29 Ocak 2016 Cuma

HATEMi RÖPORTAJI, GAZETECİLİK ve CEMAAT

Bu yazı 28 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Aksiyon dergisinde yayınlanan Hüseyin Hatemi röportajı tartışma yarattı. Hatemi, 17-25 Aralık sonrası süreçte Erdoğan ve AKP’ye ait Havuz medyasında etkin olmuş bir isim ve söylemleri ile bugün Cemaat aleyhine oluşturulmaya çalışılan negatif imajın ve suçlamaların bir parçası. İslamcı kesimlerde ağırlığı olan bir isim. Sonradan yetme; tamamen para, hırs, şöhret ve makam için kulağına çalınan her iftirayı yazacak tiplerden değil. Yaptığı suçlama ve Cemaat nazarında iftira niteliği taşıyan söylemlerini daha çok ideolojik ve duygusal bağlar nedeniyle yapabilecek bir isim. Ayrıca Cemaat’in, toplumu uyarmaya çalıştığı İranlaşma eğiliminin aksine, Hatemi İran sevgisi olan ve bunu ifadeden de çekinmeyen bir kişi. Çoğu kimse tarafından ‘İrancı’ olmakla dahi suçlanıyor.

İşte böyle bir isimle bir roportaj gerçekleştirdi Aksiyon dergisi. Emre Uslu, Cemaat’e bu kadar hakaret, iftira vb. söylemlerde bulunmuş bir isme mikrofon uzatılmasını sert bir dille eleştirdi ve bu röportaj ile onun görüşlerinin meşrulaştırılmış olduğunu iddia etti. Ona göre bu ‘’ilkesiz’’ bir hareketti ve yanlıştı.

Ardından Tuncay Opçin, Uslu’ya aynı sertlikte ancak ilke noktasından değilde habercilik yönünden karşı çıktı. Alevlenen ortamda gelen tepkilere baktığımda, genellemek zor olsada, üç tip görüş eğilimi gözlemledim:
  1. Grup: Uslu’nun eleştirisini sert bir üslüpla gündeme getirmesi belli bir kesimde ani, duygusal bir tepki oluşturdu ve Opçin’in bir bakıma ilk anda imdada yetişen ve ‘habercilik’ üzerinden yaptığı ‘röportaj yerinde ve güzel’ görüşü etrafında, toplanmalarını sağladı. Daha sonra mesela Hasan Sutay da habercilik yönüyle bu gruba dahil oldu. Ancak bu grup kapsamında tepki veren çok kişinin, Uslu’nun ifadesindeki genellemeden incinerek ve eleştiri kabul edebilirlik süzgeçlerine göre tepki verdiklerini düşünüyorum. Farzı muhal; mesela ben Emre Uslu’nun imaj danışması olsaydım ve benim önereceğim şekliyle ilk çıkışını yapsaydı; bu gruptaki çok kişinin Uslu’ya kısmi veya tamamen hak vereceğini düşünüyorum.
Zaten Cemaat tabanındaki ‘Uslu eleştirilerine’ bakış ve algılayış genelde şu eksendedir: Çoğunlukla üslubuna ve eleştirilerine takılıp sevmeyenler; severek takip edenler veya dediklerine tam katılmasada dikkat kesilenler. Bunlar da ikiye ayrılır: Üsluba çok aldırmayan veya üzülsede; adamın haklı olduğu noktalar var; ama şu nüanslar da var, onlar açısından bakamaması normal diyenler ile iyi söylüyor ama tüm Cemaat de böyle dövülmez ki, bu kadar da genellenmez ki; bu haksızlık şeklinde bakanlar. Konuya güzel bir yazıyla değinen Yeniyön’den Fuat Baran, Uslu’nun ‘ilke’ noktasında yaptığı uyarıyı haklı bularak onu savundu ama seçilen üslup noktasında bu son bahsettiğim bakışa işaret etti. Bu grup içerisinde Emre Uslu’ya ve bana verilen bazı tepkilerden çıkarabildiğim kadarıyla kafası karışık bir kesim daha vardı. Onlar, konuyu röportajın ‘habercilik’ değeri veya Uslu’nun ‘ilkeli olma’ noktasından değil de, daha imgesel bir düşünce tarzını temsilen, ‘affetme’, ‘muhabbet fedailiği’ gibi birtakım sloganik söylemler üzerinden ifade etmeye çalışıyorlardı. Arada küstahlaşan birkaç kişi olsa da onlarda da ‘konu kapansın artık’ telaşını görüyordum.
  1. Grup: Röportajı kısmen veya tamamen hatalı bulan ama Uslu’nun tercih ettiği Cemaat’in tümüne hitab eden üslubu tasvib etmeyen bir kesim de vardı. Ihsan Yılmaz her iki tarafın da haklı olduğu yönler olduğunu ifade eden ancak tartışmadaki üsluba dikkat çeken bir mesaj attı.
  2. Grup: Renk vermemeye çalışarak tartışmayı uzaktan izleyen; muhtemelen her iki tarafta da haklılık payı bulduğu halde konuyu fazla deşmek istemeyen, uzatılmamasını isteyen bir grup.
Ben şahsen şu görüşteyim:

Evet, Uslu çok daha stratejik bir üslup tercihi ile endişesini daha çok kişiye hissettirebilirdi. Bu bağlamda onun ‘Cemaat de ilkesizlik’ tarzındaki ifade tercihini ‘daha sistematik ve istikrarlı bir ilke, bir tavır belirleme ve o şekilde yayın politikası ve savunma stratejisi izleme’ olarak ifade etmeyi daha uygun buluyorum.

Cemaat’in üzerine bu kadar haksızlıkla, adice, çirkefçe, hukuksuzca gelindiği; Havuz yazarlarının ve Hükümet çevrelerinin sakız çiğneme rahatlığında ve mahalle kadınlarının dedikodu ağzıyla Cemaat’e her gün iftiralar atıp, hakaretler ettiği; delilsiz suçlamalar yaptığı ve bunu yaparken de bir nebze olsun utanmadıkları böyle bir dönemde o çevreden önemli bir isme mikrofon tutulması salt başına habercilik refleksi ile değerlendirilemez. O insanların iftiraları yüzünden sizin kardeşleriniz, eşleri, çocukları ölmüş, sürülmelere, yargısız tutuklamalara uğramış, mallarına el konmuş ve maddi zorluklara maruz kalmışken ve tüm bu yaralar insanlarınızın gönlünde taze bir yara olarak duruyorken, buna zemin hazırlamış birisine haber derginde görüş imkanı tanımak normal değildir. Çünkü normal zamanlardan geçmiyoruz! Benim ilk tepkim, diğerlerinden farklı olarak ve bir eğitim uzmanı olarak, röportajın içeriğini bu çizdiğim süzgeçten geçirerek kalite ve fayda noktasında analiz etmek oldu.

Opçin gibi bir yılların gazetecisi için Hatemi’den, içinde birkaç AKP eleştirisi ve Erdoğan göndermesi olan birkaç ifade koparabilmek değerli habercilik olarak görülebilir. Doğruluk derecesi de vardır bunun. Ancak sadece yukarıdaki ‘anormal şartlar ve yaralar’ açısından değil; röportajın kalitesi ve habercilik değeri noktasından da Opçin’e katılmadığım bazı noktalar var.

Ama öncelikle altını çizmeden geçemeyeceğim bir hususu belirteyim. Opçin’in yapılan haberciliği savunurken kullandığı dili de hiç tasvip etmiyorum. ‘Gazeteci değilseniz susun’, ‘haddinizi bilin’ tarzı yaklaşımların kimseye faydası olmadığı gibi bu doğru da değil. Veya ‘haberi onaylayan 20 küsür yıllık gazeteci, sen kimsin’ tarzı kıyaslamalar da aynen o şekilde. Bugün Türk medyası yıllarca tecrübeye sahip kişilerce temsil ediliyor ama meslek ilkeleri, üslup, kalite vb. birçok noktada yerin dibinde geziniyorlar. ‘Meslekten olmayan sussun’ tarzı yaklaşımlar, bugün bir çok meslekte fasit daireler ve başarısızlıklar oluşturan mesleki enaniyetlerin oluşmuş olmasının nedenidir ve yanlıştır. Bu konuya farklı bir yazıda devam edelim.

‘Haber değeri’, gazetecilerin veya yayın yönetmenlerinin tekelinde olan bir husus değildir. Tartışmaya açıktır. Fakat konumları gereği yayın yönetmenlerinin sorumluluğunda ve yetkisindedir. Bu yüzden de yanlışlıklara veya eksik bakış açılarına maruz kalabilirler. Yıllar önce ABD’de bir editörü aramış ve yeni kurulan Fen, Matematik ağırlıklı eğitimde model olacak olan bir devlet okulunu haber yapması için konuşmuştum. ABD’de bu alanlarda kalite çok düşüktür ve sistem bir çözüm arayışındadır. Hele bir de bu okul fakir zencilerin yoğun olduğu bir bölgede açılıyorsa bu toplumun daha da ilgisini çeker. Ancak eğitimden hiç anlamadığına vakıf olduğum bu ‘tecrübeli’ editör bunun bir haber değeri olmadığını söylemişti bana. Bu kişisel tercihiydi ve toplumun ihtiyaçlarını okuyamayan bir bakış açısıydı.

Ayrıca bir yayın yönetmeni ne kadar tecrübeli olursa olsun bazı olaylara sırf gazeteci refleksi ile yaklaşmak yeterli olmayabilir. Gazetelerine yarı çıplak kadın resmi koyarak toplumsal bir ihtiyaca cevap edeceğini ve satışlarını artıracağını düşünen yayın yönetmenleri de meslekte 20 yılın üstünde tecrübeye sahip kişilerdi. Ergenekon davaları sürecinde birkaç hususta daha farklı gazetecilik tavrı sergilenebilirdi diyerek eleştiri yapan Cemaat’e yakın bazı gazetecileri de unutmamak lazım. Geçmişte Cemaat medyasında mikrofon tutulan, ekranlara taşınan, isimleri parlatılan her isim de doğru bir tercih değildi. Nitekim A. Turan Alkan ve Ali Bulaç bir televizyon programında bu hataya işaret etmişlerdi.

Özellikle anormal süreçlerden geçen ve haksız iftiralara ve saldırılara maruz bırakılan bir Cemaat medyasında böyle bir karar merciinde iseniz işiniz daha da zor. Duygular hala yaralı iken o yaraların oluşmasına acımasızca katkıda bulunmuş bir isme Uslu’nun tabiriyle ‘mikrofon uzatmak’ haber değeri olsa bile ‘gerekliliği’ ve ‘fayda’ boyutunu haberciliğin önüne çıkarır. Yaptığınız şey habercilik başarısı olabilir ama doğru olmayabilir. Yıllar önce açlıktan ölmek üzere olan bir çocuğun başında bekleyen akbabanın resmini çeken tecrübeli fotoğrafçı ödül almıştı. Medya’ya göre bu bir başarı idi. Ancak sonradan bu habercinin vicdanı ağır bastı ve ölüme terkettiği o çocuğun acısı onu kendi intiharına sürükledi.

Bazen attığınız her ok hedef tahtasında 5’i vurabilir. Bu bir istikrardır ve o anlamda bir başarıdır; hatta bu güzel bir haber bile olabilir. Ancak bu reel planda bir başarı değildir çünkü hedef 12 olmalıdır. Erdoğan’ın etrafına belli saiklerle çöreklenmiş ve her emredilen iftirayı bir silah gibi köşelerinde acımasızca kullanan kişilerden birinden, hükümeti eleştiren birkaç cümlelik eleştiri ifadesi koparmak habercilik anlamında başarı olarak görülebilir. Belki de öyledir. Fakat bu aynı zamanda o kişinin görüşlerine değer verdiğiniz, ondan gelecek birkaç eleştiri cümlesine ihtiyacınız olduğu izlenimi uyandırır ve gönlü yaralı sevenlerinizi üzebilir. Yanlış mesajlar gönderebilir.

Bir örnek daha vereyim: 17 kişiyi katleden soğukkanlı, seri bir katille röportaj imkanı yakalamak ciddi bir habercilik başarısıdır. Ancak röportaj sonunda katilin vicdan azaplarını ve iç dünyasını yansıtan bir haber ortaya koyamadınız diyelim. Olay, onun sanat, şiir, hayat hakkındaki görüşleri, bir daha olsa gene yaparım replikleri ve hapis hayatının zorlukları üzerinden de gelişebilir. Böyle bir içerik sevenlerini kaybetmiş yüzlerce insanın yaralarını daha da kanatır. Bu çalışmanın tek faydası bu tür kişilikleri değişik boyutlardan incelemeyi seven psikologlara olur.

Cemaat’in, haklılığını isbat için; AKP’nin Havuzun dan hiçbir karakter katilinin yapacağı bir iki AKP ve Erdoğan eleştirisine ihtiyacı yok. Zaten Hatemi ve Dilipak gibi bazı isimler bunu başka mecralarda da kısmen yapıyorlar. Hatemi’nin veya Erdoğan’a yakın herhangi birinin yapacağı eleştiri üzerinden Opçin’in tabiriyle ‘gol atmaya’ çalışmak Cemaat’e hiçbir fayda sağlamaz. Cemaat’in haklılığı masum olmasında ve hakikatı savunuyor olmasındadır. Ben, Ahmet Hakan’ın Erdoğan eleştirilerine Cemaat medyasının değer verip sitelerine, köşelerine taşımasına dahi olumlu bakmamış birisiyim ki onun da ilk fırsatta Cemaat’e saldırması haklı olduğumu gösterir. Hani bu adamın görüşlerine değer veriyordun şimdi niye karşı çıkıyorsun noktasına getirir. Böyle ümitler Hak karşısında, sebeplere tevessül etme hatalarına da yol açar.

Zaten röportajdan bir gün sonra, eğer Sabah gazetesinin iddiaları doğruysa, Hatemi’nin ‘Cemaat Erdoğan’la aramı açamaz’, ‘benim Cemaat hakkındaki görüşlerim belli’, ‘bir de utanmadan Abant toplantısına çağırmışlar’ tarzı açıklamalar yaptığı gündeme geldi ki bu sonuncusu doğruysa bu tarz teklifler de bu yazıdaki hassasiyetler bağlamında yeniden ele alınmalı ve tekrar düşünülmelidir.

Bunların haricinde, röportaj boyunca Hatemi’den sadece birkaç klişe hükümet eleştirisi sadır olmuş ki bunu AKP’ye yakın başka isimler de yapmışlardı. Yazının çoğunda onun İran üzerine güzellemeleri ve övgüleri hakim. Diğer kısımlarında da akademisyen bildirisi konusundaki konumuna açıklık getirme şansı yakalamış; bazı AK Trollerin kendisini tehdit ettiğini söyleme imkanı bulmuş ve kendi cenahından bir gazeteci olan Hilal Kaplan ile olan bir meselesini gündeme taşıma şansı yakalamış… Yani benim edindiğim izlenimde bu içeriklerden hiçbirinin yaşanan bu anormal süreç bağlamında Cemaat’e bir faydası olduğunu düşünmüyorum; AKP eleştirileri dahil.

Bu tür insanlar Cemaat’in affetme ve diyalog kültürü içinde affedilebilirler; hatta kişisel haklar da affedilebilir. Ama bu kadar zulme imza attıktan sonra bu insanları ademe mahkum etmeli, edebi bozmamalı, gene insanca muamele etmeli; ama eskisi gibi ilim adamı, gazeteci, kanaat önderi gibi kimlikler altında baştacı da etmemelidir. Bu kadar ağır iftiralar ve ithamlarda bulunabilen kişilerin fikir anlamında kendi kanallarınızda söyleyecekleri hiçbir şeyden, velev ki hükümet eleştirisi olsun, bir fayda sağlanamaz. Yeni nesillere yanlış imajlar aktarılmış olur. Yaşanan her sıkıntı karşısında ana göre refleksler üretme tembelliği oluşur ve sistemleşilemez. Kurumlar bazında; ilkelerde doğruluk, stratejilerde kararlılık, istikrarda denge, yaklaşımlarda vizyon; ilişkilerde temkin, amaçlarda isabet yakalanamamış olur.

Tüm bu söylediklerime ilave olarak şunu da ifade etmekten çekinmem. Röportajın kalitesi noktasındaki endişelerim sabit kalmak şartıyla; belki bizim bilemediğimiz bazı dinamikler vardır ve farklı saiklerle bu röportaj yapılmış olabilir. Öyle bir durumda bile tepkilere neden olan toplumsal ve grupsal hassasiyetler önceden dikkate alınmalı, oluşabilecek tepkiler hesab edilmeli ve sunumlar bu tür hassasiyetleri önceden önleyebilecek paratöner sunumlar yardımıyla servis edilmelidir. Ben bu tür hiçbir öğeyi de bu röportajın sunumunda göremedim. Bu zaten meslekte yıllarca tecrübesi olan yayın yönetmenlerinin bile tek başına altından kalkamayacağı, farklı mesleklerden akılların da katkısına ihtiyaç duyulan bir husustur.


Bunlar şahsi görüşümdür. Meseleye hala salt gazetecilik çizgisinden bakıp ‘sen de kimsin’ diyenler olursa saygı duyarım. Pekala ben de yanılıyor olabilirim.