzeri birçok câhiliye (sadece İslâm’da anladığımız şekliyle değil, daha genel manada) hastalığı tekrar canlanıyor ve toplumlara yayılıyor.

Daha önceki yazılarda da değindiğimiz gibi, Türk modern siyâsî tarihi İttihadçı geleneklerden zamanın Ergenekonlarına kadarki dönemde korku, bölme, ötekileştirme, fişleme vb. yöntemleri hep toplumsal dizayn bağlamında kullandı. Halihazırda, Erdoğan ve AK Parti yönetimi ile bunun zirve noktalarına ulaştığını görmekteyiz.

İngiltere’deki referendum sonrası yazdığı analizde, siyâset bilimci Mahmut Akpınar da yaşanan süreci Türkiye-İngiltere bağlamında değerlendirdi. Ona göre, şu üç noktada benzerlikler yaşandı:
  1. [AB’den] Ayrılma taraftarı olan kesimler de AKP gibi korku siyaseti izlediler ve özellikle geçim derdi olan insanların duygularına hitap ederek onları İslam’la, Türkiye ile, terörle, ISİS’le, göçle, göçmenlerle ve işsizlikle korkuttular.
  2. Milliyetçi duygulara hitap ederek eski ihtişamlı imparatorluk günlerine vurgular yaptılar.
  3. İngiltere’de de muhâlefet, Türkiye’deki gibi yeterince çaba göstermedi.
Bu üçüncü opsiyonu biraz açmak gerekiyor. Türkiye’de AKP ile inanılmaz bir hukuksuzluk ve beceriksizlik dönemi yaşanıyor. Bir muhâlefet partisi için dünya üzerinde herhâlde başka hiçbir ülkede gelişmeye ve oy artırmaya bu kadar müsâit bir siyâset zemini yoktur. Oysa, Ergenekon derin örgütü (Gladyo), muhâlefet partilerini de dizayn ve kontrol ettiğinden olsa gerek, bizdeki muhâlefet Ergenekonla çalışan Erdoğan’ın önünün açılması adına üç yolla destek verdi: (1) ya bizzat meclis oylamalarında destek verdi (2) ya hiçbir yanlışlığa (üç beş vekil dışında) ses çıkartmadı (3) ya da, özellikle seçim zamanlarında, çok silik, göstermelik çabalarla seçimlere girdi ve halkı bilinçlendirme adına yeterli adımları atmada tembellik etti.

Görünen o ki, İngiltere’de de aynı tâlihsizlik yaşandı ve muhâlefet belki de İngiltere tarihinin en önemli dönüm noktalarından birinde, üzerine düşeni bir şekilde yap(a)madı veya yaptırılmadı. Referandumun adının BREXIT, yâni ‘Britanyanın AB’den çıkması’ oylaması olarak ön plana çıkmış olması bile (çünkü toplumsal algıları o yönde etkiler) muhâlefetin başarısızlığıdır bana göre.

Gelelim konunun Amerika ile olan bağlantısına. İngiltere dünyanın en önemli dinamosu olan ülkelerden biriyse eğer, Amerika şüphesiz dümenin başında olan ve demokrasinin de liderliğini yapan ülke konumunda. Bu noktada yazının başındaki endişelerime dönelim ve İngiltere-Türkiye düzleminde ele aldığımız o üç gelişmeyi, Amerikan siyâseti bağlamında da değerlendirelim.

Evet! Maalesef Amerika’da da bu tehlikeli gelişmelerin zilleri çalıyor. Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump’ın gittikçe artan yükselişi herkesi tedirgin ediyor. Çünkü Trump ve ona destek veren akıl da, tıpkı Türkiye, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi toplumu korkular üzerinden dizayn etmeye çalışıyor. Akpınar’ın temas ettiği üç ayaklı süreç ne yazık ki burada da işliyor.
  1. Trump kampı hem milliyetçi-dindar-Cumhuriyetçi tabanı hem de ekonomik endişeleri olan kesimleri korkular üzerinden marjinalleştiriyor ve tıpkı AKP gibi (ileride planlanan gelişmeleri sorgulamayacak) daha kemikleşmiş bir kitle oluşturmaya çabalıyor. Irkçı, ötekileştirici, aşağılayıcı bir siyâsî retorik kullanıyor. İnsanları geçimle, ‘İslâmî terörle’, ISİS’le, yasadışı göçmenlerle, Amerikalının hakkı olan işleri çalmalarıyla, Çin’in ekonomik yükselişiyle (eskiden Sovyet Rusya ile korkuttukları gibi) korkutuyor ve etrafına topluyor. Gruplar arası fizîki itiş-kakışlar bile yaşanmaya başlandı ki bu Amerikan toplumu için endişe verici bir gelişme. İngiltere’de de ırkçı ve faşist refleksler artma eğilimi gösterdiğinden, bu tür kampanyalar neticesinde tıpkı ABD’de olduğu gibi, Müslümanlara ve diğer göçmenlere karşı saldırılar artış gösteriyor. Son referandumun ardından sokaklarda göçmenlerin yanına gidip ‘’artık defolun, göçmenler terketsin diye oy verdik!’’ veya koyu tenli insanlara ‘’Afrika’ya geri dön!’’ diyerek taciz eden beyazlar var.
  2. İngiltere’nin eski imparatorluk günlerini ve Erdoğan’ın eski Osmanlı İmparatorluğu günlerini hatırlatması gibi, Trump kampanyası da süürekli Amerikan’ın eski ihtişamlı günlerine dönebiliriz mesajları pompalıyor ve bu iddiâ Amerikan toplumunda çok alıcı buluyor. Zîrâ, ABD’de önemli sayıda aşırı sağcı, Obama’nın dış politikasını oldukça pasif buluyorlar. ‘’ABD masaya vurdumu alır’ veya ‘git,vur,al’ mantığıyla yetişen bu nesiller, Obama politikalarının ABD’yi super güç olmaktan gittikçe uzaklaştırdığını düşünüyorlar.
  3. Muhâlefet kanadında her ne kadar Hillary Clinton gibi güçlü bir rakip ve Başkan Obama gibi (Cumhuriyetçiler dışında) sevilen bir lider olsa da, onların toplumu aksi yönde bilinçlendirme çabaları yetersiz kalıyor. Zâten, Trump’ın yaptığı; korkulara ve sert retoriğe dayalı kampanya dağıtmaya dayalı. Doğası gereği yapmak yıkmaktan her zaman daha zor olduğu için de gelişmeler olumsuz yönde daha hızlı ilerliyor. Her hâlükârda, toplumsal bilinç ve muhâlefet Türkiye kadar yerlerde olmadığı için tahrîbât Türkiye’deki gibi büyük hasarlı olmuyor, şimdilik.
Görünen o ki, hem bizimki gibi gelişmemiş demokrasilerde hem de BATI dünyasında demokrasi ve toplum mühendisliği meraklısı birtakım çevreler, artık rotayı; korku temelli, gruplaştırıcı, dışlayıcı, çatışmacı, ırkçı ve faşist eğilimlere doğru kırmak istiyorlar. Bunu yaparken de göçmen dalgası, işsizlik, fakirlik ve ‘İslâmî terör’ kavramlarını merkeze alıyorlar.

Bu gidişâtın ekonomik bir düzlemde ilerlediğini söylemiştim. Bundan maksadım ekonomik çıkar ve denge yörüngeli maniplasyonların siyâset dizaynı üzerinden yapılıyor olması. Yoksa, siyâsetin gerçek hedefleri olması gereken ekonomik refahın artması, eşit gelir dağılımı, yaşam kalitesinin yükselmesi gibi sağlıklı bir düzlem değil bu. Demokrasilerde ideâl olan; siyâsî grupların ekonomik ve toplumsal plan ve projelerle kamuoyu ve taban oluşturmalarıdır. Ancak bu günler şimdilik geride kaldı. Meselâ, Trump’ın detaylı bir ekonomik kalkınma planı tartıştığını duymazsınız hiç. AK Parti de son yıllarında ülkede ekonomik atılım üzerinden değil, ‘Paralel tehdit!’ üzerinden siyâset yapıyor. Daha da vahim olanı, beceriksiz muhâlefetler ve hipnozdaki yığınların da bu reel politikalar ve hedefler üzerinden bu saldırgan liderleri sorgulamayıp, onların kışkırtıcı ve hamâsî söylemlerinin peşine takılmaları.

Bu yazıda sunduğum bağlamda diğer ülkeleri de analiz etmek gerekir. Yeni dizayn şimdilik işliyor. Nasıl bir seyir izleyeceğini ise zaman gösterecek!