11 Şubat 2008 Pazartesi

LAİKÇİ REKTÖRLER BİLİMSEL Mİ, FiLMSEL Mİ?

Bu yazı 13 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Akademik dünyanın içinden birisi olarak daha önce de ifade ettiğim bir hakikat vardı: Üniversitelerimizin çok ciddi sorunları var. Maddi sorunlardan bahsetmiyorum. Asıl sorun gelişmiş ülkelerdeki toplumla, iş dünyası ile, sanayi ile ve teknolojik gelişim ile içli dışlı olan üniversite sisteminden hala fersah fersah uzakta olmamız. Bu gerçekleşince zaten para da peşinden geliyor. Hem sağdan hem de soldan önemli bir kesim senelerdir YÖK'ü suçlayıp durdu bu uğurda. Bu önemli ölçüde doğru olsa da şu sorular nedense pek sorulmadı: Kardeşim! Vergilerimiz ile maaşlarını ödediğimiz öğretim elemanlarının kalitesi ne durumda peki? Sorun sadece YÖK sistemi mi? 'Profesörlerin' görevi değil midir bu bilim-toplum-teknoloji bağlantısını kurmak? Hem Batı üniversitelerinde rektörlerin en önemli görevi üniversitelerinin finansal gelişimi için çaba göstermek değil midir?

Bizde son bir kaç sene içerisinde bir çok rektörün yolsuzluklarının ortaya çıkmış olması, bir kısmının halen takipte olması ve bu kişilerin bazılarının nedense 'laiklik elden gidiyor' yaygaralarında en ön saflarda yer almaları, ne zaman başları sıkışsa Anıtkabir yollarını aşındırmaları ne anlama geliyor? Hem hangi batı üniversitesinde (hatta 3. dünya ülkelerinde bile) rektörler üst düzey komutanlardan emir alıyor, ya da bir asker kendisini aradığında ''ayağa kalkıp saygı duruşunda dinliyor''? Ama aynı zamanda halkın oyuyla seçilmiş bir Başbakana ve milletvekiline karşı bu kadar saygısız ve tehditkar olabiliyor?

Evet bunlar sorul(a)mamaktadır. Oysa bizdeki; devletten beslenen ve YÖK tarafından herşeyi kontrol altında tutulan hantal üniversite yapısı maalesef 'ekmek elden, su gölden' anlayışında, üretmeyen, üretmesi gerekmeyen, bu nedenle kendi ideolojik tutkularının peşinde koşan, bu uğurda fikir değil polemik üreten, tartışmayan; sadece eleştirip, hakaret eden, tahammülsüz, Nobel heveslisi değil Anıtkabir'de cübbeli laikçilik şovları meraklısı bir kitle üretti. İstisna olan, üretken, az imkanla çok işler yapma gayretindeki hocalarımızı elbette tenzih ederim. Zaten mezkur sorunun onlar da farkındalar.

Son laiklik tartışması özetle resmini çizmeye çalıştığım akademisyen tiplemesini tekrar halkın gözleri önüne serdi. Bu katı laik, baskıcı hoca ve rektörlerimiz yaptıkları açıklamalar ile aslında bilimsellikten ne kadar uzak olduklarını, ne kadar boş işlerle meşgul olup halkın enerjisini tükettiklerini, laiklik koruyuculuğu altında fikir dünyalarında aslında ne tür faşist motivasyonlar barındırdıklarını bizlere bir kez daha gösterdiler.

EÜ Rektörü Prof. Dr. Ülkü Bayındır (Zaman, 31 Ocak 2008) şöyle diyor: ''Türbanı bir demokrasi sorunu gibi göstermek, eğer bir siyasal strateji değilse, büyük bir haksızlıktır. Bu sorun, türbanı insan hakları ve özgürlük çerçevesinde sunanların gayretleriyle büyütülmüştür. Eğitim kurumları, ayırt edici işaret ve sembollere kapalı kalmak durumundadır. Bu ülkenin yurttaşları olarak, nasıl bir toplum istediğimizi düşünmeliyiz.''

Oysa asıl haksızlık birileri türbanı siyasal strateji olarak kullanırsa ortaya çıkar, onu demokratik bir hak olarak gösterirse değil. O aslen bir özgürlüktür zaten. Bu kadar basit bir düşünce egzersizi bu aslında. Ayrıca sorun, maalesef, türbanı ''insan hakları ve özgürlük çerçevesinde sunanların'' değil; aksine onu ''zorla yapılan bir ibadet'', ''çağdışılık'', ''siyasi simge'' olarak sunmaya çalışan faşistlerin akıldışı tavır ve ısrarlarından kaynaklanıyor. Hem ''eğitim kurumları ayırt edici işaret ve sembollere kapalı kalmak durumundadır'' da ne demek? Cübbe de ayırt edici bir kıyafettir: Öğretim görevlisini mesela çaycı Hasan'dan ayırır. Üniversite hastanesinde bir doktorun giydiği beyaz önlük de böyledir. Kep bir semboldür; mezuniyeti sembolize eder. Rektöre ait makam aracının plakası da ayırt edici bir semboldür. Benim arabaya takmazlar. Hem neyi neyden ayırt ederse sorun olur; yada olmaz?... Allah'ım kimlerle uğraşıyoruz?

Bu arada bu bir kısmı ateist olan bilim adamlarımızın! bugünlerde ortaya çıkıp ilmi buluşlar yerine dini fetvalar yayınlama gayretlerini de tarihe not olarak düşmek gerekiyor.

Asıl bombalar Prof. Celal Şengör'den geldi. Taha Akyol'a (Milliyet, 5 Şubat 2008) gönderdiği yukarıda resmettiğim tabloyu dolduran mesajını, bağlamını dağıtmadan verip devam edeyim:

''Benim bugüne kadar pek çok türbanlı öğrencim oldu. Hiçbirine kapıyı göstermedim. Bunun sebebi basittir: Bunlar belli bir siyasi görüşü sınıfa getirmiyorlardı. Kendi inanç dünyalarının gereğini yapıyorlardı. Öğrettiklerimi de bal gibi öğrendiler. Sizin üzerine bastığınız çok önemli bir kavram var: Öğrenme hakkı. Ben bu hakkı bir inanç organizasyonu tarafından elinden alınmış veya bu hakkını teslim etmiş insanların üniversitede yerleri olmadığını savunuyorum. Türban bir siyasi hareketin üniforması olmadan önce ortada sorun yoktu. Hiç kimse bir öğrenciyi inançları nedeniyle üniversite dışında tutamaz ve hatırlarsınız, tutmuyordu da. Üniversite dışında tutulması gerekenler, inançlarını tartışmaya açmamak kararlılığında olan ve üniversitenin hür tartışma ortamını baltalamak isteyen militanlardır. Ne yazık ki son zamanlarda bunları da gördük: Örneğin okul koridoruna yüksek sesle NAMAZ KILMAYA KALKANLAR OLDU. İşte bunların üniversitede yerlerinin olmadığı kanaatindeyim. Bilmem buna katılır mısınız?''

Taha Akyol akıllı adam tabi. Şengör'ün sorusuna kendisine tam olarak katılamayacağını ima eden kısa bir yanıt verdi. Şengör'e, türban yasağının kendisinin türbanı ''bir siyasi hareketin üniforması'' olarak görmediği 82'li yıllardan itibaren geçerli olduğunu hatırlattı. O günkü türbanlılar masum, şimdikiler militan mı? göndermesinde de bulundu haklı olarak. Fakat benim en sevdiğim yanıt, okul koridorunda namaz kılınması örneğine bakarak bütün türbanlılar hakkında genelleme yapmanın ve türbanlıların bilim düşmanı olduğuna dair önyargının ne kadar bilimsel bir düşünüş tarzı olduğunu sorguladığı bölüm idi.

Evet! Bu düşünce tarzının bilimsel düşünce tarzı ile uzaktan yakından bir ilişkisi yok. Akyol doğru bir sorgulama yapıyor. Şengör, eski türbanlılar ile şimdikiler arasında bir değişiklik olduğunu bilimsel olarak test etmeden (bunun yöntemlerini kendisine öğretebilirim talep ederse) böyle spekülasyonlar yapmamalı. Sonuçta pozitivist bilim anlayışının en temel çıkış noktası bilimsel olarak sınanabilen ve tekrarlanabilen, hatta yanlışlanabilen gözlemlere dayalı olması değil midir? Bahsettiği değişikliklerin boyutuna bir daha göz atalım: Eski örtülüler: ''Belli bir siyasi görüş sınıfa getirmiyorlar''; yeniler tamamen siyasi görüş adına hareket ediyorlar! Eskiler: ''Kendi inanç dünyalarının gereğini yapıyorlar'', yeniler dinin gereği olarak yapmıyorlar! (anket sonuçlarına ve kızların açıklamalarına rağmen). Eskiler: Şengör'ün öğrettiklerini ''bal gibi'' öğreniyorlar; yeniler 'acı kavun gibi' öğrenemiyorlar! Hadi ilk ikisini geçtim. Sınıfındaki eski ve yeni türbanlıların not ortalamalarını basitçe analiz edip (t-test uygulayacaksın) arada önemli bir fark olduğunu ortaya koymuş olsa hadi neyse...

Şu izahata da bir bakalım: ''Üniversite dışında tutulması gerekenler, inançlarını tartışmaya açmamak kararlılığında olan ve üniversitenin hür tartışma ortamını baltalamak isteyen militanlardır.'' Bu sözün altına hadi karşılıklı olarak imza attık diyelim. Bence bu şartlar altında üniversitelerimizden ilk ayrılması gerekenler bu filmsel hocaların ve rektörlerin kendileri olmalıdır. Katı laikliği dogmatik ve faşist bir inanç haline getirdiklerinin farkında bile değiller. Zira bilimselliğin arkasına sığınarak, bilimsel görünerek, bilimsel yöntemlerle hiçbir alakası olmayan kişisel spekülasyonlarla hareket ediyorlar. İşin garibi nasıl bir bağnazlık sergilediklerini ve bu bağnazlıklarından da asla taviz vermediklerini göremiyorlar. Çünkü kendilerini çok akıllı zannediyorlar. İşte bu nedenle de özgür ve üretken düşüncenin yuvası olması gereken üniversitelere sokulmamaları gerekenler asıl kendileridir.

Bitmedi... Şengör'ün ilk çıkış yaptığı anki dudak uçuklatıcı ifadelerine göz atalım şimdi de:

''27 Mayıs'ı üniversiteler yaptı. Yasal olarak kabul edilse bile türban kabul edilemez. Üniversitelerin huzuru bozuluyor. Türbanı taktın mı şeriat istiyorum demektir... Genç subaylar da rahatsız yaşlı subaylar da.'' Bunlarla da kalmamış ve üniversiteler de dahil olmak üzere ordu dışında bütün kurumların 'bilimsellikten yoksun' olduğunu savunmuş kendisi. Şu sözler de ona ait: "Kimle konuşsak, 'Canım asker daha ne bekliyor?' diyor. Şimdi de öyle. Bu askerin görevi mi? Halk olarak bir şey yapsak, ama kimse yapmıyor. Asker konuşmalı mı, evet konuşmalı. Ordu gayet tabii ki darbe yapabilir. Niye yapmasın? Ordunun görevi memleketi korumaktır..." (Zaman, 30 Ocak 2008).

Yani bu ifadelere biraz bilimsel yöntemle baksak içinden çıkamayız. Üniversitelerin asıl işlevinin bizzat kendi hoca ve rektörleri tarafından nasıl ihlal edildiğini, nasıl bir huzursuzluğa ve nasıl bir hukuksuzluğa sürüklendiklerini, kardeş kavgasına alet edildiklerini ve nasıl bir siyasi malzeme haline getirildiklerini ilk ağızdan öğreniyoruz. Efendi!, ''türban'ı taktın mı şeriat istiyorum demektir'' yargısı doğru olmayan bir önermedir. Takanlar böyle bir iddiaları olmadığını kaç bin kere söyleyecekler? Bu sizlerin ürettiğiniz bir korku sadece. Buna rağmen böyle önermelerde niye ısrar ediyorsunuz anlayamıyorum? Haydi bütün bu açıklamaları geçtim; yahu bir profesör orataya çıkıp utanmadan; ''üniversiteler de dahil olmak üzere ordu dışında bütün kurumların bilimsellikten yoksun olduğunu'' nasıl söyleyebilir? Sen tutup kürsüsünde oturduğun ve en bilimsel kurum olması gereken üniversitelerin 'bilimsel' olmadığını sıkılmadan itiraf edeceksin, sonra kendi yorumlarını ve türban düşmanlığını 'bilimsel' olmakla bir tutacaksın... Yani adama, üniversitelerin bilimsel olması sizin işiniz değil mi?, bunca zamandır ne yaptınız da bu kurumlar 'bilimsel' olamadı diye sormazlar mı? (Kaldı ki ordu bilimsel değil teknolojiktir, bilim üretmez-onu madden destekler ve ürettiği teknolojiyi kullanır. Ordunun yaptığı felsefe de bilimsel değildir, zaten felsefe-türban ve laiklik üzerine mesela- aslen bilim değildir. Adam bu farkları bile bilmiyor). Bu itiraflara rağmen utanmadan nasıl halkın içine çıkıpta bilimsel türban eleştirileri yaptığınızı anlamakta güçlük çekiyorum. Pes yani... Artık başka söze ve eleştiriye hacet duymuyor, bu kadarı ile iktifa ediyorum. Sizi gidi film adamları sizi... Neyin filmini çekmeye çalıştığınızı bu halk iyi biliyor. 12 Şubat 2008