29 Nisan 2024 Pazartesi

Gazeteci herkesle mülakat yapabilir mi?

 Tr724 de değil burada yayınladığım yazılardan.

Geçenlerde KHK TV ile alakalı olan bir gazeteci, derin devlet ilişkileri olan, işkenceciliği de aleni olarak bilinen tartışmalı bir isim, eski Emniyet Müdürü Hanefi Avcı ile bir mülakat yaptığını açıkladı. Bu gelişme karşısında tahmin edilebileceği gibi büyük bir tepki seli yaşandı ve peşinden gelen bir tartışma süreci başladı. Gazeteci, gelen tepkilerin yoğunluğundan olsa gerek mülakatı KHK TV yerine kendi özel Youtube kanalında yayınlamak zorunda kaldı. Hem kendisi hem de ona destek veren az sayıda bir kesim, bir gazetecinin herkes ile görüşme gerçekleştirebileceğini öne sürdüler. Zaten gazetecinin kendisi de “ifade hürriyetinin, insanlık tarihinin en erdemli değeri olduğuna inanıyorum” demek suretiyle kararını savundu.”

Oysa eleştirenlerin çoğunluğu direk olarak KHK uygulamalarından veya mevcut soykırımdan bizzat mağdur olan kişiler oldukları için soykırım aparatının bir algı operatörü olarak gördükleri bir “işkenceciye” KHK TV gibi sadece mağdurların sesi olması gererek bir kanalda neden söz hakkı verildiğini anlamlandırmaya çalıştılar ve bunu sorguladılar. Takip edebildiğim tepkilerin nerede ise tamamı bu minval üzerinden eleştirilerde bulunuyorlardı.

Sosyal medyanın insanları çekinmeden çok rahatça konuşmaya teşvik ettiği böyle bir dönemde bu tarz, anlık Grizu patlamaları nevinden, gelişmeler sıklıkla yaşanabiliyor. Metan gazı belli oranda oksijen gazı ile temas ettiğinde nasıl anlık bir patlama yaşanıyorsa; adeta sürekli metan gazı üreten, trollerle ve kibirli, herkese üstten bakan aydınımsılarla dolu çöplük konumundaki sosyal medyada da bu tarz anlık patlamalar sıklıkla yaşanıyor. İşte bu nedenle bazı mevzuları ortalık durulduktan sonra belli gelişmeleri de izledikten sonra ele almayı daha çok tercih ediyorum.

Mülakatın yayınlanmasını özellikle bekledim. Sonuç tam da beklediğim gibi çıktı. Hatta tahminimden daha da kötü idi. Karşılıklı soru cevapların yaşanacağı ateşli bir mülakat beklemiyordum elbette. Zaten mülakatı eleştiren çoğu insan bu şekilde olmayacaksa olay o zaman bir PR çalışmasına dönebilir diyerek endişelerini dile getiriyorlardı. Üzülerek belirtmeliyim ki mülakat tam da o tadı veriyordu. Söyleşide, 54 dakika boyunca rahatça konuşup istediğini istediği gibi anlatan bir Avcı izledik. Ergenekon davaları döneminde yargılanan isimlerden biri olan Avcı, Ergenekoncu çevreler tarafından yıllardır ısıtılıp ısıtılıp önümüze konulan iddialar dışında hiçbir yeni şey söylemedi. Tek taraflı bir mülakat olduğu için de sadece kendisini anlatan bir Avcı vardı ortada.  Eskiden kahvehane köşelerinde “ben herkese doğru olan neyse hiç çekinmeden söylerim” diyen çok bilmiş amcalar olurdu. Oysa gerçek hayatlarında öyle olmadıklarını iyi bilirdim. Avcı da söyleşi sırasında baştan sona bu havada takılıyordu. Ben hukuka, adalete çok önem veririm; kim bu çizgiden çıkarsa lafımı söyler uyarımı yaparım havasında idi hep.

Oysa gerçekler öyle mi? Birincisi, “Cemaat, Ergenekon-Balyoz delillerini kendisi üretti, askerlere fuhuş iftirası attı, Selam-Tevhid soruşturması ile AKP’li 200 siyasiye operasyon yapacaktı, 15 Temmuz’u Cemaat yaptı ama hükümet önceden bilmemesine rağmen bunu fırsat olarak kullandı” tarzı söylemler ile açıkça yalan söyledi. Ergenekon-Balyoz davalarına dair deliller Amerika’da bağımsız şekilde yapılan kriminal incelemelerden bile gerçek raporu aldı. Asit kuyularından çıkan ceset parçaları, bulunan silahlar vs. hep gerçek idi. MİT tırları davasında başta inkâr edilen tüm deliller de sonradan kabul edilmek durumunda kalındı. Askeri casusluk-fuhuş çeteleri delilleri ve bilumum veriler gerçek idi. Bu davalar bugün hayatta değil ise mevcut hükümetin belirli anlaşmalar sonucunda davaların üzerlerini örtmesi sebebiyledir; yoksa delillerin yetersizliği gibi nedenlere dayanmamaktadır. Kısaca Ergenekon terör örgütü yargı önünde ispatlanmış bir yapıdır. Avcı bizzat içinde olduğu bu davaları birkaç yüzeysel klişe söylem ile çizip kenara atabileceğini düşünüyor; ama yanılıyor.

İkincisi, ‘Cemaatin altı iyi, onlar mağdur edildi; ama üstü kötü’ şeklindeki klasik Erdoğan-Ergenekon algılarını yinelemeye devam ediyor ki bu yöndeki tüm söylemler timsahın gözyaşları misali inandırıcılıktan yoksun gayretler. Mevcut hükümet bu “çok tehlikeli örgütüm iddia edilen üst yönetimine dair” uluslararası makamlara tek bir suç delili hala sunabilmiş değil ki buna 15 Temmuz darbe iddiaları da dahil. Eğer Avcı, tıpkı kendisi ile samimiyeti olan yazar Mustafa Akyol gibi, “elimde delil yok ama suçlu olduklarını biliyorum” demeye getiriyorsa bu kendi bileceği bir iş!

Üçüncüsü, Avcı mülakat boyunca, altını çizdiğim gibi, sürekli olarak adalet havariliği yapıyor; adaletin, yargının, hukukun olmadığı bir yerde kimse kendisini güvencede hissedemez, Cemaat araştırmadan insanları Ergenekon’da suçladı, delil üretti diyor ancak kendisi hangi araştırma veya hukuki süreçler neticesinde 15 Temmuz’un suçlusu olarak Cemaati ilan ettiklerini, hangi araştırmalar neticesinde Ergenekon davalarında deliller üretildiğini bilebildiklerini, hangi araştırmalar sonucunda Cemaatin bir paralel devlet olduğuna kanaat getirdiklerini detaylandıramıyor veya buna gerek görmüyor. Zaten biz de yıllardır bunu yazıyoruz! Ortalıkta dolaşan tüm iddiaların hepsi algı merkezlerinde üretilip sonra da ısıtılıp ısıtılıp gündemde canlı tutulmaya çalışılan klişe 5-10 cümleye dayanıyor ki Avcı’nın kendisi de söyleşi boyunca bu çerçevenin içinde kalmaya özellikle gayret ediyor.

Mesela kendisi hangi delile dayanarak ülkeyi cemaatin imamlarının yönettiğini, AKP iktidarının gücünün olmadığı için bu duruma bir şey diyemediğini söyleyebiliyor? Hangi hukuki gerekçeye dayanarak Erdoğan’ın da o sıklıkla kullandığı “paralel devlet” ifadesini kullanıyor? Hükümet OHAL ile yanlış yaptı, süreç çok uzadı derken hakkaniyetli bir tavır çizmeye çalışıyor ama hemen akabinde de ‘’(hukuksuz) fişlemeler zaten yapılmıştı” diyemiyor da “zaten muhalif olanların kimler oldukları belliydi” diyerek konuyu üstünkörü geçiştiriyor. “Adil Öksüz yanlışlıkla bırakıldı” derken ki gerçeği örtme gayreti ise zaten Oscarlık bir takdiri hak ediyordu!

Konunun Avcı’ya bakan yönü böyleydi. Gazeteci’ye bakan yönünde ise şunları söylemek mümkün. Elbette bir gazeteci istediği kişi ile görüşebilir. Buna kimsenin bir itirazı da yok! Fakat, gazetecinin kiminle ve ne maksatla görüştüğünü sorgulamak da okurların en doğal hakkıdır. Gazeteci bunu bilerek, muhtemel tepkileri göğüsleyerek o işe girişmeli zaten ve belki de okurlardan daha büyük bir sabır, geniş yüreklilik, anlayış ve itidal ile yaklaşmalı böyle tepkilere. Bunun haricinde, gazetecinin yapılacak söyleşinin kime, hangi hakikate, hangi sosyal gerçekliğe hizmet edeceğine dair öngörülü okumalar da yapması gerekir. Bu söyleşi konusunda eleştirilerini dile getiren felsefeci arkadaşlarımızdan Aslı Topuz, konu ile alakalı olarak uluslararası üne sahip olan Avustralyalı gazeteci ve belgesel yapımcısı John Pilger’den bir alıntı paylaştı. Pilger kısaca, gazetecilerin sadece haberci olmadıklarını, aktardıkları haberlerin arkasındaki ajandaları ve o haberleri çevreleyen mitleri de kavramaları gerektiğini söylüyor ki bu son derece doğru bir yaklaşım.

Bu, Batı’da da hep tartışılan bir konu olmuştur. Mesela, bir gazeteci infaz cezası alacak bir suçlu ile mülakat yapmak istediğinde veya toplumun aforoz etmeye yeltendiği, tabir caizse, topun önüne konmuş tartışmalı bir figür ile görüşme yapmak istediğinde bu tür alttan tepkiler ve tartışmalar hep yaşanır. Burada en kritik nokta, söyleşinin üstün bir dikkat, cesaret ve hakşinaslık çizgisinde yapılması ve gerçeğin eşelenmesi adına sorular sorularak gerektiğinde sınırların zorlanması anlamlarına gelir. Hakikat çizgisinde yol alınıp, hakikat bükücülüğüne tevessül edilmeden, insaf dairesinde ve ölçülü bir cesaretle yaklaşılmalı bu tür söyleşilere ve gerektiğinde de okuyucu bu altyapı üzerinden ilgili konuda veya motivasyon çerçevesinde eğitilmeli ve bilinçlendirilmelidir. Zaten ortaya çıkacak eser okurların eğitilmesi adına en belirleyici unsur olacak, oluşturduğu çerçeve ve momentum da gerçeğe ışık tutma vazifesi ifa edecektir. Bu yazıya konu olan Avcı söyleşisi, maalesef, bu çizmeye çalıştığım portreden son derece uzak, başarısız ve bir caninin PR çalışması mertebesinde olmuş açıkçası.

Suçluluar, tartışmalı kişilikler, bozuk siyasetçiler ve benzerleri ile mülakatlar yapılacağı zaman Batı’da kullanılan bir takım savunma argümanları şunlar olmuştur:

Kamuoyu faydası (public interest): Bu tartışmalı isimler ile görüşürken onların motivasyonları adına önemli sosyal, politik, psikolojik vb. çıkarımlar yapılmasına ışık tutulursa böylece de toplum ilgili suç ve yolsuzluk kapsamındaki sosyal olaylar ile ileride daha iyi mücadele edebilir şeklindeki yaklaşım.

Hesap verebilirlik (accountability): Bu mülakatlar neticesinde haklarında iddialar bulunan kişilere konuşma fırsatı verirken onlara hesap verilebilirlik ve suçla yüzleşme ortamı sağlanabilir şeklindeki yaklaşım. Ayrıca, ileride belki benzer suçları işleyebilecek birileri için caydırıcı bir ortam oluşturabilir şeklindeki beklenti.

Medya Özgürlüğü (freedom of press): Medya, kamuoyu faydasına olduğunu düşündüğü bir konuda ilgili kişiler ile her daim konuşma özgürlüğüne sahip olmalı şeklindeki görüşün yaygınlığı ki uygulamada en sıkıntılı görülen konu da bu. Çünkü birçok medyanın bu konuda son derece seçici geçirgen bir tavır sergilediği kimsenin gözünden kaçmıyor.

Meselenin bu boyutlarına zıt olarak, eleştirilerde bulunan insanların kullandıkları başlıca savlar da genellikle şu kategorilere indirgenebilir:

Suçun ve suçlunun meşrulaştırılması tehlikesi (legitimazing action): Bu, Erdoğan gibi soykırımcı, otokrat, basın özgürlüğü düşmanı ve yolsuz bir siyasetçiye mikrofon uzatan onları hala ülkelerindeki toplantılarda ağırlayan Batılı medya ve hükümetlere bugün de yönlendirdiğimiz haklı bir tepki. Yukarıda resmettiğim gibi eğer profesyonelce ve profesyonel saiklerle yapılamazsa böyle bir neticeyi kolaylıkla verebilir bazı mülakatlar ki insanların Hanefi Avcı mülakatına karşı çıkmalarının arkasında yatan asıl endişe kaynağı da bu idi.

Mülakatın netice verme ihtimali olduğu birtakım etik sorunlar (ethical concerns): Şaibeli isimler ile mülakat yapılması her yerde etik eksenli tartışmalara sebep olabilir. Bunun halen mağdur olan insanlara verebileceği zararlar ve başkalarını suça teşvik etme ihtimali gibi noktaları da hep tartışılır durur. Mezkûr mülakatta da insanların en büyük tepkilerinden birisi ilgili kişinin işkence yöntemleri ile bilinen, bu konuda hiçbir özeleştiride bulunmamış, tartışmalı ve derin bir isim olması. Türkiye’de süregiden mevcut soykırımın ortada halen yüzbinlerce mağdur ettiği insan ve aileler var iken bu zulümlerde payı olan bir insana üstelik KHK’lı insanların sesi olması gereken bir platformda yer verilmeye çalışılmış olması doğal olarak mağdurlar nezdinde bu suçun meşrulaştırılması ve zalime yeni bir propaganda zemini sağlanması endişesi yarattı. Ayrıca etik yoksunluk ve zulmün daha da artarak devam etmesi yönünde etkisi olabilecek olması gibi saikler de bu endişelerin bir parçası idiler.

Ne yazık ki yapılan mülakatın içeriği insanların bu noktalardaki endişelerinde haklı olduklarını gösterdi.

Bu tarz mülakat eleştirilerinin bir değer maddesini de “Farklı metodların varlığı ve kullanımı’’ (alternative methods/perspectives) şeklinde özetlemek mümkün. Bu bakış açısına göre; eğer hakikatlere ışık tutmak ve tarihe bir not düşülmek isteniyorsa bu, zalimin kendisine veya ismi şaibeli kişilere mikrofon uzatmak yerine suçun, zulmün, yolsuzluğun vs. etkileri ve boyutları üzerine odaklanmak, zalimler yerine mağdurlara ulaşmak, onların acı tecrübelerini ön plana çıkarmak, bu konularda uzman görüş ve analizlerine yer vermek ve bu suç, yolsuzluk ve zulümleri tetikleyen genel sosyal faktörlere ve adaletsizliklere odaklanmak daha verimli olur şeklinde özetleyebileceğim bakış açısıdır ki bugün çok iyi yapılamayan, eksik kalan, gazetecilerin daha bir hassasiyet ve yoğunlukla üzerine gitmesi gereken nokta da burasıdır.

Nitekim, ilgili gazeteciye tepki verdiği bir mesajda eski bir KHK’lı emniyetçinin ben KHK TV’ye konuşmak istemiştim ama ilgilenmediler demesi üzerine bu gazetecinin, “iltisaklı kişilerle görüşmeme kararı vardı” tarzında bir cevap vermesi, yani KHK’lı olsa da Cemaat ile irtibatı olan bir KHK’lı ile mülakat yapılmak istenmedi şeklinde özetlenebilecek bir tavrı savunması bu Avcı mülakatına gölge düşüren önemli bir itiraf niteliğinde idi.

Şimdilik bu kadarı ile iktifa edelim.


24 Şubat 2024 Cumartesi

RUŞEN ÇAKIR NE YAPMAYA ÇALIŞIYOR?

 2/25/2024 TR724'te yayınlamayıp burada yayınladığım yazılardan.


Bildiğiniz gibi Ruşen Çakır son zamanlarda birkaç yayın yaparak Hizmet Hareketine karşı yıllardır yaptığı itibar saldırılarına devam etti. Gazetecilik faaliyeti adı altında analiz diye yutturulan algı operasyonları eşliğinde son derece trajikomik gayretler içerisine giren isimlerin başında geliyor kendisi tıpkı Levent Gültekin gibi. Hilal Nesin geçenlerde Twitter hesabında Levent Gültekin hakkında onun sürekli olarak “biri bana söyledi”, “biri beni aradı”, “biri bana yazdı” şeklindeki belirgin tarzını eleştirerek onun gazeteciliğini çok güzel bir şekilde özetlemiş oldu.

Ruşen Çakır gibilerin durumları da pek farklı değil. Mevcut Türkiye ortamının “parlak gazeteci” profilini özetle deseniz; direk olarak MİT adına gazetecilik (ajanlık) yapanları piramidin en üstüne oturtur sonra da aşağıya doğru inerek oralara da direk olarak yönlendirilmeseler de teşvik edilerek, enaniyetleri gazlanarak veya gizli bir kaynaktan denilerek yemlendirilmek suretiyle kullanılan ikinci sınıf algı operatörlerini, en alta da parti kulislerinden ve patronlarından beslenen kullanışlı tipleri yerleştirirdim. Piramidin özellikle de en üst kısmındakilerin sadece kullanılırlıkları değil içine battıkları bağnazlık, kibir ve ahlaksızlık aslen çok daha ciddi bir sorun. Bir silah gibi kullanılıyorlar adeta! Kimi bir kamçı, kimi bir bıçak, kimi bir tabanca, kimi de zehir veya biyolojik saldırı silahı kıvamındalar; yavaş yavaş zehirleyip, felç edip öldürmeden toplumu kontrol etmede kullanılıyorlar. Kimileri de sadece çamur atmakta kullanılıyorlar!

Çakır, yaptığı yayınlarından birinde, benim tabirimle, ‘Türk tipi profesörlerden’ Hilmi Demir ile birlikte Cemaatin “neden kült olduğunu” ispatlamaya çalışıyorlardı. Daha önce yazmıştım: Hizmet Hareketine kült diyen entel takımını ki aralarında sosyolog kimlikli olanı bile var kesinlikle ciddiye almaya gerek yok. Bu iddiayı analiz diye sunabilen bir ‘aydınımsı’ ya aşırı bağnazdır ya kin hastalığına tutulmuştur ya sürekli olarak ilgi çekme ihtiyacı hisseden bir psikolojik saplantı haline duçar olmuştur ya da direk olarak emir üzere nokta atış yapmaya çalışan bir algı operatörüdür. Bu kült meselesine ayrı bir yazıda değiniriz.

Onların söylediklerinin sosyolojik bir karşılığı yok. Böyle akademik ve hakikati arama endeksli bir niyetleri de bunu yapabilecek kapasiteleri de yok zaten. Yürütülen algı operasyonları kapsamında üretilmiş 3-5 basmakalıp ve salt iftira ve algı operasyonu kokan söylemleri ısıtılıp ısıtılıp kamuoyunun zihninde canlı tutmaya çalışıyorlar. Fitne ateşlerinin is ve dumanlarının devamını sağlayan köz ateşinin sönmemesi için ortama yalan ve algı üflemeye devam ediyorlar. O içi boş iftiraları ve söylemleri halkın önüne bir küspe gibi savurup duruyorlar. İşte benim ilgimi çeken asıl husus gerçekte bir toplumun sosyolojik anlamda çöküşüne dair en önemli ipuçlarının bu tür sahte ve kullanışlı aparat hükmündeki entel takımı üzerinden okunabiliyor olması hakikati. Konuya merakım daha çok buradan kaynaklanıyor. Yoksa onları bir nebze olsun ciddiye aldığımdan değil.

Dediğim gibi bu tarz söylemlerle öne çıkanların neredeyse tamamı çok net bir şekilde kamuoyu oluşturma ve yönlendirme çabaları kapsamında ya direk ya da dolaylı olarak kullanılıyorlar veya gayrete getiriliyorlar. Bu çabalar o kadar net ki eskiden bu söylemlere kulak kabartan Hizmete yakın isimler bile artık onları eskisi gibi ciddiye almamaya ya da araya mesafe koymaya başladılar. Bu gelişme kendilerini derinden etkilemiş olmalı ki Ruşen, derin devlet elemanı ve Ergenekon terör örgütü davalarında yargılanan karanlık isim Hanefi Avcı ile yaptığı son videosunda bu bilinçaltını açıkça ifşa ediyordu. İkisi de bazı Cemaat muhaliflerinin Türkiye’nin şartlarını göze alarak veya düşene vurmamak gibi düşüncelerden ötürü artık yayınlara çıkmak istemediklerini ama Türkiye’ye hukuk geri gelirse o zaman bu insanların konuşacağını ve çoğunun Hizmetten ayrılacağını iddia ettiler. Bu ifadelerin içeriği bile bu iki ismin temsil ettikleri odakların bilinçaltlarına ve art niyetlerine dair önemli okumalar yapmamızı sağlıyor. İlk başından beri yapmaya çalıştıkları tek şey de zaten bu: Ne yaparız da insanların aklına her daim korku ve ümitsizlik sokarız, kendilerinden ve sevdikleri insanlardan şüphe duymalarını sağlarız; hatta İslami hizmet anlayışından onları soğuturuz ve böylece kolaylıkla böler ve parçalarız! Avcı’nın söylediği gibi Türkiye’ye hukuk geri gelse zaten o insanların aklına ilk olarak Cemaatlerinden ayrılmak değil kendilerine soykırım uygulayan devletten hukuk önünde hesap sormak olur. Ancak Avcı ve Çakır’ın amaçları algı olduğu için kendi söylemlerinde bile nasıl saçmaladıklarını ve kendileri ile tenakuza düştüklerini göremiyorlar.

Twitter üzerinde benzer gelişmeler karşısında yazdığım mesajlarda yıllardır değindiğim hassas bir nokta var. Bu tip insanların organize hareket ederek sürekli olarak canlı tutmaya çalıştıkları sloganımsı ve klişe söylemler sadece ahmaklıkla, cahillikle, bağnazlıkla ve ukalalıkla yani Türkiye entelijansiyasının genel ahvali ile açıklanamayacak kadar derindir ve kasıtlı bir psikolojik harekât planının bir parçasıdır.

Burada hemen bir not düşeyim. Bu genel ifadelerden sonra birileri hemen çıkıp Ahmet Dönmez, Ahmet Kuru, Gökhan Bacık vb. eski bazı Cemaat mensuplarının sergiledikleri muhalif anlayışlarını algı operatörlüğü ile ilişkilendirdiğimi düşünmeyiniz. Şahsım olarak onların söylemlerini analiz edebilirim sadece ve yıllardır yaptığım gözlemlere dayanarak, kendim de akademik kökenli bir insan olarak, onları ciddiye almıyor; hatta pek samimi de bulmuyorum. Ruşen Çakır ve benzerlerinin bu insanlara yaklaşma ve onların muhalif anlayışlarını kullanma şeklindeki gayretleri ise çok sırıtıyor. Özellikle Bacık’ın, Hizmet’e kült diyebilmesi, 15 Temmuz’un ardında da yaşanan soykırımda da ve ülkede hasıl olan sosyolojik yıkımda da Ergenekon ve Erdoğan hükümetinin etkisini görememesi veya görmezden gelerek buradan ısrarla hala Cemaat’e ve Gülen’in liderliğine fatura çıkarmaya çalışması ve “Türkiye güçlü ve adil bir devlet ise cemaatin arkasından kalan bu ‘sosyolojik enkazı’ entegre eder” şeklindeki soykırımı meşrulaştıran devletçi anlayışı bu düşüncelerimi güçlendiriyor. Ruşen Çakır’ın, “tam temizlik kolay olmayacak” şeklindeki söyleminin Bacık ile aynı frekansta olduğunu ve bu soykırımcı-devletçi bakış açısının üzerinde durulmaya devam edilmesi gereken bir yaklaşım olduğunu yineleyerek Çakır ile devam edelim.

Zaten gazeteci Abdülhamit Bilici’nin, Çakır’ın bu sözü üzerine söylediği; “Korkunç bir kin ve Hitler kafasıyla senin [Çakır’ın] ‘tam temizlik kolay olmayacak’ dediğin olaya, AİHM, BM ve hukuka bağlı tüm medeni dünya, hukuksuzluk ve zulüm diyor” şeklindeki ifadesi her şeyi özetliyor.

Yine benzer düşüncelerle olsa gerek, geçenlerde Türkiye’deki zulümleri ABD senatosundaki bir insan hakları oturumunda dile getiren Abdülhamit Bilici, Ruşen Çakır’a hitaben yazdığı Twitter mesajında şunları söylüyordu.

“Nerdeyse tüm dünya 15Temmuz’un çakma darbe olduğunu anlarken, Erdoğan’ın darbeyi enişteden öğrenmesine rağmen istihbarat şefi Fidan’a dokunmaması bile kuşkulanmak için yeterliyken, bu beylerin olaya darbeymiş gibi bakıp, hiç sorgulamama nedeni aptallık olmayacağına göre nedir?

Cemaate karşı olsa da mesela Ahmet Şık, 15 Temmuz’a dair aşağıdaki soruları sordu ve bu yüzden hapse atıldı. Ruşen Çakır, Hanefi Avcı ve benzerleri, böyle yüzlerce sorunun cevabını biliyor mu? Onların sorgulamama nedeni, hapis korkusu mu, yoksa Hizmet’in aklanma ihtimali mi?”

Evet hem hala bölemediler hem Hizmet’in kendisine atılan iftiralardan yargı ve kamuoyu vicdanı önünde aklanma ihtimalinden ve ardından kendilerinden hesap sorulmasından yani yargılanmaktan korkuyorlar hem psikolojik ve ahlaki üstlüğün ve hakikatin her daim Hizmet’in yanında olmasından an be an titriyorlar hem de süreçteki maddi kazanımlarını bir anda kaybetmekten korkuyorlar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden Türkiye aleyhine açılan ihlal davalarından devleti suçlu bulan kararlar çıkıp duruyor. Bu da Erdoğan sonrasında ülkenin yularını elinde tutmaya devam etmek isteyen ulusalcı (Ergenekoncu) derin devlet zihniyetini rahatsız ediyor.

Şimdiden insanların kuvve-i maneviyelerini, topluca hak arama şanslarını güçlendirecek olan birlikteliklerini ve onları tekrar derleyip toparlayabilecek olan liderlerine olan sevgi ve inançlarını kırabilmek adına bahsettiğim 3-5 klişe söylemle ve aynı kişileri kullanarak sabit noktalara vuruş yapmaya devam ediyorlar. Hizmet insanının (onlara göre sosyolojik enkaz) Çin tarzı eğitim (yeniden topluma kazandırma) yöntemleri ile bireyselliklerini, karakter özelliklerini ve cemaat anlayışlarını yerle bir ederek onları hızlıca sindirmeye ve dönüştürmeye ve Hizmet’i kendi yönetecekleri geleceğin Türkiye’si içinde eritmeye, böylece uluslararası soykırım ve tazminat davalarından da kurtulmaya çalışıyorlar.

Yine Çakır’ın Medyascope’taki yazısında kullandığı şu ifade de bu paniğin ve beklentinin ‘sosyoloji’ şekerine batırılmış halini özetler nitelikte: “Benim gördüğüm kadarıyla artık Türkiye’deki mağdurların büyük bir kısmı orayla ilgilerini –mânen ve maddeten diyeyim– kesmiş durumda.” Ama bunu söylerken hala neden, neredeyse haftada bir İçişleri Bakanı Ali Yerlikaya’nın Twitter hesabından adeta salyalar akıtarak ‘Kıskaç operasyonları’ adıyla duyurduğu hukuksuz soykırım operasyonlarının yapıldığını, Türkiye’de insanların neden hala mağdur ailelere yurtdışından yardım toplayıp dağıttıkları için Cemaat (onlara göre terör) üyeliğinden içeri alındıklarını ve insanları savunacak avukatların bile terör üyeliği ile tehdit edildiklerini, yapmaya çalıştığı algılar adına görmezden geliyor.

Gelin, işaret ettiğim bu son noktalar ile şimdi bahsedeceğim alıntıları birleştirerek hakikatin iki ucunu nasıl birbirine bağlayacağımı görün ve sonrasına da sizler karar verin.

Ruşen de Levent Gültekin de benzer ifadelerle Hizmet insanlarına artık Türkiye’de yer olmadığını söylediler ki bu da yeni bir taktik değil. Ergenekoncu ve CHP’li çevrelerden de benzer söylemler gelmişti daha önce. (Klişeler üzerinden belli periyotlalar ile yapılan nokta atış tezim). Mesela ‘gazeteci’ Atılgan Bayar’ın, 2012’lerde söylediği “gönüllerden düşeceksiniz, evlatlarınız bile sizden nefret edecek” şeklindeki sözleri veya beklentileri gibi!

Çakır da bu konuda son derece öfkeli bir üslup ile şunları söylemişti:

“Bu saatten sonra herhangi bir ders çıkartacağınızı da sanmıyorum. Yok olmaya mahkûmsunuz. Tekrar bir şekilde var kalacağınızı düşünüyorsunuz. Tekrar geri dönüp, tekrar eskisi gibi olacağınızı düşünüyorsunuz. Olmayacak. Türkiye hiç de iyi bir yere gitmedi darbe girişiminden sonra. Bunun da birinci derecede sorumlusu sizsiniz. Ama iyi bir yere gitmedi diye, Türkiye çok daha kötü bir yere geldi, çok daha demokrasiden, hukuk devletinden uzaklaştı diye kimse sizi özlemiyor. Böyle düşünüyorsanız yanılıyorsunuz. Bütün bunların ardında sizin parmağınızı, sizin yapıp ettiklerinizi insanlar çok iyi görüyorlar. Bence bir an önce bu işe son verin ve herkesi salın, bâri kendi başının çâresine baksın.”

Bu ifadelerde geçen son kısım yukarıda bahsettiğim bir önceki paragrafa yansıyan panik ruh halinin ve art niyetin psikolojik çözümüne dair bir delil hükmünde.

Geri dönemeyeceksiniz şeklinde özetlenebilecek olan diğer kısımları ise öfkeli ve sosyolojik gerçeklerden uzak, soykırımcı ve faşist yaklaşıma ve bu yönde yaptığım psikolojik tahlillere ve bu kesimlerin bilinçaltlarına ayna tutuyor.

Eski Zaman Gazetesi yazarlarından Dr. Hamdullah Öztürk, Çakır’ın bu videosu üzerine çok güzel bir video yayınladı ve hem Çakır hem de Gültekin’in art niyetli ve yanlış yaklaşımlarını eleştirdi. Cevaben yaptığı açıklamada “Türkiye’deki asıl sorunun aydınların ülkenin geleceğine dair bir planı olmaması olduğunu” ve Hizmet insanının örgütlenmek adına değil bu eksiği kapatmak adına ve İslam’ın öğrettiği inançları kapsamında faaliyet yürüttüklerini hatırlattı. Ardından da kendisinin de Hizmet insanlarının da Türkiye’ye bir gün gelebileceğini, bunun Allah’ın bileceği bir şey olduğunu hatırlattı.  

Hizmet’in Türkiye’ye dönmesi veya dönebilmesi meselesinin sadece manevi değil konuşulması gereken önemli sosyo-politik boyutları da var elbette; ama şimdilik onu başka bir yazıya havale edip bu kadarı ile iktifa edelim.


27 Kasım 2018 Salı

ERGENEKON’UN KARAKTER İNTİHARI, HİZMET ve TOPLUM

Bu yazı 27 Kasım 2018 tarihinde Yeniyon'de yayınlanan köşe yazısıdır.

17-25 Aralık 2013 tarihleri sadece siyasi bağlamda değil, sosyal psikolojik açıdan da tam bir dönüşüm ve kaderdenk noktası oldu. Fethullah Gülen Hocaefendi, bir yazısında kaderdenk ifadesini kullanırken onu ‘’kazanma ve kaybetme kuşağı arasında bir nokta’’ olarak tarif eder ki bu yazının ana maksadına ışık tutması açısından önemli bir tanımlama bu.

Bu dönemde sosyal psikolojinin yapmaya çalıştığı gibi hem toplumsal ve siyasi birtakım hadiselerin toplum ve gruplar psikolojisi üzerinde hasıl ettikleri etkileri gözlemleme imkanımız oldu hem de halihazırda toplumun ve farklı farklı grupların içlerinde uzun bir süredir biriktirdikleri ve bu önemli hadiseler neticesinde bir patlama etkisiyle ortaya saçtıkları karakterlerini, hayretler içerisinde, müşahede etme imkanı bulduk. Tabi uzun süredir ülkeye, ülke insanına ve hadiselerin gelişim şekillerine vakıf olan ve bunları özellikle yurt dışından (sistem dışından) takip edebilen bazı kişiler için bunlar pek de şaşırtıcı olmayan, beklenen karakter patlamaları idi. Bazıları yaşanan bu durum karşısında o kadar şaşırmışlardı ki, Dostoyevski’nin ‘’Böylesine güzel bir gökyüzünün altında, bu kadar kötü insan nasıl yaşayabiliyordu?’’ dediği gibi onlar da hep ‘aziz’ bildiğimiz bir milletin bağrında bu kadar sefil bir karakter nasıl gizleniyormuş diyerek hayret ediyorlardı. Hatta bir zamanlar onlar da dine hizmet ediyor diye bildikleri bazı İslamcıların inanılmaz karaktersizlikleri, kadın-çocuk demeden zulmetleri ve her gün onlarca yalan söylemeleri karşısında bu sefer Mehmet Akif gibi hissediyor ve ‘’yirmi yüzlü insanları gördükçe iki yüzlü insanları sever oldum’’ deme noktasına geliyorlardı.’

Büyük çoğunluğu itibarıyla Türkiye insanının, yalan söylediği aşikar olan, bir siyasinin lafına ya inanarak ya da menfaat gözeterek kendi çocuk ve akrabaları da dahil olmak üzere bir sürü masum insana nasıl hain ve terörist muamelesi yapabildiği, bunun da ötesinde soykırım sayılabilecek haksız ve adaletsiz uygulamaları nasıl da sessizlik içinde seyredip alkışlayabildiği tarihin yapraklarına işlenmiş oldu bu kısa zaman dilimi içerisinde. Ayrıca, yıllarca Ömer’in adaleti, Peygamberin yırtık hırkası, bir iki lokma hurması vb. ifadeleri bayraklaştırarak siyaset yapan siyasal İslamcı zihniyetin ne kadar iğrenç, hırsız ve sahtekar bir hile balonu olduğu da iyice gözler önüne serilmiş oldu.

Gelin bunlara hep ‘üstün’ hasletleri ile övünen, sağcısıyla, solcusuyla, Atatürkçüsü ile ve liberali ile toplumun diğer kesimlerini de ilave edelim. Hepsi bir şekilde derecelerine göre ortak oldular bu haksızlıklara ve karakterlerinin gereğini sergilediler sıraya dizilmişçesine.

Evet karakter dedik, oradan devam edelim…

ABD’de yaşadığım 17 yıl boyunca etrafımdaki arkadaşlara milletin büyük bir yüzdesinin tesbit edilmemiş-adı konmamış ne tür karakter bozuklukları ve ciddi ruh (akıl) hastalıkları ile malul olduğunu anlatırdım hep ve ciddiye alınmazdım. Benim gözümde 2012-13 sonrası dönemde; hep bağrında var olan ve çeşitli faktörlerden ötürü sürekli büyüyen bir iç hastalığın semptom patlamasını yaşadı insanımız.Uzun süredir geliştirdikleri tavır ve tutumlarındaki eksiklik ve zayıflıklar, Einstein’ın ifade ettiği gibi, zamanla karakter zayıflığına dönüşmüştü ve belki de Heraclitus’un dediği gibi de o karakteri sonradan onun kaderi halini almıştı.

Yani bu hadiseler patladığında ortaya çıkan ‘’toplumsal karakter fotoğrafı’’ (zaafı), Yousuf Karsh’ın resmettiği şekliyle ‘’karanlıkta tab edilmişti’’; tıpkı fotoğrafların karanlık resim odalarında tab edilmeleri gibi. Zaman, karanlık bir oda olmuş ve bir milletin karakterini çürüten mantarlar o karanlığın bağrında gelişip bünyeyi sarıp sarmalamışlardı adeta.

İşte böyle karanlık dehlizlerde gelişen bu karakter sorunları ve hastalıklar bir insan, bir millet veya bir topluluk duvara tosladığında ortaya saçılıp dökülüverirler. Normal insanlar bu tavırlara sadece tepki verirlerken bunları okumasını bilen insanlar ise onları, sanki basılan o resmi ellerine alıp inceler gibi bir hassasiyetle alıp okurlar ve muhataplarının karkter analizlerini yaparlar. Bu insanların bir kısmı aklı selim sahibi olanlardır ki onlar okudukları karakter sayfalarından dersler çıkarırlar ve muhataplarına göre stratejiler belirlerler, iyi ile kötüyü ayırdedip geleceğe dair stratejiler belirlerler. Bazılarıysa benzer analizler yaparlar ama bunları daha üst düzey toplumsal manipülasyonlar için kullanırlar. Bazıları da vardır ki onlar sadece kurnaz ve çıkarcıdırlar. Ortaya dökülen bozuk karakter ne kadar çirkef, zalimane, gaddarane ise onlar o kaynağa o kadar yaklaşırlar ve taraflarını güce, korkuya, gelecek endişesine bağlayarak okumalar yaparlar. Nitekim, aynı hadiseler, işte onların karakterlerini de bu şekilde ortaya çıkarmış olurlar. Yani depremin kendisi bir kısım karakterleri ortaya dökerken, artçı sarsıntıları da daha farklı kesimlerin karakterlerinin ortaya dökülmesini sağlar çoğunlukla.

Pozitivist ve pragmatist temeller üzerine bina edilmiş İttihatçı-Kemalist Cumhuriyet rejimi sadece ekonomik ve siyasi anlamda değil milletin karakter inşası noktasında da çok başarısız oldu. Bunun da ötesinde rejim; toplumu parçalara ayırarak yönetme ve şekillendirme, devleti kutsama ve bireysel gelişimi gözardı etme temelli kurulduğundan dolayı insanlardaki bu tavır ve karakter boşluklarının ana müsebbibi oldu. Halkının bu yöndeki gelişimini eksik bırakmakla kalmadığı gibi aksine çoğu zaman onu suistimal de etti. Seküler bir toplum olmasına rağmen Batı’daki seküler ahlak eğitimi de ıskalandığından ve din hep baskılandığından dolayı da bu durum toplumdaki ahlaki ve duygusal çöküntüleri katlayarak artırdı.

Yani bu noktada sanırım Nietzsche haklıydı. O, karakter; sahip olduğunuz bazı tecrübelerden ziyade eksik olan bazı tecrübelerin noksanlığından kaynaklanır der. Benim yukarıda arzetmeye çalıştığım karakter sorunları işte o devlet profilinin halk nezdinde (ahlaki gelişim ve eğitiminde) eksik bıraktığı, adres etmediği, ihmal edip, noksan bıraktığı, bazen de siyasi ve politik maslahatlarla suistimal ettiği tecrübelerin (karakter-ahlak kabiliyet ve reflekslerinin) eksikliklerinden dolayı ortaya çıkmışlardı veya zaten hep olan sorunlar o ihmaller neticesinde metastaz kanser aşamasına kadar ilerlemişlerdi. 
Hani hep verilen güzel bir örnek vardır; halkın sütü neyse kaymağı da odur, o nedenle yukarıya da o çıkar derler; bozuk siyasi erki ve devlet ricalini resmederken. Bunun tersinin de, aynı anda, doğru olabileceğini önceki yazılarımızda ele almıştık. O bozuk toplumun içinden çıkan bozuk erk de kurnaz, çıkarcı ve fırsatçı olduğundan dolayı zamanla o halkın karakterini daha da çürük bir hale getirebilir. Tıpkı John Locke’ın dediği gibi, ‘’bizler bukalemunlar gibiyizdir; ahlaki karakterimizin renklerini ve tonlarını etrafımızı çevirenlerden alırız’’. Demokrasiler içinde büyüyüp gelişmiş olan faşist hükümetlerin yaptıkları da bu olagelmiştir hep. Zaten benzer hastalıklarla malul olan halk da zamanla onların büyüsüyle daha farklı ‘bozuk karakter’ renkleri ve tonları geliştirmeye başlar ve sorunlar artarak büyür.

Charlie Chaplin, belki de o komedyen zekasının cilvesiyle, ‘’bir insanın gerçek karakteri sarhoşken ortaya çıkar’’ der. Bunu sosyal ve psikolojik gerçeklere genişletirsek eğer, gerçek karakterin kendini kriz zamanlarında, felaket dönemlerinde yani sorunlar, yıkımlar ve sıkıntılar başgösterdiğinde ortaya çıkaracağını söylemek yanlış olmaz. Yazar Robert KcKee, gerçek karakterin insanın baskı altında iken yaptığı seçimler, tercihler ile ortaya çıkacağını; baskı ne kadar büyükse o ifşanın o kadar derin olacağını ve karakterin temel doğasını daha iyi yansıtan bir seçim şeklinde belireceğini söyler.

Bazı durumlarda ise gerçek karakter bir şeyin yoksunluğunda değil verilen veya elde edilen şeyin ağırlığını kaldırmaya liyakatı, kabiliyeti olmayan insanların düşeceği durumlarda da ortaya çıkabilir. Bu bir anda zenginleşen insanlarda söz konusu olabileceği gibi, güç elde etme durumunda da ortaya çıkabilir. Abraham Lincoln, sıkıntı anında ortaya çıkan karakter konusunu bir adım daha öne götürerek, ‘’bir çok insan sıkıntılara direnebilir fakat bir adamın karakterini test etmek istiyorsanız ona güç verin’’ der. Yıllarca mülayim, ‘mübarek’, fedakar, alçakgönüllü görünen veya fakir bir hayat yaşamış bazı insanların ellerine para, güç, makam vb. imkanlar geçince zalimleşmeleri sadece sonradan oluşan bir bozulmuşluğun değil, karakterde gizli olan bazı hastalıkların da ortaya çıkmasıdır.

Dindar kimliğine ve dinin öğretilerine rağmen bazı insanların yaşanan zorluklar hemgamında, bazılarının da idareci konumuna geldiklerinde nasıl çirkefleşebildiklerini gördüğünüzde hayretler içerisinde kalırsınız ve ilgili kişilere o şahıslardaki hastalıkları tedavi ettirmeleri gerektiğini önerdiğinizde tepki bile alabilir, o kişilere haksızlık yapmakla itham edilebiirsiniz. Çünkü o idareciler bahsi geçen insanları o sorunların boğuşulduğu ve onların alt tabakadaki insanlarla etkileşim halindeki, zorlu ortamda açığa çıkan halleri ve karakterleri ile hiç muhatap olmamışlardır. Aksine, o sorunlu şahıslar o idarecilerin sadece güç ve yüksek makamı temsil eden huzurlarında hep süklüm-püklüm, itaatkar, saygılı ve kibar haller takınmışlardır. O nedenle sizin işaret ettiğiniz ikilemi algılayamamışlar ve inanamamışlardır. Mesela, genelde hep üst yöneticilerin zalimlik yapabilecekleri düşünülür. Oysa öyle karakterler de vardır ki sıkıntı anında sergiledikleri itaatsiz ve saygı sınırlarını aşan (zorlayan değil) tavırlarıyla (açığa çıkan karakterleriyle) liderlerinin o zorlu zamanlarda en çok ihtiyaç duyacakları uhuvveti, dayanışmayı, güveni, imajı ve desteği kırarak kendi üstlerine ve etrafındaki insanlara zulüm ederler. İşlerini kaybetme endişeleri de yoksa şayet; bu zulümlerini katlayarak artırırlar.

Kendisi güç ve makam sahibi iken zorlu bir ego imtihanı karşısında karakterinin en karanlık noktalarını bir yanardağ gibi öfke ve kin patlaması ile ortalığa saçan Şeytan, meselenin ilk olarak değindiğim boyutu üzerinden kendi imtihanı kaybetmişken, onun kullandığı yöntem ise daha çok ikincisi yönünden olmuş ve ağına düşürdüğü bazı zayıf karakterli zalimleri hep o imkanlar üzerinden yoldan çıkaragelmiştir. Her iki durum da gerçek karakterin en gizli dehlizlerini gözler önüne serme potansiyeline sahiptir.

Her insan yaşanan zorlukların, ümitsizliklerin ve endişelerin çapına göre bu tür imtihanlardan ve karakter testlerinden geçer. Kimi insanlar en ufak zorluklar karşısında bile kötü karakter örnekleri sergilerken, bazı daha derine itilmiş karakterler de daha büyük sorunlar yaşandığında ortaya dökülürler. Bazıları sıkıntı anında düşene yardım etmek yerine güçlüye yanaşmaya çalışabilirler. Hadiseler karşısında her şeyden şikayet edip suçlayacak insan arayanlar olabilir. Tüm bu olanlar onun-bunun yüzünden başımıza geldi yaygaları kopararak zalimden daha çok mağdura sesini yükseltenler çıkabilir. İnsanlara ümit aşılamak yerine her şey bitti, suya atlayıp kurtulun yaygaraları koparanlar varolabilir. Bilerek veya bilmeyerek insanların son kalan ümit kırıntılarını da yok edenler bulunabilir. Fitneden uzak duruyorum iç yalanlarıyla aslında geleceğinden endişe duyduğu için mazlumları terkedenler çıkabilir. Her şeye önce veryansın edip, içini güzelce boşaltıp sonra da vardır bir hikmeti diyerek güya sabır kahramanlığı yapanlar da bulunabilir. Zalime karşı, hataları olsa bile, mazlumlara destek olmak gerekirken onlar da hakettiler diyenler; ben zaten demiştim, şimdi çeksinler diyenler her zaman çıkabilir. Yaşanmış bir olay diye duymuştum. Moğol saldırıları sonrası kanlı Bağdat sokaklarına gidelim. Moğol cellat yüzlerce baş kesmiş ve artık yorgunluktan elindeki kılıcı tutacak hali kalmamıştır. Sonunda bitap bir halde kılıcını elinden düşürür. Birazdan kafası uçurulmak üzere korku içinde sırada bekleyenlerden biri hemen öne atılır ve kılıcı eline alarak celladın eline uzatır. Belki bana merhamet eder diye geçirmişti içinden o kişi belki de kendisini öldürmeyip yanına yardımcı olarak tutacağını… Normal zamanlarında zalimlere karşı her zaman hakkın ve halkın yanında olduğunu dile getirmiş birisiydi belki de o kişi, kim bilir!

İşte zorluklar ve acziyet halleri bazı insanların bu tarz karakterlerinin ortaya çıkmasını sağladığı gibi, (iyi veya kötü) yeni karakterler geliştirmesini de temin edebilir. Sonuçta; gelişmelere verdiğiniz tepkiler ve takındığınız tutumlar en başta da işaret ettiğim gibi zamanla karakteriniz halini alabilirler. O nedenle de hadiseler karşısında güçlü durabilmek, kendi olarak kalabilmek ve hadiseleri sabırla göğüsleyebilmek her insanın sergileyebileceği kabiliyetler değildir. Zaten zorlukları sabır ile göğüsleyip ümidini koruyarak geleceğe dair atılımlar yapmak, hadiselerden ne kendini ne de etrafındakileri sarsmadan sıyrılabilmek, her şeye rağmen kendi olarak kalabilip, zalime boyun eğmeden, hatta zayıflık bile göstermeden dik durabilmek, insanlara hala ideal ve ufuk aşılayabilmek, kısaca onlara hakkı ve sabrı tavsiye etmek önemli bir meziyettir. Kur’an’da salih insanların bu çerçevede tarif edilmiş olmaları bu yüzden önemlidir. Salih kulların sıkıntılar karşısında sergiledikleri tavır yani karakterlerinin gerçek kıvamı işte böyle temayüz eder.

Çok büyük sıkıntılara hatta bir soykırıma maruz kalsa da Hizmet insanının sabır, tevekkül ve dua ile yoluna devam edip elinden geldiğince birbirinin elinden tutmaya çalışması ve ideali gereği hakkı ve sabrı yayma gayretlerine devam ediyor olması bu çizgide bir karakterin göstergesidir. Onların hiç birinin şiddete başvurmaması, savunduğu ilkelerin sadece teorik anlamda değil pratik anlamda da onun artık bir karakteri haline geldiğini tüm dünyaya ve melei alaya göstermektedir.

Dünün hep mağdur edebiyatları yapan, yaşadığı durumlardan hep başkalarını suçlayan, sürekli düşmanlar üreterek kendine taraftar edinmeyi bir yöntem olarak belirleyen siyasi geleğin bazı temsilcilerinin bugün güç, para ve imkanlar ellerine geçince kendi zalimlerinden nasıl daha zalim bir çakal sürüsü haline dönüşebildiklerini, din adına kullanageldikleri söylemlerinde ne kadar yapmacık olduklarını, karakterlerinde ne derin kinler, hırslar, öfkeler, acımasızlıklar, kişilik bozuklukları ve düşmanlıklar barındırdıklarını görüyor bu dünya ve hem melekler hem de tarih bunu hüzünle kaydediyor.

Ergenekon suç örgütü ise, toplumu hep bölerek ve birbirlerine düşürerek geldi bugünlere. İslamcılardan tek farkları kendilerine teslim edilen devlet aygıtının dümeninde iken en azından bazı devlet kaidelerine uyuyormuş gibi roller takınmaları idi. Oysa kendi halkına her türlü şekilde zulm etmeye devam ediyorlardı. Onlara bu ihaleyi tevdi etmiş bazı çevreler, çıkarları gereği onların bu zulümlerine göz yumuyorlardı. Batı dünyası ve dünyanın geri kalanı da çıkarları gereği bu anlayışın temsilcilerini idare ediyor, onların metodlarını görmezden geliyorlardı. Gelinen noktada Ergenekoncu klik, artık İslamcı zalimleri alet olarak kullanarak kendisine tehdit olarak gördüğü Müslüman bir hareketi soykırıma tabi tutuyor. Fakat basiretleri bağlı! Hem güç hem de gelecek endişesi ile yaşadıkları kaybetme korkusu onları zehirlediğinden dolayı onların da gerçek karakteri ortaya saçılıyor bugün. Ama güç sarhoşluğu ile bunun farkında değiller. Oysa tüm dünya gelecekte daha da net görüleceği şekilde İttihatçı-Ergenekoncu geleneğin özellikle yeşil İslamcılıkla birlikte hareket ettiğinde, ne kadar çirkin, ne kadar aşağılık, işkenceci, soykırımcı ve ırkçı bir karaktere ve zihniyete sahip olduğunu görüyor. Gün gelip şartlar değişirse ve eğer dünya faşist reflekslere yenik düşmeden aklı selime teslim olabilirse işte o zaman dünya devletleri ve Türkiye’nin yeni yöneticileri bu zihniyetten ya kurtulmak ya da onu rehabilite etmek isteyeceklerdir. Bunun yolu da sıkıntı anında aklı selim, kalbi selim bir karakterin özelliklerini sergileyebilmiş olanlarla ortak projeler geliştirip, bu vahşi hayvanlardan daha aşağılık olan zihniyeti hapsetmek ve rehabilite etmektir. Onların bu çürük karakterlerinin etrafına bir duvar örüp onları o duvar içinde başkalarına zarar vermeden rehabilite etmektir.

Yani anlayacağınız Ergenekon zihniyeti aslında çoktan kendi kafasına sıkmış oldu. Bundan böyle faşist bir dünya dışında kendilerine hareket alanı kalmadı. Sahte laiklik-demokrasi balonları patladı. Artık yapay zalimlerin ardına sığınarak ne kendi suçlarını örtbas edebilecekler ne de kendi korkak ve çirkef karakterlerinin ortaya saçılmasını önleyebilecekler. Zira kadın ve çocukları bile ölüme itmekten, onları rehin olarak kullanmaktan imtina etmeyecek kadar iğrenç bir karaktere sahip olduklarını herkes görüyor. Bu suç örgütü yapı yaşadığı her bir sıkıntıda daha üst bir katmanını piyasaya sürmek suretiyle nasıl derin, uluslararası bir iğrençlik ağı kurduğunu da dünyanın önünde açık bir şekilde sahneleyecek ve kendi sonunu daha da hızlandıracaktır.

Normalde ‘karakter suikasti’ ifadesi pek yaygındır. Başkalarının karakterine saldıran, ona zarar vermeye çalışan kişiler kastedilir bu ifade ile. Bense bu yazının başlığında hiç kullanılmayan ‘karakter intiharı’ ifadesini tercih ettim. Çünkü bu yazıda resmedildiği gibi bazıları belli dönemlerde sergiledikleri tavırlar ve yaptıkları yanlışlarla kendi bozuk karakterlerini bir lağım patlaması gibi ortalığa saçıverirler ve zamanında kendilerine boyun eğmiş, susmuş insanlar dahil herkesin nefretini kazanıp kendilerinden tiksinti duyulan konumlara düşerler. İşte bu; bir karakter intiharıdır!  Bunun tersi ise salih kulların tarif ettiğim tavırlarıdır ki o da Cennet kokuları gibi etrafa yayılan ve algılayabilen gönüllere itminan duygusu yaşatan bir karakter havzasıdır.

Şimdilik bu kadarıyla iktifa edelim. 

19 Kasım 2018 Pazartesi

SÜREÇ ve ALLAH İÇİN SEVMEK!

Bu yazı 18 Kasım 2018 tarihinde The Circle' da yayınlanan köşe yazısıdır.



Dini kaynaklardan; ayet ve hadislerden mümkün olduğunca uzak bir zeminde, tamamen içime seyahat ederek yazmaya çalışacağım bugün. 

Sade bir Müslümanın kendiyle hasbihali de diyebilirsiniz buna. Her an patlamaya hazır volkanlar gibi fokurdayan çalkantılı iç yakarışlarını, ufak bir basınç değişimiyle içindeki yağmur damlalarını boşaltmaya hazır duygu bulutlarını, dibi hiç görünmeyecekmiş hissi veren en derin his mağaralarını, sonu olmayan uzay boşluğunda ney çalıyormuşçasına duygusal iç geçirişlerini ve hüzünlü kalbinin sahillerine çarpan en latif hikmet dalgalarını ve o uğurdaki arayışlarını ve iç sorgulamalarının izlerini bulacaksınız bu yazıda.

Sorunların, zulümlerin, haksızlıkların, iftiraların ve  mağduriyetlerin tıpkı ani ve yıkıcı bir deprem ardından gelen Tsunami gibi büyük bir hız ve İsrafilvari ürkütücü bir sesle üzerimize geldiği, duygu-düşünce ve ümit sahillerimizi tarumar ettiği böyle talihsiz bir dönemde ben, nazarımı o vahşi dalgaların çok ötesine taşımakta buluyorum çareyi; büyük bir sabır ve sığınmışlık haleti ruhiyesiyle…

Hikmet okyanusunun en ücra köşelerinde, neredeyse irfan dürbünlerinin ve uydularının bile göremeyecekleri kadar küçük bir tevekkül adasında, dua sahillerinde, sabır kumları üzerinde yürürken, kıyıya vuran latif rahmet dalgalarının ayağımı okşadığı, Meltem rüzgarlarının suratıma çarpıp içime huzur doldurduğu uzak iklimlerde arıyorum huzuru. Kimbilir, Kalbin Zümrüt Tepeleri’’ böyle bir yerdir belkide, ıssız, sakin; ama hikmet ve sevgi dolu...

Allah için sevmek…

Evet! İnsanın kalbinin derinliklerinde bulabileceği en değerli hazine; iman ateşini daim kılan, hayata değer katan ve kulluğun en zirve noktası Allah’ı gerçek manasıyla sevmek ise şayet; o ufka ulaşabilmemizi sağlayan en değerli kabiliyet de sanırım  ‘Allah için sevebilmek’ olmalı. Yunus’un dizelerinde dile getirdiği, ‘’Yaradılanı severim, Yaradan’dan ötürü’’ sözünün bile bir adım ötesine geçen bir hal benim tarif edemediğim bu duygu. Allah sevgisiyle öyle yakınlaşabilmeli ki insan, ‘’ötürü’’ kelimesi gibi sanki bir şart, bir tolere etme hali bile barındıramayacak derecede yaradılanla ve yarattıklarıyla bütünleşebilmeli insan ve hak-adalet-hakikat latifelerini bu sevgi kaynağıyla besleyebilmeli.

Etrafıma ve yaşanan hadiselere bakıyorum. Zalimlerin zulmünden korkup başkalarına hakaret eden, onların laflarını tekrar ederek kendine güven alanı açtığını düşünen, mazlumları terkeden, ispiyonlayan, mağduriyetlerini izleyen, hatta ‘’oh olmuş!’’ diyen bilumum insanların hallerini; gelecek endişesiyle, çıkar duygusuyla ve farklı farklı beklentilerle bu zulümlere doğrudan veya dolaylı olarak destek olanlara bakıyorum. Sonra, korkuya kapılıp ‘ben farklıyım’ veya ‘ben artık onlardan değilim’ deme telaşına düşenlere; kah kendi iç boşluklarının üzerini kapama, kah vicdanlarını bastırma, kah egolarını tatmin etme, kah güç karşısında sağlam ve dik duramayıp birtakım aşağılık kompleklerini yenmek gayretiyle; geride kalanları aşağılayan, ‘ben demiştim’ diyerek yaygaralar koparan, ‘suçlu kim’ telaşıyla başkalarının uhuvvet ve ümitlerini kıran; ama bunu yaptıklarının da çoğu zaman farkında olmayan insanlara bakıyorum. Ayrıca tek tük de olsa iyi niyetlerle sorgulamalar yapan ama gereğinden fazla telaşa kapıldığını veya agresif hislerin etkisiyle hareket ettiğini farkedemeyen kişilere göz gezdiriyorum.

Az önce tarif ettiğim bu karakter Tsunamileri üzerime doğru gelirken kendimi bir anda o bahsini ettiğim adada buluyorum. Tüm bu insanların temsil ettikleri çirkinlikleri, bayağılıkları, hataları ve kusurları aşan bir duygu kaplıyor yüreğimi ve aslında onları ne kadar da çok sevdiğimi hissediyorum birden.

Sonra bir acıma hissi kaplıyor gönlümü. İnsanların içine hapsoldukları öfke dalgalarıyla birlikte nasıl sahile çarpacaklarını göremiyor olmalarını hayretler içerisinde izliyorum. Dört sene evvel gördüğüm bir rüya geliyor aklıma. Bir gün geliyor ve bugün mağdur olan insanlar büyük sıkıntıların ardından bir anda feraha kavuşuyorlar ve zaferlerini kutluyorlar sokaklarda. Ben ise büyük bir hüzünle yanımdaki kaldırım taşına çöküyor ve ‘’tüm bunlar için değer miydi!’’ diyerek o zalim güruhun imanlarını nasıl boş bir iş uğruna heba edişlerine ağlıyorum, hıçkıra hıçkıra.

Sahte ve hileli oyunlarla tezgahlanan 15 Temmuz dalgaları geldi bunların ardından. Nice dost bildiğimiz insanlar bu sefer daha büyük korkularla veya yukarıda tarif ettiğim duygu ve düşüncelerle terkettiler bizleri, kendilerince yalnızlığa ittiler ve dışladılar. Çoklarına en çok dokunanı da bu oldu zaten. Zalimlerin zulmünden daha zor olanı da bu idi. Anne, bana, kardeş, akraba, dost, eş dedikleri insanlar terkettiler kendilerini. Gammazlayanları, iftira ve hakaret edenleri zaten saymıyorum.

Bu dalgalar vurduğunda ilk aklıma gelen şey; demekki Allah için sevmemişler bizleri o dost bildiğimiz insanlar demek oldu. Eğer bizi Allah için sevmiş olsalardı, değer verdiğimiz ilkeler ve davalar uğruna bizimle aynı fikirde olmaktan, aynı yolda bulunmaktan vazgeçmiş bile olsalar, farklı da düşünseler en azından yıllara yayılmış arkadaşlık, dostluk ve akrabalık ilişkilerini sonlardırmaz veya söndürmezlerdi diye düşündüm hep. Şahsen içimi çok yokladım ve hep şunu gördüm. Onlar zalimlerin büyülü sözlerine kanıp sevdiğimiz insanlara ve değerlere terörist, hain, en azından yanlış yolda diye baktıkları halde benim onlara karşı olan sevgim hiç sarsılmamıştı. Çünkü onları Allah için sevmeyi başarabilmişim diye geçirdim içimden. Ama sevgi bir taraftan çekilip gidince diğer tarafa da sirayet ediyor zamanla ve seviginizin üzeri hayal kırıklıkları ve gönül yaraları ile kaplanıveriyor.

Sadece; masum ve mağdur insanların temsil ettikleri topluluğu onlar gibi terketmediğim için bana karşı duydukları bir kinden veya öfkeden ötürü dışlamamışlardı beni. Ya da zalim insanların zulmüne karşı yazılar yazdığım için benimle ilişkili görünmenin hasıl ettiği korku da değildi bu. Zamanın geçmişe ait koridorlarında ipuçları  arayıp, yakaladığım her anı tahlil etmeye çalıştım ve şunu gördüm. Her insanın hataları, kusurları ve noksanları olur. Evlilikte bile eşler arasında bulunur benzer sorunlar; hatta bazen daha da şiddetli hissedilirler beklentilerin farklılığından, duyguların yoğunluğundan dolayı. Ama nedense ilişlilerde Allah için sevme kabiliyeti hakim olunca, sanki ilahi bir boya örter o kusurların üstünü, kalpler birbirine ısındırılır, telif edilirler.

Zalimler hileleriyle bizleri binalarımızdan, emek verdiğimiz işlerden vs. değil de buradan vurdular işte. Kalbi latifelerimizdeki bazı damarlara ulaşıp Allah için sevme kabiliyetlerimizi körelttiler ve o sevgi kaynağını hedef aldılar. Bazı insanlarda bir anda Allah için sevme latifesi sönüverdi. O Cennetvari meltemler kesilince de gönüllerden, ortamı bir anda öfkenin, suizannın ve gıybetlerin kavurucu sıcakları sardı. Artık bir insan olarak hepimizde doğal olarak bulunabilen ve şimdiye kadar İlahi ilhamların üzerini örttüğü o kusurlar batmaya başladı o insanlara; adeta su yüzüne vurdu tüm o eski takıntılar. Bizlere artık o kusurlar penceresinden bakar oldular. İki Müslümanın arasında, ‘zaten şu kusuru da vardı’, ‘şu huyunu da sevmezdim’, ‘zaten çok haz etmiyordum’ benzeri bir sürü şeytani duygu ve vesvese hakim olmuştu artık. O, Allah için sevme ışığı sönünce, o takıntıların sahte ve fosforlu ışıklarını rehber edindi vicdanları.

Evet! Allah için sevme kabiliyeti sönünce, o köprüler yıkılınca bir kalpte; artık hep karşımızdaki muhatabımızın hata ve noksanlarını görür oluruz. Bunun da ötesinde artık o insanı zamanı da geriye sararak o hata ve kusurların aynasında tekrar be tekrar izler ve yeniden tartar; hatta yeniden inşa ederiz. O kişiyi veya kişileri sevmememiz ve dışlamamız gerektiği noktasında vicdanımızı bastırma adına neler söyletmemiz ve hissetmemiz gerekiyorsa onları söyletir dururuz vicdanımıza.

Zalimler böyle yıkıntıları sadece mazlumları yalnız bırakan insanlarda gerçekleştirmezler. Onların tesirleri (hatta asıl hedef noktaları); yıllarını milletin imanının inşasına vermiş insanlarda da görülür. Onların, Allah için sevme, Allah için yapma ateşi ile yanan kalplerini; zulümlerle, fitnelerle, algı operasyonlarıyla, bölme ve birbirine düşürme gibi yöntemlerle hedef alıp zayıflattıklarından dolayı, ö güzel insanları bile o zalimlerin yalanlarına alet olmuş milletlerine karşı öfke dolu bir halde bulabilirsiniz. Oysa o güzel insanların her şeye rağmen; o eğitimsiz ve cahil insanların nasıl bir imani akıbete doğru sürüklendiklerini hissetmeleri ve şefkat kalelerini zalimlere yıktırmamaları gerekir. 
Zalimlere alet de olsalar, cahillikleriyle destek de olsalar o insanları eskiden nasıl Allah için seviyor idiyseler, şimdi de Allah için sevmeli ve onların akıbetlerine üzülerek bir gün onlara tekrar yardım elini uzatacakları günlerin hayallerini kurmalılar. Yoksa, yüreklerden Allah için sevme duygusu çekilince o kalbi latifeler körelip çoraklaşırlar ve çöllere dönerler Bir daha da, eğer Allah’ın Hayy ve Kayyum isimleri tecelli etmezse tekrar, hayat bulmaz o körleşmiş latifeler. Artık o milletin her hata ve kusuru gözümüze batar ve sevgi ve şefkat köprüleri hiç tamir edilemeyecek derecede hasar görürler. Bir gün o insanlar sizin himmetinize tekrar ihtiyaç duyup size el uzattıklarında da içinizde ne onlara ulaşacak bir gönül köprüsü, ne de o köprüleri geçmenize yardım edecek sağlam bir niyet, cesaret, ümit ve gayret bulabilirsiniz.

Tüm zulümler devam ederken bence gönül sahillerimizi her gün vuran o Tsunamilerin ardına nazarlarımızı dikmeli ve o his ve idraklerimizi o hikmet adalarında dolaştırmalı değil miyiz! Zalimler size ait her maddi imkanı yıkıp tarumar edebilirler; ancak ümitlerinizi, hayallerinizi, planlarınızı, sevdanızı, imanınızı ve Allah için sevme kabiliyetlerinizi asla çalamamalılar. Onlara bu fırsatı vermeyiniz! Zira kazandıkları an işte sizden bu güzellikleri de çalabildikleri andır. Kazanacağınız ve karanlık bulutların dağılacağı zaman da; Allah ile tekrar ve hatta daha güzel bir bağ kurup; ‘Ey Rabbim! Senin için sevme, seni sevme ve senin tarafından sevilme kabiliyetinden beni mahrum etme!’ diyebildiğiniz, o şefkat adalarına ayak basabildiğiniz andır. İşte o zaman o çok güçlü imiş gibi görünen Tsunami dalgalarının ve hiç yıkılmayacakmış gibi duran zalimlerin aslında ne kadar daa sahte ve zayıf olduklarını, nasıl kolaylıkla dağılıp gittiklerini müşahede edeceksiniz.
Sağlıcakla!

7 Eylül 2018 Cuma

DİĞER MÜSLÜMANLARA ERDOĞAN’I ANLATMAK!

Bu yazı 31 Agustos 2018 tarihinde Yeniyon'de ve The Circle' da yayınlanan köşe yazısıdır.

Kendisini Müslüman olarak tanımlayan dünyaya ister politika, ekonomi, sosyoloji, dini ve kültürel yaşam  gibi maddi dürbünlerle, isterseniz de iman ve hikmet dürbünleriyle bakınız, olumlu bazı hususiyetlerin dıında bir çok toplumsal sorunlar, sistemsizlikler, kafa karışıklıkları, içinden çıkılmaz sorun yumakları, vizyonsuzluklar, ahlaki ve dini yaşayış ve kavrayış sorunları; hatta imani çelişkiler ile karşılaşırsınız.

Tam üç yıl önce yazdığım, ‘’Suriyeli Çocuk ve Vicdansız Müslümanlar’’ başlıklı yazıda da bu konuya işaret etmiş ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ‘Müslüman Devletler’ konusundaki bir söyleminden ilhamla şu paragrafı yazmıştım:

Dünyâ üzerinde ‘Müslüman devlet’ olduğunu sanmıyorum. Zîrâ devlet olmak sistemli bir birliktelik sağlayabilmeyi gerektirir ve bir arada yaşama kültürü geliştirebilme kaabiliyeti ister. Müslüman devlet ise Kur’an’dan süzülen güzelliklerin o kültürle yoğrulup hakkaniyete dayalı bir toplum inşâ edilmesini ittihâz eder. Bizlere sadece kaderin bir araya topladığı ‘Müslüman yığınlar’ demek daha doğru olur. Sistemsizlik, cehâlet, kin, düşmanlık, fakirlik, zorbalık, hırsızlık, diktatörlük, özenti, lüks, isrâf… Sağlıklı bir birlikteliğin ve devlet olabilmenin temeline dinamit koyan, İslâmi yaşama aykırı ne varsa hepsinde zirvedeyiz. Fethullah Gülen’in ‘Genç Adam’ şiirinde târif ettiği gibi; ‘’Sarmış cemiyeti onulmaz pek çok hastalık… Toplumun her yanı ayrı bir illetle ma’lûl… Meydanlar inliyor; gâyesiz kalabalıklar… Bir tablo ki komedi, trajedi iç içe… Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı? Heyhât!’’

O yazıyı yazmama sebep olan İzmir’de kıyıya vuran Suriyeli çocuğun acıklı resmi üzerinden yıllar geçti. Zaman; o Ege kıyılarının ev sahibi olan milletin sadece Müslüman göçmen bir misafirini koruyup kollayamamaktan çok daha öte bir biçimde içinde zalimlikler barındırdığını tarihin hüzünlü yapraklarına kustu! Aynı toplumun fertleri; yıllardır çocuklarını okutup gözetip kollayan eğitimcilere, sırf bir adamın sözlerine inanarak, ‘terörist’ muamelesi yapmaya başladı ve onları bu sefer aynı Ege kıyılarında ve Meriç’in sularında ölüme gönderdi. Yukarıda resmini çizdiğim bütün çürümüşlükleri yıllardır sinesinde barındıran toplum ani bir ahlaki çöküntüye maruz kaldı.

Hırsını, öfkesini ve kinini kontrol edemeyen; ama ele geçirdiği baş döndürücü güç ile toplumun iradesini felç ederek vicdani bünyesini kontrol altına alan bir adamın peşinde yaşanan ve hikmet dürbünüyle izleyen herkesi hayretlere düşüren ani bir çöküntü bu!

Topluma sürekli pompalanan yalan ve iftira haberlerini, oynanan iğrenç oyunları, ‘insanlar bu kadar mı düşer’ dedirten sefaletleri ve bin bir türlü algı operasyonlarını bizler görebilsekte bunları herkesin görebilmesi mümkün değil. Hatta, bunları görebilen birçokları; aynı vicdansızlık bataklığına ya korkudan ya da gönüllü olarak girdiğinden olsa gerek, hallerinden son derece memnun bir halde heyecan içinde raks ediyormuş gibi görüntüler sergiliyorlar; adeta bir Hint fakirinin kavalı önünde raks eden çıngıraklı yılanlar gibiler…

Bu yazıyı okuyan bir çok kişinin benim gibi düşündüğünü biliyorum. Artık Türk milletine başı duvara toslayacağı ve içine düştüğü hipnozdan uyanacağı ana kadar birşey anlatmanın mümkün olmadığını düşünüyorum. Hani tıpkı bazı Hollywood filmlerindeki gibi; tüm insanlığı bir hipnozun altında kötü işlere sevkeden ‘kötü karakter’ öldüğünde artık büyü bozulur ve insanlar eski normal hallerine geri dönerler ya, işte öylesi bir durum yaşanıyor gariban ülkemde!

Peki diğer Müslümanların Türkiye’deki gelişmelere karşı bakışları nasıl? Hepsi benzer şeyler mi düşünüyorlar ve fikirlerini değiştirmek mümkün mü? Benim gibi yıllardır yurt dışında yaşayan kişilerin bu konuda farklı farklı tecrübeleri olmuştur elbet. Ben sizlerle kendi yaşadığım tecrübeler ışığında birkaç örnek paylaşmak istedim bugün.

Amerika’da yaşayan Müslümanların önemli bir kısmı diğer ‘Müslüman’ toplumlardan göç etmiş olan göçmenlerden oluşuyor. Tanışacağınız İranlıların büyük bir kısmı zamanında Şah rejiminden kaçmış olan liberal, seküler kişilerden oluşuyor. Arap, Pakistan ve Hindistan kökenli Müslümanların oranı diğerlerine göre fazla olsa da ancak birkaç nesildir buralardalar. Bazıları asimilasyondan geçmiş veya kendi kültürüne uzak kalmayı tercih etmiş olsa da, önemli bir kısmı kimliğini koruyor. Amerika’daki tüm diğer göçmen topluluklar gibi, Müslümanlar da, maalesef ekseriyetle, kendi ülkelerinden bir sürü sorunu beraberlerinde getiriyorlar ve bu yüklerden kurtulmakta zorluklar yaşıyorlar. Bunlar çeşitlilik arzetse de bu yazıya konu olan kısmıyla; siyasi çekişmeler, birbirini dışlama, ülkelerindeki toplumsal ve siyasi çekişmelerden sıyrılamama, yani ‘hicretle bütünleşememe’ eksenli birtakım sorunlar yaşıyorlar.

Bazı Atatürkçü-Müslüman Türkleri hatırlıyorum mesela. Amerika’daki demokrasi ve birlikte yaşama kültürünü ballandıra ballandıra anlattıkları halde, mevzu dindarlar, ‘’Cemaatçiler’’, Kürtler vs. olunca Türkiye’deki aynı hırçın-ayrıştırmacı-ötekileştirici tepkileri verdiklerini hatırlıyorum. Bu yelpazeyi genişlettiğinizde Araplar, Mısırlılar, İranlılar, Pakistanlılar, Afrikalı Müslümanlar vs. derken bir sürü iç çekişme veya birbirini görmezden gelme, ötekileme, ülkedeki farklı siyasi tartışmalar üzerinden yaşanan kopuşlar geliyor hep aklıma. Buna Mısır’daki darbe arefesinde Mısırlılara ait bazı mescidlerde yaşanan Sisici ve İhvancı gruplar arasında hasıl olan tartışma ve kopuşları da eklemek gerekiyor. Bunların çoğu elbette yaşanması muhtemel hadiseler. Benim işaret ettiğim konu daha çok o sorunlu köklerden kopamama üzerine odaklı.

Elbette tahmin edeceğiniz gibi bu sorunlara yeni bir tanesi daha Erdoğan sayesinde eklendi maalesef. Onun önemli bir muhafazakar kitleye aşıladığı nefret tohumları Amerika ve diğer Batı ülkelerinde de zehir saçmaya başladı. Tanıdıkları insanları ‘cemaatçi’ diye fişleyen, isim toplayıp bir yerlere gönderen, onların Rus zulmünden kaçarak ABD’ye sığınmış olan Ahıska Türkleri ile tesis ettikleri kardeşlik köprülerini yıkmak için ellerinden geleni yapan ve bu kadar çirkefleşmeseler de, yıllardır evlerine gidip geldikleri, yemeklerini yedikleri nezih insanları artık dışlayan, görüşmeyen, yalnız bırakan, tanıdık ortak Amerikalı dostlara; ‘benim artık o darbecilerle ilişkim yok!’ mesajları gönderen insanlar…

Bazı Müslümanlar da bu gelişmelerden etkileniyorlar elbet. Geçenlerde Suriyeli bir imamın hala Erdoğan’ı destekleyen görüşler paylaştığını duyduğumda kendisiyle bir süre önce yaptığım konuşma geçti gözümün önünden. Demek Türkiye’de, içlerinde masum kadın ve çocukların da olduğu Müslümanların yaşadıkları inanılmaz zulümlere dair anlattığım ne varsa hiçbiri işe yaramamıştı. Oysa onun çok yakın bir arkadaşı olan Mısırlı ve İhvan kökenli bir Müslüman bir akademisyen ile görüştüğümde Erdoğan hayranı olan o kişiyi ikna etmem sadece 20 dakikamı aldı. İkna etmek için de anlatmamıştım üstelik! Konuyu İhvan’ın Mısırda yaşadığı sosyo-politik sorunlar paralelinde ele aldım ve Suudi Arabistan-Sisi denklemine dair bir takım dinamiklere ve Erdoğan’ın o çarklardaki yerine işaret ettim. Ayrıca, farklı Müslüman toplumlarda gelişen İslamcı reflekslerin zihinleri felç edici bazı zehirli düşünce oklarına ve yalanlar üzerine dönen politikaların zehirleyici yönlerine dair birtakım somut örnekler de verdim. Mısır’dan, Arabistan’dan, Pakistan’dan, Suriye’den, Irak’tan, İran’dan ve tabi Türkiye’den örneklerle de destekledim. Olayı geniş bir çevçevede değerlendirince zihnine yatan bu zat, biz bu tür gelişmeleri hiç okuyamıyoruz, anlattığın şeyler çok vahim ve apaçık bir zulüm; hatta Yezid’in yaptıkları gibi dedi ve şunu ekledi: Biz Erdoğan’ı hiç öyle tanımıyorduk; bu yapılanların açık bir ‘’münafıklık’’ olduğunu bile söyleyebilirm diyerek teşekkür ederek yanımdan memnun bir şekilde ayrıldı.

Bundan birkaç hafta sonra Pakistanlı ve Hindistanlı tıp doktorlarının olduğu bir ortama davetliydim. Bana Türkiye’deki gelişmeleri sordular. Ben de yaşanan somut örneklerden ve gelişmelerden bazı örnekler verdim. Hatta bir espri yaparak şu an Erdoğan’ın ‘terörist’ dediği bir insanla konuşuyorsunuz dedim. Hepsi öğrendikleri şeyler karşısında hayretlere düşüp çok memnun kaldılar. O kişilerden ikisi beni farklı zamanlarda tekrar gördüklerinde gelişmeleri özellikle tekrar sordular. Onlar da tıpkı o Mısırlı gibi; gelişmeleri senin anlattığın perspektiften duyamıyoruz, çok saol diyerek ayrıldılar yanımdan.

Yıllardır yaptığım gözlemlere dayanarak söylüyorum. Genelde Arap toplumlarından gelen insanlara Erdoğan gibi siyasi figürlerin gerçek yüzlerini göstermek diğerlerine nazaran biraz daha güç olabiliyor. Çünkü o toplumlar tıpkı Türkiye’de AKP’nin çıkışını kolaylaştıran şartlar gibi yıllarca seküler rejimlerin zulümleri altında inlemişler ve itildikleri İslamcı ekollerin kucaklarında büyümüşler. O badirelerden tek çıkış yolunun yalnızca siyasetle mümkün olabileceğine, siyasi güç çarklarını ele geçirmeden bir kurtuluşun mümkün olamayacağına inandırılmışlar. Yani kurtuluşa dair geliştirebildikleri tek refleks, tek felsefe o olmuş. Düşünsenize; aynı çevreler yıllardır Kaddafi gibi, Saddam gibi liderlerin de peşlerinden gittiler ve onların Batı’ya ‘kafa’ tutan, halkına zulmetseler de onda bir hikmet arayan anlayışlarının beşiğinde geliştiler. Bugün o liderler hakkında fikirleri değişikliğe uğradıysa bu; o liderlerin toplumu getirip duvara toslatmış olmalarındandır. Yani başta işaret ettiğim gibi, o toplumların da bizdeki gibi, ancak duvara toslayınca hipnozdan kurtulabilen toplumlar olmalarıdır. Bu kesimlere Hizmet-Bediüzzaman çizgisinin temsil ettiği iman inşası ve eğitim ile yeni bir kimlik kazanma konusunu anlatmak çok zor ama elzem bir husus. Hatta, Erdoğan’ı anlattıktan sonra bu farka temas ettiğimde o Mısırlı akademisyen yeni bir bakış açısı kazanma coşkusuyla heyecanlanmıştı.  Müslümanların böyle farklı bir bakış açısını ve onun potansiyel gücünü tanımaları gerekiyor. Bunu başarabilecek şartların oluşması da, maalesef,  ancak İslamcı ve Ulusalcı trenlerin yönettikleri-zulmettikleri toplumları raydan çıkarmalarıyla oluşturacakları şok etkisine bağlı!

Ayrıca; bir çok Arap çevresi yıllardır Türkiye’yi hep ‘kemalist seküler ‘kafirlerin’ yönettiğine inanmışlardır. Benzer İslamcı refleksler de taşıdıklarından ötürü, Arap dünyasının Erdoğan’ın çizdiği görüntüden, yapmacık İsrail ve Batı diklenmelerinden etkilenmemeleri zaten zordu. Bunun yanında bazı Arap toplumlarında Erdoğan’ı ‘Müslümanların hamisi’ gibi gösterme yönünde bazı algı pazarlama faaliyetleri de olmadı değil. Hatta bu konuda Ali Bulaç yıllar önce bir uyarı yapmış ve Türkiye’nin ‘Arapların abisi’ gibi pazarlanmasının bazı ters tepkiler doğuracağına işaret etmişti. Tüm bunlara Türkiye’den yayılan mevcut haberlerin neredeyse hepsinin artık sadece Erdoğan medyasından yayıldığını da eklemek gerekir.

Bu son paragrafta özetlemeye çalıştığım refleksler Erdoğan AKP’sinin Türk insanını etkileme ve yönetme amaçlı kullandığı söylem ve gayretlerle ne kadar da örtüşüyor değil mi?

Bu konu daha çok su götürür. Şimdilik burada kesiyorum. En başta alıntıladığım Hocaefendi’ye ait mısra ile bitireyim: ‘’Bir tablo ki komedi, trajedi iç içe… Bunca fezâyîle cemiyet yaşar mı?’’

Bir itirafta bulunarak sizleri, inşallah, faydalı düşüncelerle başbaşa bırakayım. Ben aslında mevzuları Müslümanlara anlatma gayretlerinden şu dönemde çok bir fayda çıkacağını zannetmiyorum. Yaşadığım örneklerdeki gibi ancak soruldukça anlatıyorum. Ama Amerikalı eğitimli dostlarıma mutlaka bahsediyorum gelişmelerden. Bunun bir çok sebebi var elbet. Onları da o tatlı düşünce dünyanıza havale edip müsaade isteyeyim. Sağlıcakla kalın!


28 Nisan 2018 Cumartesi

CEMAAT ELEŞTİRİSİ

Bu yazı 28 Nisan 2018 tarihinde Yeniyon'de yayınlanan köşe yazısıdır.

Sevgili kardeşlerim? Uzun bir süredir muhabbet edemiyorduk sizlerle. Afiyettesinizdir inşallah!

Türkiye’nin çok çetin günlerden geçtiği, son demokrasi umutlarının da tamamen tarumar olduğu, hukuk-adalet gibi kavramların diktatörlükler düzeyinde temsil edilen boyutlara indirgendiği, hırslarından, arsızlıklarından ve güçlerinden korkulan hırsızların-yolsuzların lider olarak baştacı edildikleri, masum insanların mallarına el konulup terörist olarak afişe edildikleri acınası, talihsiz bir zaman diliminin içinden geçiyoruz ne yazık ki!

İşte böyle bir süreçte her yönüyle dibe vurmuş bir ülkede mağdur edildiği ve zulme uğratıldığı halde hala ‘eleştiri’ sahnesine oturtulan tek, ama, tek oluşum gene de Hizmet Hareketi oluyor nedense!

Bunun sosyo-psikolojik boyutlarını sonraki bir yazıya bırakıp devam edieyim. Çünkü sizlere aslında benim ne kadar da rikkatli ama bir o kadar da dikkatli bir eleştirmen olduğumu anlatmak için yazıyorum bu yazıyı. Küçüklüğüm İstanbul Boğazı’nın ara sokaklarında, varoşlarında hayatla mücadele ederek, değişik insan psikolojileri ile güreş yaparak geçti. Sistemsiz çalışan bir devlet aygıtının tüm çarklarının çıkardığı gıcırtıları da duyan ve bunu bir ozan gibi eleştiri sazlarıyla dile getiren karakterim, her şeyi ve herkesi eleştirel bir gözle irdeleme kabiliyetim daha o yaşlarda teşekkül etmeye başlamıştı. Üniversite yıllarına gelip din-diyanet de öğrenince artık kendimi ve kendi Müslümanlık anlayışımı bile eleştirip hep daha iyiye ulaşmaya çalıştığım da olmuştur hani. Yaş ilerledikçe artan tecrübeler, yurt dışında doktoralar, Batı kültürü içinde edindiğimiz bilgi ve deneyimler derken eleştiri oklarımız bir hayli sivrileşti tabi… Hedefleri de daha iyi vurur hale geldik doğal olarak!

O çocukluk günlerimde halk arasında kullanımı çok revaçta olan bir ifade vardı. Bir hususu ifade ederken cümlelerimizin başına; duygularımıza, düşüncelerimize birazcıkta abartı katmak maksadıyla, ‘’çok pis’’ ifadesini eklerdik. ‘Çok pis yemek yaparım!’, ‘çok pis tavla oynarım!’, ‘çok pis gol atarım!’ ve daha neler neler!… Bunu yaparken o şişirdiğimiz abartı balonları içerisine birazcık da kendini beğenmişlik havası üflediğimiz olurdu tabi!

Bu ifadeyi ödünç alarak ben de buraya kadar yazdıklarımı bağlamak maksadıyla, ‘çok pis eleştiri yaparım!’ diyerek yazıma devam edeceğim.

Yurt dışımda bulunduğum yıllarda Hizmet içinde kalitenin artması ve sistem-model gelişmesi endeksli eleştiriler yaptığımı, fikirler beyan edip, projeler geliştirdiğimi ve bunu ilgili bazı kişilerle çekinmeden paylaştığımı beni tanıyanlar iyi bilirler. Hatta sonradan İhsan Yılmaz hoca liderliğindeki Hizmet’e ait think thank’in de içine dahil olmuş, yazdığım bir rapor ile daha sistemli gayretlerin parçası olmaya başlamıştım ki çok kısa bir süre sonra zalim Erdoğan tarafından kapatılmıştık.

Neyse Efendim! Konumuza dönelim.

Çocukluk ve gençlik yıllarımda Türkiye bizim tek dünyamızdı. Zaten bize bizden başka dost da yoktu! Yıllar geçti ve yurtdışına savrulduk. Tam 16 yıldırda buralardayız. Artık dünyaya buradan, Amerika’dan, bakıyoruz. Bakış açılarımız değişti. Sadece değişmekle de kalmadı; üstelik daha geniş bir açı ve netlik de kazandı. Dertlerimiz, üzüntü kaynaklarımız, ideallerimiz kısacası her şey değişmeye, çeşitlilik kazanmaya başladı. Eskiden Ayşe’nin, Mehmet’in haline üzülmek yetmiyormuş gibi artık Michael’ın, Jennifer’ın, Roberto’nun dertleri, imanları, içine sıkışıp kaldıkları çıkmazlar da zihinlerimizi meşgul etmeye başladı.

Etrafıma ve hadiselere şöylece bir bakıyorum:

Yıllar önce Amerikalı dostlara ‘aslında hepimiz modern birer köleyiz!’ derken ne kadar da haklıymışım. Materyalist sistemin acımasız çarkları arasında tıpkı modern köleler gibi çalışıyoruz. Tüketim çılgınlığına, zaman israfına, insan harcamaya, vicdan köreltmeye dönük çıldırtıcı bir kısır döngünün içine hapsedilmiş gibiyiz adeta. Sisteme para kazandırdığımız, verim ürettiğimiz, tükettiğimiz, eleştirmediğimiz hatta idrak etmediğimiz sürece değer görüyoruz. Hepimiz kendimizi bu sistemin değerleri, kuralları, gereksinimleri nisbetinde ölçüp biçiyoruz. İman-Allah yörüngeli ‘yaşayanlarımız’ bile kendimizi Allah sevgisi, hak, adalet, hakikat temelli değil de; sistemde başarılı olmanın yolları nelerdir şeklindeki anlayışların ışığı altında şekillendiriyoruz. Öyle olunca da refah, makam ve itibar kapılarının önünde zalimlerin, güç sahiplerinin peşine bizler de takılıp gidebiliyoruz çoğunlukla. Dünyevileşme, tembellik, tenperverlik hepimizin içine sirayet etmiş durumda.

Tüm bu kermekeşin içinde etrafıma bakıyorum eleştiri dürbünümle.

21. yüzyıla muazzam bir gelir ve kaynak birikimi, ilmi ve teknolojik gelişmeler, düşünce yapısında yaşanan tekamüllerle girmiş olsak da hala milyarlarca insan aramızda açlık ve hastalık sınırının altında yaşıyor. Gelir dağılımının en adaletsiz bir şekilde dağıldığı çağdayız belkide. Çıkan savaşların neden çıktığının, ortalıkta mantar gibi bitirilen terör örgütlerinin amaçlarının ne olduğunun, gelişmiş demokrasilere rağmen dünyanın belli bölgelerinde zalim diktatörlüklerin neden desteklendiklerinin bilinmediği dönemler bunlar. Ben, küçük ve karanlık odamda bu yazıyı yazarken, dünyanın başka yerlerinde ve belki de yaşadığım şehirde toplamda milyonlarca insan açlıktan, hastalıklardan ölüyor, türlü türlü sıkıntılar altında inleyip duruyor. Binlercesi intihar ediyor. Daha fazlası da öldürülüyor ve tecavüzlere uğruyor.

‘Medeni’ Batı ülkelerinde ve ‘İslami’ ülkelerde bile onbinlerce kadın ve genç kız iğrenç suç trafiklerinin kurbanı oluyorlar. Yine Afrika kıtasının neredeyse tümünde, Suriye’de, Türkiye’de, Filistin’de şurda burda on binlerce insan kendi insanlarının zulmünden kaçarken ya nehirlerde boğuluyor ya da tacirlerin kurbanları oluyorlar. Afrika’da sadece kaçak göç yollarında tecavüze uğrayan kadın sayısı bile utandırmıyor kimseyi veya IŞID gibi grupların tecavüz ettikleri, köle pazarlarında sattıkları binlerce kadının varlığı. Veya mağduriyetleri suistimal edilerek Türkiye ve daha bilmem hangi ‘İslam’ ülkesinde evlere ikinci kuma olarak sokulan çocuk yaşta ‘kadınları’. Pakistanda, Hindistanda, Türkiye’de ve daha nerelerde yaşayan gözleri yaşlı çocuk gelinleri.

İnsanların, çocukların, bizden olmayanların açlıktan, zulümden ölmesinden de, tecavüze uğramasından da rahatsız olmuyor günümüz insanlığı. Ne, kadın hakları konusunda çok ‘hassas’ olan Batılı kadın hakları örgütleri rahatsızlık duyuyor; göç yollarında, hapishanelerde inleyen kadınların inlemelerinden, ne de Batılı veya gelişmiş ülkelerin insan hakları örgütleri harekete geçiyor zulme maruz kalmış milyonlarca insanın varlığı karşısında...

İnsanlık hem maddi hem de manevi bir saldırı altında adeta. Hem de sistemli ve azmış bir saldırı bu…

Bizleri Allah’a, imana yakınlaştıracak yolların hepsine taşlar döşenmiş. Bizi o yoldan alıkoyacak alternatif yollarsa en cazibeli şeylerle sistemli bir şekilde Kapitalizmin çarkları yardımıyla süslenmiş. Reklamlar, filmler, İnternet vs. derken her şey dikkatimizi şehevi olana çevirmeye çalışıyor. Kadın vücudu, ihtiraslar, hırslar, lüks, israf, şatafat, itibar, güç; hepsi bir arzu, bir hedef haline getirilmiş durumda. Hepsi birer tüketim aracı konumundalar ve imanın-insanın özüne sürekli ve sistemli şekilde darbeler indiriyorlar. Vicdan, iz’an, idrak felç olmuş durumda… İnsanlık insanlığını kaybediyor, vicdan ölüyor!

Sadece insanlığımız mı! Yediklerimiz, içtiklerimiz, ilaçlarımız vs. her şey doğamıza aykırı çalışan bir sinsi bir düşman olmuş adeta. Sürekli radyasyona maruz bırakılan, kaynakları sorumsuzca tüketilen, dengeleri yıpratılan bir gezegende, sadece insanlığımız değil yiyeceklerimiz bile yapaylaşmış, özünü-fıtratını kaybetmiş durumda. Onbinlerce çeşit yapay gıdalarla, kimyasallarla, tatlandırıcılarla, koruyucu maddelerle, genetikleriyle oynanmış tohumlarla, hem de medeni, ‘hukuk’ devletlerinin gözleri önünde saldırıya maruz kalıyor insanlık. Bunların neticesinde de türlü türlü hastalıklar, kanserler, alerjiler, sinir hastalıkları, karakter bozuklukları vb. sorunlarla boğuşmak zorunda kalan, acı çeken insanlık…

Özele mi inelim biraz da! Ülkedeki ilerlemenin önündeki en büyük engel olan Ergenekon gibi devlet görünümlü çete oluşumlarının yıllardır işledikleri cinayetler, asit kuyularına atılan canlar, türlü türlü algı operasyonları, halkı kamplaştırmalar, darbe balyozları… ve bunları bildikleri ve sürekli olarak liberal, aydın, gazeteci, ilim adamı, medeni, çağdaş geçindikleri halde güçten korktukları veya bir şekilde o güce angaje oldukları için seslerini çıkarmayan, çıkartamayan, ama görüntüyü ve imajı da bozmamaya çalışarak, sadece zayıfa, düşene salvo vurmaktan, eleştirmekten haz duyan, öğütler veren kibirli Türk entelijansiyası…

Efendim! Gördüğünüz gibi bizim eleştiri dürbünüyle etrafa baktıkça iş içinden çıkılmaz bir hal alıyor.

Gördünüz mü! Cemaat eleştirisi demiştik, ama konuyu dağıtıp nerelere kadar geldik. Yoksa ne güzel Cemaat biraz siyasete yanaşmış, bazı abiler iştişareye ehemmiyet vermemeye başlamış, eleştirilere kapalı kalmış, şeffafiyet tam becerilememiş, Excelcilik almış başını gitmiş vs. vs. diyecektik…

Şimdi farkettim ki aslında etrafımızda dikkat kabartmamız gereken ne kadar da büyük maddi-imani sorunlar varmış. İnsanlık nasıl bir sorunlar bataklığının içine düşmüş çırpınıp duruyormuş. Acaba bizler, yani kendine aydın, gazeteci, entel, ilim adamı, akademisyen vs. diyenlerimiz, Türkiye derken, Erdoğan derken, Cemaat derken eleştiri dürbününün tersiyle mi bakıyoruz olaylara sadece küçük bir alana odaklanarak. Uzakları yakınlaştırıp daha önemli hadiselere daha yakından bakıp analizler yapmak ve onlara çözümler üretmek adına gayretlerin içine girmek varken, dünya aydını olmak varken, dürbünü ters çevirip çok daha ufak meselelerin, eleştirilerin girdabında kendimizi, zamanımızı tüketiyor muyuz dersiniz.

Acaba artık okumuş bir Türkiye insanı olupta hala Fenerbahçe-Galatasaray maçlarını merak ederken, kahvehane muhabbeti edasıyla, istisnaları tenzih ederek, Hizmet Hareketi gibi küçük bir gruba nizam vermeye çalışırken, onu sanki Türkiye’de yanlış giden her şeyin sorumlusu imiş gibi eleştirilerle boğmaya çalışırken enerji mi israf ediyoruz dersiniz.

Acaba artık son yüz yıldır, yaşadığı topluma ve insanına yukarıdan bakan, birkaç istisnası dışında, dünya çapında kabul gören hiçbir değer, model, sistem, fikir, ilim, teknoloji, hareket geliştirememiş olan Türk tipi aydın modelinden çıkıp bu yazıda resmetmeye çalıştığım daha büyük çaptaki dünyaya, insanlığa ait maddi-manevi sorunların çözümüne katkıda bulunan bir gazeteci, ilim adamı, aydın, entel modeli, hedefi, gayreti üzerine mi yoğunlaşsak!

İnsanlığa ve, eğer gerçekten dindarsak, Allah’a, karşı asıl böyle bir sorumluluğumuz var mıdır acaba!

Yoksa tüm enerjimizi Türkiye üzerine veya Hizmet eleştirisi üzerine teksif ederken acaba Erdoğan gibi ilim düşmanı cahil adamların gündemlerine ve hırslarına, Ergenekon gibi fitne ocaklarının sürekli düşman üretme, birbirinin ümidini kırıp, tenkid ettirme, uzaklaştırma hazlarının, farkında olmadan, içine mi çekiliyoruz ki!

Dünya vatandaşı, dünya aydını, dünya gazetecisi olmak varken, Türkiye gündemi veya Hizmet Hareketi eleştirisi üzerine belki de gereğinden fazla enerji sarfederek kendi potansiyelimize, geleceğimize, mesleğimize, ideallerimize, ufkumuza zarar mı vermiş oluyoruz! Hani bazen; o Cemaat eleştirisi konusunda bazı insanlarda-gruplarda öyle sistematik bir ısrar görüyorum ki, acaba bu yazıda çerçevesini çizdigim çok daha büyük sorunların çözümü adına faydalı faaliyetler üretebilecek, sistem geliştirebilecek tek oluşumu Hizmet Hareketi olarak görüyorlarda, o yüzden de eleştirilerimizle onu daha fonksiyonel bir hale getirelim ki insanlığın nefes alabileceği bir zemin oluşsun diye mi düşünüyorlar acaba diye düşünmeden edemiyorum!

Neyse Efendim! Yazı içinde geçen kendini beğenme gibi görülebilecek bazı ifadelerimin hiciv sanatı kaynaklı olduğunu belirterek, ne olur ne olmaz, bitireyim sözlerimi. Sizler de bu yazıda işaret ettiğim sorularla zihninizi, benim sürekli yaptığım gibi, meşgul etmeye devam ediniz kıymetli dostlarım benim! Ayrıca, benim geçen gün yaptığım gibi; zulümden kaçıp artık Amerika’da yaşadıkları halde hala Fenerbahçe-Galatasaray gündemi tartışan bir grup genci usülünce azarladığım gibi yapınız sizler de.

Sağlıcakla kalınız!

31 Ekim 2017 Salı

CEMAAT ELEŞTİRİSİNDE DENGE

Bu yazı 31 Ekim 2017 tarihinde Yeniyon'de yayınlanan köşe yazısıdır.


Her ne kadar yazı içerisinde Ahmet Kuru’nun son yazısını adres vermiş olsam da sadece birkaç noktaya değindikten sonra bazı genel hususlara işaret ederek devam edeceğim ve benzeri yaklaşım ve üsluplarla ‘eleştiri’ yazıları yazan insanlara bir bakış açısı sunacağım.

Ahmet Kuru’nun ‘’Liderler, Prensipler ve Peygamber Örneği Problemi’’ başlıklı yazısına bir çok insan tepki verdi ki bunlardan birisi de bendim. Yazının dini referanslar yönünden eksiklikleri olduğu gibi, genel kompozisyon açısından eleştirilebilecek kurgusal ve mantıksal kusurları da mevcut. Hatta bu kurgusal hatalar o kadar belirgin ki yazı, akademisyen kimlikli bir insanın kaleminden çıktığı için yaşadığımız stresli zulüm döneminin de etkisiyle insanlarda ister istemez, haklı veya değil, bir niyet sorgulamasına yol açıyor. Bu noktayı sonra açacağım.

Yazıda genel anlamda ‘dini liderler de sorgulanabilir’ sorgulaması yapılmak istenmiş ancak bu; içerisinde hakikat kırıntıları barındıran fikir çok yanlış bir kurgu üzerine oturtularak Gülen’e eleştiri ötesi bir saldırı malzemesi halini almış. Kimse kimseyi kandırmasın! Bu tür yazılara insanlar tepki verdiklerinde çoğu insan sadece hislerine göre değil, bilgi ve tecrübelerine göre de fikir belirliyor ve tepkilerini yazıdaki kusurlardan esinlenerek veriyorlar. Böyle tepkiler karşısında birilerinin hemen liberal aydıncılık oynayıp, ‘bak gördün mü eleştiriye açık değiller’, ‘Gülen’i kutsuyorlar’, ‘yazanı linç ediyorlar’ vb. şekillerde banal savunmalar yapmaları hiç de doğru değil. Bunu etik olarak doğru bulmadığım gibi yapan bazılarını da bir süredir takip ettiğimden dolayı onların psikolojik yönden birtakım rahatsızlar ve önyargılar taşıdıklarını bile düşünüyorum.

Bir de bazı gazeteciler varki kendi savlarını destekler nitelikteki veya tanıdıkları insanlar tarafından yazılan bu tür yazılara karşı tarafgir destekler veriyorlar. Bunu yaparken de bazen insaf ölçüsünü kaçırdıkları da oluyor. Çünkü tepkilerini her ne kadar aydın kimliği ve havasında yazsalarda aslında duygusal tepkiler (destekler) verdiklerini fark edemiyorlar. Mesela, Ahmet Kuru’nun bu hakkaniyet sınırlarını zorlayan yazısı karşısında Gülen’e yapılan yanlış ve haksız benzetmeye veya yazıdaki kurgusal hatalara hiç laf etmeden sadece yazıdaki ‘’herkes gibi, dini cemaat liderleri de sorgulanabilir’’ anafikrine odaklanarak yazıyı öven, savunan bir kaç yazar oldu. Çünkü kendileri de Cemaat eleştirisi üzerine yazılar yazmış, Twitler atmış ve konu ile duygusal bir bağları oluşmuştu. Oysa dindar olan o insanların en azından yazıdaki uygunsuz benzetmeyi tasvip etmediklerini belirtmeleri uygun kaçardı. En başta da yazarın kendisi yazısını öyle uygunsuz bir örneğin üzerine oturtmayabilirdi.

Çoğunuzun gözünden kaçmış olabilir ama ben söyleyeyim. Baştan sona Gülen eleştirisine odaklı olan yazının başlığı her ne kadar  ‘’Liderler, Prensipler…’ şeklinde yazılmış olsa da yazının link adresi ‘’Liderler, Ahlaksızlık…’’ ifadesini içeriyor. Web dizaynından anlayan birisi olarak şunu diyebilirim. Demek ki yazının ilk orjinal dosyası bu başlıkla oluşturulmuş ve İnternet’e yüklenmiş. Yazıdaki başlık sonradan; ‘ahlaksızlık’ yerine ‘prensip’ ifadesi ile değiştirilmiş. Muhtemelen bu, gelecek tepkileri azaltmak düşüncesiyle yapılmış. Yani yazar aslında Gülen eleştirisine adadığı bir yazının dosyasını oluşturmaya o ‘ahlaksızlık’ ifadesi zihninde ön planda iken başlamış. En azından seçilen ifade bunu düşündürüyor.

Hal ve yazıdaki hava böyle olunca da insanlar yazıdaki bu çok yanlış ve haksız girişi tasvip etmedikleri için tepkiler verdiler ve dindar bir insan neden böyle bir yazı örgüsü kurar düşüncesine kapıldılar. Eski Zaman Gazetesi yazarlarından Abdülhamit Bilici de bu noktaya işaret ederek Gülen gibi hayatı hep takva dairesinde geçmiş bir insanın Elijah Muhammed örneği üzerinden eleştirilmesini hakkaniyetsiz bulduğunu ifade etti. Çünkü Gülen’in bu şekilde; ahlaksızlığa, aldatmaya ve dini düşünceleri istismara vurgu yapan o tarz bir benzetme ile başlanan bir kurgu içerisinde  eleştirilmiş olması gerçekten muhafazakar bir insandan beklenmeyecek bir tarz ve insanlar da işte tam olarak bu kurgusal yanlışlıklara ve ilave bir kaç bilgi yanlışlığına tepki verdiler.

Fakat en başta belirttiğim gibi, bazı yazarlar bunu kabullenmek yerine sadece yazıdaki ‘lider de eleştirilebilir’ noktasını ön plana çekerek yazıya destek verdiler. Oysa gözardı edilen gerçek şu ki, yazıyı eleştiren insanlar içerisinde yazıdaki bu ana fikre karşı çıkacak tek bir kişi bile belki de yoktur. Cemaati tanımayan insanlar bilmezler; ancak birçok Cemaat mensubu İslam ülkelerinde hep hakim olan bu tür uygulamaları eleştirir. Özellikle de önümüzde Erdoğan üzerinden yaşanan canlı bir örnek üzerinden zulüm gördükleri bir noktada bu tarz eleştirel bakışları kendi içlerinde dile getiren nadir hareketlerden oldukları bile söylenebilir.

Nitekim, Yeniyön’den Emre Uslu da bu konuda şöyle dedi: ‘’Eğer Kuru görüşünü hiç bir örnek vermeden söyleseydi buna itiraz edecek hiç bir kimse çıkmazdı. Özellikle de Cemaat içinden bu görüşü benimseyen önemli bir kitle olduğunu biliyorum’’.

O nedenle de yazıdaki başarısızlığı ana fikri ile örtme çabaları sadece yapanın imajına zarar verir çünkü muhatap alınan kitle zeki bir kitle. Bu noktada Emre Uslu’nun tam olarak katılmadığım bir görüşüne de değinmek isterim:

Şöyle diyor:

‘’Ancak Kuru Erdoğan yerine Fethullah Gülen örneği ile argümanını anlatmaya başlayınca Cemaatten yoğun itirazlar gelmeye başladı. Bu itirazın kendisi bile Kuru’nun ikincisi tespitinin doğruluğunu ispatlıyor: “takipçiler genel prensipler yerine lidere itaati önemserler” Gülen’in takipçileri prensipleri değil de iteati önemsediklerinden bizzat Gülen’in koyduğu prensiplere bakıp Kuru’ya cevap vermek yerine Gülen’i savunmaya kalktılar zira onlar için prensip değil lider iteati önemliydi.’’

Her ne kadar Emre Uslu doğru bir tesbitle ‘’Gülen’in koyduğu presiplerin’’ varlığına işaret etmiş olsa da bizzat Kuru’nun kendisi bunu gözardı ediyor yazısında. Yani Gülen’i ‘’genel prensipler’’ va’z etmekten imtina eden (veya bunu başaramamış, yanlış bir zemine oturtmuş) bir lider olarak lanse ediyor. ‘’Liderler mi, Prensipler mi?’’ alt başlığı altında Gülen’in insanlara genel prensipler yerine lidere itaati ön plana çıkaran bir liderlik hatta İslam’i anlayış (salt Peygamber örneklerini öne çıkararak yönetme, şekillendirme gayreti) benimsediğini iddia ediyor. Bu çok eksik bir bakış açısı ve Gülen’i yıllardır okuyan, irdeleyen insanlar Gülen’in Kuru’nun çizdiği tablodaki yerini göremiyorlar. Bu görememe sadece lidere aşırı bağlılık veya itaat gibi bir göz körlüğünden kaynaklanmıyor.
Yapılan itirazları o nedenle salt bu düzleme indirgemek bence aceleci bir çıkarım. Elbette her hareket, cemaat, tarikat, siyasi oluşum hatta Batılı şirketler bile bu itaat ve önderin karizmasına ve çizgisine bağlılık gibi hususlardan derecesine göre nasiplerini alıyorlar ve bu Cemaat için de geçerli. Ancak Kuru’nun yazısına verilen tepkilerin ana motivasyonu, yazıdaki ana fikri bile başarısızlığa uğratan bu kurgusal ve hatta gerçeklikten kopuk yorumlar iken insanların büyük ölçüde bu motivasyondan beslenen tepkilerini prensip yoksunluğundan veya lidere iteattan dolayı yani salt o reflekslerle verdiklerini söylemek biraz haksızlık gibi geliyor bana.

Kuru’nun diğer önemli açmazı da Gülen’in Cemaat’i ‘’genel prensipler’’ geliştirmektense Peygamber örnekleriyle (‘yanlış’ bir motivasyonla) şekillendirme gayreti içerisinde olduğuna ve bunu yaparken de onlara itaatkar ve sorgulamayan bir hüviyet kazandırma gayreti içerisinde olduğuna dair zorlama bir yorum da var. Bu Cemaat insanı gerçekliğinden de, Gülen’in Kur’an’dan süzülen prensipler üzerine Cemaatini oturtma gayretini de görmezden gelmek anlamına geliyor. Gülen’i anlatan bazı Arap alimler ve bazı Batılı sosyologlar bile bunun aksini söylerken, yıllardır onun eserlerini ve pratikteki uygulamalarını yakından takip eden insanlar bu yorumların yanlışlığını görerek tepkiler veriyorlar. Ayrıca, Twitter üzerinde kimlikleri belirsiz yüz küsür insanın verdiği tepkiyle bir hareketin düşünsel, fikri ve duygusal tepkilerini tam gerçekliğiyle kavramış olmazsınız. Denge şart!

Aynı şekilde; Gülen’in ‘’peygamber yolunun kaderi’’ örneklendirmesini salt olarak Cemaatin halet-i ruhiyesini rahatlatmak için veya yönetim kadrosunun hataları sorgulanmasın diye kullandığını söylemek de hakkaniyetli değil. Gülen’in yıllara yayılan eserlerini analiz eden insanlar bu kullanım şeklinin birtakım prensipler geliştirme ve onu bir felsefik temele oturtma gayreti olduğunu görebilirler. Bu örneklendirmenin iman inşası niyetiyle hizmet gayreti yürüten bir hareketin fikri taşlarından biri haline getirilmesi saf niyetle hatta akademik nazarla bakan birisi için gayet doğal ve verimli bir gayret olarak görülebilir. Eksik bakışlar bunu dini duyguların suistimal edilmesi şeklinde görebilirler ki bunun da önüne geçmek güç. Bu zaviyeden bakınca dini bir hareketin başında olan ve doğası gereği dini referanslar kullanması gayet doğal olan her lideri yönettiği insanların duygularını suistimal etmekle veya onları yanlış yönlendirmekle suçlamak mümkün.

Meselenin bir yönü daha var:

Kuru’nun yaptığı tarzda liderin şahsiyetini hem de eksik ve yanlış bir kurgusal düzlemde hedef alarak yapılan ve ‘’akademik yorum-analiz’’ gibi sunulan yazıların zaten arzu edilen faydalı değişimleri (eğer varsa) netice vermeleri, bir değişimi tetiklemeleri pek mümkün değil. Çünkü onları okuyan insanlar doğal olarak yazılardaki şahsiyete saldırma amacını görecekler ve tepkilerinde onu ön plana çıkaracaklardır. Yoksa tekrarla söyleyeyim ki liderlerin ve yöneticilerin eleştirilebilirliği noktasında Cemaat içerisinde ilkesel bir noksanlık yoktur. Onları zorla ‘Gülen’i kutsuyorlar asla eleştirmezler’ şeklinde lanse etmek haksız bir yorumdur. En başta bir grubu zorla liderlerini eleştirmeye davet etmek, ki bu son dönemde çokça yapılıyor, bile başlı başına irdelenmesi gereken bir ruh halidir ve sempatızan olan insanların da bu tarz zaviyeleri belli filtrelerden geçirerek değerlendirmeleri haklarıdır.

Bu meselenin bir yönü daha var ki Kuru bu noktayı da kaçırıyor. İslami oluşumlarda bazı liderlerin itaat bekledikleri ve o yönde usüllerle gruplarını yönettikleri doğrudur. Fakat bunun bir kısmı grup yönetiminin yapısı gereği doğal bir gelişmedir. Sivil sistemlerden askeri sistemlere kadar her oluşum bundan nasibini alır. Sorun; itaat kültürü zulüm ve suistimal noktasına ulaştığında veya verim üretemez duruma geldiğinde ciddi bir hal alır. Bunun değişmesi yönündeki irade de o grubun kendi seçim tarzıdır. Bu da zamanın şartlarını okuyabilme yeteneği, değişme azmi ve bunu görebilme kabiliyeti gibi bir çok husustan beslenir. Bazen de gruplar bunu tam göremeselerde zamanın şartları insanları ve grupları değişime zorlar ki bu da bir süreçtir. Batı’da dışarıya göç ederek kaynak araştırma, Klise sultasına karşı çıkma, Rönesans fikri, demokratik anlayışlar ve hatta ekonomik atılımlar hep yaşanan büyük sıkıntıların, hataların ve çaresizliklerin akabinde hayat bulmuştur. O nedenle de Cemaat’in bu süreçte değiştiğini görmeden ve bilmeden zoraki ‘değişime kapalılar’, ‘eleştiri yapmıyorlar’ yorumları yapmak veya daha da öteye gidip Mustafa Akyol’un yapmaya çalıştığı gibi onları, eksik sosyolojik bakış açılarıyla, bir kült gibi sunmaya çalışmak son derece yanlış düşünceler.

Bir hareket içerisinde gelişen bazı uygulamaların yanlışlığı veya eksikliği aslında liderin de değiştirmeye çalıştığı şeyler olabilir. Nitekim, Gülen sürekli bir şekilde bir kalp inşası (kalbin zümrüt tepeleri), ölçüler (ölçüler ve yoldaki ışıklar) ve daha bir çok hususu irdelerken veya salih insanı tanımlarken hep prensip insanı inşa etme gayreti içerisindedir ve eserlerinde ve uygulamalarında sürekli olarak meşvereti ön plana çıkarır. Bunun eksikliğini hatta bazı kibirli yönelimlere yol açabilecek hissiyatları eleştirerek yanlış ‘abilik’ uygulamalarını eleştirdiği de vakidir. Bunlar irdelenmeden yapılan analizler eksik kalmaya mahkumdur ve kısıtlı kalırlar.

Kuru’nun bir hatası da Gülen’i Peygamber kıssaları anlatma üzerinden eleştirirken istihza içeren bir üslupla sanki Hz. Muhammed’in uygulamasının zıddına hareket ediyormuşcasına Gülen’i zulümden yurtdışına kaçan hatta en önde kaçan bir şahsiyet gibi sunmaya çalışmasıdır ki bu da Gülen’in sevenlerinin kalbini kıran ve onları tepki vermeye iten bir yaklaşımdır. Bununla da kalmayıp hayatını Bediüzzamanı anlayıp onun prensiplerine hayatiyet kazandırmak üzerine harcamış bir insanı Bediüzzman’ı referans vererek sanki lider olarak sorumluluk almaktan kaçıyormuş gibi lanse etmek insanlara doğal olarak eleştiriden ziyade bir saldırı ve itibarsızlaştırma gayretinin varlığını düşündürüyor.

Bu yönleriyle Kuru’nun yazısı başka bir Nurcu olan Yaniasya gazetesinden Kazım Güleçyüz’ün 9 Eylül 2016 yılında yazdığı ‘’Hicret’’ yazısı ile bazı paralellikler arz ediyor. O yazısında Güleçyüz de Gülen’e daha açıktan ve bir itibarsızlaştırma gayreti içerisinde saldırmış ve onu Bediüzzaman’ın yaptığının aksine zulüm diyarından kaçmakla ve Hz. Muhammed’in yaptığının aksine (eksik bilgilere dayalı çıkarımlarla) Cemaat’ini terkederek en önde kaçtığı şeklinde lanse etmeye çalışmıştı.

Bu son nokta beni farklı bir bakış açısına getirdi. Kuru ve benzeri eleştirileri (daha çok itibarsızlaştırma gayreti diyelim) yapan insanlara önemli bir hususu daha ifade etmek isterim.

Cemaat son derece büyük bir haksızlığa uğradığı, kötü bir zulme maruz kaldığı bir dönemden geçiyor son 4 senedir. İnsanların doğal olarak halet-i ruhiyeleri normal değil. Bu insanlar açık bir şekilde kendi elleriyle kurdukları samimi hizmet faaliyetlerinin bazı odaklarca hukuksuz yöntemlerle bitirilmeye çalışıldığını bizzat görüyor ve yaşıyorlar. Bunun da ötesinde bu şer odakların önceleri açık bir şekilde Havuz medyası ve Ergenekon medyasını kullanarak, örtülü şekilde de bazı muhafazakar, liberal vs. çevreleri veya kalemleri ya bizzat kullanarak veya yanlış bir şekilde yönlendirerek (tabir caizse gaza getirerek) psikolojik harp yöntemleri uyguladıklarını gayet iyi biliyorlar. En azından bunların türlü şekillerde denendiğini hissediyor veya görüyorlar. Cemaatleri içerindeki insanlar arasına kasıtlı olarak yazılan yazılarla fitneler sokulmaya çalışıldığını, Gülen’in ve ‘abilerin’ itibarsızlaştırılmaya çalışıldığını biliyorlar. Havuz medyasında MİT tarafından üretildiği bariz olan ve içerisine bir kaç doğru bilgi sıkıştırılmış ama yanında kasıtlı bilgilerin de sokulduğu yazı ve haberleri gördü bu insanlar. Bu haberlere inanarak yanlarından ayrılan bazı insanlar oldu ve bunun acısını yüreklerinde hala hissediyorlar. Bizzat Erdoğan ve Havuz medyacıları ve Cemaatten ayrılan bir iki isim üzerinden kaç yıldır Cemaat’in ‘’tavanı hain’’ vb. delilsiz tezviratlar, iftiralar yapılıyor. Daha geçenlerde bizzat Gülen’i ve liderlik kadrosunu hedef alan ve Cemaat’i bölmeye çalışan yazılar yazdılar suret-i haktan görünen Twitter hesapları kullanarak. Gülen’i sanki uygunsuz kasetleri olan birisiymiş gibi göstermeye çalıştılar. Bunları yaparken en büyük dertlerinin hukuksuzluklarla dahi bitiremedikleri bir hareketin içerisine fitne sokmak ve Gülen’e duyulan güven ve sevgiyi sarsmak olduğu çok açıkca görülebiliyor.

Muhtemelen acaba kaç kişiyi daha koparabiliriz gayretiyle yapılan bu hareketleri Cemaat insanı görüyor ve biliyor. Çok yoğun bir şekilde insanlardaki Gülen sevgisini hedef alan bir kampanya yürüttükleri bu zeki insanlarca izleniyor ve takip ediliyor. Böyle bir ortamda Kuru ve Güleçyüz gibilerin ortaya çıkıp eleştiri görünümlü ama Gülen’in temsil ettiği makama ve kişiliğine hem de yanlış kurgulara dayalı anlatım ve hatalı üsluplarla saldırılıyor olmasına karşın bu sıkıntılı süreçlerden geçen ve algı operasyonlarının varlığından haberdar olan insanların şüphe ile bakmaları son derece normaldir. Yanlış anlaşılmasın! Burada muhatap aldığım insanların bizzat böyle bir planın parçası olmakla itham etmiyorum. Ancak bu tür yazıların burada resmettiğim etkenler dikkate alındığında yazanları sonradan utandıracak olan talihsiz yazılar olduklarını düşünüyorum ve şahsen bu tür yazıların art niyetle yazılmış olmasalar bile daha çok bu tür odakların amacına hizmet ettiğine inanıyorum.

Ali Ünal’ın 5 Ocak 2015’de Zaman’da yayınlanan yazısında belirttiği şekilde bitireyim; ‘’(1) Ortada fiilî bir durum, açık zulüm ve Cemaat adına mazlumiyet varken bu soruyu sormak (eleştiri meselesi, UT), zalime malzeme taşımak ve mazlumu zayıflatmak olur. (2) Böyle bir soru, Cemaat’e 40 yılı aşkın süredir ilmî–manevî rehberlik yapmış zâta gerekli muhasebeyi yapmadığı töhmeti ve hakaret manâsı taşır.

Kaldı ki hem Kuru’nun hem de Güleçyüz’ün yazıları Ali Ünal’ın çizdiği sınırın bile ötesine geçiyorlar.

Çok yoğurduk ama bu hamur daha çok su istiyor. Cemaat eleştirisi konusuna daha genel bir perspektiften sonraki bir yazıda devam edelim kısmetse.