5 Temmuz 2010 Pazartesi

MEDYA GÜNDEMİ EŞLİĞİNDE: NE ZAMAN ADAM OLURUZ?

Bu yazı 6 Temmuz 2010 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Türkiye’de herhangi bir gazetede köşe yazarlığı yapmak zor bir iş midir, yoksa kolay mı? Bu soruyu size yöneltseler nasıl cevap verirdiniz? Böyle muğlak sorular karşısında Amerikalıların kullandıkları çok kısa ama öz bir cevap şekli vardır: ‘It depends’ derler. Yani, cevabın niteliği soruyu hangi koşula ve parametreye göre değerlendirdiğimize göre şekil alır demektir bu. Yukarıdaki soruyu da işte bu zaviyeden ele alıp bir değerlendirme yapalım ve oradan da mevzumuzu daha genel bir perspektife taşıyarak ‘biz ne zaman adam oluruz?’ sorusuna cevap bulmaya çalışalım.

Bir ülke düşünün! Sanat, kültür, edebiyat ve felsefe bilgileri yeterli düzeyde olan kişilerin bile kendilerini sadece siyaset ve politika yazmak zorunluluğunda hissettikleri... Entelektüel düzeyi geniş ve derin olan yazarlarının ülkenin düşünce ufkunu ve geleceğini inşa ettikleri değil, ülke gündeminin, yazarların düşünce altyapısını inşa ettiği... Ciddi anlamda hiçbir entelektüel birikimi olmayan bir takım yazarların, ülke gündeminin belirlenmesinde ve şekillenmesinde daha çok etkin oldukları... Ellerine tutuşturulan dosyalarla bir sağa bir sola saldıran, kaynakları kesilince de kaldırımlara savrulan köşe yazarlarıyla dolu... Bir üniversitede öğrenci yetiştirse daha faydalı olabilecek bir sosyoloğun, medyanın ‘amiral köşküne oturtularak’ hükümet kurma-yıkma mühendisliğine soyundurulduğu... Gazetecilerin vurulduğu... Ne zaman güzel bir gelişme yaşasa aniden artan terör ile sevincinin kursağında bırakıldığı...

Bir ülke düşünün! Halkının düşmanlıklar, kin ve nefret duygularıyla birbirine düşman hale getirildiği... Birbirini anlamaz, dinlemez ve birbirine tahammül edemez hale getirildiği. Böyle bir ortamda her gazeteci ve köşe yazarının kendisine bir taraf bulma zorunluluğu hissettiği; özgür iradesini yitirip ve mesleğin gereği olan şüpheciliği hakikat izciliği noktasında değil de, sadece karşı grup aleyhinde bir silah olarak kullanır hale geldiği...

Bir ülke düşünün! Belirli bir tarafı tutmadığı halde, sadece ülkede çetecilerden, darbelerden arınmış bir demokrasi tesis edilsin diye kalem tutan yazarların dahi gene kendi meslektaşları tarafından ‘’karşı taraf’’ olarak ilan edildiği ve fikri bir linçe tabi tutulduğu...

Bir ülke düşünün! Kan, kin, nefret, ölüm, kavga, aldatma, tecavüz, sahtekarlık, hırsızlık, zam, falan parti filan parti vb. haberlerin eğreti verecek bir çılgınlıkta ve yoğunlukta gazete sayfalarını doldurduğu... Kadın resimleri ile gazetelerin satılabileceği anlayışının hakim olduğu.. Gazete sayfalarının yarısını yukarıdaki türde haberlerin diğer yarısını da futbolun işgal ettiği... Bu nedenle de insanların hem takım hem de parti tutmadan yaşayamaz bir hale geldikleri...

Bir ülke düşünün! Ordunun ve bir siyasi partinin ‘Cumhuriyet’in temel direği sayıldığı’. Aynı partinin milletin gözünün içine baka baka ‘ordu darbe yapsa da biz de nemalansak’ anlayışı ile yıllardır demokrasiyi baltaladığı... Bir başbakan’ı idam ettirdiği... Parti liderinin, davalar henüz devam ederken sırf yargıyı etkilemek için, ‘’ben Ergenekon’un avukatıyım diyebildiği’’ ama bu desteğe rağmen bir gece operasyonu ile Ergenekoncu çevreler tarafından alaşağı edilerek vezirin piyon ile yer değiştirildiği (ileride bir taşla çok kuş hesabı eşliğinde yeni bir vezirle değiştirmek üzere)...

Bir ülke düşünün! Bütün dünya profesyonel ordular tesis etmeye yönelirken, kendi subaylarının ‘profesyonel ordu’ kavramından bu kadar korktuğu ve kaçındığı... Ordunun ve Genelkurmay’ın başka hiçbir ülkede olmadığı derecede burnuna kadar siyasetin içine battığı... 2003, 2004 ve 2007 yıllarında dahi içerisinden darbe planlayan üst düzey bazı komutanlar çıkarabildiği ve yargılanan bu kişileri hapishanede ziyaret ederek destek vermeye başka bir subayını gönderebildiği... Geçenlerde 2000 küsürüncü yılını kutlayan ordusunun tarihinde hiç bu kadar kötü yönetilmediği... Hatta tarihinin en kötü Cumhurbaşkanı (Sezer) ve Genelkurmay Başkanlarının (Özkök hariç) aynı on yıl içerisinde beraber siyaset! yaptıkları... Genelkurmay başkanının, ‘’bize karşı bir ‘psikolojik’ harekat yürütülüyor’’ diye diye açık bir psikolojik harekat yürüttüğü ve emrinde bir ‘Psikolojik Harekat Dairesi’ (şimdiki adı Bilgi Destek Daire Başkanlığı) bulunan tek kurumun başında olduğu halde bunu söyleyebildiği...Ordu içinden vatanını seven bazı subaylar yaşanan darbe girişimi, yolsuzluk vb. bir takım suçları belgeleri ile ihbar ettiğinde, bizzat Genelkurmay başkanın veya başka üst düzey bir komutanın medya karşısına çıkıp; gereğini yapıp soruşturma başlatacağız diyeceklerine, utanmadan ‘’kim sızdırıyor’’ tarzı repliklere girebildikleri... Hatta Genelkurmay Başkanı’nın 'İrticayla Mücadele Eylem Planı'nı ihbar eden ‘meçhul subayı’, 'yanlış adam' olarak tanımlayabildiği ve ‘’bizden de yanlış adamlar çıkabilir. Önemli olan onu bulup gereğini yerine getirmek.'' diyebildiği... (Zaman, 6 Temmuz 2010)

Bir ülke düşünün! Adaletin her yerde mülkün temeli olarak görüldüğü bir zaman diliminde, bazı yüksek yargı mensuplarının, Ergenekon çetecilerini ve darbe planlayıcılarını kurtarmak için akla hayale gelmeyen hukuksuzluklara, Ali Cengiz oyunlarına yeltendikleri... Kara planları, ses kayıtları ve belgelerle ortalığa saçılan devlet memurlarının kendinden emin tavırlarla ‘ben yaptım oldu’ şeklindeki kayıtsızlıkları... HSYK’nın tahakkümünden, Anayasa Mahkemesi ve Yargıtay’ın siyasete bulaştığından sıklıkla bahsedildiği, ‘’o mahkeme bizden’’ diyenlerin ortalıkta rahat rahat dolaştıkları... Bazı önemli davaları, anlamsız yere senelerce süren bir sürece yayılıp sonrada ‘mürur-u zaman’ (zaman aşımı) denilerek bazı kesimlerin mahkemelerde kurtarıldığı... Darbecilikten ve diğer suçlardan yakalanan bazı üst düzey komutanların nedense bir anda çok ciddi rahatsızlıklar geçirerek ‘GATAKULLİ’ ye getirildikleri...

Bir ülke düşünün! Hala başörtüsü takmanın yasak olduğu... İktidardaki hükümetin bile bu konuda bir çözüme gitmesine izin verilmediği... Ana muhalefet partisinin bazı yüksek yargı organları ve bazı askerlerle iş birliği yaparak bu konudaki çözümsüzlüğün bayraktarlığını yaptığı... Ama bununla da kalmayıp sanki bu sorunu ancak kendisi çözermiş gibi sahte yalanlar uydurduğu; ardından da ‘’ben öyle bir şey demedim’’ diyerek hemen çark ettiği (Kılıçdaroğlu’nun son açıklamaları, 1-2 Temmuz tarihli gazeteler)... Ana muhalefet liderinin, ’terörü, başörtüsünü biz çözeriz’’ cümlesi ardından gazetecilerin ‘’nasıl’’ sorusuna karşılık ‘’onu bize bırakın’’ diyerek siyaset yaptığını, oy kazandığını sandığı, milleti aptal yerine koyduğu ve aslında hiç bir şey için bir planı olmadığını tüm dünyaya böylece açık ettiği... Ve gene aynı ana muhalefet liderinin, hükümetten oy çalacağım ve kendimi ispatlayacağım telaşı ile, bizleri ‘’bana ne ben de isterim’’ siyaseti ile tanıştırdığı...

Başbakan’ın şehit verdiğimiz mevzileri gezmesinin ardından, ‘ben de giderim, banane! banane!, hem ben gidip ayakta dururum, çok cesurum’dur’ mantalitesi ile siyaset yaptığı... Bazı gazetelerin de bu tek taraflı tartışmayı ciddiye alıp gündem oluşturduğu... Üstüne üstlük, Genelkurmay Başkanı’nın da böyle bir ‘’mevzii turizmine’’ (Abdullah Abdülkadiroğlu, Samanyoluhaber, 5 Temmuz 2010) kasıtlı veya kasıtsız kapı aralayarak siyasete bir kez daha alet olduğu... İnternet sayfasında bu resimleri Başbakan’ın adından bahsedilmeden; ama ana muhalefet liderinin yanındakilerin bile isimleriyle yayınlandığı... Tıpkı bir çocuk tiyatrosu oynar gibi cepheye gidilip (başka bir cephe) ayakta resim çektirerek resimlerin basına servis edildiği...

Bir ülke düşünün! Ordusunun iki bin küsür yıllık tarihinde hiç bu kadar zayıf olmadığı... Teröristi çoban zannedip (gidip kontrol etme gereği bile duymadan) askerlerini şehit veren; parkta duran sade vatandaşı ise terörist zannedip vuran... Bunun kendisinden hesabının dahi sorulamadığı... Sayıları yüzü aşan terörist gurubunun sınır geçip karakol bastığı... Ve gene kimsenin hesap soramadığı... Halka karşı balyoz darbesi planlayan ve bu plan kapsamında kendi uçağını düşürüp komşu ile savaş çıkarmaya, Fatih Camii’ni bombalatıp halkı galeyana getirmeye, diğer din ve ırklardan bazı kimseleri öldürterek bir iç savaş çıkarmaya çalışan, bir cemaate ait evlere silah yerleştirerek sonrada cadı avı başlatmayı planlayan bir askerin; ‘’üstlerim ne dedi ise onu yaptım’’ sözüne rağmen hiç bir üssün yargılanmayı bırakın haklarında soruşturma dahi açılamadığı... (Hadi Kıbrıs’ı da bizden sayalım) ülkenin Milli Eğitim Bakanlığı izni altında çalıştıkları halde bir Kur’an kursunun kendini rejimin bekçisi ilan eden ‘solcu’ ve/veya ‘Ergenekon tandanslı’ sendikalar tarafından basılarak içindekilerin sorgulanması ve hanelerine tecavüz suçu işlendiği halde yaptıklarının yanına kâr kaldığı...

Bir ülke düşünün! 21. yüzyılda şehir içlerinde bile hala Jandarma karakollarının olduğu... En büyük üniversitelerinden biri olan ODTÜ’nün hâlâ Jandarma tarafından korunduğu... Jandarmanın polisin görev alanında olan yerlerde hesap vermeden iş yürüttüğü... Öğrenci yurdu basıp halkı fişlediği... Terörle çok etkili bir şekilde mücadele eden Polis Özel Harekat’ın 28 Şubatçılar etkisiyle el etek çektirildiği... 30 bin masumun katili bir terör elebaşısının sivil hükümetin ve polisin elinin yetişemediği bir adadan avukatları aracılığı ile ülke gündemi belirlediği; ufak çaplı bir siyasi parti liderinden daha çok mesaj verebildiği... Mecliste hükümet ortağı iken bu kişinin asılmasına giden yolu ‘çekimser’ kalarak (şimdiki gibi; ‘asmazsam namerdim’ edebiyatından uzak bir tarzda) kendisi tıkadığı halde, şimdiki Başbakan’ı neden asmıyorsun diyerek suçlayan, meydanlarda halka urgan atarak şov yapan milliyetçi! bir liderin siyaset yaptığı...

Bir ülke düşünün! Bir hükümet iyi bir iş yaptığında bile muhalefet partileri ve bir kısım medyası sırf muhalefet olsun diye o işten eleştirilecek bir şeyler bulmak için taklalar atsın... Muhalefet etmenin politikacılar nezdindeki tek karşılığı; ‘ona nasip olmasın yeter ki!’ mantalitesi olsun... Sadece politikacılar mı? Hudson’da yapılan bir toplantıda bir komutanı dahi; ‘’terör şimdi biterse AKP’nin işine yarar’’ diye endişe arz edebilsin... Ve halkın nerede ise yarısının oyları ile iktidar olmuş bir parti bu kadar çetin şartlarda politika üretmeye, devlet yönetmeye mecbur kalsın...

Bir halk düşünün! Bir imparatorluk iken böyle sefil hallere düşmüş, düşürülmüş olsun. Yukarıda kısmen resmetmeye çalıştığım çirkeflikler kendisine medya diye, haber diye, siyaset diye, rejim-laiklik diye yutturulmuş olsun... Parçalanmış; partilere, takım tutma mantığı altında dağıtılmış, birbirinden nefret eder hale getirilmiş olsun... Orduya, medyaya ve yargıya sızan Ergenekoncu suç çetesinden hesap bile soramaz hale getirilmiş olsun... Seçimde oligarşik-faşist bir zihniyetin sevmediği bir partiye oy verdi diye ‘’ahmak’’, ‘’göbeğini kaşıyan adam’’ diye hakaret görsün... Başı türbanlı analarının evlatları sürekli şehit olup dururken aynı analar ordusunun kışlasına girmeye layık görülmesin... Okuduğu gazeteler, seyrettiği televizyonlar askerin ‘’akreditasyonuna’’ takılıp kalsın... Bu arada bazı komutanların yakınları ve bazı iş adamlarının çocukları hal-hatır veya rüşvet karşılığında askerliklerini yapmak üzere tatil beldelerine gönderilsin...

Bir halk düşünün! Kendisini özgür bilip, demokrasi altında yaşadığını zannetsin; ama aslında demokrasi kendisine çok görülüyor olsun... Kendi sivil anayasasını dahi yapmasına izin verilmesin... Kendi sivil mahkemesinde suç işleyen askerleri yargılaması istenmesin. Referandumda kendi kaderini belirlemesin diye Anayasa Mahkemesi’nin ön iptali için birileri ülkede her tezgahı denesin...

Liste uzayıp gider. O yüzden burada keselim.

Ne zaman mı adam oluruz? İşte yukarıda sıraladığım komik ve eğreti senaryolar artık tartışılmadığı, tek ve ana gündemimiz olmadığı zaman... Alevi, Sünni, Kürt, Türk vesairi ile birlikte artık birbirimizi sevip ortak noktada yaşamayı öğrendiğimiz zaman... Barış, dostluk, kardeşlik diyenleri ‘’acaba ne amacı var?’’ şüphesi ile değerlendirmekten vazgeçtiğimiz zaman... Artık takım tutar gibi parti tutmadığımız zaman... Doğan gurubu ve Cumhuriyet anlayışındaki gazetecilik, kendisini Taraf ve diğer alternatif gazetecilik anlayışlarına bıraktığı zaman... Ergenekon teröristlerinden hesap sorup, demokrasiyi sağlam kazığa bağladığımız zaman... Oligarşik, elitist, faşizan, milliyetçilik körü ve sadece eleştiren bir muhalefet anlayışından kurtulup Avrupa’da ki muhalefet anlayışını geliştirdiğimiz zaman... Artık köşe yazarlarımız halkı az siyasetin yanında sanat, kültür, edebiyat, felsefe vb. alanlardaki fikir ve düşüncelerle de besleyebildiği, eğitebildiği... bu ülkede entelektüel anlamda gazetecilik yapmanın zor olmadığı zaman... Ülke gündemi bu kadar cıvık ve eğreti şeylerle çok yoğun bir şekilde uğraşmadığı zaman... Entelektüel birikimi olmayan kimselerin gazeteci; güvenilir olmayan kimselerin hukuk adamı; ehil olmayanların lider ve demokrasi sevdalısı-sempatizanı olmayanların ise asker olamadığı bir ülke haline geldiğimiz zaman... Kısacası; Türkiye uygarlığın neresinde? sorusunun cevabını gönül rahatlığı ile verebildiğimiz zaman...