Tr724 de değil burada yayınladığım yazılardan.
Geçenlerde KHK TV ile alakalı olan bir gazeteci, derin devlet ilişkileri olan, işkenceciliği de aleni olarak bilinen tartışmalı bir isim, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile bir mülakat yaptığını açıkladı. Bu gelişme karşısında tahmin edilebileceği gibi büyük bir tepki seli yaşandı ve peşinden gelen bir tartışma süreci başladı. Gazeteci, gelen tepkilerin yoğunluğundan olsa gerek mülakatı KHK TV yerine kendi özel Youtube kanalında yayınlamak zorunda kaldı. Hem kendisi hem de ona destek veren az sayıda bir kesim, bir gazetecinin herkes ile görüşme gerçekleştirebileceğini öne sürdüler. Zaten gazetecinin kendisi de “ifade hürriyetinin, insanlık tarihinin en erdemli değeri olduğuna inanıyorum” demek suretiyle kararını savundu.”
Oysa eleştirenlerin
çoğunluğu direk olarak KHK uygulamalarından veya mevcut soykırımdan bizzat
mağdur olan kişiler oldukları için soykırım aparatının bir algı operatörü
olarak gördükleri bir “işkenceciye” KHK TV gibi sadece mağdurların sesi olması
gererek bir kanalda neden söz hakkı verildiğini anlamlandırmaya çalıştılar ve
bunu sorguladılar. Takip edebildiğim tepkilerin nerede ise tamamı bu minval
üzerinden eleştirilerde bulunuyorlardı.
Sosyal medyanın insanları
çekinmeden çok rahatça konuşmaya teşvik ettiği böyle bir dönemde bu tarz, anlık
Grizu patlamaları nevinden, gelişmeler sıklıkla yaşanabiliyor. Metan gazı belli
oranda oksijen gazı ile temas ettiğinde nasıl anlık bir patlama yaşanıyorsa; adeta
sürekli metan gazı üreten, trollerle ve kibirli, herkese üstten bakan
aydınımsılarla dolu çöplük konumundaki sosyal medyada da bu tarz anlık
patlamalar sıklıkla yaşanıyor. İşte bu nedenle bazı mevzuları ortalık
durulduktan sonra belli gelişmeleri de izledikten sonra ele almayı daha çok
tercih ediyorum.
Mülakatın
yayınlanmasını özellikle bekledim. Sonuç tam da beklediğim gibi çıktı. Hatta
tahminimden daha da kötü idi. Karşılıklı soru cevapların yaşanacağı ateşli bir
mülakat beklemiyordum elbette. Zaten mülakatı eleştiren çoğu insan bu şekilde
olmayacaksa olay o zaman bir PR çalışmasına dönebilir diyerek endişelerini dile
getiriyorlardı. Üzülerek belirtmeliyim ki mülakat tam da o tadı veriyordu. Söyleşide,
54 dakika boyunca rahatça konuşup istediğini istediği gibi anlatan bir Avcı
izledik. Ergenekon davaları döneminde yargılanan isimlerden biri olan Avcı,
Ergenekoncu çevreler tarafından yıllardır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan
iddialar dışında hiçbir yeni şey söylemedi. Tek taraflı bir mülakat olduğu için
de sadece kendisini anlatan bir Avcı vardı ortada. Eskiden kahvehane köşelerinde “ben herkese
doğru olan neyse hiç çekinmeden söylerim” diyen çok bilmiş amcalar olurdu. Oysa
gerçek hayatlarında öyle olmadıklarını iyi bilirdim. Avcı da söyleşi sırasında
baştan sona bu havada takılıyordu. Ben hukuka, adalete çok önem veririm; kim bu
çizgiden çıkarsa lafımı söyler uyarımı yaparım havasında idi hep.
Oysa gerçekler
öyle mi? Birincisi, “Cemaat, Ergenekon-Balyoz delillerini kendisi üretti, askerlere
fuhuş iftirası attı, Selam-Tevhid soruşturması ile AKP’li 200 siyasiye
operasyon yapacaktı, 15 Temmuz’u Cemaat yaptı ama hükümet önceden bilmemesine
rağmen bunu fırsat olarak kullandı” tarzı söylemler ile açıkça yalan söyledi. Ergenekon-Balyoz
davalarına dair deliller Amerika’da bağımsız şekilde yapılan kriminal
incelemelerden bile gerçek raporu aldı. Asit kuyularından çıkan ceset
parçaları, bulunan silahlar vs. hep gerçek idi. MİT tırları davasında başta inkâr
edilen tüm deliller de sonradan kabul edilmek durumunda kalındı. Askeri
casusluk-fuhuş çeteleri delilleri ve bilumum veriler gerçek idi. Bu davalar
bugün hayatta değil ise mevcut hükümetin belirli anlaşmalar sonucunda davaların
üzerlerini örtmesi sebebiyledir; yoksa delillerin yetersizliği gibi nedenlere
dayanmamaktadır. Kısaca Ergenekon terör örgütü yargı önünde ispatlanmış bir
yapıdır. Avcı bizzat içinde olduğu bu davaları birkaç yüzeysel klişe söylem ile
çizip kenara atabileceğini düşünüyor; ama yanılıyor.
İkincisi, ‘Cemaatin
altı iyi, onlar mağdur edildi; ama üstü kötü’ şeklindeki klasik
Erdoğan-Ergenekon algılarını yinelemeye devam ediyor ki bu yöndeki tüm
söylemler timsahın gözyaşları misali inandırıcılıktan yoksun gayretler. Mevcut
hükümet bu “çok tehlikeli örgütüm iddia edilen üst yönetimine dair” uluslararası
makamlara tek bir suç delili hala sunabilmiş değil ki buna 15 Temmuz darbe
iddiaları da dahil. Eğer Avcı, tıpkı kendisi ile samimiyeti olan yazar Mustafa
Akyol gibi, “elimde delil yok ama suçlu olduklarını biliyorum” demeye
getiriyorsa bu kendi bileceği bir iş!
Üçüncüsü, Avcı
mülakat boyunca, altını çizdiğim gibi, sürekli olarak adalet havariliği yapıyor;
adaletin, yargının, hukukun olmadığı bir yerde kimse kendisini güvencede
hissedemez, Cemaat araştırmadan insanları Ergenekon’da suçladı, delil üretti
diyor ancak kendisi hangi araştırma veya hukuki süreçler neticesinde 15
Temmuz’un suçlusu olarak Cemaati ilan ettiklerini, hangi araştırmalar
neticesinde Ergenekon davalarında deliller üretildiğini bilebildiklerini, hangi
araştırmalar sonucunda Cemaatin bir paralel devlet olduğuna kanaat
getirdiklerini detaylandıramıyor veya buna gerek görmüyor. Zaten biz de
yıllardır bunu yazıyoruz! Ortalıkta dolaşan tüm iddiaların hepsi algı
merkezlerinde üretilip sonra da ısıtılıp ısıtılıp gündemde canlı tutulmaya
çalışılan klişe 5-10 cümleye dayanıyor ki Avcı’nın kendisi de söyleşi boyunca
bu çerçevenin içinde kalmaya özellikle gayret ediyor.
Mesela kendisi
hangi delile dayanarak ülkeyi cemaatin imamlarının yönettiğini, AKP iktidarının
gücünün olmadığı için bu duruma bir şey diyemediğini söyleyebiliyor? Hangi
hukuki gerekçeye dayanarak Erdoğan’ın da o sıklıkla kullandığı “paralel devlet”
ifadesini kullanıyor? Hükümet OHAL ile yanlış yaptı, süreç çok uzadı derken
hakkaniyetli bir tavır çizmeye çalışıyor ama hemen akabinde de ‘’(hukuksuz) fişlemeler
zaten yapılmıştı” diyemiyor da “zaten muhalif olanların kimler oldukları belliydi”
diyerek konuyu üstünkörü geçiştiriyor. “Adil Öksüz yanlışlıkla bırakıldı”
derken ki gerçeği örtme gayreti ise zaten Oscarlık bir takdiri hak ediyordu!
Konunun Avcı’ya
bakan yönü böyleydi. Gazeteci’ye bakan yönünde ise şunları söylemek mümkün. Elbette
bir gazeteci istediği kişi ile görüşebilir. Buna kimsenin bir itirazı da yok!
Fakat, gazetecinin kiminle ve ne maksatla görüştüğünü sorgulamak da okurların
en doğal hakkıdır. Gazeteci bunu bilerek, muhtemel tepkileri göğüsleyerek o işe
girişmeli zaten ve belki de okurlardan daha büyük bir sabır, geniş yüreklilik,
anlayış ve itidal ile yaklaşmalı böyle tepkilere. Bunun haricinde, gazetecinin
yapılacak söyleşinin kime, hangi hakikate, hangi sosyal gerçekliğe hizmet edeceğine
dair öngörülü okumalar da yapması gerekir. Bu söyleşi konusunda
eleştirilerini dile getiren felsefeci arkadaşlarımızdan Aslı Topuz, konu ile
alakalı olarak uluslararası üne sahip olan Avustralyalı gazeteci ve belgesel
yapımcısı John Pilger’den bir alıntı paylaştı. Pilger kısaca, gazetecilerin
sadece haberci olmadıklarını, aktardıkları haberlerin arkasındaki ajandaları ve
o haberleri çevreleyen mitleri de kavramaları gerektiğini söylüyor ki bu son
derece doğru bir yaklaşım.
Bu, Batı’da da hep
tartışılan bir konu olmuştur. Mesela, bir gazeteci infaz cezası alacak bir
suçlu ile mülakat yapmak istediğinde veya toplumun aforoz etmeye yeltendiği,
tabir caizse, topun önüne konmuş tartışmalı bir figür ile görüşme yapmak
istediğinde bu tür alttan tepkiler ve tartışmalar hep yaşanır. Burada en
kritik nokta, söyleşinin üstün bir dikkat, cesaret ve hakşinaslık çizgisinde
yapılması ve gerçeğin eşelenmesi adına sorular sorularak gerektiğinde
sınırların zorlanması anlamlarına gelir. Hakikat çizgisinde yol alınıp, hakikat
bükücülüğüne tevessül edilmeden, insaf dairesinde ve ölçülü bir cesaretle
yaklaşılmalı bu tür söyleşilere ve gerektiğinde de okuyucu bu altyapı üzerinden
ilgili konuda veya motivasyon çerçevesinde eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir.
Zaten ortaya çıkacak eser okurların eğitilmesi adına en belirleyici unsur
olacak, oluşturduğu çerçeve ve momentum da gerçeğe ışık tutma vazifesi ifa
edecektir. Bu yazıya konu olan Avcı söyleşisi, maalesef, bu çizmeye
çalıştığım portreden son derece uzak, başarısız ve bir caninin PR çalışması mertebesinde
olmuş açıkçası.
Suçluluar,
tartışmalı kişilikler, bozuk siyasetçiler ve benzerleri ile mülakatlar
yapılacağı zaman Batı’da kullanılan bir takım savunma argümanları şunlar
olmuştur:
Kamuoyu
faydası (public interest): Bu tartışmalı isimler ile görüşürken onların motivasyonları adına önemli
sosyal, politik, psikolojik vb. çıkarımlar yapılmasına ışık tutulursa böylece
de toplum ilgili suç ve yolsuzluk kapsamındaki sosyal olaylar ile ileride daha
iyi mücadele edebilir şeklindeki yaklaşım.
Hesap
verebilirlik (accountability): Bu mülakatlar neticesinde haklarında iddialar bulunan kişilere konuşma
fırsatı verirken onlara hesap verilebilirlik ve suçla yüzleşme ortamı
sağlanabilir şeklindeki yaklaşım. Ayrıca, ileride belki benzer suçları
işleyebilecek birileri için caydırıcı bir ortam oluşturabilir şeklindeki
beklenti.
Medya
Özgürlüğü (freedom of press): Medya, kamuoyu faydasına olduğunu düşündüğü bir konuda ilgili kişiler ile her
daim konuşma özgürlüğüne sahip olmalı şeklindeki görüşün yaygınlığı ki
uygulamada en sıkıntılı görülen konu da bu. Çünkü birçok medyanın bu konuda son
derece seçici geçirgen bir tavır sergilediği kimsenin gözünden kaçmıyor.
Meselenin bu
boyutlarına zıt olarak, eleştirilerde bulunan insanların kullandıkları başlıca
savlar da genellikle şu kategorilere indirgenebilir:
Suçun ve
suçlunun meşrulaştırılması tehlikesi (legitimazing action): Bu, Erdoğan gibi soykırımcı, otokrat,
basın özgürlüğü düşmanı ve yolsuz bir siyasetçiye mikrofon uzatan onları hala
ülkelerindeki toplantılarda ağırlayan Batılı medya ve hükümetlere bugün de yönlendirdiğimiz
haklı bir tepki. Yukarıda resmettiğim gibi eğer profesyonelce ve profesyonel
saiklerle yapılamazsa böyle bir neticeyi kolaylıkla verebilir bazı mülakatlar
ki insanların Hanefi Avcı mülakatına karşı çıkmalarının arkasında yatan asıl
endişe kaynağı da bu idi.
Mülakatın netice
verme ihtimali olduğu birtakım etik sorunlar (ethical concerns): Şaibeli isimler ile mülakat yapılması her
yerde etik eksenli tartışmalara sebep olabilir. Bunun halen mağdur olan insanlara
verebileceği zararlar ve başkalarını suça teşvik etme ihtimali gibi noktaları
da hep tartışılır durur. Mezkûr mülakatta da insanların en büyük tepkilerinden
birisi ilgili kişinin işkence yöntemleri ile bilinen, bu konuda hiçbir
özeleştiride bulunmamış, tartışmalı ve derin bir isim olması. Türkiye’de süregiden
mevcut soykırımın ortada halen yüzbinlerce mağdur ettiği insan ve aileler var
iken bu zulümlerde payı olan bir insana üstelik KHK’lı insanların sesi olması
gereken bir platformda yer verilmeye çalışılmış olması doğal olarak mağdurlar
nezdinde bu suçun meşrulaştırılması ve zalime yeni bir propaganda zemini
sağlanması endişesi yarattı. Ayrıca etik yoksunluk ve zulmün daha da artarak
devam etmesi yönünde etkisi olabilecek olması gibi saikler de bu endişelerin
bir parçası idiler.
Ne yazık ki
yapılan mülakatın içeriği insanların bu noktalardaki endişelerinde haklı
olduklarını gösterdi.
Bu tarz
mülakat eleştirilerinin bir değer maddesini de “Farklı metodların varlığı ve
kullanımı’’ (alternative methods/perspectives) şeklinde özetlemek mümkün. Bu bakış açısına göre; eğer hakikatlere
ışık tutmak ve tarihe bir not düşülmek isteniyorsa bu, zalimin kendisine veya
ismi şaibeli kişilere mikrofon uzatmak yerine suçun, zulmün, yolsuzluğun vs. etkileri
ve boyutları üzerine odaklanmak, zalimler yerine mağdurlara ulaşmak, onların
acı tecrübelerini ön plana çıkarmak, bu konularda uzman görüş ve analizlerine yer
vermek ve bu suç, yolsuzluk ve zulümleri tetikleyen genel sosyal faktörlere ve
adaletsizliklere odaklanmak daha verimli olur şeklinde özetleyebileceğim bakış
açısıdır ki bugün çok iyi yapılamayan, eksik kalan, gazetecilerin daha bir
hassasiyet ve yoğunlukla üzerine gitmesi gereken nokta da burasıdır.
Nitekim, ilgili
gazeteciye tepki verdiği bir mesajda eski bir KHK’lı emniyetçinin ben KHK TV’ye
konuşmak istemiştim ama ilgilenmediler demesi üzerine bu gazetecinin,
“iltisaklı kişilerle görüşmeme kararı vardı” tarzında bir cevap vermesi, yani
KHK’lı olsa da Cemaat ile irtibatı olan bir KHK’lı ile mülakat yapılmak
istenmedi şeklinde özetlenebilecek bir tavrı savunması bu Avcı mülakatına gölge
düşüren önemli bir itiraf niteliğinde idi.
Şimdilik bu
kadarı ile iktifa edelim.