19 Eylül 2007 Çarşamba

TOPLANDILAR DA NE OLDU?

Bugün gazetelerde rektörlerin toplantısından yansıyan bazı açıklamalar ve Başbakan'ın bu açıklamalara verdiği cevap vardı. Yanılmamışım... Daha önce arzettiğim endişelerde haklı olduğum ortaya çıktı. Hatta durum tahminimden daha da kötü. Neden mi? Arzedeyim...

Ben, rektörler ve YÖK başkanı bir araya gelecekler ve yeni sivil anayasa taslağına karşı nasıl diş bileriz şeklinde görüşecekler diye düşünürken daha kapsamlı bir tepki bekliyordum. Yapacakları açıklamaların bir ''akademik ve bilimsel desteği olur herhalde'' şeklinde bir beklentim vardı. Heyhat ne gezer! Verilen tepki tamamen ideolojik sloganlardan öteye geçemiyor. Bir kısmının da altı boş, varsayımlara dayanıyor. Tepkiyi nerede ise tamamen ''türban'' konusuna indirgemişler. Ortada yeni bir anayasa taslağı var. Bir tepki verecek bunu mu buldunuz? Mesela, yeni taslak vaadettiği gibi yeterince özgürlük, eşitlik vurgusu içeriyor mu?; bunu gerçekleştirebilecek çevçeveyi sunuyor mu? Bu soruların cevabı yok onların tepkilerinde. Belki dertleri de değil bu. Varsa yoksa türban. Neymiş, yasaklanmışmış ve yeni anayasa ile serbest hale getirilemezmiş... Ortada eski Anayasa Mahkemesi kararı ve AİHM kararı varmış... Son seçimlerdeki 367 kanunsuzluğunu irtikab edebilen Yargıtay da benzer tepkiler veriyor aynı konuya. Verdikleri o eski türban kararını eski anayasadaki ''laiklik'' kavramını nasıl yanlış yorumlayarak verdiklerini hepimiz biliyoruz. Aynı çevrelerin nasıl hastalıklı bir laiklik anlayışına sahip olduklarını da... Rektörlerin açıklamalarında geçen ''laiklik'' kavramı, senin benim yada batılı akademisyenlerin veyahutta laik batılı ülkelerin anladıklarından çok farklı... Türbanı ''siyasal simge'' olarak gösterme gayretlerinin altı boş. O bize 28 Şubat mühendisliğinin hazmetmemiz üzere önümüze sunduğu bir varsayım. Zaten başlı başına ''türban'' kavramı bile yanlış bir isimlendirmeye ve yanlış bir anlayışa dayanıyor. Toktamış Ateş bir yazısında türban denilen şeyin çok farklı bir şey olduğunu; ama bunu bizim laiklere anlatamadığını haykırmıyor muydu?

Bakın Teziç neler diyor:
''Bilindiği gibi yükseköğretim kurumlarında uygulanmakta olan türban yasağı, yüksek mahkemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarıyla oluşan bir hukuki durumdur. Bu hukuki durum ortaya çıkarken, Türk yüksek mahkemelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Atatürk ilke ve devrimleriyle oluşturduğu laik tanımı ve yorumu, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi tarafından Avrupa norm ve değerleriyle de uyumlu bulunmuştur. Bu nedenle Rektörler Komitesi Anayasa'da kılık kıyafet serbestliğini öngörecek bir düzenleme yapılmasının hukuken mümkün olamayacağını bir kez daha kamuoyuna hatırlatmak sorumluluğunu duymaktadır.''

İfadeler arasında geçen; ''Türk yüksek mahkemelerinin Türkiye Cumhuriyeti Anayasası ve Atatürk ilke ve devrimleriyle oluşturduğu laik tanımı ve yorumu'' değerlendirmesinin yanlışlığına az önce işaret ettim. Eski anayasalar laiklik ifadesine yer vermiştir belki, tanımlamıştır da; ancak tanımın uygulanacağı koşulları eksik bırakmıştır. Böyle bir anayasadan doğan yasalarda da bu eksiklik vardır ve maalesef ortadaki belirsizlikten dolayı da içi ideolojik yaklaşımlarla doldurulmuştur. Yargı ve ilgili kurumlarda yer tutmuş ve laikliği yanlış yorumlayan bir takım zevat işte böyle bir atmosfer içerisinde ''türbanı'', gene yoruma açık olan, ''siyasal simge'' kavramı ile eşitlemiş ve sakıncalı görmüşlerdir. İfadelerde adı geçen Atatürk devrimleri de aynı kesimler tarafından yanlış bir şekilde ve keyfi yorumlara maruz bırakılmaktadır. Devrim kanunlarında yasaklanan sarık, cüppe, şalvar, peçe, çarşaf gibi giyim şekilleri arasında başörtüsü yoktur; türban diye birşey hiç yoktur. Zaten türban ile başörtüsü birbirinden farklı şeylerdir. İhsan Doğramacı'nın gayretleri ile, o da halkın tepkisini çekmemek için, başörtüsü (belirsiz) türban kavramına indirgenmiş ve başörtüsü düşmanlığının üzerine bir perde çekilmiştir; kavramlarla oynama yöntemi ile.

Teziç'in ilk cümlesi de sakat. Diyor ki; Bilindiği gibi yükseköğretim kurumlarında uygulanmakta olan türban yasağı, yüksek mahkemelerin ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi'nin kararlarıyla oluşan bir hukuki durumdur.'' Hayır efendim, hiçte öyle değildir. Durum adı geçen mahkeme kararları ile ''oluşan hukuki bir durum'' değil, önce kanunsuz bir şeklide uygulamaya sokulan; ardından görülen lüzum üzerine adı geçen mahkeme kararları ile desteklenerek sabitlenmeye çalışılan bir durumdur. Bizim Anayasa Mahkememizin ilgili kararı hangi psikoloji ile verdiğine az önce değinmiştim. AİHM'nin psikolojisine ise Fehmi Koru Yenişafak'taki köşesinde defalarca işaret etti: Masonik bir takım ilişkilerden yani...

Teziç'in ifadelerindeki son noktalara da katılmak mümkün değil. Hatırladığım kadarı ile AİHM adı geçen kararı verirken ''Türkiye'nin şartları göz önünde bulundurularak'' şeklinde şerh koymuştu. Avrupa norm ve değerleri böyle gerektiriyor dememişti. Bizde birilerinin, halkın her demokrasi vurgusu karşısında ortaya çıkıp ''Türkiye'nin kendine özel şartları var'' demelerini hatırlarsınız. Teziç'in açıklaması toplumu iğfale yönelik anlayacağınız. Kaldı ki, bugün hala Avrupa'nın bir çok yerinde başı örtülü kızlar üniversitelerde serbestçe eğitim alabilmektedirler. Türkiye'de eğitim imkanları ellerinden alınan kızlarımızın bir kısmı soluğu ya Amerika'da ya da Avrupa'nın değişik ülkelerinde alıyorlar. Teziç bu gerçeği hangi Avrupa ''norm ve değerleri'' bağlamında açıklıyor acaba merak ediyorum doğrusu.

Toplantının ardından Teziç, ''Cumhurbaşkanlığı seçimi belirsizliği sürerken'' (Milliyet, 19 Eylül 2007) anayasanın değişmemesi gerektiğine de vurgu yapmış. Gören sanki ortada gerçekten bir belirsizlik var sanır. Hatırlarsanız eğer, seçimin ardından hemen kriz üreticisi Hürriyet gazetesinin bazı yazarları ve onların medyadaki uzantıları ortaya çıkmış ve seçime hile karıştırıldığını iddia etmişlerdi. YSK böyle bir ihtimalin olmadığını seçim raporları ile ispatlamış olsa da, aynı ekip ve belli ki onların YÖK ve üniversite uzantıları benzer şekilde düşünmeye devam ediyorlar. Yoksa, “bu bulanıklığa ihtiyaçları var” mı demeliyim?...

Rektörlerin açıklaması ile alakalı olarak Sayın Başbakan ''kendi işlerine baksınlar'' demiş. Bence çok da iyi söylemiş. Zaten kendi işlerini yapamadıkları ya da yapmak istemedikleri için böyle hadleri olmayan işler ile uğraşıyorlar. Anayasa yapma görevi meclisindir. Taslağı, henüz oluşturma aşamasında toplumun her kesimi ile paylaşarak iyi niyetlerini de göstermiş oldular. Konuyu tartışmaya açtılar. Rektörlerin tepkisi bu bağlamda tartışmaya bir katkı değil; tek amaçları meseleyi ''türban'' konusuna kilitleyerek yeni sivil anayasanın önünü tıkamak. Benim ciddi bir önerim var Anayasa yapıcılarına. Anayasanın içerisine öyle bir madde koyun ki, o maddeden ortaya çıkan yasalar rektörlere gerçek işlerinin ne olduğunu hatırlatsın. İşini yapmayanı üniversitelerimizden kapı dışarı etsin. Ancak bu şekilde ortalık zamanla aklıselim sahiplerine kalabilir; üniversitelerimiz birer ideoloji yuvası olmaktan kutulup, gerçek birer ilim yuvaları haline gelebilirler. 19 Eylül 2007

İlave: 21 Eylül 2007

Ben bu yazıyı yazdıktan bir gün sonra Zaman Gazetesinde konu ile alakalı bazı haber ve değerlendirmeler yayınlandı. Bir kısmı uzman hukukçu; hatta AİHM uzmanı kişilerin görüşlerini yansıtıyordu. Bu yazılar burada serdettiğim düşünceleri destekler mahiyette oldukları için 21 Eylül tarihli Zaman Gazetesinden şu yazıları okumanızı öneririm.

''Rektörler, AİHM kararını çarpıttı''
''Avrupa, Teziç'in tezlerini yalanlıyor''
''Sivil anayasayı doğmadan boğmaya çalışıyorlar''
''YORUM - PROF.DR. M. TAHİR HATİPOĞLU-YÖK iktidarını kaybetmemek için türbana sarıldı''
''Teziç'in hukuk diploması iptal edilmeli - Bülent Korucu''