18 Ocak 2016 Pazartesi

CÜBBELİ HOCA, TERLİK VE KUTUDAKİ İSLAM

Bu yazı 10 Ocak 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Şahıslarla ilgilenmem! Ancak, o kişilerin fiilleri, söylemleri ve tavırları kamusal alanı ilgilendiriyorsa, toplumsal yansımaları varsa, temsile vâbeste yönleri insanları birtakım yanlışlara sevkediyorsa; hele de o yanlış; toplumsal ve dînî ahenge dokunuyorsa, o durumda bir şeyler söylemek gerekli olur.

Cübbeli Hoca’nın, hapse düşmesi ile alâkalı olarak; olayda Cemaat’in bir dahli olmadığını, Gülen Hocaefendi’nin saygın bir insan olduğunu söylemesine rağmen şimdilerde neden tekrar AKP’nin ‘’paralel’’ ve ‘’kumpas’’ söylemlerine tevessül ettiğini hiç merak etmiyorum. Ünlü dolandırıcı Fadıl Akgündüz ile medyaya yansıyan ilişkileri konusunda da söyleyeceğim bir şeyim yok.

Geçenlerde kendisini izlerken ‘’Paralelcilik, dinine îmanına bakmaz. Mossad’dan gelen emre bakar… Paralel böyle bir şey. Bana bu kumpası kurdu bu paralel’’ şeklindeki sözleri karşısında içimde derin bir acıma hissi dolaştığını farkettim.

Adı yolsuzluklara bulaşmış bir hükümetin ‘’paralel’’ iftirâları ile başlattığı bir cadı avından mağdur olan yüz binlerce Müslüman karşısında; Cübbeli gibi târikat terbiyesi almış ve Mahmut Hocaefendinin o insanlara olan teveccühünü de bizzat kendisi insanlara aktarmış olan bir kişinin nasıl olur da böyle bir sûizan ve gıybet bataklığına düşebileceği bile ilgilendirmiyor beni aslında.

Beni ilgilendiren, Hz. Muhammed’in giydiği sandaletin benzerini yaptırıp satmaya başladığı ve ülkede gündem olan o video. Video’da Hz. Muhammed’in kullandığı sandaletin (Nâl-ı Şerif) benzerinin yapıldığı ve bunların 130 TL fiyatla satılacağı ve gelecek üç beş kuruş kârın da hizmetlerde kullanılacağı anlatılıyordu. Cübbeli, video’da bu sandaleti satın alıp bulundurmanın bazı kerametlerinden de bahsediyordu.

Özetle verip asıl maksadıma geçeceğim:

“Resulullah (s.a.v.)’i ziyâret etmekle müşerref olurlar. Resulullah (s.a.v.)’i rûyada görmekle meczup olurlar. İnsanların teveccühüne mazhar olurlar. Azgınların saldırısından, düşmanların gâlibiyetinden, şeytanların şerrinden, kıskançların nazarından, sihir ve büyülerin ulaşmasından emîn olurlar. Taşıyan ordu bozguna uğramaz, taşıyan kâfile yağmalanmaz, bulunduğu gemi batmaz, bulunduğu ev yanmaz, içinde bulunduğu eşya çalınmaz, yapılan dua red olmaz, hangi darlıkta tevessül edilse sıkıntı ortadan kalkar, hangi hastalıktan medet istense mutlaka şifâ gelir.’’

Bu ifâdeleri sıraladıktan sonra bunları yaptıracağı bir kutunun (terlik kutusu) üzerine de yazdıracağını ilâve etti.

Buraya kadar verdiğim tüm örneklerde ve çizmeye çalıştığım resimde Cübbeli Hoca ile ilgili en ufak bir eleştiri niyeti taşımıyorum. Bu ‘sandalet’ hizmeti ile kendisi gerçekten insanlara hizmet amacı taşıyor olabilir ve kârını da eminim ki bahsettiği gibi hizmetlerde kullanacaktır. Bu konuda bizlere ancak hüsnüzan etmek düşer.

Beni üzen, endişelendiren şey tamâmen farklı. O da güzel niyetlerle bile yapılıyor olsa; kutuya soktuğumuz İslâm dini. Bazı AKP’lilerin ‘’o paralarla imam hatip açacaktık!’’ diyerek evlerinde ayakkabı kutuları içerisinde stokladıkları milyon dolarlardan sonra şimdi de, insanlara hizmet edeceğiz diyerek; İslâmî heyecanı ve Peygamber aşkını muhtemel kerâmetler üzerinden bir terlik kutusunun içine hapsetme yanlışı… Dînî sembollerin ticârî meta hâline getirilmesi yanlışı ise zâten ayrı bir garabet!

AKP’nin iyi niyetin dışına çıktığını, artık; yaptığı hukuk ihlâlleri ve kişilik katliamları sâyesinde biliyoruz. Ancak bu sandalet olayı bağlamında, her ne kadar iyi niyet gözetiliyor olsa da, çok ciddî bir soruna temas etmek istiyorum.

İslâm dininin büyük oranda ‘’Kültür Müslümanlığı’’ boyutunda yaşandığı artık hepimizin mâlûmu. Bunda en büyük suç yine biz Müslümanlarda. İmânî hakîkatleri göz ardı ettik ve İslâm’ın şekle, pratik bazı uygulamalarına yansıyan yönlerini onun îmânî özüden daha çok ön plana çıkardık. Bu süreçte, Fethullah Gülen’in işâret ettiği gibi, İslâm’ın ancak yüzde beşini içeren siyâseti de (devlet yönetimi), yüzde 95’ini oluşturan îmân hakîkatlerinin önüne geçirdik.

Yâni, iki tür yanlışa saplandık: Şekilci bir din pratiğini dinin özüne tercih ettik ve siyâseti, îmanda derinleşmenin önüne geçirdik. Ahmet Kurucan, daha çok bu ikincisi bağlamında yazdığı ‘’Siyaset hayatın merkezinde olunca…’’ başlıklı yazısında tam da bu noktaya işâret ediyor ve ‘’İslâm işlevsiz hâle getirildi’’ diyerek bizleri bir kez daha uyarıyordu. Şu ifâde ile de az önce değindiğim yanlışlardan birincisine atıfta bulunuyordu:

‘’Zâten asırlardan beri Hz. Peygamber (sas) dönemi İslâm anlayış ve uygulamasından uzak, Müslümanlığı şekle bağlayan ve kelimenin tam anlamıyla ‘Kültür Müslümanlığı’ derekelerinde dolaşıyorduk; şimdi bu derekeyi ‘İslâmcılık’ diyerek biraz daha derinleştirdik.’’
Evet! Peygamber Efendimizin ve sahâbelerin nasıl îman yörüngeli bir hayat yaşadıklarını, bunun dinamiklerini insanlara anlatamadık. İslâmî yaşayışın kerametlerine dayalı anlatımların da onun özünden uzak; şekle, teferruatına ait şeyler olduğunu düşünmek doğru olur. Ahlâk, edeb, ihsân, iz’ân, rüşd, takvâ, sadâkat, ibâdet aşk ve neşvesi gibi kaabiliyetleri içselleştirememiş insanları, Peygamberi rûyada görmeye teşvik ederek bu mânevî atmosfere sokamazsınız. Onun kenarlarında dolaştırırsınız ancak.

Allah’a kulluğun en büyük esası duâ, zikir ve tefekkür iken ve aşk-ı ilâhî yolları hep sabır ve ızdırap taşları ile döşenmişken, insanlara; ‘bu fabrika üretimi terliği evinde bulundurursan şunlara nâil olur, Peygamberi görür, filan tehlikelerden korunursun’ gibi hedefler vererek îman insanını inşâ edemezsiniz. Böyle yaparak insanları yanlış sularda yüzmeye alıştırırsınız sadece. Hakîkat okyanusuna bakan, onun ufuk çizgisinden tefekkür ve tevekkül devşirerek gelişecek olan mânevî nazarlarını önlerindeki küçük maddi (cismânî) su havuzlarına çevirmiş; onları miyoplaştırmış olursunuz. Sonra bu insanlar ne zaman dara düşseler, çareyi Allah’a itimatta değil; dinin yüzde beşini teşkil eden siyâset bataklığında, liderlerin izinde, bid’atların peşinde ararlar ve o sığlıklarda ümit devşirip dururlar. Sonra da sahte hamasetlerin, ideolojilerin ve korkuların köleleri olurlar.

Belki içlerinde çok samîmî duygularla o sandaletin ‘kerâmetine’ inanan ve o saf niyetinden dolayı Allah’ın lütfuna nâil olacak olan bir kaç kişi çıkabilir. Belki sizler, Hz. Muhammed’e ait bir sandaletin, ona ait bir güzelliğin, diğer insanlarca da paylaşılması adına gösterdiğiniz iyi niyetin sevâbını da alabilirsiniz. Ancak bu tür; şekle ait inanç refleksleri ile şekillenen zihinler ile îman yörüngeli yeni bir medeniyet inşâ edemezsiniz. Çünkü öyle bir medeniyetin tohumu salt başına Efendimizin sakalına ve sandaletine gösterilen hürmet toprağında yetişemez. O, O’nun Allah’a olan îmanı, kulluğu, ibâdet aşkı, sadâkati vb. hasletlerinin teşkil ettiği hakîkat toprağında kök salabilir ancak. Bizlere düşen de tıpkı Bediüzzaman’ın öncelediği gibi îman insanını inşâ etmektir. Bu da şekilciliğin her türü ile aramıza mesafe koymakla başlar. Yoksa önceliklerimiz değişir; değerler sistemimiz alt üst olur ve tefessüh eder.

Özetle; kendimiz geliştirip sonra tutsağı olduğumuz bu tür şekilci anlayışların ve ardından siyâsi İslâmcılığın getirdiği hastalıkların da etkisiyle, Gülen’in ifadesiyle, ‘’dînî ve ahlakî değerler erozyonuna uğradık.’’ Kurucan’a göre, İslâm’ın işlevsiz hâle gelmesi değerler hiyerarşisinin değişmesi ile gerçekleşti. İşte bu bağlamda, bu yazıda; Hz. Peygamber’in kullandığı sandaletin bir benzerinin çoğaltılarak bir pazar ürünü haline getirilip, üzerine kerâmet belirten ifâdeler yazılarak satışa sunulmasının yanlışlığına işâret etmek istedim.

Dine gelen musibet ve zarar ki Bediüzzaman’ın ifâdesiyle en büyük musibettir, sadece hamâsetten ve siyâsal İslâmdan değil, bu tür şekilci anlayışların sebep olduğu değişen değerler havzasından da gelir. Bugün nasıl ‘’Erdoğan’a dokunmak bile ibâdettir!’’ diyebilen bir milletvekili çıkabiliyorsa ve bu insanı küfre bile götürecek bir yanlışsa; Hz. Muhammed’in sandaletinin kopya üretimine dokunmakla birtakım kerâmetler geleceğine inanan bir İslâmî anlayış geliştirmek de bid’at ölçüsünde yanlış ve eksik bir anlayıştır.

Bizden önceki nesiller, Kur’an’ın özünü anlamaya çalışmayıp; onu ninelerinin ördüğü çantalar içerisinde duvarlarda asılı tutmakla iyi bir kul olacaklarını düşünerek hatâ ettiler.

Gelin bizler de değerlerimizi değiştirmek sûretiyle dinimizi işlevsiz, özünden uzak ve âtıl bir vaziyette bırakmayalım ve onu ayakkabı ve terlik kutularının içine hapsederek aynı şekilci, kültürel yanlışları tekrarlamayalım!