Bu yazı 21 Mart 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.
Olgun ve yerleşmiş bir demokraside toplumdaki her bireyin ve bireylerin
oluşturdukları toplulukların, kanunlar çerçevesinde kalmak koşuluyla,
örgütlenme, cemaatleşme ve vakıflaşma hakları vardır. Kendini ifâde etme
hürriyeti, başkalarınınkine de saygı göstermek koşuluyla, birey ve gruplara arzu
ettikleri organize olma hakkını verir.
Bu bağlamda demokrasilerde cemaatlerin, tarikatların, vakıfların,
derneklerin, sendikaların vb. grupların varlığı saygıyla karşılanır. Hattâ, bir
çok gelişmiş devlet toplumsal sorunların çözümü ve tabandan tavana doğru
işleyen demokratik teâmüllerin devâmı adına bu tür grupların varlığından
memnuniyet duyar ve teşvikçi olur.
Sıkıntı; insanlara örgütlenme hakkı verilmemesi, ifâde hürriyetinin ve
eleştiri mekanizmasının engellenmesi söz konusu olduğunda ortaya çıkar. Toplumun
belirli bir kesimine sunulan özgürlük ve hareket alanının diğer gruplar için
sağlanmaması, bazı grupların demokrasi çarkı dâhilinde kendini ifâde etmelerine
izin verilmemesi veya baskılanmaları durumunda sorunlar yaşanmaya başlanır.
Bu düzlemde bakıldığında ülkemiz demokrasi târihi köklü başarısızlıkların
ve yanlış uygulamaların yapboz tahtası gibidir. Kürt, Alevî ve farklı dinlere
mensup vatandaşlarımızın yaşadıkları temsil, ifâde ve hak sorunları yıllardır
ülke gündemini farklı boyutlarda meşgûl ediyor.
Son geldiğimiz noktada, Erdoğan ve AKP Hükümetinin, yolsuzlukları örtme
adına yürürlüğe koydukları ve Hizmet Hareketi’ni hedef alan, kendi ifâdeleriyle,
‘’cadı avının’’ geldiği nokta endişe verici boyutlarda cereyân ediyor ve
demokrasinin temellerini dinamitliyor.
Tüm bu olumsuzluklar devâm ederken AKP’nin devlet imkânlarını ve haksız rekabet
doğuran birtakım yöntemleri kullanarak
cemaatleşme ve örgütlenmesini geliştirme yönünde çok ciddî adımlar
attığı gözlerden kaçmıyor.
Bu durumda akla şöyle bir soru geliyor: AK Parti’nin cemaatleşme gayretleri tolere edilmeli ve demokratik
düzlemde değerlendirilip anlayışla karşılanmalı mı? ve İslâmî çerçeveden
bakıldığında bu tolerans ve hoşgörü zemini nasıl görülmeli ve muâmele edilmeli?
Erdoğan öncülüğünde Hizmet Hareketi’ne dönük tehditlerin ilk başladığı
günlerde ve öncesinde, AKP’nin Hizmet örgütlenmesini kopye etmeye çalışan
birtakım uygulamalar içerisinde olduğu iyi biliniyordu. Yâni Hareket’in
yöntemleri dışta eleştirilirken, el altından kopye edilmeye çalışılıyordu. Daha
sonra bu yöntemler Hizmet’in kurumlarına el koymak sûretiyle başka gruplara
devretme şekline büründü. Hareket’in hareket sahasının daraltılıp varlığına son
verilmesi amacıyla AKP’ye bîat ettirilen diğer dinî grupları güçlendirme ve o
sahaları doldurma; ilerye dönük olarak da tüm o grupları ortadan kaldırarak
yada AKP bünyesinde eriterek TÜRGEV benzeri bir oluşum altında; devletleşmiş,
yeni AKP cemaatinin temellerini atma yönünde bir yöntem izlendi.
17-25 Aralık’ın ardından bu yöndeki tartışmaların başladığı ilk günlerde
Hizmet Hareketi’nden bazı yazarların yine de hakşinâs davranıp; ‘AKP, rakip
görüp elemeye çalışmak yerine, gerek yurt içinde gerekse de yurt dışında, kendi
hizmet kurumlarını açabilir, bu hayırda yarışma anlamına gelir’ bağlamında ifâdeler
kullandıklarını hatırlıyorum.
Ben, salt demokratik teâmüller baz
alındığında AK Parti’nin bu yöndeki örgütleşme, hayır ve hizmet kurumları teşkîl
etme vb. haklarını saygıyla karşılıyorum. Ancak buna, bir hakîkat planında itirâzım;
bir de İslâmî hizmet temelinde bir rıza göstermeme eğilimim var.
İzah edeyim:
Hakîkat noktasında itirâzım şöyle: Az önce de ifâde ettiğim gibi AK
Parti’nin bu yöndeki kurumsallaşması kaynağı belli olmayan, denetimden uzak,
haksız rekabetten ve devlet imkânlarının haksız şekillerde tasarrufuna dayanan
bir süreç ile gelişiyor. Devlet ile sivil-vakıf alanı tamanen iç içe geçmiş bir
vaziyette! TÜRGEV adı altında kamuya ait birçok arsa, bina, yurt vs. çok ucuz
fiyatlara Erdoğan’ın oğluna ait olan vakfa devrediliyor. Şeffaflık yok, denetim
yok. Belediyelerin bu vakfa hibe ettikleri binalar var. Geçenlerde bir milli eğitim
müdürünün TÜRGEV’e ‘’arz ederim’’ diyerek gönderdiği dilekçe konuşuluyordu.
Millî eğitimin ne zaman ve hangi amaçla bir vakfa rapor verir olduğu şüphe
konusu.
Diyânet ve İmam Hatip okulları adetâ partinin arka bahçesi hâline getirilmiş
durumdalar.
İçinde AKP’nin adının hattâ öyle bir ihtimâlin geçtiği hiçbir yolsuzluk
dosyası konuşulamaz halde; hemen; ‘paralel komplo!’ denilerek sümenaltı
ediliyor.
Yurtdışında faaliyet gösteren bazı AKP derneklerinin faaliyetleri o ülke
makamlarınca şüphe ile takip ediliyor. Hatta, bâzı üyelerin fişleme veya
illegal birtakım faaliyetler neticesinde ajanlık suçları ile tutuklanıp
yargılandıkkları örnekler mevcut. Nijer’e THY aracılığıyla gönderilen kaçak
silahlara ait ses kaydını çoğunuz dinlemişssinizdir. Bir yardım kuruluşunun imkânları
kullanılarak, MİT tırları adı altında Suriye’ye silah ve cephane taşındığı da herkesin
mâlûmu.
İşte, tüm bu olumsuzluklardan beslenerek gelişen bir örgütlenmenin mâsum
bir vakıflaşma, cemaatleşme özgürlüğü olabileceği konusunda benim itirâzlarım
ve ciddî endişelerim mevcut. Suça, haksız rekabet yöntemlerine, başkalarının
benzer hürriyetlerine, malvarlıklarına; kayyımlar atamak veya kaynaklarını
kısmak sûretiyle onlara zarar vererek oluşturulan bir oluşumdan imparatorluk
bile kursanız yargı ve denetim kurumlarınca aklanmadan hak ölçüsü kazanamaz
benim gözümde.
Bunlar beni ikinci noktaya; yâni, İslâmî hizmetler zâviyesinden olan rızasızlığıma,
isteksizliğime, sıcak bakmamama, ‘keşke imkân bulamasalar!’ noktasından ‘Allah
fırsat vermesin!’ noktasına uzanan bir yelpazedeki; yapılanları onaylamama hâlime
getiriyor mevzûyu.
Neden mi?
Çünkü, yukarıda özetlemeye çalıştığım tüm yanlış yöntemler ile gelişen ‘İslâmî’
bir hareket, dine yarardan çok zarar getirir. Haram mal ve yöntemler ile din hizmeti
olmaz! Bakan çocuklarının evlerinde çıkan ayakkabı kutularına istiflenmiş
milyon dolarlar için ‘İmam Hatip açacaktık!’ veya ‘dine hizmet ediyoruz!’
diyerek kurtulamazsınız!
Bilinçsizce gelişen; denetimden ve özden yoksun, aceleci ve ötekileştirici
olan, fırsatçılıklara ve öfkelere dayalı, tek adam hayranlığı ve bir anlamda
gizli şirki ile malûl, diğer dinî hizmetlerin dağıtılması ve tekelleşme
endeksli hareket eden bir oluşum yapıcı olamaz. O sadece yıkar; inşâ edemez.
Ondan uzun soluklu, temelleşebilen, kurumsallaşabilen, bir felsefe
oluşturabilen bir ‘hareket’ çıkamaz. Lider gidince kristaller gibi dağılır
gider de, kristalleştirdiği bütün öğeler de eski hususiyetlerini kaybederler.
Böyle bir oluşum gayreti; dinin özünden beslenen bir ‘hareket’ değil; bir
liderin öfke, kibir, hırs ve hasedinden beslenen bir tepki, bir yok etme ve
yıkma ameliyesidir ancak. Yapmaz; yıkar. Elde edemezse, yakar; kül eder. Neron
sendromudur bu. Fırsatçılık ve talan doğurur.
Nitekim bugün AK Parti ile ülkenin geldiği noktada din çok büyük yara
aldığı gibi, Müslüman imajı da çok ciddî zararlar gördü. Halk her ne kadar
tahammül ediyor veya katlanıyor gibi görünse de, zihinlerin gerisinde dindar
insanlara karşı olan güven duygusu ve saygı çok büyük hasar gördü. Artık
hırsızlık, yolsuzluk, çirkeflik noktasında AK Parti ile temsîl edilen büyük bir
göçük altında kaldı dindar insan imajı. Bununla da kalınmadı; yapılan
yanlışları örtbas etme ve gözlerden kaçırma adına veya kendi vicdanlarını
bastırma adına, tüm yapılanlar; yanlış fetvalar ve yorumlarla desteklendi. Bir
anlamda, ilâhiyatçı yazar Ahmet Kurucan’ın ifâdesiyle; ‘’dinin içi boşaltıldı!’’
Toplumdaki tüm ahlâkî çöküntü kişisel çıkarların korunmasına fedâ edildiği
gibi, Mut’a ve bilumum yanlış yorum, şirke açık övgüler ve temsiller ile de İslâmî
anlayışa erezyonlar yaşatıldı. İşte böyle bir zeminde gelişen ve İslâm dinine
uzun vâdede belki de İŞID’den bile daha çok zarar verecek olan bu yapay
cemaatleşme olgusunun bir an evvel başarısızlıkla neticelenmesini ümitle
beklemekteyim.
Sözün hülâsası; eğer demokratik, etik ve yasal zeminde gelişiyor olsaydı
varlığını hoşgörü ile karşılayıp hattâ teşvik bile edeceğim bu AK Parti
cemaatleşme hareketini, yukarıda özetlemeye çalıştığım çerçeve kapsamında hoş
karşılamıyorum. Zîrâ bu bir dinî oluşum değil! Siyâsî ve ticâri, Erdoğan
kültüne dayalı, doğal değil yapay itelemeler ve teşvikler ile gelişen bir
balondan söz ediyoruz. Bu balonun çok yakın bir gelecekte patlayacağını düşünüyorum.
AK Parti güdümlü cemaatleşme çalışmalarının en önemli ayaklarından olan
ENSAR Vakfı’nda ortaya çıkan ve 45 çocuğa vakıf kurumlarında tecâvüz edildiği
ve bunun ilk olmadığı yönündeki iddiâlar ve ayrıca Avrupa’da ki parti
teşkilatlarından birinde ortaya çıkan Mut’a skaldalı gibi haberler aslında
şişen balonun ulaştığı son dayanma noktasından gelen çatırdılar niteliğinde. Bu
haberlerin şimdilik, yayın yasakları, medya kontrolü, algı operasyonları, ailelere
para ödeme ve suçu ‘paralel komploya’ yıkma yöntemleriyle geçiştiriliyor oluşu
sizi aldatmasın! Ben; patlama yakın, kulaklarınızı tıkayın derim!
O balon patladığında bizler AK Parti ve Erdoğan’ın enkaz hâline çevirdikleri
ülkenin ve Müslüman imajının küllerinden yeni bir dünya inşâ etmekle meşgûl
olacağız. AKP’nin faaliyete devâm ettiği her gün ise tahrîbât daha da
derinleşiyor ve işimizi daha da güçleştiriyor!