28 Ekim 2007 Pazar

ATATÜRK FARELİ KÜTÜPHANENİN KAVALCISI DEĞİLDİ: METİN MÜNİR'E CEVAP

"Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihini, Osmanlı'nın mefhum-u muhalifi olarak okuma modasının çoktan geçtiğini düşünmekle ne kadar yanılmışım!" Bu itiraf Hilmi Yavuz'dan geldi geçenlerde (Zaman, 24 Ekim 2007). Beni şaşırtan, Hilmi Yavuz gibi bir üstadın böyle erken bir öngörüye nasıl kapılabildiği. Derin kişiliği yanında engin bir hüsn-ü zannı olduğunu da öğrenmiş oldum böylece.

Kendisini böyle isyan ettiren şey, geçenlerde Milliyet Gazetesi yazarlarından Metin Münir'in kaleme aldığı (Yavuz'un ifadesi ile) ''basmakalıp'' ve ''cahilce'' yazılmış olan bir yazı (21 Ekim 2007). Ben Milliyet yazarlarını okumam. Bu yazıdan Hilmi Yavuz'un yazısı aracılığı ile haberdar oldum. Alıntıları görünce ''hadi canım sen de!'' demekten kendimi alamamıştım; o yüzden gidip yazıyı buldum. Gerçekten de büyük bir Gazetemizin bir yazarı Hilmi Yavuz'un adres gösterdiği komik ve altı boş ifadeleri dile getirebilmişti. Hayret ettim!

Neler mi diyor yazısında sayın Münir?; okuyalım:

''Eğer Osmanlı İmparatorluğu'nun entelektüel bir birikimi olsaydı, Atatürk dil devrimini yapamayacaktı. Dil devrimi Türklerin o güne kadar kitaplıklarında biriktirdikleri yazılı geçmişleriyle bağlarını kopardı. Osmanlıcayı aniden yabancı bir dil haline getirdi. Atatürk, dil devrimini imparatorluğun geçmişinde entelektüel fazla bir şey olmadığı için yapabildi. Osmanlı kitaplıklarında fareler cirit oynuyordu. Müteferrika'nın ilk matbaayı kurduğu 1727 yılından sonra geçen 100 yıl içerisinde basılan Osmanlıca kitap sayısı 180'dir. Osmanlıların bir Homer'i, Dante'si, Kant'ı, Shakespeare'i, Voltaire'i olsaydı, dil devrimi diye bir şey akla bile gelmezdi. Büyük düşünürler, ilim adamları ve sanatkârlar dil ağacının kökleridir. O kökler dili bırakmaz. Atatürk'ün söktüğü ağacın neredeyse kökleri yoktu. Herhangi bir dilde, Divan edebiyatındaki kadar entelektüel içerikten ve derinlikten yoksun bir şiirler koleksiyonu bulmak zordur.''

Hilmi Yavuz haklı olarak bu ifadeleri Oryantalist bir bakış açısı olarak nitelendiriyor ve ''basmakalıp'' buluyor. Tüm bu ''hazin'' iddiaların ardından, Münir'i ''Osmanlı entelektüel hayatı konusunda en ufak bir fikri olmamakla'' itham ediyor. Ondan okuyalım: ''[Münir'in] Divan edebiyatına ilişkin temelsiz, dayanaksız ve külliyen yanlış görüşlerini bir yana bırakalım (bir soru: acaba Metin Münir, Baki ya da Fuzuli Divanı'ndan bir beyti okuyup anlayabilecek donanıma sahip midir? Ziyadesiyle şüpheliyim bundan!), hazretin Osmanlı kütüphaneleri üzerine söyledikleri dehşet vericidir: 'Osmanlı kütüphanelerinde fareler cirit oynuyordu'!.. Bir kere deyimin doğrusu, 'fareler cirit oynuyordu', değil, 'fareler cirit atıyordu' olmak gerekir. Ama, asıl vahim olan Metin Münir'in Osmanlı kütüphaneleri üzerine böylesine ahkam kesmeye kalkışmadan önce, zahmet edip küçük ölçekte de olsa, bir araştırma yapma gereğini hissetmemiş olmasıdır: Metin Münir'e Prof. Dr. İsmail Erünsal'ın 1988 yılında Atatürk Kültür Merkezi tarafından yayımlanan iki ciltlik, 'Türk Kütüphaneleri Tarihi' adlı o kapsamlı çalışmasını tavsiye ederim. Bir baksın bakalım, gerçekten fareler cirit mi atıyormuş Osmanlı kütüphanelerinde?''

Bu eleştirilere katılmamak mümkün değil. Bir kitap da ben önereyim Münir'e. O da Ali Bulaç tarafından kaleme alınmış olan ''Garbın Batıyı Medenileştirmesi'' isimli kitap. Kimbilir belki bu tür kitapları okuyan Münir ve benzeri Oryantalistlerimiz meselelere değişik bir zaviyeden de bakmayı öğrenirler ve peşin hükümlerinin girdabına yakalanmaktan kurtulurlar. Hem düşünce, hem fikir, hem de kültür olarak Batı'yı ne anlayabilmiş; ne de doğru yorumlayabilmiş değiller aslında. O kadar övdükleri Batılı değerleri kendileri anlayamadıkları gibi insanlara da benimsetemediler yıllarca. Bunu başaramayınca da halkı ahmaklıkla, gelenekselcilikle suçladılar. Senelerce böyle bir zihni çıkmazın içerisine hapsolmuş bir şekilde kendilerine aşağılık kompleksleri üretip durdular ve bunların etkisi ile kendi kültürlerini, insanlarını hep hakir gördüler. Aslında 'halkın kültürü' demem gerekiyor bu noktada. Zira böyleleri tarih boyunca ürettiğimiz kültür ve medeniyeti bir çırpıda hiçe sayıp, onu Avrupa medeniyetinin gerisine koymayı severek yapıyorlar. Bu bize mal olmuş, asırların değerlerini kendilerinin görmüyorlar. Başkasına ait bir değerler kümeciğini bu kadar hızlı ve içtenlikle benimsemiş olmalarının nedeni de bu. Bizi biz yapan ve asırlara yayılmış birikimlerimizi yok sayıp, düşünce ufkumuzu 80 senelik Cumhuriyet tarihinin içerisine sıkıştırmaya çalışıyorlar. Hilmi Yavuz'un ''Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihini, Osmanlı'nın mefhum-u muhalifi olarak okuma modası'' dediği anlayış bu işte. Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Atatürk ilkelerine ait ne varsa hepsini, Osmanlı'ya ait birikimlerin, kültürün zıddı sayma garabeti... Bu ne kadar hastalıklı bir anlayıştır. Bu; İttihat ve Terakki döneminin ve onun öncesi ve sonrasındaki bir takım aydınlanma hareketlerinin ıskaladıkları hastalıklı bir yenilenme düşüncesi, altı doldurulamamış ve tatbik edilememiş bir özentinin devamıdır. Batılılaşacağız derken; ilmi düşünce ve bunun teknoloji ile olan ilişkisini irdelemek yerine, Fransızca'nın aksanına, piyano resitallerine, Vals danslarına, onların giyinme biçimlerine dikkat kesilmiş; ''akılları gözlerine indiği'' için gördükleri bu heyecan verici şeyleri bilimin soyut düşünce atmosferine tercih etmiş bir yığın... Tüm bu garabetleri işlerken ise, kendisini ''aydın'' sıfatı ile tanıtan; içlerine düştükleri bataklığa uzak duranları ise cahillikle ve banal olmakla suçlayan bir anlayış...

''Osmanlıların bir Homer'i, Dante'si, Kant'ı, Shakespeare'i, Voltaire'i olsaydı, dil devrimi diye bir şey akla bile gelmezdi'' derken Münir de işte bu takdim ettiğim çerçevenin içine hapsolmuş görünüyor ve Yavuz'un; ''her toplumun zihinsel üretiminin, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda, farklı birikimler ortaya koyabileceğinin farkında görünmüyor'' şeklindeki değerlendirmesinin muhatabı oluyor. Umarım Yavuz'un kendisine ayrıca tavsiye ettiği Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay'ın 'Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe' isimli kitabını alır okur.

Atatürk'ün söktüğü bir düşünce ağacı yok. Böyle bir amacı da olmadı. Bu millet önemli ölçülerde Osmanlı kültür ve düşünce yapısını hala devam ettirmektedir. Yemek kültürümüzden yaşam biçimlerimize kadar herşeyimiz hala Osmanlı kokmaktadır. Aynı ''aydın'' kesimler hala ortaya çıkıp; mevcut devlet anlayışımızın her eksik ve gediğini hala ''Osmanlı'nın mirası bunlar...'' şeklinde aşağılamıyorlar mı? Bir yandan bunu söylerken diğer yandan ''Atatürk Osmanlı'ya sünger çekti ve yeni bir rejim kurdu'' anlayışının sahibi yine aynı ''aydın'' kesimler değil mi? Hem de bunu yaparken nasıl bir ikilemin içerisine düştüklerinin farkında olmayan, Atatürk'ü aslında başarısız olmakla birebir eşdeğer gösteren bir anlayış(sızlık). Zaten yazısının devamında yaşadığı ikilemi itiraf ediyor Münir. Şu ifadeler onun: ''Cumhuriyet de entelektüel bir atılım yapamadı. Avrupa'da tam düşünce özgürlüğü olmayan birkaç ülkeden biri Türkiye olmaya devam ediyor.'' Eder tabi. Avrupa'da ki düşünce özgürlüğünü analiz edebildiniz mi de aynısının burada olmasını görmek istiyorsunuz? Atatürk'ün halka dayalı bir Cumhuriyet anlayışında var mıydı: ''Türkiye'nin şartları başka'' şeklinde hastalıklı bir laiklik ve demokrasi anlayışı; ya da ''kamusal alan'' tabiri. Bırakın entelektüel bir birikimi, yeni bir müzik ve dans anlayışı bile geliştiremedik. Batı kırması pop şarkılar pazarlama güdümü ile düşe kalka gidiyor; kendine ait bir dans ve ton yakalayabilmiş değil. Hintliler yaptı ama. Halk, Osmanlı dönemlerinden beri koruyup kolladığı türkülerine ve klasik sanat müziklerine yeniden dönüyor. Nargile kültürü geri geldi. Çok övündüğümüz rakı-meze-dansöz eğlenceleri bile son dönem Osmanlı hayatının günümüze yansımaları... Kendimize ait bir şiirimiz hala yok. Olan bir kaç şairimizi okuyan azınlık bir kesim Divan Edebiyatı'nın boyasına mutlaka bulaşıyor; orada haz buluyor. Türk Sanat Müziği, konservatuar yasaklarına rağmen yer altından dirilme yeteneğini gösterebiliyor. ''Kök salmamış'', (entelktüel anlamda) ''cüce'' bir medeniyet; kökleri hala kurumamış bir edebiyat, müzik ve sanat anlayışı üretebilir mi?

Lisede senelerce öğretmenlerimin ''Osmanlı hiç bir şey yazmadı, yenilik adına herşeye karşı idi'' laflarını dinleyerek büyüdüm. Üniversite'ye geldiğimde Osmanlı'nın çok mükemmel arşivler tuttuğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Bugün başımızdaki Ermeni belasını bile bu arşivlerle def etmeye çalışıyoruz...

Hangi yabancı ile konuşsam, kültürümüze, yemeklerimize, sanat eserlerimize hayran. Eski gezginlerin kitaplarında da bu hayranlık göze çarpıyor. Her büyük İmparatorluk gibi Osmanlı da kendisine ait bir anlayış tesis edebilmeyi başarmıştır. Medeniyetin ölçüsü Voltaire ya da Shakespear değildir. Önemli olan medeni, yani içinde bulunulan çağın anlayışı ve imkanları içerisinde kendini tanımlayabilmek, insanlarını mutlu edebilmektir. Bu noktalarda bizim Oryantalistlerin kaçırdığı başka bakış açıları da var elbet. Konuyu dağıtmamak için onları sonraya bırakıyorum.

Münir, büyük bir kolaycılıkla ve iç rahatlığı ile şöyle bir hüküm çıkarabiliyor: ''Osmanlı kitaplıklarında fareler cirit oynuyordu.'' Şunu anlaması lazım kendisinin. Atatürk, fareli kütüphanenin kavalcısı değildi. Kütüphaneleri de farelerin filan bastığı yoktu. Savaşların, iç ve dış ihanetlerin baskısı altında çatırdayan bir imparatorluğa nefes aldırdı Atatürk. İlk kıvılcımını Osmanlı padişah ve paşalarının ateşlediği ''medenileşme'' hedefini doğru okuyarak, kendisine ait bir reçete sundu ve uyguladı. Bunu Osmanlı'ya rağmen değil; ihtiyaçlara binaen yaptı. Günümüz ''aydını'' bu gerçeğe gözünü yummamalı artık. Halkın Atatürk'ü anlamasını zorlaştırıyorsunuz. Kendisi hala Osmanlı'yı yaşayan bir halk ile onun arasını açıyorsunuz.

Güzel bazı tespitlerle bitiriyor yazısını Münir. Diyor ki; ''dünyanın ortak kültür sofrasına hiç oturmadık. Kafalarımızın içi hurafeler, sloganlar, dogmalar, resmi ideolojiler, kötü eğitim, hapishane ve faili meçhul cinayetlerle dolu. T. S. Elliot'ın şiirinde bahsettiği saman adamlar gibiyiz... Çağ atlanamaz. Çabuk zengin olunabilir, ama çabuk entelektüel olunamaz.'' İşte mesele budur. Ancak bu gerçeği ilk farketmesi gereken bu satırların yazarı ve onun gibi düşünen 'bizim Oryantalistler' dir. Asırlardır bir çeşme gibi akıttığımız ortak kültür mirasımızı bir çırpıda yok sayan, onları Batılı değerler karşısında aşağılık gören, asırlık dilimizi ve bilgi birikimimizi ''kök'' salamamış olmakla suçlayan bir anlayışın temsilcileridir. Bugünkü Batı'nın Doğu'nun omuzları üzerinde yükselip, daha sonra kendisine ait yeni bir anlayış oluşturduğu gerçeğinden habersiz bu kişiler, şikayet edilen ''dogmaların'', ''sloganların'', ''resmi ideolojilerin'' temsilcileri değiller de nedir? Doğru! ''çabuk entelektüel olunamaz''; ancak zihnimiz kendini inkar belası ile felç olmuşken hiç entelektüel olunamaz. Bu da kulağınıza küpe olsun.

''Dünyanın ortak kültür mirasına oturamadık'' diyenler, eskiden o mirasın göbeğinde, anlı şanlı medeniyetler kurduklarını görmezden geliyorlar. Ancak aynı serzeniş halihazırda geçerliliğini korumaktadır. Nedeni ise; ne Batı'yı, ne Batılılaşmayı, ne de kendi tarihi ve kültürel miraslarını idrak edememiş ''aydın''ların sahte ışıklarının peşine takılırken, Atatürk'ün önümüze koyduğu gerçek reçeteleri göremememiz; kendimize ait ve bizi biz yapan değerleri Batı rağmına reddetmemizdir. 28 Ekim 2007