Bu yazı 10 Kasım 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.
Bu yazıda değineceğim
hususlar hem kanser
hastaları hem de kansere karşı korunmak isteyen herkes için geçerlidir. Tıp
doktoru veya sağlık uzmanı değilim; ancak bir eğitim uzmanı olarak toplumsal
sorunları ele alan yazılar arasına bu konuyu da dahil etmeden edemedim. Kanser vakaları
hem Türkiye’de hem de dünyada ciddi bir artış gösteriyor. Öyleki; ben kanser olgusunu artık sadece bir toplumsal sağlık sorunu
olarak değil; aynı zamanda bir insanlık sorunu, bir modernite ve kapitalizm
sorunu, bir sosyo-psikolojik kayış ve bir eğitim sorunu olarak da görüyorum.
Takip eden yazılarda bu konuyu kısmetse daha da açacağım.
Sigara ve
kanser ilişkisi tartışmasız bir gerçek olduğu için bu kısmı atlıyorum. Haram
oldukları için ağızlarına içki ve domuz koymama noktasında son derece
hassas davranan Müslümanların, yine haram olan sigarada ısrar etmeleri zaten anlaşılır
bir durum değil… Sigara içmenin psikolojk ve zihinsel bir sorun olduğunu ve
manevi zaaflardan beslendiğini ifade ederek geçelim.
Kanserle savaşta
en önemli iki husus; doğru diyet tercihi uygulamak ve stresten uzak ve iyileşeceğine
dair hep umut dolu yaşamak. Burada elbette duanın yeri; şifa kaynağı Şafi olan
Allah’a sığınmanın önemi de unutmamalı. Özellikle
baştan sona bir dua olan Fatiha suresinin çok önemli bir şifa kaynağı olduğuna
alimlerce işaret edilmiştir. Kimbilir belki de, ‘’bizi doğru yoldan ayırma…’’
derken, hayatımıza yön veren tüm maddi ve manevi vücut dengelerimizin de
istikametten ayrılmaması için dua etmiş gibi oluyoruzdur aynı zamanda…
Birçok doktor
ve modern tıp, koruyucu hekimlik ve alternatif tıp konularını ihmal edip
görmezden geliyorlar. Halbuki kanserin bir çok çeşidinden belli diyetler
uygulayarak kurtulduklarını söyleyen bir sürü hasta var. Zaten geçenlerde
dinlediğim bir videoda, doktorlar arasında ölüm yaşının düşük olduğu, psikologlar
da dahil olmak üzere, aralarında sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığı ve
birtakım ruhsal sorunlar yaşayanların çoklukla bulunduğu ve bu yüzden de sağlığımızla
ilgili tüm hayati kararları tamamen onların görüşüne teslim etmenin çok da
akıllıca olmayacağı belirtiliyordu.
Genel olarak,
kansere genetik faktörlerden tutun da, stres, çevre şartları, hava kirliliği,
tarımsal ilaçlar, temizlik ürünleri, baz istasyonları, GDO’lu ürünler ve
benzeri insan üretimi bir çok etken katkıda bulunuyor. Kapitalizm güdümlü ilim ve teknolojinin bugün geldiği nokta açısından
bireyin kontrolü dışında kansere neden olan bir çok faktör var. Zaten ilim
adamları insanlığın çok eski dönemlerinde kanser diye bir hastalığın
olmadığını, bunun günümüz modern toplumlarının sebep olduğu bir hastalık
olduğunu ifade ediyorlar. O nedenle de bir süre daha, en azından dünya üzerinde
gerçek Kur’an’i bir denge tesis edileceği ana kadar, bu sorunun kontrolü zor; hatta
imkansız görünüyor.
İşte tüm
vücut-birey dışı etkenler aleyhimize çalışıyorken, kanserden korunabilme veya
tedavi adına yapabileceğimiz en temel şeyler yukarıda işaret ettiğim
motivasyon, dua, stressiz yaşam, sağlıklı diyet ve zararlı şeylerden kaçınma
hususlarına indirgenmiş oluyor.
Burada genel
olarak meseleye insanın kendisinin kontrol edebileceği hususlar noktasından
bakacağız. Bünye dışı zararlı etkenlerin kontrolü ve ele alınması meselesi
başka bir yazının konusu olsun. Biz, günlük yaşantımıza ve bizim kontrolümüze
bakan yönleriyle uygun diyet ve sağlıklı yaşam üzerine yoğunlaşalım.
Kanseri vücut içinde tetikleyen şeyler
oksijen yetersizliği ve vücut içi dengenin sürekli asit üreten bir diyete
zorlanması olarak kategorize edilebilir. Tabiatı gereği vücut içi dengelerimiz biz farkında
olmadan bile sürekli olarak zararlı unsurlarla savaşıyorlar. Ancak bizler
dengesiz ve sağlıksız beslenme ile vücudumuzu sürekli bir saldırı altında
bırakmış ve onu başka dengelerin etkilerine maruz bırakıyoruz.
Burada
Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yıllar evvel kullandığı bir ifadeyi
hatırlıyorum. ‘’Dengeleri, dengeler bozar’’
demişti bir keresinde. Kimya öğrendiğim yıllarda da, sosyolojiye ve psikolojiye
dair şeyler okuduğum yıllarda da hep bu sözün gerçerliliğini idrak ettim. Kanser de vücuttaki dengenin başka bir
dengeye yenik düşmesi denilebilir. Ama dengenin tekrar eski gücüne
kavuşturulması ile kanseri besleyen dengenin önüne geçmek de elbette mümkün. Mevcut tıp, insana sadece hastalıklar
üzerinden bir ‘’hasta’’ olarak bakar; onu bir iç dengeler manzumesi olarak
okumaz (bu konuyu sonra açalım).
Kanser
hücrelerinin oksijensiz ve asitli ortamları sevdikleri söyleniyor. Bundan da
önemlisi, tedavi ve korunmaya bakan yönleriyle, bu ikisinin zıddı olan
oksijenli ve alkalin (bazik, yani asidin tersi denilebilir) ortamların kanser
hücrelerinin sevmediği ortamlar oluşturması. Normalde de vücut dengemiz alkalin
(bazik) bir tarzda yaratılmış. Diyetin önemi de zaten burada başlıyor. Hücrelerin oksijen kullanımının artırılıp
vücut dengesinin uygun ve bilinçli beslenmeyle bazik dengnin korunması kanserle
savaşın veya onu önlemenin temelini oluşturuyor denilebilir. Şimdi bu iki
şeyin nasıl başarılabileceğine kısaca bir göz atalım:
Vücuttaki
oksijen miktarı yeterli uyku, nefes egzersizleri, stresten ve hava
kirliliğinden uzak kalma, uygun diyet tercihi ve benzeri yöntemlerle
artırılabilir. Bu konuda uzmanlardan tavsiyeler edinilebilir.
E-Vitamini
kan basıncının düzenlenmesini de sağladığından kanser hastalarına tavsiye
ediliyor. Unutmayın ki oksijen, hücrelere kan yoluyla taşınıyor. Bu nedenle E
vitamini yönünden yüksek besinleri tüketmek önemli. Antioksidan ve vitaminler
yönünden zengin, alkalin yiyecekler kategorisindeki birçok sebze (özellikle
yeşil sebzeler), meyve ve baharatın yeterince tüketilmesi önemli. Aslında insana ve insan sağlığına dengeler
açısından bakılması gerektiği için vücuda zararlı gıdaların terkedilip normal
bir insanın günlük ihtiyacı olan her türlü protein ve vitaminin doğal yollarla
alınması önem kazanıyor.
Kanserin
insan üretimi bir hastalık olduğunu tekrar hatırlatarak devam edelim. Günümüzde,
tükettiğimiz birçok gıda artık genetikleriyle oynanmış (GDO’lu) ürünler
kategorisinde sayılıyorlar. Bunlara bir de çiftçilikte kullanılan zirai ilaçlar
ve kimyasallar da eklenince durum daha da vahim bir hal alıyor. Zaten besin
değerinden arındırılmış topraklarda yetişen ürünler, normal değerlerinin çok
altında besin değerleri taşıyorlar. Hızlı ve rahat yaşam koşullarında yaşamaya
adapte olmuş bizler de, artık daha az miktarda sebze ve meyve tüketiyor;
bunların dışında genelde fabrikasyon, hazır ve işlenmiş gıdalar tüketmeyi
tercih ediyoruz. Bu gıdalar, içlerindeki
maddelerin çoğunluğu itibarıyla vücuda yabancı ve az besin değerli olması
yüzünden vücut dengelerimizi olumsuz yönde etkiliyorlar ve organlarımızı
yoruyorlar.
Tükettiğimiz
çoğu yiyecek;
GDO’lu tohumlardan
üretiliyor,
Birçok
kimyasala; hatta bazı ülkelerde denetimsizlikten ötürü kalitesiz ve aşırı
oranda zirai ilaçlara maruz kalıyor,
Zararlı
kimyasallar içiren ambalajlarda satılıyor veya servis ediliyor,
Raf ömürleri
uzun olsun diye içlerine bir sürü yapay koruyucu madde ekleniyor,
Görünümleri
ve tatları güzel olsun; hatta alışkanlık yapsın diye içlerine farklı farklı
kimyasal boyalar, koruyucu maddeler ve tatlandırıcılar katılıyor.
Çipsler,
sodalar, mısır şuruplu yiyecekler, çocuklarımızın önüne serdiğimiz birçok gıda,
işlenmiş et ve süt ürünleri… Kısaca insanın laboratuvar ve fabrikasyon üretim
eli değmiş her türlü gıda…
Tüm bu tarz
yiyecekler ölçü kaçırıldığı takdirde vücuddaki doğal (bazik) dengeleri sürekli
saldırıya maruz bırakıyorlar ve vücutta aşırı asit üretimini tetikliyorlar.
Bunu önlemek içinse mümkün olduğu kadar doğal ve sağlıklı yöntemlerle
yetiştirilmiş meyve, sebze ve baharatları tüketmek gerekiyor. Bunların önemli
bir kısmı vücudun bir yandan doğal besin ihtiyacını karşılarken diğer yandan da
onun bazik doğasını korumasına yardımcı oluyorlar.
Geçenlerde
İspanyol çiftçiler hakkında bir video izliyordum. Organik tarım yapanlar çok sıkıntılı
günler yaşıyorlar. GDO’lu tohumlar organik tarlalara da musallat olmaya
başlamışlar. Amerika’da ve dünyanın diğer tarım ülkelerinde de durum aynı.
Artık büyük şirketler sayesinde günümüzde GDO’suz tarım yapmak gittikçe daha da
zorlaşıyor.
Yani modern hayat bir yandan nefislerimizi
celbederken, diğer yandan da bizi doğal olmayan tükekim ve yaşam şartlarına
maruz ve mecbur bırakarak bizleri kanser gibi hastalıkların pençesine atıyor.
Hastalanınca da bu sefer modern tıp ve ilaç endüstrisinin ağlarına takılıyoruz.
Bu yazıda
resmettiğim insan içi ve dışı faktörler göz önüne alındıklarında; mikro boyutta insan içi dengelere, makro
boyutta da onu çevreleyen yaşam koşullarına ait dengelere sürekli bir saldırı olduğu
düşünülebilir. Bunun çözümü de insandan başlayıp topluma giden yolda en esaslı
reçeteleri sunan Kur’an’i yolun hayatın özüne işlemesi. Zaten o nedenle
Peygamberlerin ve onların izinden giden müçtehidlerin yolu kutsaldır; insan ve
tabiatın doğasına, dengesine en uygun sistemdir.
Tarihte şeytani, firavuni, süfyani ve
yezidi sistemlerin sürekli olarak Peygamberlere ve onun mirasçısı olan alimlere, genel anlamda
da İslam dinine saldırmalarının ardındaki en gizli motivasyon, İslam’ın; bu
materyalist, kapitalist, hırs eksenli, egoizma desenli, nefsani ve şeytani
düzenlere en büyük ve tek alternatif olması ve o gidişatı düzeltici alternatif denge
sunan kapasitesidir. İslam’ın doğası o sistemin doğasına zıttır ve onun tek
alternatifidir. Çoğu Müslüman’ın bile farkında olmadığı bu gerçek, o sistemin
şeytanlaşmış ruhlarının çok iyi hissettiği bir olgudur.
Bugün
Türkiye’de Hizmet Hareketi’nin münafıkça yöntemlerle bitirilmek istenmesinin
ardındaki en temel neden de onun; henüz emekleme aşamasında olmasına rağmen, bu
Kur’an’i dengeyi yeniden tesis edebilecek en potansiyelli ve dinamik oluşum
olması ve kapitalizm çarkının hırs merkezlerine birçoklarının yaptığı gibi biat
etmemesi, onların hırslarına aykırı görünen doğasıdır.
Şimdilik
burada keselim. Bu vesileyle, başta halen kanserle mücadele eden babam ve diğer
tüm masum kanser hastaları için dualarınız istirham ediyorum. Hepimizin başına
gelebilecek bu hastalıktan Rabbim hepimizi korusun!