Ayakları yerden
kesilmiş bir şekilde, havada asılı bir vaziyette duruyordu. Yine öncekiler gibi
bir seyahat mi olacak diye düşünmeye başladı. Daha önce de uçtuğu çok olmuştu.
Yıldızları seyre daldığı; bazen yıldızları bile geride bırakarak Samanyolu
Galaksisinin bile görülemez hale geldiği noktalara ve hatta daha başka
diyarlara bir kaç saniye içinde gittiği olmuştu. Ama bu sefer farklı bir his
vardı içerisinde. Havada asılı bir vaziyette kalmış, gönlünün gitmek istediği,
insanlardan, ülkemizde yaşanan sıkıntılardan ve dünyaya ait her şeyden uzak yerlere
uçamıyordu.
Bir kaç ivmelenme
denemesi yaptı. On-yirmi metre kadar yükselip tekrar alçaldı. Kaç defa
denediyse de hep aynı şey oluyordu. Sanki bir şey onu yerin içine doğru çekmeye
çalışıyordu. İçine güçlü bir his aktı. Evet! Bu sefer sanki toprağın içine
doğru uçması gerekiyordu. Ama bu nasıl olacaktı? Aynı zamanda da ürkütücü bir
şeydi. Son bir sıçrayış yaptı; ama tekrar yere doğru kaydı. Bu sefer toprak onu
daha da güçlü çekiyordu. Artık anlamıştı; bu sefer uçuş tersine olacaktı.
Dudaklarından birden: ‘’Allah’ın (cc) hükmü her yere geçer’’ ifadesi
dökülüverdi; başına ne gelecekse razı olacaktı.
Bu söz sanki bir
anahtar oluvermişti . ‘Açıl susam açıl!’ demişti sanki toprağa. Bardaktan
boşalırcasına bir sür’atle bu sefer toprağın içine; yerkürenin derinliklerine
doğru akıl almaz bir hızla akıp gidiyordu bedeni.
Bir anda mahzeni
andıran bir mekanın içerisinde buldu kendisini. Hala havada asılı bir vaziyette
uçuyordu. Yerçekimsiz bir ortamda gibiydi. Etrafına bakındı. Aman Allah’ım
burası ne kadar ıssız, donuk, puslu ve can sıkıcı bir yerdi. Şaşkındı! Neden
gökyüzüne değil de buraya uçtuğunu düşündü. Etrafı kolaçan edip nerede olduğunu
anlamaya çalışmak dışında aklına bir şey gelmemişti.
Havada asılı
olduğu için bir yerlere tutunarak ilerlemesi gerekiyordu. Az ileride mahzenin
zemininde biraz büyükçe bir delik gördü. Eliyle deliğe tutunarak vücudunu
ileriye çekmesiyle birlikte ani bir şok yaşadı. Aman Allah’ım! Bu da neydi
böyle, nereye gelmişti! Vücudu, yanmaktan yada ateşe maruz kalmaktan simsiyah
olmuş bir insan bedeni o küçük deliğe hapsedilmişti. Bu ne can sıkıcı bir
işkence metodu idi. Hem bu öyle küçük bir delikti ki, sadece bir vücudun
sığabileceği ve yukarıdan bakınca da yalnızca kafanın görülebileceği kadar
ufaktı. Başka bir delikten aşağıya doğru baktı ve hemen altlarından lavlara
benzer ateşlerin aktığını gördü. O an içine güçlü bir his doğdu; bu sefer Cehenneme
ya da ona girizgah mahiyetinde bir yere gelmişti. Kim bilir; belki de Üstad’ın
bahsettiği ve ileride Cehennem-i Kübra’ya tebdil edilecek olan Cehennem-i Süğra
benzeri bir yer idi burası.
O bunları
düşünürken birden içeriye, az önce gördüğü beden gibi vücutları simsiyah olmuş,
adeta bir silüete dönmüş insanlar girmeye başladı. Onun üzerine doğru
geliyorlardı. Bir kaçını haklayıverdi kolaylıkla. Ancak gitgide sayıları
artıyordu. Ne yapacağını şaşırmıştı. Çaresizlik içinde dua etmekten başka şansı
olmadığını anladı ve o eski kadim dostu duayı okumaya başladı. Daha ilk cümlesi
bitmemişti ki, bir anda sanki boyut değişimini andıran bir görüntü değişikliği
yaşandı.
O ürkütücü mahzen
bir anda kaybolmuş; normal bir odaya dönüvermişti. O siyah gölgeyi andıran
insanlar da gitmiş yerlerini normal insanlar almıştı. Bir Risale sayfasında
gibiydi adeta! Sanki Üstad’ın anlatımlarında olduğu gibi etrafını ejderhalar, arslanlar
sarmış; duaya sarılmasıyla da onlar kaybolmuş, onların yerine temsil ettikleri
hakikatler belirivermişti.
Odanın ortasına doğru
baktı. Basit bir masanın yanında ve sanki kendisini bekliyormuşçasına gözlerini
ona dikmiş oturan bir adam gördü. Üzerinde tıpkı Osmanlı padişahlarını yada
paşalarını veyahut da o döneme ait bir beyliğin kıyafetlerini andıran bir giysi
vardı. Önemli birisi olduğu belliydi.
Bu gizemli şahsa
doğru bir kaç adım attı. İçinden; acaba böyle bir kişi neden bu Cehennemvari
mekana hapsedilmiş olabilir diye düşündü. Peki, etrafındaki onunla ilişkili
olduğu anlaşılan kişiler neden aynı kaderi paylaşmışlardı. Dayanamadı! Biraz
daha yaklaştı ve o şahsa, ‘’siz ne yaptınız da buraya düştünüz!’ diye soruverdi.
Sanki bu soruyu
bekliyor gibiydi karşısındaki adam. Çaresizlik ve pişmanlık dolu bir eda ile
gözlerinin içine donuk bir bakış attı; sanki yüzyıllara yayılan bir pişmanlık
süzülüyordu bu derin bakıştan.. Ardından;
‘’biz’’ dedi; ‘’dünyada iken Osmanlı’ya filanca mücadelede destek
vermedik!’’… Duydukları karşısında dona kalmıştı! Ne diyeceğini bilemedi. Sonra
o şahıs usulca ayağa kalktı ve yandaki bir odaya doğru ilerlemeye başladı.
Sanki onun da takip etmesini istiyordu. O da takip etti. Yan odaya
geçtiklerinde ona, sanki duvara kazınmış gibi olan bir liste gösterdi. Parmağı
ile o ‘destek vermedik’ dediği ‘mücadele’nin adını işaret etti.
O da parmağını listeye uzattı ve o ismi bir kaç kere
zihninde tekrar etti. ‘’Unutmamalıyım’’ dedi kendi kendine. Ezberleyeyim ki, bu
rüyadan uyandığımda bu mücadele tam olarak neymiş, nerede ve ne zaman olmuş, nerede
ve nasıl destek verilmemiş, burada muhatap olduğum kişiler kimlermiş… böylece
araştırabilir ve bu konuda bir yazı yazabilirim diye düşündü. Odadan yavaş
adımlarla ayrılırken hala o listede gördüğü ismi dudakları ile tekrar ediyordu.
Son adımını da atmıştı ki, birden uyanıverdi… Ne yazık ki o ismi
hatırlayamıyordu artık. Ama nasıl olmuştu bu? Oysa henüz bir saniye önce o ismi
en az altı kez tektar etmişti zihninde.
Unutkanlığına hayıflanmayı bıraktı. Derin bir düşünceye
daldı genenin ıssızlığında. Belki de unutmam gerekiyordu diye düşündü. Hem
hatırlasa ne olacaktı ki? Ölenleri bile hayırla yad etmek, onlar hakkında su-i
zanna sebep olabilecek şeylerden kaçınmak gerekmiyor muydu? Hem rüya ile amel
de edilmezdi.
Öyleyse bu rüyanın başka bir anlamı olmalı diye düşündü.
Halihazırda yaşanan sıkıntılar geldi aklına.
Öyle ya! Tek derdi insanlığa hizmet etmek olan bir güzide insan ve onun
etrafında haleler oluşturmuş güzel insanlar karalanıyorlardı. Onların, gelecek
savaşları ve kavgaları önlemek adına kurmaya çalıştıkları köprüler önceleri Şubat
fırtınaları ile yıkılmak istenirken şimdilerde de onu içten kemiren termit ve
tahta kurusu istilalarına maruz kalıyorlardı. O güzide insanın ifadesi ile;
‘’haramiliklerini’’ örtmek için ‘’şamata’’ çıkaran insanlar, kendi çıkarları ve
kinleri ve çaresizlikleri uğruna devlet gemisini ateşe veriyor, kendilerine engel
olarak gördükleri bir hareketin fertlerini ise paralel olmakla, haşhaşilikle,
sülük olmakla, ajanlıkla itham ediyorlardı. Adeta devlet aklı gitmiş, yerini servet
ve makam hırsı almıştı. Bu paranoya öyle bir noktaya ulaşmıştı ki, kendisine
Allah korkusunu hatırlatan insanları ona düşman ilan ettiriyordu. Abdülhamit
Han yıllarca; Batı’dan aldığı ve yapay ideallerle bezeli bir eğitim neticesinde
medeni olduğunu zannedip dağdan inen, maceraperest, İttihatçı zihniyetli ‘’kurtlarla
dans’’ etmişti. Şimdiyse; polisi ile savcısı ile öğretmeni ile vatanını
korumaya çalışan insanlar bu sefer; içlerine girmiş, makam ve kasa bağımlısı haline
gelmiş, bir Kürt atasözündeki gibi ağacın bünyesinin içine musallat olmuş, ‘kurtlarla’
dans etmek zorunda kalmışlardı. A. Bulaç’ın ifadesi ile Çanakkale’den daha zor
ve daha çetin bir dönemden geçtiğimiz dönemlerdi bunlar.