Bu yazı 20 Nisan 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Öfke de böyledir. Öfke insanın bütün duygularına nüfûz edebilir ve orada kök salıp yerleşebilir. Zamanla da insanın tüm melekelerini zehirler. O, insana; tıpkı korku gibi faydalı birtakım hikmetler ve imtihan için verilen kaabiliyetlerden birisidir; ancak fazlası, insanı geri dönülmez bir girdabın içine çeker. O öyle bir girdaptır ki; insanın iyilik adına ne tür karakter özellikleri varsa hepsini içine çekip yutabilir.
Karadeliklerin ışığı yutması gibi; öfke girdabı da kalbin ışığı olan îman nurunu yutar ve geride her türlü ruh hastalığına açık bir et parçası bırakır. Sanki atmosferi emilip yutulmuş ve artık meteor saldırılarına karşı savunmasız kalmış bir gezegen gibi öfke de kalbi, yalnızca kötülük üreten vesveselerin, korkuların, kinlerin ve daha binbir türlü hastalıkların taarruzlarına açık hâle getirir ve savunmasız bırakır. Böylece insan gittikçe insanlıktan uzaklaşır. Böyle bir insanın sağlıklı bir zihinle düşünmesi zorlaşır ve ardından şeytânî ve insânî çevrelerin maniplasyonlarına açık hâle gelir.
Korku ve öfke birbirleri ile iç içe geçmiş kuvvetlerdir. Star Wars (1999) filminde geçen sevdiğim bir repliği daha önce sizlerle paylaşmıştım. Şöyle der; ‘’korku, karanlık tarafa giden yoldur. Korku öfkeye; öfke nefrete; nefret ise acıya yol açar.’’
Bu söz, maalesef, Erdoğan ve AK Parti’nin özellikle 17-25 Aralık yolsuzluk dâvâları sonrası yaşadıkları saldırgan üslûbu sadece açıklamakla kalmıyor, yaşadıkları ve yaşayacakları üç süreci de özetliyor.
Şöyleki;
Kurduğu büyük yolsuzluk ve rüşvet ağının ortaya çıkmasından ve yargılanmaktan korkan Erdoğan ve AK Partili çevreler büyük bir korku ile hareket ederek yanlış bir yola saptılar. Kendilerini aniden korkunun insanı ‘karanlık tarafa’ iten caddesine atıverdiler. Çünkü yeterli kadroları ve siyâsî zekâları yoktu. Kurnazlık, tüccarlık ve mütahitlik ile bir yere kadardı! Bu sebeple kendilerini karanlığın bağrına yuva kurmuş olan Ergenekon ahtapotunun kollarına salıverdiler. Böylece kendilerinin tüm yolsuzluklarına göz yumulacak ancak karşılığında ışığın temsilcisi olan insanlar ‘paralel’ îlân edilerek bitirileceklerdi.
Paralel dedikleri insanların mâsum olduklarını en iyi onlar biliyorlar. Ne var ki içine düştükleri bu durumda kendilerine bîat ederek aynı caddelerde yürümeyi reddeden o Camia, onlar açısından bir öfke kaynağı hâline gelmiş oldu. Zaten Ergenekonvâri yapılar, çoktan beridir kulaklarına eğilip; ‘bu insanlar bir gün sizin pisliklerinizin peşine düşerler’ diye fısıldıyorlar ve gelin onları temizleyelim ve siz de istediğiniz gibi ülkede at koşturun diyorlardı.
Ergenekon ve AKP’yi birbirine en çok mahkûm eden hâdise 17-25 Aralık tarihlerinde patlak veren soruşturmalar oldu. Hayatında ilk defa Ergenekon ve Balyoz dâvâları ile ürkütücü günler yaşayan derin yapı ile AKP’nin başında patlayan beklenmedik yolsuzluk soruşturmaları iki yapının ortak bir kaderi hâline geliverdi.
Korkuya kapılan Erdoğan ve etrafındakiler; batacak olan gemiyi kıyıya kadar yüzdürebilmek adına Ergenekon’a ruhlarını tamamıyla sattılar. Böylece Ergenekon, yeşil bir elbiseye büründü ve kendisine büyük bir korku yaşatmış olan ve her zaman karşısındaki tek güç odağı olarak gördüğü Hizmet Hareketi’nin bitirilmesi adına Erdoğan’a önemli bir misyon yükledi. Bunu daha önce Erdoğan ve Perinçek ilişkisini ele alan yazılarımızda da dile getirmiştik.
Erdoğan ve etrafındakilerin bu korkuları, onları yukarıda belirttiğim birinci aşamaya getirdi. Korkuya kapılıp öfke ile hareket ettiler. Hâlen Başbakan olduğu ve seçimlerin adetâ bir ölüm kalım meselesi noktasına geldiği o dönemlerde Erdoğan, meydanlardan hep öfke ile bağırdı. Paralel, haşhaşi, sülük, hâin, ihânet çetesi, lobi maşası, âlim müsveddesi ve benzeri birçok seviyesiz ve öfke dolu ifâde ile tanıştı kitleler.
Erdoğan ve takip edenleri her ne kadar sürekli bağırsalar da, görebilenler aslında karizma entârilerinin altında gelecek endişesi ve yargılanma korkusu ile titreyen bedenleri görebiliyorlardı. Öfke, zayıf insanları ürkütüp susturabilir ve münâfık karakterli kişileri kendine çeken bir ‘ampül’ gibi kızışıp parlayabilir; fakat selim kalpli insanlar için o, her türlü acziyeti ve hastalığı ortaya döken bir röntgen âleti gibidir.
Öfkeli ve saldırgan üslupların insanları bastıracağını, korkutup dağıtacağını düşünmüşlerdi. Bu strateji yoğun bir medya algı operasyonu ile de desteklenince, öfke AKP’li çevrelerin zihinlerini esir aldı. Halk artık çocuk tecâvüzlerine, hırsızlıklara, gasplara bile sesini çıkaramayacak bir vaziyette! Halkı bir korku girdabının içine çektiler ve hakîkate karşı vurdumduymaz olmaları içinse onları propaganda ve sürekli tekrarlanan yalanlarla uyuşturdular. Sağda solda bir grup insan dışında, toplu manada sadece Hizmet Hareketi bu gelişmelere karşı dik durdu ve yaklaşımından asla tâviz vermedi.
Bu direniş üzerine AKP ve Erdoğan ikinci aşamaya geçtiler. Artık öfkeye dönen korku aşaması geçilmiş, bu sefer öfkeler nefrete dönüşmüştü. Aileler arasına bile nefret tohumları ekildi. Herkes önüne geleni paralel olmakla, hâin olmakla suçlamaya başladı. Karı, koca, anne, baba, hala, teyze, kuzen… artık bir mecliste oturamaz konuma gelmişlerdi. Erdoğan’ın bizzat kendi ifâdesi olan ‘’cadı avıysa cadı avı, biz bunu yapacağız!’’ sözü işte bu nefretin filizlenmiş bir şekliydi.
Nefrete dönen öfke zorla canlı tutulmaya çalışılan köz ateşine benzer. Ona sürekli üflemek gerekir. İşte onun gibi, AKP ve Erdoğan da nefrete dönmüş ve haksız ithamlara dayanan söylemlerini canlı tutabilmek adına halkın kulağına sürekli yalan üflemek zorunda kaldılar medya imparatorlukları aracılığıyla. Erdoğan bununla da yetinmeyip, bizzat kendisi ülke ülke dolaşarak, Hareketi dış ülke temsilcilerine şikâyet etti ve açtıkları Türk okullarını kapattırmaya çalıştı. Bir tuğla dahi sökemeyince de; kabaran öfkesi bu sefer, onu ve etrafındakileri ülke içinde bir çok hukuksuz uygulamalar yapmaya itti. Kurumlar usulsüzce gasp edildi, başlarına kayyımlar atandı, insanlar haksızca hapse atıldı ve kanunlar hiçe sayıldı.
Bu nefret üslûbunun seçimlerde oy kaybettirdiği anlaşılınca söylemlerini ve öfkesini bir nebze bastırmak zorunda kalmış olan Erdoğan, bu ikinci aşamada gemisinin yelkenlerini hep bu nefret rüzgarı ile şişirdi. Zîrâ nefret, öfke gibi uğuldayarak değil sinsice esen bir rüzgar gibidir.
Günler böyle geçerken bizler artık üçüncü aşamaya yaklaşıyoruz. Yâni nefretin acıya yol açacağı ufuklara doğru ilerliyoruz. İster Gayretullah’ın vurması deyin, ki en az iki yıl önce gördüğüm bazı rüyalar ona işâret ediyordu, isterse de sebepler bazında ele alın; Erdoğan ve çevresindekilerin sonunun acı çekmek, ızdırap ve pişmanlık ile ahu efgan etmek olacağı âşikâr.
Bu üçüncü aşamanın gerçekleşip gerçekleşmeyeceği değil, ne zaman gerçekleşeceği beklenmeli.
Erdoğan’ın oluşturduğu yapay öfke selinde nefret gemisiyle yol alan milletimiz, kendisini ne tür acıların beklediğini bir görebilse ve Yunus’un felâketten önce tevbe eden kavmi gibi hatalarını kanun ve hukuk düzleminde çözebilse keşke…
Ama her şeye rağmen Erdoğan ve etrafındakiler, kendi oluşturdukları kin ve nefret denizinde boğulacaklar gibi. Bir insanın kendi nefsine zulmetmesi de bu olsa gerek! Biz ise yazılarımızla insanımızı o denizin azgın dalgalarından kurtarmaya, dualarımızla da kötü akıbetlere paratoner olmaya devâm edeceğiz.