Bu yazı 2 Ocak 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hollywood filmleri meraklılarının başlıktaki espiriyi hemen yakaladıklarına eminim. Rocky, Ivan Dragon'a karşı... Rambo, Vietnamlılara karşı... Red Kit, Daltonlara Karşı... Süpermen falancaya, Batman filancaya karşı şeklindeki uzun bir listeyi hatırlatmama gerek yok sanırım. Yeşilçam filmlerinde bile durum pek farklı değildi hatırlarsanız. Kaçımız, 'Battal Gazi (Cüneyt Arkın) Bizanslılara Karşı' teması altında seyrimize sunulan filmleri beşer onar defa izlemedik ki...
Bu tarz filmler yerlerini artık yeni anlayışlarla çekilen filmlere bırakmış olsalarda, zihin ve hayal dünyamızda bıraktıkları tesirler hala etkilerini sürdürüyorlar; zihin perdelerimizde yeni tasavvurlara, farklı farklı tahayyüllere kapılar açıp duruyorlar...
Şimdilerde insanlar hayal güçlerini kullanarak farklı film karakterlerini kendi düşünce dünyalarının perdelerinde birbirlerine vurduruyor ve olası bir karşılaşmada hangisi üstün gelir düşüncesi ile merak sularına yelken açıyorlar. Süperman Batman'a karşı... Rocky Bruce Lee'ye karşı... Uzaylılar Vahşi Yaratıklara karşı (Alien vs. Predator)... Rambo Bin Laden'e karşı... şeklinde bir sürü hayal ürünü konuşma, video, tartışma, çizgi roman, hatta film bulmak mümkün.
Yoğun ülke gündemleri arasında çoğumuzun gözünden kaçmış olsa da, ülkemiz sınırları içerisinde de benzer bir çekişmemiz var bizim. Birileri birilerine karşı yoğun bir sindirme cehd ve gayreti içerisinde. Bu; yukarıda arz ettiğim tarzdaki bir hayal ufkunun ürünü gibi görünen; ama aslında uzun bir süredir aramızda var olan yarı açık-yarı gizli bir mücadele...
Bu mücadeleyi; yanlış ve kasıtlı terimler kullanarak, 'Beyaz Türkler, Zenci Türklere karşı' bağlamında ele alanlar olduğu gibi, benim gibi; 'Oligarşik Elitler, Halk'a Karşı' şeklinde özetleyenler de mevcut. Oligarşik elitler derken Tanzimat dönemlerinden itibaren kendisini halktan üstün gören, halkı aşağılayan, onun adına kendisinde temsil görevi gören, onu hiç bir iş beceremeyen, ne istediğini bilemeyen, basit, köylü, bayağı, kaba-saba, bağnaz bir ahmaklar yığını olarak kabul eden bir kitleden bahsediyorum. Bu kitlenin en mümeyyiz vasfı, kibrini ve cebindeki parayı bilgi ve yücelik zannedip, kendisini 'aydın', halkı ise köylü olarak tasnif ve takdim etmesi. Senelerdir Atatürk'ün gerçek demokrasi hayallerinin gerçekleşememiş olmasının önündeki en büyük engel olan ve garip bir laiklik anlayışının cenderesinden kendisini kurtaramamış bulunan bir 'seçkinler kitlesi' bu. Halkın kendi özgür iradesini kullanarak mantıklı bir seçim yapamayacağını düşünen, kibir dolu olan bu hayat görüşü, zikrettiğim çekişmenin temelini işte böyle oluşturuyor.
Bir de dikkat ederseniz, falanca filancaya karşı şeklindeki tamlama bir tek yönlülük çağrıştırıyor. Bizim örneğimizde de, taraflardan biri diğerine karşı çetin bir mücadele verirken, diğeri böyle bir mücadeleden habersiz, sadece hayatta kalma ve kendi olarak varolma gayreti içerisinde.
Fazıl Say'ın neden olduğu son tartışma, tartışmanın şekli ve polemikleri bu bağlamda değerlendirilebilecek ölçekte. Yeni tartışmanın niteliğine ve tarafların kimliklerine ait bir değerlendirmemi bir önceki yazıda sunmuş (DKM, 24 Aralık 2007); Fazıl Say'ın, ''gitmeyi düşünüyorum...'', ''onlar yüzde 70, biz yüzde 30...'', ''Ortaçağ karanlığı, bütün aydınlarımız gibi beni de kaygılandırıyor'' şeklindeki ifadelerini bu konu kapsamında değerlendirmiştim. Ayrıca, konunun aslında 'değişen toplum' ve bu değişimin oligarşik zihniyetler nezdinde hasıl ettiği rahatsızlıkla alakalı olduğuna temas etmiştim.
''Fazıl Say nasıl olsa özür dilemeyecek'' diyerek bitirdiğim o yazıdan bir kaç gün sonra, yeni açıklamalarla çıktı karşımıza Say ve ''çirkin bir benzetme'' (Zaman, 28 Aralık 2007) yaparak telefon ile katıldığı bir programda Osman Yağmurdereli için, ''kendisi hakikaten orada Bekir Coşkun'un anlattığı göbeğini kaşıyan adam durumundadır benim gözümde'' ifadesini kullandı.
İşte bu söz, son Say olayını arzettiğim boyutta ele almanın haklı bir gerekçesi konumunda. Bu sözün en son ne zaman piyasaya sürüldüğünü sanırım hepiniz hatırlıyorsunuzdur. Son genel seçimlerde halkımızın nerede ise yarıya yakını, belli çevrelerin tüm aleyhte çalışmalarına rağmen, AK Partiyi iktidara taşımıştı. Halkın, iyi veya kötü, kendi özgür iradesi ile yaptığı bu tercihi beğenmeyen oligarşik elitlerimiz aynen yukarıda tasvir ettiğim psikoloji ile hareket etmişler ve halkımızı ''ahmaklar'' ve ''göbeğini kaşıyan adamlar'' (yani bir şeyden anlamayan, iradesiz, basit, kaba-saba, bağışlayın 'öküz' demek istiyorlar) olarak nitelendirmişlerdi.
İşte Say'ın da aynı ifadeyi sahiplenmiş olması aynı oligarşik zümrenin bir ferdi olduğunun, aynı ideolojiyi alkışladığının açık bir göstergesidir. Kendisi haddini aşarak aynı hastalıklı hayat görüşünün bir temsilcisi olduğunu haykırmıştır. Birilerinin ''göbeğini kaşıyan adam'' diyerek aşağıladığı halk tabakasının seçtiği bir milletvekilini, üstelik o da bir sanatçı olduğu halde, aynı kılıfa sokabilmiştir. Kendisini 'aydınlıkta', ötekileri ise ''Ortaçağ karanlığında'' gören zihniyet işte böyle refleksler üretmektedir kendisine. Geçenlerde Beşir Ayvazoğlu (Zaman, 27 Aralık 2007) bu tür bir zihniyet yapısının nasıl bir totaliter anlayışa kayabildiğini tarihten güzel bir örnek ile süsleyerek önümüze sundu ve gene sanatçı olan Mahmut Ragıp Bey'in, yasaklara rağmen kendi geleneksel müziğine sahip çıkan halkı 'alaturkacılar' diyerek nasıl aşağıladığını ve hepsinin idam cezası ile cezalandırılması gerektiğini söylediğini bizlere hatırlattı. Garip bir ideoloji bu. Bu aşamada Fazıl Say'a Nedim Hazar'ın (Zaman, 22 Aralık 2007), ''ideoloji, sanatın katilidir'' şeklindeki tavsiyesini hatırlatıp geçeyim. Bence bu son çıkışı ile Say, sanatçı kişiliğini ''sanatçı hassasiyeti'' boyutundan çıkararak böyle bir ideoloji boyutuna taşımış ve millet nezdindeki itibarını ciddi ölçüde zedelemiştir.
Ahmet Turan Alkan'ın (Zaman, 22 Aralık 2007) keskin zekasından kaçmayan ve güzel bir tahlille değerlendirdiği bir örnek daha var elimde. O da, bir kaç gün evvel Mehmet Ali Birand'ın şu ifadelerinde gizli: ''Türkiye giderek muhafazakarlaşıyor... Demek ki, siyasi partiler de bundan böyle dindarlaşacaklar ve milyonların beklentilerini karşılamaya çalışacaklar. İlerde, bu partilerden biri çıkıp, bir adım daha atıp din unsurunu ülke yönetimine tam anlamıyla sokmak istediğinde ne olacak?... Merak etmeyin, böyle bir ihtimale karşı en büyük teminatımız AB'dir.'' İşte size başka bir; 'halk doğru bir seçim yapamaz... ondan gelen bir değişim mantıksızdır, kötüdür ve mutlaka üst bir kurum tarafından engellenmelidir' tandanslı yaklaşıma güzel bir örnek. Alkan'ın ifadeleri ile; ''kendi halkını adam yerine koymayan, 'bunları kendi haline bırakırsan gider din devleti kurarlar' tarzında'' bir aşağılamaya, sanal korku üretmeye ve vehme dayalı bir bakış açısı...
Tüm bu örneklerin ardından yazının başlığında kullandığım 'kafasını kaşıyan adam' ifadesini izah edeyim şimdi de.
'Kafa kaşıma' tabiri üç şeye işaret edebilir. Bir insanın saçı ya gerçekten kirlendiği (kepeklendiği) veyahutta bit, pire gibi mahlukatın saldırısına maruz kaldığı için kaşınır. Bunun haricinde bir de psikolojik bir durum söz konusu olabilir: O da, yanında bitten, pireden bahsedilen bir insanın ister istemez kaşınma hissine kapılması halidir. Sonuncu çağrışım ise tamamem mecazi. Hani, karikatürlerde çokça görülen bir tasvir vardır: Birçok karikatürist, kafası karışan, şaşkın bir insanı tasvir ederken 'kafasını kaşıyan bir adam' çizer. Filmlerde; hatta günlük hayatta bile sıklıkla karşılaştığımız insani (bazen maymunlarda bile varolan) bir reflekstir bu.
İşte 'kafasını kaşıyan adam' derken böyle bir mecazi anlatıma işaret ediyorum. Bu yazıda ve bundan önceki yazılarda tahlil etmeye çalıştığım 'oligarşik elitlerimizi' ve onların yaşanan toplumsal dönüşüm karşısında sergiledikleri şaşkınlığı bu şekilde özetlemek istedim. Gelin bundan sonra bizler de bu oligarşik zihniyeti bu ifade ile çağıralım. Herkes referans göstermeye gerek kalmadan bu tabiri kendisininmiş gibi kullanabilir. Bu arada birileri çıkıpta; bu 'aydın' kişilerin kafalarının (zihinlerinin) gerçekten kirlendiği için kaşındığını iddia ederse; ya da kendilerine ürettikleri sanal korkuları (muhafazakarlaşma, türban, özgürleşme, demokrasi, 'laiklik elden gidiyor', ''sinsi köylülük'') kastederek aynı tabiri, kafalarında bit, pire var şeklinde düşündükleri için psikolojik bir etki altında kalarak kafalarını kaşıyorlar şeklinde açıklarsa onlara da hayır demeyelim.
Evet! 'Kafasını kaşıyan adam', ''göbeğini kaşıyan adama karşı''... Peki! Sizce kim kazanacak? Köylü, halk ve onun temsil ettiği demokrasi ve ekonomik kalkınma endeksli dönüşüm mü? yoksa oligarşik azınlığın; burjuvazi hevesli, kibirli, aşağılayıcı, ötekileştirici, dışlayıcı, kısıtlayıcı, totaliter zihniyeti mi? 31 Aralık 2007
31 Aralık 2007 Pazartesi
19 Aralık 2007 Çarşamba
'KÖYLÜ MİLLETİN EFENDİSİDİR' SÖZÜ KİME AİT?
Bu yazı 24 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Beyler!, Efendiler!... Bir mevzu, öfke girdaplarının helezonik dalgalarına kapılarak tartışılınca başlar döner, düşünceler bulanır ve virtigo duygusu oluşur. Bu, gerçek ile algılama şekli (ve algılanan şey) arasında hasıl olan bir nevi uyumsuzluktan kaynaklanan bir düşünme (baş) dönmesi halidir. Böyle bir halet-i ruhiye içerisinde tartıştıklarını yada analiz (yorum) yaptıklarını sanarken ciddi hatalar yapanlar görülür; zira hakikat zannedilen görüntü artık muntamıs (belirsiz) bir hal almıştır.
Pek değerli piyanistimiz Fazıl Say'ın talihsiz beyanlarının hasıl etmiş olduğu böyle bir girdap, birileri açısından cezbedici bir mahiyete sahip olduğundan olsa gerek, benzer bir virtigo etkisi doğurdu. Zaten basınımız ekseriyeti itibari ile buna çok müsait. Say'ın sanatçı kişiliği de bu beyanda yorum yapanları iyice cesaretlendiriyor olmalı. Oysa bırakın Say'a destek olmaya çalışan yazıları, onu anlamaya çalışan yazılarda bile ciddi düşünce bulanmalarının izleri görülmekte. Bu tür yorumlara imza atan kişilerin bazı ifadelerinde ufak tefek hakikat kırıntıları bulunsada, meselenin en temel noktasında gözlerinden kaçan bir ayrıntı var. O da; Fazıl Say'ın söylediklerini haklı gösterecek hiç bir temel dayanağı olmaması gerçeği ve hakikatten uzak, mesnedsiz tahlilleri!
İşte bir kısım yazarlar Say'a destek vereyim derken, ya da tam yeri gelmişken bir AKP eleştirisi daha geçeyim şeklinde hareket ederken böyle bir yanlıştan yola çıkıyorlar ve bir hakikat arayışına girişiyorlar. Oysa bir yanlışın kendisinden değil, anti-tezinden hakikat tekevvün eder. Bu bağlamda ben de birtakım anti-tezler üretip, Fazıl Say hadisesine o zaviyeden bakmaya çalışacağım.
Fazıl Say'ın ifadelerinde mündemiç (bulunan) yanlışların tahlilini sunmak, meseleye açıklık getirmek açısından önemli. Sözlerinin arasında; ''Ortaçağ karanlığı, bütün aydınlarımız gibi beni de kaygılandırıyor'', ''İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30 onlar ise yüzde 70; biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz''... şeklinde beyanları var Say'ın.
Bu sözleri duyduğunda hemencecik yukarıda altını çizdiğim virtigo etkisinin (düşünce bulanıklığının) girdabına kapılanlar var. Kimse kusura bakmasın; ancak bu 'aydın' piyanistimizin mezkur değerlendirmelerinin, söylediklerini haklı gösterecek hiç bir temel dayanağı yok; hakikatten ve gerçekten uzak; birtakım mesnedsiz tahliller barındırdığı da aşikar.
Bir kere, AKP'nin yüksek oranda bir oy almış olması (o da yüzde 47; 70 değil), velev ki yüzde 90 bile olsa, gerçek bir tehlikeye işaret etmiyor. Zira, herkes iyi biliyor ki (endişe izhar eden efendiler bile) bu oyların yekünu ''İslamcı'' bir kesimin oyları değildir. AKP, kabul etsenizde etmesenizde çok farklı dünya görüşlerine sahip ve özgür iradeli bireylerin oylarını alabilmeyi başarabilmiş bir partidir. Haddizatında ülkemizde, belki yüzde ikileri geçmeyecek bir azınlık dışında, ''İslamcı'' olarak nitelendirilebilecek bir çoğunluk da yoktur. Adı geçen tabirin kullanımı bile yanlıştır. Batı'nın dar; bizdeki aydın geçinenlerin ise daha geniş bir dairede, ''İslamcı'' tabirinin içine dahil etmeye çalıştıkları manalar hakikat planında İslam'ın kendisinin red ettiği, özünde taşımadığı, o nedenle bünyesine asla kabul etmeyip, ilk fırsatta kusacağı bir takım anlayışlardır. Bunun detayları başka bir yazının konusu...
Bu nedenle, Say'ın işaret ettiği tehlike aslında sanal olan, belli bir paranoyaya dayanan, sağlıksız, gerçek dışı, abartılmış, tehlike olmadığı halde zorla o şekilde kabul ettirilmeye çalışılan bir olgudur. Meselenin özelde AKP kadrolarına, genelde bu ülkenin dindarlarına bakan yönü ise bir grup insanın, ne yaparsa yapsın mutlaka kötü niyetli olduğu savına ve paranoyasına hapsedilmesi ile alakalıdır; 'niyet okuma' hastalığının tezahürleridir. Ne Türkiye'de, ne de dünya genelinde öyle 'öcü' kılıklı, art niyetli, yok edici, dışlayıcı, bağnaz bir ''İslamcı'' gelişme yoktur. Belli Müslüman ülkelerde (nedense çoğunun başında da Batı'nın atadığı nesiller başta) statik bazı yerel, kültürel, maddi ve politik sorunlar hakimdir o kadar. Ortada sadece, etrafına örülmüş zorbalık kabuğunu kırıp hayat bulmaya çalışan İslami değerler vardır. Ladin, Taliban, El Kaide gibi olgular bir gelişme değillerdir; bir dayatmanın kısa sürecek olan neticeleridirler o kadar. İslam'ın doğasına ait bir gelişme ise asla değillerdir. Toplumlara 'öcü' tasvirleri pompalayan bir takım elitlerin asıl korktukları şey, işte bu İslam'ın öz mahiyeti ve önlemeyen yükselişidir. Yoksa, Ladin, Taliban ve benzerleri gibi gulyabanilerden en çok Müslümanlar rahatsızlar bugün. Gerçekten samimi iseler normal Müslümanlara onları kültürle, eğitimle yok etme imkanı versinler bakalım, verecekler mi? İhaleyi almaya hazırım...
Fazıl Say hadisesi ile devam edelim...
Ülkemizde sadece AKP iktidarına atfedilemeyecek bir gelişme ve zenginleşme var. Sadece maddi imkanlar değil, düşünceler de evrimleşiyor. İnsanlar daha açık fikirli ve eğitimliler. Dışa açık bir hale gelmeye başladılar. Birbirlerine karşı bile eskisi gibi düşmanca duygular beslemiyorlar, bütünleşmeden, kardeşlikten yanalar (Sünni, Alevi, Türk, Kürt, vs.). Bu senelerin ürünü olan, tabandan gelen bir dönüşüm. AKP halkın bu dönüşümünü kısmi de olsa başarı ile okuyabilmiş bir partidir o kadar. Belli konularda tercihini bir takım politik statükolardan değil, halktan yana kullandı ve kazandı AKP. Son seçimlerin hemen akabinde bir DTP'li yetkilinin bile ''biz, halktan kopuk yaşadığımız için kaybettik'' şeklindeki itirafları bunun bir göstergesi idi adeta. Bazı aydınlarımızın demokrasi mevzubahis olunca anlayamadıkları bir husus var: O da, demokrasilerde partilerin değil, her zaman halkın kazanacağı gerçeğidir. Halkın tercihlerini bir gün AKP de dinlememeye başlarsa yüzde 15 oy bile alamayabilir. Eğer, bugün AKP'nin temsil ettiği dönüşüm CHP tarafından temsil edilebilmiş olsaydı benzer oranda oy alabilirdi bu partimiz de. O zaman, sanal bir ''İslamcılık'' tehlikesinden bahsetmiyor olurdu oligarşik elitlerimiz.
Peki benim bile meseleyi izah ederken kıyısına sığındığım ''dönüşüm'' ifadesi ne anlama geliyor? Söyleyeyim: Bu, ''İslamcı'', dini bir tehlikeye değil; halk bazlı bir değişime tekabül ediyor. Elimizde; aldığı eğitim sayesinde ve gelişen dünya şartlarının cenderesinde kabuğunu kırmayı başarmış, hayattan ve mevcut devlet yönetimi anlayışından daha farklı beklentiler içerisine girmiş, yetersiz ekonomik uygulamalardan bıkmış, değişiklik arayışı içerisinde olan bir halk kitlemiz var artık. Bir takım aydınlarımızın ve sanatçılarımızın göremediği gerçek işte budur. Muhafazakarlaşma eğilimi bu değişen kitleyi tanımlayan husuiyetlerden sadece bir tanesi; onu tek başına tanımlayan bir kabiliyet değil; sadece itici bir güç. Bu sadece ülkemize ve İslamiyet'e ait olmayıp, tüm dünyada hızla yayılan bir olgudur. Belli kesimler bu süreçte iki korku ürettiler kendilerine. Şu an bu gücü en ön cephede İslam temsil ediyor. İki korku nedeninin birincisi işte bu. Diğeri ise, halkın ''köylülükten'' sıyrılıp, ''efendiliğe''; hizmetçilikten terfi alıp, ev sahipliği konumuna yükselme istek ve gayreti... Cumhurbaşkanımız Gül, '' Cumhurbaşkanı olmam sınıfların kırıldığının göstergesidir'' derken bu hakikate işaret ediyordu.
Yeri gelmişken şu ''Ortaçağ karanlığı'' konusunu da araya sıkıştırıvereyim hemen. Dünyanın hiçbir yerinde hiç bir kimsenin bir yerleri ''Ortaçağ karanlığına döndürdüğü'' yok. Yapamazlarda... Çünkü eskiye ait olan bu dönemin temel dinamiklerini nasıl hayata geçireceklerini bile bilmezler. Onu bir kere başaran oldu: O da Batı'nın kendisi idi. Sonrası ise gördükleri kabuslardan ibaret o kadar. Mesele zaten, gerçek bir Ortaçağa dönme eğilimi değil; az önce resmettiğim gibi, dünya genelinde ''köylünün'', ''halkın'' artık dönüşüyor olması meselesidir. Asıl sorun, Türkiye'de olduğu gibi dünya genelinde de bir takım oligarşik elitlerin bu gelişmelerden büyük rahathızlık duyuyor olmalarında ve bunu hazmedemeyip hır gür çıkarıyor olmalarındadır. Bu bağlamda Say hangi ülkeye gitse, benzer bir çekişme kendisini orada da takip edecektir.
Fazıl Say'ın ''alıp başımı gideceğim'' şeklindeki resti ile bunun bağlantısını nasıl mı kuruyorum? Elbette kendi ifadelerinin tahlilinden ve destek veriyorum derken bilerek yada farkında olmayarak bu noktalara değinen bazı yazarların ifadelerinden...
Bahane ile meseleyi AKP'nin üzerine yıkmaya çalışan Ahmet Hakan bile yukarıda izah ettiğim gerçeği itiraf etmiş; ''sorun, 'din kaynaklı bir hareketin ülkeyi ele geçirmesi' sorunu falan değildir...'' derken... Ancak yazısının devamında bakın neler diyor: ''Köylülük sinsi bir şekilde ülkeyi zaptediyor... Sevgili Fazıl... 'Köylülük' adını verdiğimiz olgu, 'halkın değerleri' kisvesine bürünüp, sinsi bir şekilde ülkenin bütün alanlarını zapt ediyor. Ve sen aslında buna isyan ediyorsun... Hemen söyleyeyim dostum, teşhisinde olmasa bile isyanında sonuna kadar haklısın... Yani... Sevgili dostum... Teşhisi, 'İslamcılar geldi! Eyvah' diye ortaya koymak yerine... 'Köylüler geldi! Eyvah' diye ortaya koymaya ne dersin?''.
Bu sözlerde yer alan itiraflar ne anlatmaya çalıştığımı sanırım özetliyordur. Hakan, gene yanlış bir tahlile dayanarak, ''köylülük'' ile ''halkın değerleri'' kavramlarını birbirinden ayrı şeylermiş gibi göstererek, yazısının başka bir yerinde AKP'yi bu değerleri kullanmak ile itham ediyor. Yani, halk arasında gerçekte var olan ve yukarıda izahını yaptığım doğal gelişmeleri göremeyip, ya da (ona değişmeyi layık bulmayarak) aşağılayarak meseleyi 'halkı kandıran AKP' ve 'sinsi köylülük anlayışı' (her ne demekse) belirsizliklerine indirgemeye çalışıyor. Köylülük ne zamandan beridir sinsi ve tehlikeli bir güç oldu. Bu nasıl bir anlayıştır ki, düşmanı olduğun AKP'yi ''İslamcılık'' gibi kendi üretiminiz bir korkuya değilde; Atatürk'ün övdüğü bir olguya layık görüyorsunuz. Yoksa, ''köylü bu milletin efendisidir'' sözü Atatürk'e ait değil mi?
Hiçbir zaman anlayamadığım bir mevzudur bu. Bizim elitler son derece Atatürkçü geçindikleri halde, onun efendilik makamına layık gördüğü insanları neden aşağılarlar ve nihayetinde onları ülkeyi ele geçirmeye çalışan ''sinsi bir tehlike'' olarak nitelendirirler? Sizi bilemem; ama bana bu elitlerin ve aydın nüsvettelerinin gerçek manada Atatürkçü olmadıklarını bir olgu ile kat'i bir şekilde ispat et deseler; işte onlardaki bu halk korkusunu, köylü korkusunu gösteririm. Yakın tarihimizde bir siyasi önderin bir grup insana (askere) söylediği, ''sizin gerçek düşmanınız halktır'' şeklindeki sözlerini hatırlayınız. Bu tesbitlerimi değerlendirme işini geleceğin sosyologlarının hakemliğine bırakıp devam edeyim.
Sevgili Fazıl ve onun gibi düşünen azınlık!...
Ertuğrul Özkök, her ne kadar ''kesin tavrını'' açıklayıp ''ben Fazıl Say'ı anlamaya çalışacağım'' desede, asıl anlamaya çalışmanız gereken kesim halkın kendisidir. Şimdiye kadar itilen, horlanan, aşağılanan, dışlanan, tercihleri görmezden gelinenler hep ''halk'' oldu, ''köylüler'' oldu. Bu insanların başı örtülü kızları, verdikleri oylar ve yaşam şekilleri oldu. Oy verip AKP'yi seçtiler: ''Ahmaklar'' dediniz. Onların özgür bir irade sergileyemeyecek kadar yetersiz bir yığın olduğunu kabul ederek, oyunu bir kuruşa sattı dediniz. Bu da yetmedi onu, ''Göbeğini kaşıyan adam'' diyerek tahkir ettiniz. Değer verdikleri İslam'ın, ilme, gelişmeye karşı bir din olduğunu söylediniz... kızlarınızı o nedenle okutmuyorsunuz dediniz; o kızlar üniversite kapılarına gelince de, ''eyvah meğer başları örtülü imiş'' telaşına kapıldınız... ve önceden (gayr-ı samimi bir tarzda) davet ettiğiniz kapılardan onları geri çevirdiniz... Sizler, kendi kendinize ürettiğiniz sanal bir tehlikeden korkup ''çeker giderim'' derken, o kızların binlercesi gerçek bir korku ile tanışmışlar ve okumak uğruna ülkelerini çoktan terketmeye zorlanmışlardı bile... Sizlerdiniz, ''illa din istiyorlarsa, solculuk istiyorlarsa'' onları da biz getiririz diyenler ve onlara bir düşünme yetisini bile çok görenler... Kılık kıyafetlerine bakarak onları sınıflandıranlar ve dışlayanlar sizlerdiniz... ama nedense ''bir gelirlerse bizim kılık kıyafetimize karışırlar'' diyenler de sizlersiniz... Sonra, onları Sünni, Alevi, Kürt, Türk, sağcı, solcu şeklinde kamplara ayıranlar da sizler oldunuz hep. ''Biz yüzde 30, onlar yüzde 70...'' derken de yanılıyorsun dostum. Siz asla yüzde otuz olamadınız. Bir gün yarattığınız sahte korkular perdesi dağıldığında bir çok insan şimdiye dek nasıl kandırıldıklarını anlayacak ve diğer yüzde 70'in yanında saf tutacaklar. Sizler yüzde ikilerle bile zor temsil ediliyor hale geleceksiniz bu ülkede.
İçinizde hasıl olan kaçma dürtüsünün asıl nedeni aslında; ''acaba bizim yaptıklarımız karşısında bizden öc alırlar mı?'' korkusundan kaynaklanıyor... bilirim... öyle ''laiklik elden gitti'' masallarına sığınmanıza gerek yok. Ama korkmayın! Bu halk, bu köylü, sizler gibi dışlayıcı, hayatı zindan edici değildir. Onlar Yunus Emrelerin, Mevlanaların, Hacı Bektaşların torunlarıdırlar. Başka ülkelere kaçmanıza gerek yok. Kabuğunu kırıp kendi olarak dışarı çıktıklarında bile sizleri insan olduğunuz için sevmesini bilir onlar, yürekleri geniştir, bağışlayıcıdırlar. Ve o halk, asla sizin sandığınız gibi ''İslamcı'' ve sanal bir öcü değil; Sünni'siyle, Alevi'siyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Türk'üyle, Kürt'üyle, başı açığıyla, kapalısıyla, halk olan halk, ''efendi'' olan köylüdür. Değerleri bütünlüktür, birliktir, kardeşliktir, özgürlüktür, saygıdır, hoşgörüdür, rahat ve huzurlu yaşamdır. Artık bu değerlerin baskı ile zapt-u rapt altına alınamayacağı dönemlere, bu halkın kendisi ile alay ettirmeyeceği dönemlere yaklaşıyoruz. Korktuğunuz değişim aslında budur. Ülkeyi terketme kabusları görmenize, korkmanıza gerek yok. Korkması gereken birisi varsa o da; bunca korkunun ardından ülkenin yularını tekrar ele almanız durumunda, size yaşattıkları o kısa korkudan dolayı, sergileyeceğiniz daha büyük baskılardan ve zulümlerden çekme ihtimali olan bu halkın ve köylünün kendisidir.
Fazıl Say'ın bu çıkışı münferit bir hadise mi yoksa birilerinin gazına mı geldi bunu şimdiden kestirmek güç. Say'ın sonradan yaptığı ''tam da öyle demek istememiştim'' tarzı dönüş beni böyle bir belirsizliğin içine itiyor. Münferit bir hadise bile olsa belli çevreler mevzuyu ısıtıp ısıtıp, kendi dar çerçevelerinden bizlere sunmaya, onu kaşımaya devam edeceklerdir. Düşünsenize... ''Müzik ve sanat düşmanı AKP'' propagandası bile yürütebilirler bu hadise üzerinden. Yani bir Talibanlaştırma propagandası... Neyse, her iki durumda da Say özür dilemeyecek nasıl olsa... 19 Aralık 2007
Beyler!, Efendiler!... Bir mevzu, öfke girdaplarının helezonik dalgalarına kapılarak tartışılınca başlar döner, düşünceler bulanır ve virtigo duygusu oluşur. Bu, gerçek ile algılama şekli (ve algılanan şey) arasında hasıl olan bir nevi uyumsuzluktan kaynaklanan bir düşünme (baş) dönmesi halidir. Böyle bir halet-i ruhiye içerisinde tartıştıklarını yada analiz (yorum) yaptıklarını sanarken ciddi hatalar yapanlar görülür; zira hakikat zannedilen görüntü artık muntamıs (belirsiz) bir hal almıştır.
Pek değerli piyanistimiz Fazıl Say'ın talihsiz beyanlarının hasıl etmiş olduğu böyle bir girdap, birileri açısından cezbedici bir mahiyete sahip olduğundan olsa gerek, benzer bir virtigo etkisi doğurdu. Zaten basınımız ekseriyeti itibari ile buna çok müsait. Say'ın sanatçı kişiliği de bu beyanda yorum yapanları iyice cesaretlendiriyor olmalı. Oysa bırakın Say'a destek olmaya çalışan yazıları, onu anlamaya çalışan yazılarda bile ciddi düşünce bulanmalarının izleri görülmekte. Bu tür yorumlara imza atan kişilerin bazı ifadelerinde ufak tefek hakikat kırıntıları bulunsada, meselenin en temel noktasında gözlerinden kaçan bir ayrıntı var. O da; Fazıl Say'ın söylediklerini haklı gösterecek hiç bir temel dayanağı olmaması gerçeği ve hakikatten uzak, mesnedsiz tahlilleri!
İşte bir kısım yazarlar Say'a destek vereyim derken, ya da tam yeri gelmişken bir AKP eleştirisi daha geçeyim şeklinde hareket ederken böyle bir yanlıştan yola çıkıyorlar ve bir hakikat arayışına girişiyorlar. Oysa bir yanlışın kendisinden değil, anti-tezinden hakikat tekevvün eder. Bu bağlamda ben de birtakım anti-tezler üretip, Fazıl Say hadisesine o zaviyeden bakmaya çalışacağım.
Fazıl Say'ın ifadelerinde mündemiç (bulunan) yanlışların tahlilini sunmak, meseleye açıklık getirmek açısından önemli. Sözlerinin arasında; ''Ortaçağ karanlığı, bütün aydınlarımız gibi beni de kaygılandırıyor'', ''İslamcılar zaten kazandı, biz yüzde 30 onlar ise yüzde 70; biz artık azınlıkta kaldık, dışlanıyoruz''... şeklinde beyanları var Say'ın.
Bu sözleri duyduğunda hemencecik yukarıda altını çizdiğim virtigo etkisinin (düşünce bulanıklığının) girdabına kapılanlar var. Kimse kusura bakmasın; ancak bu 'aydın' piyanistimizin mezkur değerlendirmelerinin, söylediklerini haklı gösterecek hiç bir temel dayanağı yok; hakikatten ve gerçekten uzak; birtakım mesnedsiz tahliller barındırdığı da aşikar.
Bir kere, AKP'nin yüksek oranda bir oy almış olması (o da yüzde 47; 70 değil), velev ki yüzde 90 bile olsa, gerçek bir tehlikeye işaret etmiyor. Zira, herkes iyi biliyor ki (endişe izhar eden efendiler bile) bu oyların yekünu ''İslamcı'' bir kesimin oyları değildir. AKP, kabul etsenizde etmesenizde çok farklı dünya görüşlerine sahip ve özgür iradeli bireylerin oylarını alabilmeyi başarabilmiş bir partidir. Haddizatında ülkemizde, belki yüzde ikileri geçmeyecek bir azınlık dışında, ''İslamcı'' olarak nitelendirilebilecek bir çoğunluk da yoktur. Adı geçen tabirin kullanımı bile yanlıştır. Batı'nın dar; bizdeki aydın geçinenlerin ise daha geniş bir dairede, ''İslamcı'' tabirinin içine dahil etmeye çalıştıkları manalar hakikat planında İslam'ın kendisinin red ettiği, özünde taşımadığı, o nedenle bünyesine asla kabul etmeyip, ilk fırsatta kusacağı bir takım anlayışlardır. Bunun detayları başka bir yazının konusu...
Bu nedenle, Say'ın işaret ettiği tehlike aslında sanal olan, belli bir paranoyaya dayanan, sağlıksız, gerçek dışı, abartılmış, tehlike olmadığı halde zorla o şekilde kabul ettirilmeye çalışılan bir olgudur. Meselenin özelde AKP kadrolarına, genelde bu ülkenin dindarlarına bakan yönü ise bir grup insanın, ne yaparsa yapsın mutlaka kötü niyetli olduğu savına ve paranoyasına hapsedilmesi ile alakalıdır; 'niyet okuma' hastalığının tezahürleridir. Ne Türkiye'de, ne de dünya genelinde öyle 'öcü' kılıklı, art niyetli, yok edici, dışlayıcı, bağnaz bir ''İslamcı'' gelişme yoktur. Belli Müslüman ülkelerde (nedense çoğunun başında da Batı'nın atadığı nesiller başta) statik bazı yerel, kültürel, maddi ve politik sorunlar hakimdir o kadar. Ortada sadece, etrafına örülmüş zorbalık kabuğunu kırıp hayat bulmaya çalışan İslami değerler vardır. Ladin, Taliban, El Kaide gibi olgular bir gelişme değillerdir; bir dayatmanın kısa sürecek olan neticeleridirler o kadar. İslam'ın doğasına ait bir gelişme ise asla değillerdir. Toplumlara 'öcü' tasvirleri pompalayan bir takım elitlerin asıl korktukları şey, işte bu İslam'ın öz mahiyeti ve önlemeyen yükselişidir. Yoksa, Ladin, Taliban ve benzerleri gibi gulyabanilerden en çok Müslümanlar rahatsızlar bugün. Gerçekten samimi iseler normal Müslümanlara onları kültürle, eğitimle yok etme imkanı versinler bakalım, verecekler mi? İhaleyi almaya hazırım...
Fazıl Say hadisesi ile devam edelim...
Ülkemizde sadece AKP iktidarına atfedilemeyecek bir gelişme ve zenginleşme var. Sadece maddi imkanlar değil, düşünceler de evrimleşiyor. İnsanlar daha açık fikirli ve eğitimliler. Dışa açık bir hale gelmeye başladılar. Birbirlerine karşı bile eskisi gibi düşmanca duygular beslemiyorlar, bütünleşmeden, kardeşlikten yanalar (Sünni, Alevi, Türk, Kürt, vs.). Bu senelerin ürünü olan, tabandan gelen bir dönüşüm. AKP halkın bu dönüşümünü kısmi de olsa başarı ile okuyabilmiş bir partidir o kadar. Belli konularda tercihini bir takım politik statükolardan değil, halktan yana kullandı ve kazandı AKP. Son seçimlerin hemen akabinde bir DTP'li yetkilinin bile ''biz, halktan kopuk yaşadığımız için kaybettik'' şeklindeki itirafları bunun bir göstergesi idi adeta. Bazı aydınlarımızın demokrasi mevzubahis olunca anlayamadıkları bir husus var: O da, demokrasilerde partilerin değil, her zaman halkın kazanacağı gerçeğidir. Halkın tercihlerini bir gün AKP de dinlememeye başlarsa yüzde 15 oy bile alamayabilir. Eğer, bugün AKP'nin temsil ettiği dönüşüm CHP tarafından temsil edilebilmiş olsaydı benzer oranda oy alabilirdi bu partimiz de. O zaman, sanal bir ''İslamcılık'' tehlikesinden bahsetmiyor olurdu oligarşik elitlerimiz.
Peki benim bile meseleyi izah ederken kıyısına sığındığım ''dönüşüm'' ifadesi ne anlama geliyor? Söyleyeyim: Bu, ''İslamcı'', dini bir tehlikeye değil; halk bazlı bir değişime tekabül ediyor. Elimizde; aldığı eğitim sayesinde ve gelişen dünya şartlarının cenderesinde kabuğunu kırmayı başarmış, hayattan ve mevcut devlet yönetimi anlayışından daha farklı beklentiler içerisine girmiş, yetersiz ekonomik uygulamalardan bıkmış, değişiklik arayışı içerisinde olan bir halk kitlemiz var artık. Bir takım aydınlarımızın ve sanatçılarımızın göremediği gerçek işte budur. Muhafazakarlaşma eğilimi bu değişen kitleyi tanımlayan husuiyetlerden sadece bir tanesi; onu tek başına tanımlayan bir kabiliyet değil; sadece itici bir güç. Bu sadece ülkemize ve İslamiyet'e ait olmayıp, tüm dünyada hızla yayılan bir olgudur. Belli kesimler bu süreçte iki korku ürettiler kendilerine. Şu an bu gücü en ön cephede İslam temsil ediyor. İki korku nedeninin birincisi işte bu. Diğeri ise, halkın ''köylülükten'' sıyrılıp, ''efendiliğe''; hizmetçilikten terfi alıp, ev sahipliği konumuna yükselme istek ve gayreti... Cumhurbaşkanımız Gül, '' Cumhurbaşkanı olmam sınıfların kırıldığının göstergesidir'' derken bu hakikate işaret ediyordu.
Yeri gelmişken şu ''Ortaçağ karanlığı'' konusunu da araya sıkıştırıvereyim hemen. Dünyanın hiçbir yerinde hiç bir kimsenin bir yerleri ''Ortaçağ karanlığına döndürdüğü'' yok. Yapamazlarda... Çünkü eskiye ait olan bu dönemin temel dinamiklerini nasıl hayata geçireceklerini bile bilmezler. Onu bir kere başaran oldu: O da Batı'nın kendisi idi. Sonrası ise gördükleri kabuslardan ibaret o kadar. Mesele zaten, gerçek bir Ortaçağa dönme eğilimi değil; az önce resmettiğim gibi, dünya genelinde ''köylünün'', ''halkın'' artık dönüşüyor olması meselesidir. Asıl sorun, Türkiye'de olduğu gibi dünya genelinde de bir takım oligarşik elitlerin bu gelişmelerden büyük rahathızlık duyuyor olmalarında ve bunu hazmedemeyip hır gür çıkarıyor olmalarındadır. Bu bağlamda Say hangi ülkeye gitse, benzer bir çekişme kendisini orada da takip edecektir.
Fazıl Say'ın ''alıp başımı gideceğim'' şeklindeki resti ile bunun bağlantısını nasıl mı kuruyorum? Elbette kendi ifadelerinin tahlilinden ve destek veriyorum derken bilerek yada farkında olmayarak bu noktalara değinen bazı yazarların ifadelerinden...
Bahane ile meseleyi AKP'nin üzerine yıkmaya çalışan Ahmet Hakan bile yukarıda izah ettiğim gerçeği itiraf etmiş; ''sorun, 'din kaynaklı bir hareketin ülkeyi ele geçirmesi' sorunu falan değildir...'' derken... Ancak yazısının devamında bakın neler diyor: ''Köylülük sinsi bir şekilde ülkeyi zaptediyor... Sevgili Fazıl... 'Köylülük' adını verdiğimiz olgu, 'halkın değerleri' kisvesine bürünüp, sinsi bir şekilde ülkenin bütün alanlarını zapt ediyor. Ve sen aslında buna isyan ediyorsun... Hemen söyleyeyim dostum, teşhisinde olmasa bile isyanında sonuna kadar haklısın... Yani... Sevgili dostum... Teşhisi, 'İslamcılar geldi! Eyvah' diye ortaya koymak yerine... 'Köylüler geldi! Eyvah' diye ortaya koymaya ne dersin?''.
Bu sözlerde yer alan itiraflar ne anlatmaya çalıştığımı sanırım özetliyordur. Hakan, gene yanlış bir tahlile dayanarak, ''köylülük'' ile ''halkın değerleri'' kavramlarını birbirinden ayrı şeylermiş gibi göstererek, yazısının başka bir yerinde AKP'yi bu değerleri kullanmak ile itham ediyor. Yani, halk arasında gerçekte var olan ve yukarıda izahını yaptığım doğal gelişmeleri göremeyip, ya da (ona değişmeyi layık bulmayarak) aşağılayarak meseleyi 'halkı kandıran AKP' ve 'sinsi köylülük anlayışı' (her ne demekse) belirsizliklerine indirgemeye çalışıyor. Köylülük ne zamandan beridir sinsi ve tehlikeli bir güç oldu. Bu nasıl bir anlayıştır ki, düşmanı olduğun AKP'yi ''İslamcılık'' gibi kendi üretiminiz bir korkuya değilde; Atatürk'ün övdüğü bir olguya layık görüyorsunuz. Yoksa, ''köylü bu milletin efendisidir'' sözü Atatürk'e ait değil mi?
Hiçbir zaman anlayamadığım bir mevzudur bu. Bizim elitler son derece Atatürkçü geçindikleri halde, onun efendilik makamına layık gördüğü insanları neden aşağılarlar ve nihayetinde onları ülkeyi ele geçirmeye çalışan ''sinsi bir tehlike'' olarak nitelendirirler? Sizi bilemem; ama bana bu elitlerin ve aydın nüsvettelerinin gerçek manada Atatürkçü olmadıklarını bir olgu ile kat'i bir şekilde ispat et deseler; işte onlardaki bu halk korkusunu, köylü korkusunu gösteririm. Yakın tarihimizde bir siyasi önderin bir grup insana (askere) söylediği, ''sizin gerçek düşmanınız halktır'' şeklindeki sözlerini hatırlayınız. Bu tesbitlerimi değerlendirme işini geleceğin sosyologlarının hakemliğine bırakıp devam edeyim.
Sevgili Fazıl ve onun gibi düşünen azınlık!...
Ertuğrul Özkök, her ne kadar ''kesin tavrını'' açıklayıp ''ben Fazıl Say'ı anlamaya çalışacağım'' desede, asıl anlamaya çalışmanız gereken kesim halkın kendisidir. Şimdiye kadar itilen, horlanan, aşağılanan, dışlanan, tercihleri görmezden gelinenler hep ''halk'' oldu, ''köylüler'' oldu. Bu insanların başı örtülü kızları, verdikleri oylar ve yaşam şekilleri oldu. Oy verip AKP'yi seçtiler: ''Ahmaklar'' dediniz. Onların özgür bir irade sergileyemeyecek kadar yetersiz bir yığın olduğunu kabul ederek, oyunu bir kuruşa sattı dediniz. Bu da yetmedi onu, ''Göbeğini kaşıyan adam'' diyerek tahkir ettiniz. Değer verdikleri İslam'ın, ilme, gelişmeye karşı bir din olduğunu söylediniz... kızlarınızı o nedenle okutmuyorsunuz dediniz; o kızlar üniversite kapılarına gelince de, ''eyvah meğer başları örtülü imiş'' telaşına kapıldınız... ve önceden (gayr-ı samimi bir tarzda) davet ettiğiniz kapılardan onları geri çevirdiniz... Sizler, kendi kendinize ürettiğiniz sanal bir tehlikeden korkup ''çeker giderim'' derken, o kızların binlercesi gerçek bir korku ile tanışmışlar ve okumak uğruna ülkelerini çoktan terketmeye zorlanmışlardı bile... Sizlerdiniz, ''illa din istiyorlarsa, solculuk istiyorlarsa'' onları da biz getiririz diyenler ve onlara bir düşünme yetisini bile çok görenler... Kılık kıyafetlerine bakarak onları sınıflandıranlar ve dışlayanlar sizlerdiniz... ama nedense ''bir gelirlerse bizim kılık kıyafetimize karışırlar'' diyenler de sizlersiniz... Sonra, onları Sünni, Alevi, Kürt, Türk, sağcı, solcu şeklinde kamplara ayıranlar da sizler oldunuz hep. ''Biz yüzde 30, onlar yüzde 70...'' derken de yanılıyorsun dostum. Siz asla yüzde otuz olamadınız. Bir gün yarattığınız sahte korkular perdesi dağıldığında bir çok insan şimdiye dek nasıl kandırıldıklarını anlayacak ve diğer yüzde 70'in yanında saf tutacaklar. Sizler yüzde ikilerle bile zor temsil ediliyor hale geleceksiniz bu ülkede.
İçinizde hasıl olan kaçma dürtüsünün asıl nedeni aslında; ''acaba bizim yaptıklarımız karşısında bizden öc alırlar mı?'' korkusundan kaynaklanıyor... bilirim... öyle ''laiklik elden gitti'' masallarına sığınmanıza gerek yok. Ama korkmayın! Bu halk, bu köylü, sizler gibi dışlayıcı, hayatı zindan edici değildir. Onlar Yunus Emrelerin, Mevlanaların, Hacı Bektaşların torunlarıdırlar. Başka ülkelere kaçmanıza gerek yok. Kabuğunu kırıp kendi olarak dışarı çıktıklarında bile sizleri insan olduğunuz için sevmesini bilir onlar, yürekleri geniştir, bağışlayıcıdırlar. Ve o halk, asla sizin sandığınız gibi ''İslamcı'' ve sanal bir öcü değil; Sünni'siyle, Alevi'siyle, Laz'ıyla, Çerkez'iyle, Türk'üyle, Kürt'üyle, başı açığıyla, kapalısıyla, halk olan halk, ''efendi'' olan köylüdür. Değerleri bütünlüktür, birliktir, kardeşliktir, özgürlüktür, saygıdır, hoşgörüdür, rahat ve huzurlu yaşamdır. Artık bu değerlerin baskı ile zapt-u rapt altına alınamayacağı dönemlere, bu halkın kendisi ile alay ettirmeyeceği dönemlere yaklaşıyoruz. Korktuğunuz değişim aslında budur. Ülkeyi terketme kabusları görmenize, korkmanıza gerek yok. Korkması gereken birisi varsa o da; bunca korkunun ardından ülkenin yularını tekrar ele almanız durumunda, size yaşattıkları o kısa korkudan dolayı, sergileyeceğiniz daha büyük baskılardan ve zulümlerden çekme ihtimali olan bu halkın ve köylünün kendisidir.
Fazıl Say'ın bu çıkışı münferit bir hadise mi yoksa birilerinin gazına mı geldi bunu şimdiden kestirmek güç. Say'ın sonradan yaptığı ''tam da öyle demek istememiştim'' tarzı dönüş beni böyle bir belirsizliğin içine itiyor. Münferit bir hadise bile olsa belli çevreler mevzuyu ısıtıp ısıtıp, kendi dar çerçevelerinden bizlere sunmaya, onu kaşımaya devam edeceklerdir. Düşünsenize... ''Müzik ve sanat düşmanı AKP'' propagandası bile yürütebilirler bu hadise üzerinden. Yani bir Talibanlaştırma propagandası... Neyse, her iki durumda da Say özür dilemeyecek nasıl olsa... 19 Aralık 2007
14 Aralık 2007 Cuma
İLK DERGİLER VE BLOGLAR
Bu yazı 27 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Engin Ardıç'ın 'bloglar' hakkındaki son çıkışı (Akşam, 11 Aralık 2007) haklı olarak bazı blog yazarlarının tepkisini çekti. Ardıç, ilgili yazısında her ne kadar bazı önemli hakikatlere temas etmiş olsada, zikrettiği sorunların yalnız blog sitelerine ve İnternet gazetelerine/ortamlarına mahsus olmayıp, ilk olarak matbu gazetelerimizden tevellüd etmiş olduklarını biraz gözardı etmiş anlaşılan.
Bu bahsi kendisinin yazısından alıntılar etrafında biraz açayım:
Bir kere; ''İnternet çıkalı... mertliğin bozulmasına çeyrek var'' şeklindeki serzeniş kısmen anlamlı görünsede, aynı cümleyi ben, ''bazı matbu köşe yazarları çıktı mertlik bozuldu'' yada ''bazı medya patronları çıktı mertlik kovuldu'' şeklinde ifade etsem buna kaç kişinin itirazı olabilir? Zaten Ardıç'ın kendisi de yazısının bir bölümünde ''çamur deryasının matbuat kısmı'' diyerek işaret ettiğim bu hakikate değinmiş.
Bugün bazı blog yazılarında herhangi bir bozukluk, seviyesizlik, saldırı üslubu vb. aksaklıklar var ise, bu genel anlamda, toplum olarak, bir takım zihni ve ruhsal maruzatlara düçar olduğumuzun göstergesidir. Bu tür sorunlar sadece yazılarda değil, sokak ortasında birbirimize muamele ediş şeklimizde de kendisini gösteriyor. İşte bu noktada şu iddiamı hemen derc edeyim: Günlük hayatımıza ancak son 5-6 senedir girmiş bulunan, kapılarını ve imkanlarını klavye kullanabilen herkese açmış bulunan bu tür dijital ortamlar mı sorunun kaynağı? Hayır! Elbette durum bahsettiğim sürecin sadece bir neticesi. Oysa matbu gazetelerimizin hal-i pür melali sorunun asıl kaynağı olabilecek mahiyette. Kendilerinin yıllardır bu millete reva gördükleri bozuk gazetecilik anlayışı, takip ettikleri saldırgan; birleştirme yerine parçalama tandanslı üslupları, toplumun farklı kesimlerini birbirine düşman etme gayretleri, köşe başlarından başkalarına atılan iftiralar, patron çıkarları ve ihale koparma telaşları ortasında gündeme getirilen dalaşmalar ve sataşmalar, cuntacılık yapmalar, darbe çığırtkanlıkları, kadın teşhircilikleri yapmalar... Senelerdir böyle bir atmosferin gölgesinde yetişmiş bir toplumun bazı fertlerinin, önlerine yazı yazma imkanı sunan böyle sanal ortamlarda abilerinden görüp öğrendikleri tarzı kendilerine üslup ve metod edinmeleri elbette kaçınılmaz olur. Demirel'in artık klişe olmuş bir sözünden uyarlayarak ifade edeyim: Cumhuriyet'in kurulduğu günden bu yana, tuttuğunuz gazete köşelerinden millete Fuzuli, Baki, Farabi, Mevlana, Kant, Goethe, Dostoyevski, Tolstoy, birlik, fedakarlık, terbiye duygusu ve düşüncesi öğrettiniz de bu millet öğrenmedi mi?
Yanlış anlaşılmasın; Ardıç'a yüklenmiyorum. Basınımızda yaygın olan bir hastalığa işaret ediyorum o kadar. Mevcut matbu basının ve medyanın sorunların asıl kaynağı olma potansiyelleri olduğuna temas ediyorum sadece.
İşte bu zaviyeden baktığımızda 'blogları' suç cenderesinin tepesine çıkarmak pek doğru bir yaklaşım değil. Blogları yada İnternet ortamında yazılan ''okur yorumlarını'' savunma pozisyonunda da değilim. İnternet ortamı bu. Türlü türlü yerlerde türlü türlü görüşler dile getiriliyor. Bu kadar insanın arasında düzeysiz, temelsiz beyanlarda bulunanların çıkması normal. Bunlar beni de rahatsız ediyor elbette. Fakat dediğim gibi bunlar toplumsal bir şizofreninin (Ardıç bu kişileri psikopat olarak tanımlıyor yazısında) sanal ortama yansıması sadece. Sorunun asıl kaynağına az önce değindiğim için geçiyorum.
Ardıç'ın yazısında beni rahatsız eden yaklaşım, ''blogların'' bir genellemeye kurban edilmiş olmaları. Oysa çok kaliteli bloglar, çok başarılı İnternet gazeteleri, yazarları, siteleri mevcut. Henüz emekleme aşamasında olsalarda çoğunun gayretleri anlamlı. Kimbilir belki de alternatif bir gazeteciliğin temelleri atılıyordur bu sanal ortamlarda. Zaten Ardıç bile bir cümle içerisinde böyle olumlu bir gelişmenin izlerini yansıtmış yazısına; ''bu sitelerin kendi yazarları, farklı stilleri, ayrı ayrı dünya görüşleri oluşmaya başladı. Bu bir gelişmedir'' derken...
Nasılki bozuk gazetecilik anlayışı medyamızın tüm matbu gazetelerinin bir hastalığı değilse, bunun mukabili olan hastalıkların İnternet ortamına bakan adreslerini de 'bloglar'' şeklinde bir genellemeye tabi tutmak yanlış olur. Elbette önüne geleni ardına koymayan, bozuk hitabetli, küfürlü ifadelerin yer edinebildiği İnternet ortamları, bloglar ve 'okuyucu yorum köşeleri' var. Dedim ya! bu, bu hale getirilmiş toplumun ufak bir yansıması sadece. 'Blog' ve benzeri İnternet gazetesi ortamlarını böyle bir gelişmeden mes'ulmüş gibi sunmak yanlış olur.
Ardıç'ın genelleme yaparken kullandığı birkaç argümanı da sıralayıp, asıl değinmek istediğim hususa geçeyim.
Ardıç şu ifadeleri kullanıyor yazısında:
''Yirmi birinci yüzyılda, Andy Warhol’un ünlü öngörüsüyle herkesin on beş dakikalığına ünlü olması gibi, hemen herkes de sanal ortamlarda yazar kesildi./ Fakat ruh hastalarına da gün doğdu./ Çöp tenekesine cüruf boşaltır gibi, ruhlarının pisliklerini Internet’e döktüler... Psikopatlara sağlanan ikinci kolaylık, 'anonim yazabilme' olanağı. Yani gizlilik. Gözüne bir 'rümuz' kestiren, sallıyor abuklamasını... Elbette herkes 'saçmalama özgürlüğüne' de sahiptir, suç kapsamına girmediği sürece. Fakat insanlarda da 'okuduğuna inanma eğilimi' vardır, bu çok doğaldır ve atılan çamurun izi de, bir şekilde kalır.''
Bu görüşlere katılmamak mümkün değil. Ama en başta belirttiğim gibi; bu garabet listesi size bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Birbirine çamur atan, hakaretler savuran, küfür eden köşe yazarlarımız yok mu anlı şanlı kağıda basılı mecmualarımızda?... ''Çamur at izi kalsın'' şeklinde bir tabir kullanıldığında ilk akla gelen gazete hangisi? Zaman Gazetesi ve benzerlerinin tarihini 'atılan haksız çamurları temizleme gayreti' şeklinde özetlesek herhalde yanılmamış oluruz. Peki ya! masa başında yazılan yalan haberlere ne demeli? Peki ya hakaretlere?.. Daha bir iki hafta evvel İlhan Selçuk açık açık bu milletin en önemli değerlerinden birisi olan Kur'an-ı Kerim'e açıkça hakaret etmedi mi sütunundan? Bu çirkefliklere imza atabilen yazarlar ve editörlerin isimlerini bildikte ne oldu? Utandılar mı hiç? Hayır... Milletin gözünün içine baka baka yaptılar yapacaklarını. Şimdi bir kaç İnternet yazarının mahlas isimle yazı yazması (iyi veya kötü) niye rahatsız ediyor ki sizleri. Böyle bir durumda insana iğneyi hatırlatmazlar mı çuvaldızdan önce? DKM'den Ertuğrul Acar Bey bir ara; ''kimin yazdığının değil; ne yazdığının önemli olduğunu'' hatırlatmıştı bana. Saydığım hususlar dikkate alındığında ne kadar da doğru söylenmiş bir söz.
Bir yazıda serdedilen görüşler yeterki düzeyli ve derin olsun; orijinal tespitler içersin. Mehmet Barlas'ın (Posta, 2 Aralık 2007) ifade ettiği gibi; ''iyi yazıdan maksat, hem edebi kaliteye, hem de fikir ve kültür cevherine sahip yazı demektir.'' Bu şartlar altında herkes yazabilmelidir. Matbu gazetelerimizdeki tekelleşme ve patron baskısı bir çok yetenekli yazarın önünü tıkayan bir etkendir. Bu ülke artık kendisini, 'köşe' başlarını tutmuş bir kaç yazar bozuntusunun (istisnalar hariç) güdümünden kurtarmalıdır. Mehmet Barlas mezkur yazısında, ''köşe yazarları olmasa, gazeteler daha mı iyi olurdu?'' diye sormuyor muydu okurlarına? Allah aşkına bu çağrıya 'evet' dememek elde mi bugün? Ben şahsen; kendisini ''en çok satan'' ve ''en etkili'', ''devletin gazetesi'' olarak tanıtan bir kaç gazetenin kapandığı günü, halkın entellektüel düzeysizlikten kurtulmaya başlayacağı gün olarak ilan edeceğim.
İşte İnternet üzerindeki ortamlar bu fasit daire çemberinin kırılmasına yol açacak. Emekleme aşamasında kötü örnekler de yer edinebilir aralarında. Ancak bunun ileriye dönük olarak, ülkemiz adına çok ön açıcı bir gelişme olacağını, bu sanal ortamlarda çok kaliteli yazarlar yetişeceğini düşünüyorum. Bu cümleleri bir eğitim uzmanı sıfatı ile yazıyorum ayrıca...
Hatırlayınız... Cumhuriyetimizin ilk edebiyatçıları ve bazı kaliteli gazetecileri nasıl başladılar yazarlık hayatlarına ve nasıl var oldular aramızda? Baktığınızda; bunların önemli bir kısmının gerek kendi başlarına gerekse de bazı arkadaşları ile birlikte ufak tefek, mütevazi bir dergi çıkarmaya başladıklarını, kendilerini o şekilde yetiştirdiklerini görürsünüz. Çoğunun ilk çıkışı öyledir. Patron ısmarlaması 'kalemşör', savaşçı değillerdir. Bugün hayatta olsalar belki İnternet nimetini kullanırlardı, mütevazi dergiler yerine. İnternet ortamları yeni nesil için işte bu ilk dergilerin görevini görecektir veya görme potansiyelindedir. O nedenle bu ortamlar teşvik edilmeli, ilk edebiyatçılarımızı yetiştiren dergiler gibi birer okul olarak kullanılmalıdırlar.
Evet bu ortamların kötüye kullanılma potansiyelleri var... Ancak bize düşen bir şeyin hayra kapı açabilecek olan yönlerine odaklanmaktır. Zaten medyamız az önce resmettiğim çamur deryasından kendisini kurtaramaz ve milleti de mevcut seviyesizliğinin bataklığına iyice çekmeyi durdurmazsa her alanda kaybetmeye devam edeceğiz. 13 Aralık 2007
Engin Ardıç'ın 'bloglar' hakkındaki son çıkışı (Akşam, 11 Aralık 2007) haklı olarak bazı blog yazarlarının tepkisini çekti. Ardıç, ilgili yazısında her ne kadar bazı önemli hakikatlere temas etmiş olsada, zikrettiği sorunların yalnız blog sitelerine ve İnternet gazetelerine/ortamlarına mahsus olmayıp, ilk olarak matbu gazetelerimizden tevellüd etmiş olduklarını biraz gözardı etmiş anlaşılan.
Bu bahsi kendisinin yazısından alıntılar etrafında biraz açayım:
Bir kere; ''İnternet çıkalı... mertliğin bozulmasına çeyrek var'' şeklindeki serzeniş kısmen anlamlı görünsede, aynı cümleyi ben, ''bazı matbu köşe yazarları çıktı mertlik bozuldu'' yada ''bazı medya patronları çıktı mertlik kovuldu'' şeklinde ifade etsem buna kaç kişinin itirazı olabilir? Zaten Ardıç'ın kendisi de yazısının bir bölümünde ''çamur deryasının matbuat kısmı'' diyerek işaret ettiğim bu hakikate değinmiş.
Bugün bazı blog yazılarında herhangi bir bozukluk, seviyesizlik, saldırı üslubu vb. aksaklıklar var ise, bu genel anlamda, toplum olarak, bir takım zihni ve ruhsal maruzatlara düçar olduğumuzun göstergesidir. Bu tür sorunlar sadece yazılarda değil, sokak ortasında birbirimize muamele ediş şeklimizde de kendisini gösteriyor. İşte bu noktada şu iddiamı hemen derc edeyim: Günlük hayatımıza ancak son 5-6 senedir girmiş bulunan, kapılarını ve imkanlarını klavye kullanabilen herkese açmış bulunan bu tür dijital ortamlar mı sorunun kaynağı? Hayır! Elbette durum bahsettiğim sürecin sadece bir neticesi. Oysa matbu gazetelerimizin hal-i pür melali sorunun asıl kaynağı olabilecek mahiyette. Kendilerinin yıllardır bu millete reva gördükleri bozuk gazetecilik anlayışı, takip ettikleri saldırgan; birleştirme yerine parçalama tandanslı üslupları, toplumun farklı kesimlerini birbirine düşman etme gayretleri, köşe başlarından başkalarına atılan iftiralar, patron çıkarları ve ihale koparma telaşları ortasında gündeme getirilen dalaşmalar ve sataşmalar, cuntacılık yapmalar, darbe çığırtkanlıkları, kadın teşhircilikleri yapmalar... Senelerdir böyle bir atmosferin gölgesinde yetişmiş bir toplumun bazı fertlerinin, önlerine yazı yazma imkanı sunan böyle sanal ortamlarda abilerinden görüp öğrendikleri tarzı kendilerine üslup ve metod edinmeleri elbette kaçınılmaz olur. Demirel'in artık klişe olmuş bir sözünden uyarlayarak ifade edeyim: Cumhuriyet'in kurulduğu günden bu yana, tuttuğunuz gazete köşelerinden millete Fuzuli, Baki, Farabi, Mevlana, Kant, Goethe, Dostoyevski, Tolstoy, birlik, fedakarlık, terbiye duygusu ve düşüncesi öğrettiniz de bu millet öğrenmedi mi?
Yanlış anlaşılmasın; Ardıç'a yüklenmiyorum. Basınımızda yaygın olan bir hastalığa işaret ediyorum o kadar. Mevcut matbu basının ve medyanın sorunların asıl kaynağı olma potansiyelleri olduğuna temas ediyorum sadece.
İşte bu zaviyeden baktığımızda 'blogları' suç cenderesinin tepesine çıkarmak pek doğru bir yaklaşım değil. Blogları yada İnternet ortamında yazılan ''okur yorumlarını'' savunma pozisyonunda da değilim. İnternet ortamı bu. Türlü türlü yerlerde türlü türlü görüşler dile getiriliyor. Bu kadar insanın arasında düzeysiz, temelsiz beyanlarda bulunanların çıkması normal. Bunlar beni de rahatsız ediyor elbette. Fakat dediğim gibi bunlar toplumsal bir şizofreninin (Ardıç bu kişileri psikopat olarak tanımlıyor yazısında) sanal ortama yansıması sadece. Sorunun asıl kaynağına az önce değindiğim için geçiyorum.
Ardıç'ın yazısında beni rahatsız eden yaklaşım, ''blogların'' bir genellemeye kurban edilmiş olmaları. Oysa çok kaliteli bloglar, çok başarılı İnternet gazeteleri, yazarları, siteleri mevcut. Henüz emekleme aşamasında olsalarda çoğunun gayretleri anlamlı. Kimbilir belki de alternatif bir gazeteciliğin temelleri atılıyordur bu sanal ortamlarda. Zaten Ardıç bile bir cümle içerisinde böyle olumlu bir gelişmenin izlerini yansıtmış yazısına; ''bu sitelerin kendi yazarları, farklı stilleri, ayrı ayrı dünya görüşleri oluşmaya başladı. Bu bir gelişmedir'' derken...
Nasılki bozuk gazetecilik anlayışı medyamızın tüm matbu gazetelerinin bir hastalığı değilse, bunun mukabili olan hastalıkların İnternet ortamına bakan adreslerini de 'bloglar'' şeklinde bir genellemeye tabi tutmak yanlış olur. Elbette önüne geleni ardına koymayan, bozuk hitabetli, küfürlü ifadelerin yer edinebildiği İnternet ortamları, bloglar ve 'okuyucu yorum köşeleri' var. Dedim ya! bu, bu hale getirilmiş toplumun ufak bir yansıması sadece. 'Blog' ve benzeri İnternet gazetesi ortamlarını böyle bir gelişmeden mes'ulmüş gibi sunmak yanlış olur.
Ardıç'ın genelleme yaparken kullandığı birkaç argümanı da sıralayıp, asıl değinmek istediğim hususa geçeyim.
Ardıç şu ifadeleri kullanıyor yazısında:
''Yirmi birinci yüzyılda, Andy Warhol’un ünlü öngörüsüyle herkesin on beş dakikalığına ünlü olması gibi, hemen herkes de sanal ortamlarda yazar kesildi./ Fakat ruh hastalarına da gün doğdu./ Çöp tenekesine cüruf boşaltır gibi, ruhlarının pisliklerini Internet’e döktüler... Psikopatlara sağlanan ikinci kolaylık, 'anonim yazabilme' olanağı. Yani gizlilik. Gözüne bir 'rümuz' kestiren, sallıyor abuklamasını... Elbette herkes 'saçmalama özgürlüğüne' de sahiptir, suç kapsamına girmediği sürece. Fakat insanlarda da 'okuduğuna inanma eğilimi' vardır, bu çok doğaldır ve atılan çamurun izi de, bir şekilde kalır.''
Bu görüşlere katılmamak mümkün değil. Ama en başta belirttiğim gibi; bu garabet listesi size bir yerlerden tanıdık gelmiyor mu? Birbirine çamur atan, hakaretler savuran, küfür eden köşe yazarlarımız yok mu anlı şanlı kağıda basılı mecmualarımızda?... ''Çamur at izi kalsın'' şeklinde bir tabir kullanıldığında ilk akla gelen gazete hangisi? Zaman Gazetesi ve benzerlerinin tarihini 'atılan haksız çamurları temizleme gayreti' şeklinde özetlesek herhalde yanılmamış oluruz. Peki ya! masa başında yazılan yalan haberlere ne demeli? Peki ya hakaretlere?.. Daha bir iki hafta evvel İlhan Selçuk açık açık bu milletin en önemli değerlerinden birisi olan Kur'an-ı Kerim'e açıkça hakaret etmedi mi sütunundan? Bu çirkefliklere imza atabilen yazarlar ve editörlerin isimlerini bildikte ne oldu? Utandılar mı hiç? Hayır... Milletin gözünün içine baka baka yaptılar yapacaklarını. Şimdi bir kaç İnternet yazarının mahlas isimle yazı yazması (iyi veya kötü) niye rahatsız ediyor ki sizleri. Böyle bir durumda insana iğneyi hatırlatmazlar mı çuvaldızdan önce? DKM'den Ertuğrul Acar Bey bir ara; ''kimin yazdığının değil; ne yazdığının önemli olduğunu'' hatırlatmıştı bana. Saydığım hususlar dikkate alındığında ne kadar da doğru söylenmiş bir söz.
Bir yazıda serdedilen görüşler yeterki düzeyli ve derin olsun; orijinal tespitler içersin. Mehmet Barlas'ın (Posta, 2 Aralık 2007) ifade ettiği gibi; ''iyi yazıdan maksat, hem edebi kaliteye, hem de fikir ve kültür cevherine sahip yazı demektir.'' Bu şartlar altında herkes yazabilmelidir. Matbu gazetelerimizdeki tekelleşme ve patron baskısı bir çok yetenekli yazarın önünü tıkayan bir etkendir. Bu ülke artık kendisini, 'köşe' başlarını tutmuş bir kaç yazar bozuntusunun (istisnalar hariç) güdümünden kurtarmalıdır. Mehmet Barlas mezkur yazısında, ''köşe yazarları olmasa, gazeteler daha mı iyi olurdu?'' diye sormuyor muydu okurlarına? Allah aşkına bu çağrıya 'evet' dememek elde mi bugün? Ben şahsen; kendisini ''en çok satan'' ve ''en etkili'', ''devletin gazetesi'' olarak tanıtan bir kaç gazetenin kapandığı günü, halkın entellektüel düzeysizlikten kurtulmaya başlayacağı gün olarak ilan edeceğim.
İşte İnternet üzerindeki ortamlar bu fasit daire çemberinin kırılmasına yol açacak. Emekleme aşamasında kötü örnekler de yer edinebilir aralarında. Ancak bunun ileriye dönük olarak, ülkemiz adına çok ön açıcı bir gelişme olacağını, bu sanal ortamlarda çok kaliteli yazarlar yetişeceğini düşünüyorum. Bu cümleleri bir eğitim uzmanı sıfatı ile yazıyorum ayrıca...
Hatırlayınız... Cumhuriyetimizin ilk edebiyatçıları ve bazı kaliteli gazetecileri nasıl başladılar yazarlık hayatlarına ve nasıl var oldular aramızda? Baktığınızda; bunların önemli bir kısmının gerek kendi başlarına gerekse de bazı arkadaşları ile birlikte ufak tefek, mütevazi bir dergi çıkarmaya başladıklarını, kendilerini o şekilde yetiştirdiklerini görürsünüz. Çoğunun ilk çıkışı öyledir. Patron ısmarlaması 'kalemşör', savaşçı değillerdir. Bugün hayatta olsalar belki İnternet nimetini kullanırlardı, mütevazi dergiler yerine. İnternet ortamları yeni nesil için işte bu ilk dergilerin görevini görecektir veya görme potansiyelindedir. O nedenle bu ortamlar teşvik edilmeli, ilk edebiyatçılarımızı yetiştiren dergiler gibi birer okul olarak kullanılmalıdırlar.
Evet bu ortamların kötüye kullanılma potansiyelleri var... Ancak bize düşen bir şeyin hayra kapı açabilecek olan yönlerine odaklanmaktır. Zaten medyamız az önce resmettiğim çamur deryasından kendisini kurtaramaz ve milleti de mevcut seviyesizliğinin bataklığına iyice çekmeyi durdurmazsa her alanda kaybetmeye devam edeceğiz. 13 Aralık 2007
12 Aralık 2007 Çarşamba
YENİ YÖK BAŞKANINA DÜŞEN
Bu yazı 13 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Yazıma yeni YÖK başkanımız Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'a başarılar dileyerek başlayayım. Malumunuz kendisini çok çetin günler bekliyor olacak. Bu çetin şartları hasıl edecek olan ortam sadece yapacağı işlerin zorluğundan kaynaklanmıyor elbette. Kendisi belirli çevrelerin önemli bir ''kale'' olarak gördükleri etkili bir makama atandı; hem de AKP içinden yükselerek Cumhurbaşkanlığı makamına oturan Abdullah Gül tarafından... Daha ilk ''hoş geldin'' buluşmasında bile meseleyi ''puro içer, küfür eder...'' lakaytlığı ile geçmediler mi okurlarına? (DKM, 10 Aralık 2007).
Sayın Gül, halkın nerede ise yarıya yakınının onayının ardından Cumhurbaşkanı seçildiğinde bile, kendisi ile alakalı olarak ''O benim Cumhurbaşkanım değil'' deme cesareti ve cürestsizliğini sergileyen köşe yazarları vardı hatırlarsanız. Bakalım şimdi ''O benim YÖK başkanım değil'' başlıkları ile benzer terbiyesizlikleri sergileyecek mi aynı kalemler. Göreceğiz.
İlk basın toplantısında cesur bir çıkışla önemli iki vizyonu olduğundan bahsetmiş yeni YÖK başkanımız. Önemli bulduğum için buraya tekrar derc edeyim: ''Bütün yasakların üniversitelerden kalkması ve üniversitelerin asli görevleri olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri.'' Ne yalan söyleyeyim, YÖK adına çok gecikmiş vaadler bunlar. Kemal Gürüz gibi çok kötü bir YÖK başkanının ardından o makama atanan Teziç döneminde, YÖK bu asli görevlerine döner diye bekliyordum. Heyhat! hepimiz ne kadar çok yanıldığımızı kısa sürede müşahade ettik. Umarım yeni başkan ilk çıkışı anındaki çizgisini korur ve üniversitelerimizi 21. yüzyılda bulunmaları gereken noktaya getirecek çalışmalara imza atar.
Bu iki vizyon YÖK içerisinde yapılması gereken revizyon çalışmalarının özünü teşkil ediyor. Bunlardan birincisi olan 'yasaklar' maddesi yalnızca (genelde) muhafazakar kesimlerin ve (özelde) başörtülülerin (türban yanlış ve kasıtlı bir kullanımdır) rahatsızlık duydukları bir husus değil. Yaşı müsait olan herkes hatırlar. Üniversite yıllarımda üniversitelerdeki sol kesimlerin YÖK'ü ve YÖK'ün yasakçı zihniyetini protesto etmedikleri gün yok gibiydi. Boğaziçi Üniversitesi'nde bile, Kuzey kampüs bu tür gösterilerin sahnelendiği yer olurdu. Ne yazık ki, AKP iktidara geldikten sonra bu gösteriler bir anda kesiliverdi. Eskiden gazetelerde çok sıklıkla okuduğumuz bu protesto haberlerinin yerlerinde yeller esmeye başladı. Belli ki, AKP bu çevreler açısından ciddi bir tehlike olarak algılandığı için, AKP'ye karşı önemli bir ''kale'' görevi ifa edebilecek olan YÖK, bir anda ''iyi adam'' oluvermişti onların gözünde. Oysa bu çevrelerin görünürdeki en büyük tepkileri YÖK'ün mahiyetine yönelik idi. Gerçekten samimi olsa idiler, AKP'ye biraz olsun destek verebilirler ve geç kalmış YÖK revizyonunun kapısını açabilirlerdi. Eski solcu, sonradan Kemalist bir profesör hocamın söyledikleri galiba doğru idi: Bu tür eylemlerin belli bir amacı gerçekleştirmekten ziyade, adam yetiştirme amaçlı olarak kullanıldığını anlatmıştı bana...
Sadece ''türban'' yasağı değil, düşünce kapsamına giren her türlü yasak kalkmalı üniversitelerden. Akademik hayatın en temel taşı özgür düşüncedir. Bu olmadan bilim üretilmez. Düşüncesi kısıtlanan insanlar yeni şeyler üretemezler. Birşey üretme derdinde olmayanlar da böyle bir atmosferi kullanıp kendi hakim ideolojilerinin temadisi adına gayret gösterirler; ilmi çalışma ikinci, hatta üçüncü plana itilir. İki yılda bir uluslararası yayın bile üretmeyen insanlar cübbeleri ile ortalıkta protesto yapmayı marifet ve 'aydınlık' emaresi saymaya başlarlar. Yeryüzünün en ilkel ''ikna odaları'' bizim ülkemizde açılır... Üniversitelerimizin hal-i pür melali zaten bu şekilde özetlenebilir.
Gelelim ikinci vizyonun kapsamına. Bu da toplum olarak hepimizin ortak derdi. Sizleri bilemem; ama hali hazırda yurt dışındaki büyük üniversitelerde akademisyenlik yapan benim gibiler için, kıyaslama yaptığımızda yüreğimizi acıtan bir durumda üniversitelerimiz. Zaten yeni YÖK başkanı da konuşmasında bu gerçeğe değinmiş ve bunu vizyonuna temel dayanak noktası yapmış.
Bunu gerçekleştirmek için önerdiği yöntem öz itibari ile çok doğru. Zaten sorun bunun nasıl ve hangi aşamalar neticesinde gerçekleştirileceğinde. YÖK başkanının ''sorunları bir serbestlik ortamı sağlayarak bir de bilimselliği harekete geçirerek'' çözmek şeklinde özetlediği yaklaşım bu zaviyeden bakıldığında anlamlı. Bu özetin ardından beyan buyurduğu ''biraz maddi tarafı olan bir şey, araştırmacılarımızın olanaklarını artırırsak bunu yapabileceğimizi zannediyorum'' şeklindeki yaklaşımı ise biraz eksik. Umarım ifadeler arasına sıkıştırılmış bulunan ''biraz'' tabiri bilinçli olarak seçilmiştir. Bu noktayı biraz açayım...
Endişelerimi izhar ederken kullanacağım argümanları eksik yorumlayıp, ''yahu adamın kendisi de akademisyen... çıkıpta bana daha fazla para vermeyin diyor'' şeklinde aceleci bir çıkarıma gitmemenizi istirham ederim. Fazla paraya hiç bir insan oğlu hayır demez elbette. Fakat meselem, 'imkan artırma' yönteminin metod olarak nasıl yanlış bir tekniğe dönüşebileceği ile alakalı.
Sorunlara çözüm üretme makamındaki insanların sorunun kendisini ve çözüm yöntemlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir. Bir meslek gurubunun maaş katsayısını ve miktarını artırmanın bir çok temel sorunu çözebileceği şeklinde bir kanı sadece politikacılarımız arasında değil, halk arasında bile yaygın bir görüş haline geldi. Bu çok tehlikeli ve yanlış bir yaklaşım. Meselenin politikacılara bakan motiflerini kestirmek gayet basit. Onların kısa süreli ve göz önünde olan uygulamalara imza atmaları bir sonraki seçim başarıları açısından önemli. Bu nedenle maaş artırarak kalite artıracakları hissine kapılmaları gayet normal. Halk arasındaki motifler ise daha çok 'geçim derdi' endeksli. Doktoralı bazı arkadaşlarımın bile bazı meslek gurupları içerisinde yaygın olan rüşvetin nedenini 'maaş azlığı' ile açıklamaya çalışmaları beni böyle düşünmeye sevk ediyor. Oysa aynı kişilere; rüşvet yiyen insanlarla aynı maaşı aldıkları halde suça, rüşvete bulaşmayan, fena bir hayatta yaşamayan insanların varlığını hatırlattığınız da tökezleyiveriyorlar.
Türkiye'de akademisyenlik yaptığım dönemlerde de benzer konuları akademisyen arkadaşlarım ile tartışırdık. İstisna sanmayın; Türkiye'de hatırı sayılır oranda üniversite hocası tek sorunlarının (akademik yayın azlığı vs.) maddi imkansızlıklar (dergi abonelikleri, maaş, konferans katılım masrafları vb.) olduğundan dem vururlar. Şahsi kanaatim ve tecrübelerim bunun önemli bir etken olabilecek olsa da asıl nedenin bu olmadığını söylüyor bana.
YÖK başkanının ''indeksli yayınlardaki durumumuzu hepiniz biliyorsunuz'' diyerek altını çizdiği sorundan bahsediyorum. Bugün birçok akademisyen uluslararası yayınlara üye olamamaktan ve böylece gelişmeleri yakinen takip edememekten şikayetçi; bir kısmı da ulusal ve uluslararası konferanlara katılamamaktan. Maaş azlığı zaten çokça dile getirilen bir başarısızlık! nedeni. Bir kere eğri oturup doğru konuşalım. AKP iktidara geldiğinde maaşlara önemli düzenlemeler getirdi. Maaş durumu eskiye oranla daha iyi. Birçok üniversitemiz kütüphane yatırımlarını artırmaya başladı. Akademisyenlere hatırı sayılır oranda teşvikler, destekler verilmeye çalışılıyor. Son 6-7 senedir akademik yayın çizelgemizde ne değişti peki? Gözle görülen bir gelişme yok henüz. Benim eskiden çalıştığım üniversite her bir hocaya yaklaşık olarak 250-400 dolar civarında yeni yayın alma imkanı sağlıyordu. Bu para ile alanda yeni çıkmış en az 10 kitap alabilir, alanın en iyisi konumunda bir kaç dergiye abone olabilirsiniz. İnternetin sunduğu ücretsiz imkanlara ise hiç girmeyeceğim. Ama buna rağmen hala makale üretmiyordu bir çok hocamız. Araştırma görevlisi olarak bizler kısıtlı maaşlarımızla bile önemli birkaç kitabı alabiliyor, alanımızın önemli bir kaç dergisine üye olabiliyor ve makale yazabiliyorduk. En iyi süreli yayına bile 40-50 dolar ödeyerek ferdi üyelik yapmak mümkün olabiliyor çoğu zaman. Bizler böyle davranırken, hükümetin maaşlarına ciddi oranda zam verdiği bazı profesörlerimiz mezkur şikayeti dile getirmekten sıkılmıyorlardı. Hem de bizim dar imkanlarımızla neler başarabildiğimizi gördükleri halde, gözümüzün içine baka baka... Bu kişilerin bir kısmı İstanbul Boğazı'ndaki en kaliteli şarapların sunulduğu sahil restoranlarına düzenli seyahatlar tertip etmeyi ihmal etmiyorlardı ama.
Maksadım herhalde anlaşılıyordur. İfadelerim içerisinde 'bazı' kelimesini özellikle kullanıyorum. Ama kastım ihmal edilebilecek kadar ufak bir gurup imasında bulunmak da değil... Çok kaliteli, azimli ve üretken akademisyenlerimizin çabalarına her zaman hayran olmuşumdur. Zaten maddi imkanların zenginleştirilmesi en çok onlar gibilerin bir üst kademeye sıçramalarını sağlayacaktır. Çalışan ve üretken bir insana daha çok imkan sağlarsanız daha çok üretir. Tembel ve işin üzerine yatan bir insana vereceğiniz ödül ise onun sadece daha tembel olmasını teşvik etmek olur.
İşte bu aşamada meselenin çiçeği burnunda YÖK başkanımıza bakan yönüne değineyim. Önümüze hedef olarak koyduğu yeni vizyonların başarılı olabilmesi bu uyarıların dikkate alınmasını gerektiriyor. Tüm bu anlatımlarımın özeti şu: YÖK başkanımız, öncelikli olarak bir 'performans değerlendirmesi sistemi' üzerine yoğunlaşmalı. Böyle bir sistem geliştirmeden maaşları artırsanız, üniversitelere her ay 1000 yeni kitap alsanız ne olur? Üretmeyen, politik ve ideolojik tartışmaların cenderesinden kendisini kurtaramayan, araştırma metodlarını özümseyememiş, isteksiz , gayretsiz bir insanın cebine 10 milyar maaş, önüne her ay 100 kitap koysanız ne değişir ki? Sorun YÖK başkanının da değindiği gibi 'bilimselliği harekete geçirecek' yöntemler denemek. Bu bir duygunun harekete geçirilmesi meselesidir; imkanla sınırlı değildir; salt başına bir imkan artırma meselesi hiç değildir. Bu ancak bir ödüllendirme ve cezalandırma sisteminin eş-zamanlı olarak yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilir. Ödüllendirme yöntemi uzun süredir deneniyor zaten. Bunun tek başına yeterli olmadığı sanırım mevcut başarısızlığımızdan anlaşılıyordur. 5 yıldır hiç bir yayın yapmamış olan bir akademisyeni, ya da hiç bir doktora öğrencisi yetiştirmemiş olan bir profesörü cezalandırmazsanız aynı sorunları bundan on sene sonrasında da konuşuyor oluruz. İhtiyacımız olan işte böyle bir cezalandırma; hadi ifadeyi masumlaştırayım: Teşvik etme yöntemidir.
Bundan bir kaç yıl evvel bir televizyon programı arasında kendisi ile sohbet ettiğim emekli bir rektör hocamız, benzer bir kaygıya değinmiş; kaşarlanmış profesörlerden bile belli bir başarı performansı sergileyemeyenlere kapının gösterilmesi gerektiğinden bahsetmişti. Belki bu kadar acımasız olmamak gerekir; ancak arzettiğim performans ölçekli değerlendirme sisteminin ivedilikle tesis edilmesi gerekir. Amerikan üniversitelerinin bilim ve yayın skalasındaki başarıları herkesce malum. Buradaki akademisyenlerin hepsinin bilim aşkı ile yanıp tutuştukları veya maaşları çok yüksek olduğu için çok yayın ürettiklerini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir akademisyen ilk beş yılında belirli bir başarı ortalaması yakalayamamışsa kapı dışına atılıveriyor burada. Bu aşamayı geçtiğinde bile belli bir performansın altına düşmemesi bekleniyor kendisinden. Zaten bu tarz bir ortam oluşunca insanlar ister istemez bir şeyler üretmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bizdeki gibi ''nasılsa devlet memuru oldum, yerim sağlam'' anlayışı yok burada.
Önce maddi imkanlar genişletilir ardından mı böyle bir ödül-ceza sistemi gelir; yoksa tersimi olur bilemiyorum. Bu YÖK liderlerinin takdirlerine kalmış. Ancak arz ettiğim şekilde bir sistem ivedilikle üniversite yaşamının bir parçası haline getirilmeli. Böylece zamanla, üniversitelerin bir çiftlik olmadığı, bilim ve fikir üretme ortamı olduğu kanısı gittikçe yaygınlaşır. Bilim üretme telaşına düşen insanların öyle ''türbanla'', cübbeli protestolarla, ya da ''ikna odaları'' ile uğraş(a)mayacaklarını da bu toplum böylece tecrübe etmiş olur; üniversitelerine güvenir hale gelir.
Bu düşünceleri akademik hayatın içinden biri olarak yazmış olmam, birilerinin rahatını bozabilir, sinirlendirebilir. Zaten üretmeyi seven bir akademisyen iseniz bu yazıdan alınmanızı gerektiren bir husus yok demektir. Bazıları sırf akademik enaniyetlerinden dolayı bile bu yazıdan hoşlanmamış olabilirler. Ancak kadirşinas ve hakşinas olmamız gerekiyor. Sadece ''maddi imkanlarımız yetersiz, o yüzden yayın yapamıyoruz'' şeklinde bir mazeretin arkasına sığınmak bu milleti kandırmak olur. Kendimizi kandırabiliriz; ancak böyle davrandığımız sürece yalnızca bu milletin geleceğine ve ödediği vergilere yazık etmiş oluruz.
Bizler yeterki elimize kalem alıp bilim üretelim, devlet büyüklerimiz bu gayretleri karşılıksız bırakmazlar. ''Önce imkanlarımı artır da o zaman belki gaza gelirim'' şeklindeki bir yaklaşım bir bilim adamına yakışmaz. Bu, bilimin özü olan 'merak' dürtüsüne de zıttır zaten. Bilim adamı 'merak' duyduğu için üretir öncelikli olarak... Aksini iddia edebilir misiniz?
Yazıma yeni YÖK başkanımız Prof. Dr. Yusuf Ziya Özcan'a başarılar dileyerek başlayayım. Malumunuz kendisini çok çetin günler bekliyor olacak. Bu çetin şartları hasıl edecek olan ortam sadece yapacağı işlerin zorluğundan kaynaklanmıyor elbette. Kendisi belirli çevrelerin önemli bir ''kale'' olarak gördükleri etkili bir makama atandı; hem de AKP içinden yükselerek Cumhurbaşkanlığı makamına oturan Abdullah Gül tarafından... Daha ilk ''hoş geldin'' buluşmasında bile meseleyi ''puro içer, küfür eder...'' lakaytlığı ile geçmediler mi okurlarına? (DKM, 10 Aralık 2007).
Sayın Gül, halkın nerede ise yarıya yakınının onayının ardından Cumhurbaşkanı seçildiğinde bile, kendisi ile alakalı olarak ''O benim Cumhurbaşkanım değil'' deme cesareti ve cürestsizliğini sergileyen köşe yazarları vardı hatırlarsanız. Bakalım şimdi ''O benim YÖK başkanım değil'' başlıkları ile benzer terbiyesizlikleri sergileyecek mi aynı kalemler. Göreceğiz.
İlk basın toplantısında cesur bir çıkışla önemli iki vizyonu olduğundan bahsetmiş yeni YÖK başkanımız. Önemli bulduğum için buraya tekrar derc edeyim: ''Bütün yasakların üniversitelerden kalkması ve üniversitelerin asli görevleri olan bilimselliğe daha fazla önem vermeleri.'' Ne yalan söyleyeyim, YÖK adına çok gecikmiş vaadler bunlar. Kemal Gürüz gibi çok kötü bir YÖK başkanının ardından o makama atanan Teziç döneminde, YÖK bu asli görevlerine döner diye bekliyordum. Heyhat! hepimiz ne kadar çok yanıldığımızı kısa sürede müşahade ettik. Umarım yeni başkan ilk çıkışı anındaki çizgisini korur ve üniversitelerimizi 21. yüzyılda bulunmaları gereken noktaya getirecek çalışmalara imza atar.
Bu iki vizyon YÖK içerisinde yapılması gereken revizyon çalışmalarının özünü teşkil ediyor. Bunlardan birincisi olan 'yasaklar' maddesi yalnızca (genelde) muhafazakar kesimlerin ve (özelde) başörtülülerin (türban yanlış ve kasıtlı bir kullanımdır) rahatsızlık duydukları bir husus değil. Yaşı müsait olan herkes hatırlar. Üniversite yıllarımda üniversitelerdeki sol kesimlerin YÖK'ü ve YÖK'ün yasakçı zihniyetini protesto etmedikleri gün yok gibiydi. Boğaziçi Üniversitesi'nde bile, Kuzey kampüs bu tür gösterilerin sahnelendiği yer olurdu. Ne yazık ki, AKP iktidara geldikten sonra bu gösteriler bir anda kesiliverdi. Eskiden gazetelerde çok sıklıkla okuduğumuz bu protesto haberlerinin yerlerinde yeller esmeye başladı. Belli ki, AKP bu çevreler açısından ciddi bir tehlike olarak algılandığı için, AKP'ye karşı önemli bir ''kale'' görevi ifa edebilecek olan YÖK, bir anda ''iyi adam'' oluvermişti onların gözünde. Oysa bu çevrelerin görünürdeki en büyük tepkileri YÖK'ün mahiyetine yönelik idi. Gerçekten samimi olsa idiler, AKP'ye biraz olsun destek verebilirler ve geç kalmış YÖK revizyonunun kapısını açabilirlerdi. Eski solcu, sonradan Kemalist bir profesör hocamın söyledikleri galiba doğru idi: Bu tür eylemlerin belli bir amacı gerçekleştirmekten ziyade, adam yetiştirme amaçlı olarak kullanıldığını anlatmıştı bana...
Sadece ''türban'' yasağı değil, düşünce kapsamına giren her türlü yasak kalkmalı üniversitelerden. Akademik hayatın en temel taşı özgür düşüncedir. Bu olmadan bilim üretilmez. Düşüncesi kısıtlanan insanlar yeni şeyler üretemezler. Birşey üretme derdinde olmayanlar da böyle bir atmosferi kullanıp kendi hakim ideolojilerinin temadisi adına gayret gösterirler; ilmi çalışma ikinci, hatta üçüncü plana itilir. İki yılda bir uluslararası yayın bile üretmeyen insanlar cübbeleri ile ortalıkta protesto yapmayı marifet ve 'aydınlık' emaresi saymaya başlarlar. Yeryüzünün en ilkel ''ikna odaları'' bizim ülkemizde açılır... Üniversitelerimizin hal-i pür melali zaten bu şekilde özetlenebilir.
Gelelim ikinci vizyonun kapsamına. Bu da toplum olarak hepimizin ortak derdi. Sizleri bilemem; ama hali hazırda yurt dışındaki büyük üniversitelerde akademisyenlik yapan benim gibiler için, kıyaslama yaptığımızda yüreğimizi acıtan bir durumda üniversitelerimiz. Zaten yeni YÖK başkanı da konuşmasında bu gerçeğe değinmiş ve bunu vizyonuna temel dayanak noktası yapmış.
Bunu gerçekleştirmek için önerdiği yöntem öz itibari ile çok doğru. Zaten sorun bunun nasıl ve hangi aşamalar neticesinde gerçekleştirileceğinde. YÖK başkanının ''sorunları bir serbestlik ortamı sağlayarak bir de bilimselliği harekete geçirerek'' çözmek şeklinde özetlediği yaklaşım bu zaviyeden bakıldığında anlamlı. Bu özetin ardından beyan buyurduğu ''biraz maddi tarafı olan bir şey, araştırmacılarımızın olanaklarını artırırsak bunu yapabileceğimizi zannediyorum'' şeklindeki yaklaşımı ise biraz eksik. Umarım ifadeler arasına sıkıştırılmış bulunan ''biraz'' tabiri bilinçli olarak seçilmiştir. Bu noktayı biraz açayım...
Endişelerimi izhar ederken kullanacağım argümanları eksik yorumlayıp, ''yahu adamın kendisi de akademisyen... çıkıpta bana daha fazla para vermeyin diyor'' şeklinde aceleci bir çıkarıma gitmemenizi istirham ederim. Fazla paraya hiç bir insan oğlu hayır demez elbette. Fakat meselem, 'imkan artırma' yönteminin metod olarak nasıl yanlış bir tekniğe dönüşebileceği ile alakalı.
Sorunlara çözüm üretme makamındaki insanların sorunun kendisini ve çözüm yöntemlerini nasıl algıladıkları çok önemlidir. Bir meslek gurubunun maaş katsayısını ve miktarını artırmanın bir çok temel sorunu çözebileceği şeklinde bir kanı sadece politikacılarımız arasında değil, halk arasında bile yaygın bir görüş haline geldi. Bu çok tehlikeli ve yanlış bir yaklaşım. Meselenin politikacılara bakan motiflerini kestirmek gayet basit. Onların kısa süreli ve göz önünde olan uygulamalara imza atmaları bir sonraki seçim başarıları açısından önemli. Bu nedenle maaş artırarak kalite artıracakları hissine kapılmaları gayet normal. Halk arasındaki motifler ise daha çok 'geçim derdi' endeksli. Doktoralı bazı arkadaşlarımın bile bazı meslek gurupları içerisinde yaygın olan rüşvetin nedenini 'maaş azlığı' ile açıklamaya çalışmaları beni böyle düşünmeye sevk ediyor. Oysa aynı kişilere; rüşvet yiyen insanlarla aynı maaşı aldıkları halde suça, rüşvete bulaşmayan, fena bir hayatta yaşamayan insanların varlığını hatırlattığınız da tökezleyiveriyorlar.
Türkiye'de akademisyenlik yaptığım dönemlerde de benzer konuları akademisyen arkadaşlarım ile tartışırdık. İstisna sanmayın; Türkiye'de hatırı sayılır oranda üniversite hocası tek sorunlarının (akademik yayın azlığı vs.) maddi imkansızlıklar (dergi abonelikleri, maaş, konferans katılım masrafları vb.) olduğundan dem vururlar. Şahsi kanaatim ve tecrübelerim bunun önemli bir etken olabilecek olsa da asıl nedenin bu olmadığını söylüyor bana.
YÖK başkanının ''indeksli yayınlardaki durumumuzu hepiniz biliyorsunuz'' diyerek altını çizdiği sorundan bahsediyorum. Bugün birçok akademisyen uluslararası yayınlara üye olamamaktan ve böylece gelişmeleri yakinen takip edememekten şikayetçi; bir kısmı da ulusal ve uluslararası konferanlara katılamamaktan. Maaş azlığı zaten çokça dile getirilen bir başarısızlık! nedeni. Bir kere eğri oturup doğru konuşalım. AKP iktidara geldiğinde maaşlara önemli düzenlemeler getirdi. Maaş durumu eskiye oranla daha iyi. Birçok üniversitemiz kütüphane yatırımlarını artırmaya başladı. Akademisyenlere hatırı sayılır oranda teşvikler, destekler verilmeye çalışılıyor. Son 6-7 senedir akademik yayın çizelgemizde ne değişti peki? Gözle görülen bir gelişme yok henüz. Benim eskiden çalıştığım üniversite her bir hocaya yaklaşık olarak 250-400 dolar civarında yeni yayın alma imkanı sağlıyordu. Bu para ile alanda yeni çıkmış en az 10 kitap alabilir, alanın en iyisi konumunda bir kaç dergiye abone olabilirsiniz. İnternetin sunduğu ücretsiz imkanlara ise hiç girmeyeceğim. Ama buna rağmen hala makale üretmiyordu bir çok hocamız. Araştırma görevlisi olarak bizler kısıtlı maaşlarımızla bile önemli birkaç kitabı alabiliyor, alanımızın önemli bir kaç dergisine üye olabiliyor ve makale yazabiliyorduk. En iyi süreli yayına bile 40-50 dolar ödeyerek ferdi üyelik yapmak mümkün olabiliyor çoğu zaman. Bizler böyle davranırken, hükümetin maaşlarına ciddi oranda zam verdiği bazı profesörlerimiz mezkur şikayeti dile getirmekten sıkılmıyorlardı. Hem de bizim dar imkanlarımızla neler başarabildiğimizi gördükleri halde, gözümüzün içine baka baka... Bu kişilerin bir kısmı İstanbul Boğazı'ndaki en kaliteli şarapların sunulduğu sahil restoranlarına düzenli seyahatlar tertip etmeyi ihmal etmiyorlardı ama.
Maksadım herhalde anlaşılıyordur. İfadelerim içerisinde 'bazı' kelimesini özellikle kullanıyorum. Ama kastım ihmal edilebilecek kadar ufak bir gurup imasında bulunmak da değil... Çok kaliteli, azimli ve üretken akademisyenlerimizin çabalarına her zaman hayran olmuşumdur. Zaten maddi imkanların zenginleştirilmesi en çok onlar gibilerin bir üst kademeye sıçramalarını sağlayacaktır. Çalışan ve üretken bir insana daha çok imkan sağlarsanız daha çok üretir. Tembel ve işin üzerine yatan bir insana vereceğiniz ödül ise onun sadece daha tembel olmasını teşvik etmek olur.
İşte bu aşamada meselenin çiçeği burnunda YÖK başkanımıza bakan yönüne değineyim. Önümüze hedef olarak koyduğu yeni vizyonların başarılı olabilmesi bu uyarıların dikkate alınmasını gerektiriyor. Tüm bu anlatımlarımın özeti şu: YÖK başkanımız, öncelikli olarak bir 'performans değerlendirmesi sistemi' üzerine yoğunlaşmalı. Böyle bir sistem geliştirmeden maaşları artırsanız, üniversitelere her ay 1000 yeni kitap alsanız ne olur? Üretmeyen, politik ve ideolojik tartışmaların cenderesinden kendisini kurtaramayan, araştırma metodlarını özümseyememiş, isteksiz , gayretsiz bir insanın cebine 10 milyar maaş, önüne her ay 100 kitap koysanız ne değişir ki? Sorun YÖK başkanının da değindiği gibi 'bilimselliği harekete geçirecek' yöntemler denemek. Bu bir duygunun harekete geçirilmesi meselesidir; imkanla sınırlı değildir; salt başına bir imkan artırma meselesi hiç değildir. Bu ancak bir ödüllendirme ve cezalandırma sisteminin eş-zamanlı olarak yürürlüğe girmesi ile mümkün olabilir. Ödüllendirme yöntemi uzun süredir deneniyor zaten. Bunun tek başına yeterli olmadığı sanırım mevcut başarısızlığımızdan anlaşılıyordur. 5 yıldır hiç bir yayın yapmamış olan bir akademisyeni, ya da hiç bir doktora öğrencisi yetiştirmemiş olan bir profesörü cezalandırmazsanız aynı sorunları bundan on sene sonrasında da konuşuyor oluruz. İhtiyacımız olan işte böyle bir cezalandırma; hadi ifadeyi masumlaştırayım: Teşvik etme yöntemidir.
Bundan bir kaç yıl evvel bir televizyon programı arasında kendisi ile sohbet ettiğim emekli bir rektör hocamız, benzer bir kaygıya değinmiş; kaşarlanmış profesörlerden bile belli bir başarı performansı sergileyemeyenlere kapının gösterilmesi gerektiğinden bahsetmişti. Belki bu kadar acımasız olmamak gerekir; ancak arzettiğim performans ölçekli değerlendirme sisteminin ivedilikle tesis edilmesi gerekir. Amerikan üniversitelerinin bilim ve yayın skalasındaki başarıları herkesce malum. Buradaki akademisyenlerin hepsinin bilim aşkı ile yanıp tutuştukları veya maaşları çok yüksek olduğu için çok yayın ürettiklerini sanıyorsanız yanılıyorsunuz. Bir akademisyen ilk beş yılında belirli bir başarı ortalaması yakalayamamışsa kapı dışına atılıveriyor burada. Bu aşamayı geçtiğinde bile belli bir performansın altına düşmemesi bekleniyor kendisinden. Zaten bu tarz bir ortam oluşunca insanlar ister istemez bir şeyler üretmek zorunda hissediyorlar kendilerini. Bizdeki gibi ''nasılsa devlet memuru oldum, yerim sağlam'' anlayışı yok burada.
Önce maddi imkanlar genişletilir ardından mı böyle bir ödül-ceza sistemi gelir; yoksa tersimi olur bilemiyorum. Bu YÖK liderlerinin takdirlerine kalmış. Ancak arz ettiğim şekilde bir sistem ivedilikle üniversite yaşamının bir parçası haline getirilmeli. Böylece zamanla, üniversitelerin bir çiftlik olmadığı, bilim ve fikir üretme ortamı olduğu kanısı gittikçe yaygınlaşır. Bilim üretme telaşına düşen insanların öyle ''türbanla'', cübbeli protestolarla, ya da ''ikna odaları'' ile uğraş(a)mayacaklarını da bu toplum böylece tecrübe etmiş olur; üniversitelerine güvenir hale gelir.
Bu düşünceleri akademik hayatın içinden biri olarak yazmış olmam, birilerinin rahatını bozabilir, sinirlendirebilir. Zaten üretmeyi seven bir akademisyen iseniz bu yazıdan alınmanızı gerektiren bir husus yok demektir. Bazıları sırf akademik enaniyetlerinden dolayı bile bu yazıdan hoşlanmamış olabilirler. Ancak kadirşinas ve hakşinas olmamız gerekiyor. Sadece ''maddi imkanlarımız yetersiz, o yüzden yayın yapamıyoruz'' şeklinde bir mazeretin arkasına sığınmak bu milleti kandırmak olur. Kendimizi kandırabiliriz; ancak böyle davrandığımız sürece yalnızca bu milletin geleceğine ve ödediği vergilere yazık etmiş oluruz.
Bizler yeterki elimize kalem alıp bilim üretelim, devlet büyüklerimiz bu gayretleri karşılıksız bırakmazlar. ''Önce imkanlarımı artır da o zaman belki gaza gelirim'' şeklindeki bir yaklaşım bir bilim adamına yakışmaz. Bu, bilimin özü olan 'merak' dürtüsüne de zıttır zaten. Bilim adamı 'merak' duyduğu için üretir öncelikli olarak... Aksini iddia edebilir misiniz?
7 Aralık 2007 Cuma
ARAŞTIRMA GÜZEL DE; YA YORUMLAR?
Bu yazı 10 Aralık 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.
Hemen konuya gireyim. Bilimsel bir araştırmanın iki önemli ayağı vardır: Birincisi, ilgili çalışmayı bilimsel kılan teknik alt yapısı; ikincisi ise bu teknik yapıdan süzülerek ortaya çıkarılan yorum ve değerlendirme kısmı. Bu iki kısmın kendi içlerinde açılımları var elbette; ancak o fasıl bu yazının konusu değil.
Bilimsel bir çalışmanın teknik yönü sağlam bir temele oturtulmuş olsa bile, bu teknik yapıya dayandırılarak oluşturulması gereken yorumlar, bu teknik yapıdan ziyade farklı kaynaklardan beslenebilirler. Bu yazıda buna işaret edeceğim. Maalesef bu konu bugün bilim dünyasının karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi.
Geçenlerde ntvmsnbc.com (5 Aralık 2007) adresinde ODTÜ'de gerçekleştirilen bir araştırma ile alakalı bir haber vardı. Haberde nakledildiğine göre ODTÜ Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden bir grup araştırmacı ''Eğitim Fakülteleri Öğrenci Profili'' başlıklı bir çalışma yürütmüşler. Araştırma heyeti, 65 üniversitemizin eğitim fakültelerine mektup göndermiş ve gönderilen anketler 51 eğitim fakültesinden toplam 18 bin 226 birinci sınıf öğrencisi tarafından doldurulmuş. Şimdi bu, ''birinci sınıf öğrencisi'' ifadesini hafızanızın bir köşesine not edin...
Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıda ilgili çalışmanın hem 'teknik' hem de 'yorum' açısından bir takım hususiyetlerine temas edeceğim...
Her bilimsel çalışmanın cevaplamaya çalıştığı bir soru/hipotez vardır. Bu çalışmanın da amacı; ''eğitim fakültelerine devam eden 1. sınıf öğrencilerinin bazı özelliklerinin belirlenmesi ve profillerinin ortaya çıkarılması'' ve ''elde edilen veriler ışığında Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' sorusuna cevap aramak seklinde açıklanmış. Burada şunu hemen belirteyim: Bu tarz bir çalışma için birinci sorunun cevaplandırılmaya çalışılmış olması son derece makul; ancak aynı kabulu ikinci soru için öngörmek hatalı bir yaklaşım olur. Zira bu tarz bir sorunun cevaplanabilmesi için daha farklı bir çalışma yöntemi tesis etmek gerekiyor (evet doğru anladınız: Bilim adamları sorulan sorunun niteliğine göre bir yöntem takip ederler, etmelidirler). Çalışma henüz birinci sınıfta okuyan öğrencilere uygulandığı için soruyu ''Türkiye’de kimler öğretmen olacak'' şeklinde sorabilirsiniz. Bu, yöntemde oluşan çatlağı bir nebze olsun örter. ''Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki bir sorunun muhatabı olabilecek olan yöntem uzunlamasına (longitudinal, yani uzun zaman yayılan) çalışma yöntemidir. Bu bağlamda, eğer elinizde 3-5 sene öncesine ait, benzer nitelikler taşıyan katılımcılara ait veriler var ise ne ala. O takdirde eleştirdiğim soru şeklini kullanmakta bir mahzur olmaz. Eğer yok ise, bu sefer bundan 3-5 sene sonrasında benzer (denk) bir çalışma yapmadıkça ve sonuçları kıyaslamadıkça ''kimler öğretmen oluyor'' sorusunu soramazsınız. Neden mi? Çünkü sizin bugün 18.000 öğrenci üzerinden yaptığınız 'profil' (kimlik) tanımlaması 5 sene sonra tamamen geçersiz olabilir. Bundan 5 sene sonra, halihazırda yaptığınız çalışma neticesinde ''Türkiye'de muhafazakar kişiler öğretmen oluyor'' şeklindeki aceleci çıkarımızın yerini ''laik'', ''solcu'', ''liberal'' şeklinde yeni kimlik tanımlamaları alabilir. Sonuçta bu toplumun nasıl değiştiği ile alakalı bir durum.
Bu noktada çalışmanın bir hakkını teslim edeyim. Heyetten Prof. Aksu, zaten 2010 senesinde böyle bir çalışma yapmayı düşündüklerini, aynı öğrenciler 4. sınıfa geldiklerinde çalışmanın tekrarlanacağını ifade etmiş. Ama dikkat edin. Az önce altını çizdiğim husus hala geçerli. 2010 yılındaki çalışmayı da yaptıktan sonra ancak sağlam ve geçerli bir profil tanımlaması yapılabilir. Henüz ilk uygulama ile tespit ettiğiniz! ''muhafazakar'' kimlik çıkarsaması bu nedenle eksik kalır (pratik anlamda değil, bilimsel anlamda). Kaldı kı; 2010 senesinde çalışmayı tekrarladığınızda bile ek bir soru sormanızı gerektirecek (aslında şimdiden sorulmuş olmalı idi) bir sorun var. O da şu: Aynı öğrencilerin profilinde bir değişim gördüğünüzde bunu nasıl yorumlayacak sınız? Bu değişime neden olan faktör(ler) neler olmuş olacak: Müfredat mı? AB üyelik çalışmaları mı? Ekonomik nedenler mi? Gelecek kaygısı mı? Toplumsal değişimler mi? Ne? Anketi aynı öğrenciler yerine (ya da ilave olarak) 2010 yılında birinci sınıfta okuyan öğrencilere (de) uygulasanız, ''Türkiye'de kimler öğretmen oluyor'' sorusunun cevabını daha net olarak cevaplamış olursunuz? 'Muhafazakar' olarak tanımladığınız öğrencilerin (ki bu yorum da eksik, birazdan bu detaya geleceğim) 4 senede değişmesi ya da değişmemesi bilimsel anlamda ne ortaya koyacak? Değişmezse muhafazakar geldiler muhafazakar gidiyorlar, laikliğe yazık mı diyeceksiniz? Bu da yetmez, değişmesini neden bekliyor olacaksınız? (eğer öyle bir hipoteziniz var ise bunun da en başından belirlenmesi gerekir). Bütün bunlar bilim dünyasında bir takım sorunların önceden tespit edilmesi ve altlarının doldurulması ile mümkün olabilir. Bu tarz bir hipoteziniz varsa bile, zaten o durumda da kıyaslama yöntemli bir çalışma değil; uygulama (treatment) tarzı bir deneysel yöntem tercih edilir, edilmelidir. O zaman da başka sorular sorarız tabi...
Bu soruların cevaplarını, maalesef, çalışmanın basına akseden kısmlarında göremedim. Eğer raporlarda da yoksa bu ciddi bir eksikliğe işaret eder. Bunu neden mi vurguluyorum? Beni bu şekilde düşünmeye sevkeden etken, araştırma sonuçlarının bilimsel bir kongrede değil de ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen bir basın toplantısında açıklanmış olması. Bilimsel bir çalışma öncelikli olarak ciddi ve hakemli dergilerde yayınlanmalı ve ancak böyle bir kredinin ardından halka ve basına açılmalıdır. Bulgularınızın ve onlara dayanarak ortaya attığınız yorumların 'güvenilir' ve 'anlamlı' (bilimsel terimler) olması, öncelikli olarak, bu şekilde akademik camiada onaylanmış olur. Ne zamandan beridir; bir çalışmanın bulguları hemen basın önünde duyurulur oldu. ODTÜ ve YÖK bilim dünyamıza yeni bir uygulama mı kazandırıyor acaba? (basın toplantısında YÖK Başkanvekili de bir değerlendirme yaptığı için böyle diyorum).
Buna ilave olarak, yukarıda arzettiğim gibi; yapılan bir kısım yorumların çalışmanın teknik oluşumundan süzülen bulgulara değil de, istenen bir amaca dönük olarak yorumlanmış olduğunu düşünüyorum. Neden mi? İzah edeyim:
Haber sitesinde verilen bulgular bile ortada endişe edilecek bir şeyin olmadığını göstermeye yetiyor aslında. Ancak, en başta altını çizdiğim bir 'bilimsel sorun' vardı hatırlarsanız. O da, bulgulara rağmen yorumların kişiselleşebildiği gerçeği idi. Bu basın toplantısından da aynı izlenimi edindim. Sanki belli yüzdeler (az olsalar dahi) önemli bir soruna işaret ediyormuş gibi lanse edilmişler. Oysa yapılan, özet niteliğindeki, açıklama bile durumun aslında normal olduğuna işaret ediyor.
Öğrencilerin en güvendikleri kurumlar sırasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (yüzde 64.4), Anayasa Mahkemesi (yüzde 37.5), Emniyet (yüzde 37.3), Diyanet İşleri Başkanlığı (yüzde 32.8), Cumhurbaşkanlığı (yüzde 30.9), TBMM ve hükümet (yüzde 29.4) şeklinde belirlenmiş. Şimdi ortada böyle bir bulgu varken, ''öğrenciler Diyanet'e Meclisten daha çok güveniyorlar'' şeklinde bir imanın amacı ne olabilir? Arada yüzde ikilik bir fark var diye böyle bir çıkarım yapamaz bilim adamları. Bu iş için kullanılan ölçme yöntemleri var. İki gruba ait dağılımları ölçer ve arada bilimsel anlamda ''anlamlı'' bir fark bulursunuz. Ancak ondan sonra, öğrenciler o yönde bir temayül gösteriyorlar çıkarımını yapabilirsiniz. Kaldı ki ''anlamlı bir fark çıktı diyelim. Bu neyi açıklar ki? Diyanet'e güvenenlerin iki katı kadar öğrenci Ordu'ya tam olarak güvendiğini belirtmiş. ''Diyanet büyüktür Cumhuriyet'in Meclisi diye düşünüyorlar'' imalı bir yorum altı boş bir yaklaşım tarzı ne yazık ki. Kaldı kı endişeniz niye? TBMM ve hükümet şeklinde verdiğiniz bir şık en alt sırada çıkmış. Buna sevinmeniz (en azından mevcut YÖK kadrosunun) gerekmez mi? Bu makamları temsil eden parti ağırlıklı olarak AKP nasıl olsa. Mezkur sonucun posasını sıkarak ''eğer Türkiye’de Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim, tüm kurumlarımızda gerçekleşseydi böyle bir tabloyla karşı karşıya gel(in, UT)meyecekti'' şeklinde bir yorum ne kadar da havada kalıyor. Yani YÖK Başkanvekili Prof. Eşme, bulgulara dayanarak, öğretmen adaylarının en çok Ordumuza ardından da Anayasa Mahkemesine güvendikleri sonucunu göremiyor mu? ve bu kurumlarımız ''Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim'' in hedeflerinin kapsama alanı dışında olan kurumlar mı? Öğretmen adayları en çok bu kurumlara güveniyorlarsa, laiklik neden tehlikede olsun ki? Şimdi anlıyor musunuz yukarıdaki teknik izahatların akabinde nereye gelmek istediğimi?
Araştırma heyetinin ve YÖK Başkanvekilinin ''laiklik tehlikede'' şeklindeki eksik ve yanlış çıkarımları sadece bu bulguya dayanmıyor elbette. En az iki bulgu daha var. Onların yorumlanış tarzı da benzer şekilde hasarlı.
''Öğrencilerin yüzde 23.2’si, ''okullar kendisini aklın geliştirmesiyle sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli ögelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır' önermesine 'katıldığını', yüzde 59.7’si 'katılmadığını' ifade etmiş. ''Bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara veya olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlarda sağladığı bilgi ya da cevap bakımından güvenilir olduğu düşünülen kaynaklar'' şeklindeki soruya da öğrencilerin yüzde 53.4’ü ''Teoloji-Din'' şeklinde yanıt vermişler.
İşte posası sıkılan ve ''laiklik tehlikede'' çanları çaldıran bulgular bunlar. Yani öğrencilerin sadece yüzde 23'ü; okullar kendisini aklın geliştirmesi ile sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli öğelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır'' demişse bunun neresinden laiklik tehlikesi çıkarıldı anlamak güç. Prof Eşme, açıkçası hangi yüzdeye dayanarak ''bilimi ikinci plana itenlerin oranı da yüksek'' çıkarsamasını yaptı ben anlayamadım. Yüzde 53'lük sonuç mu? Eğer öyle ise, o durumda size şöyle sormaz mı bilim dünyası: Soruyu sorarken; bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara ve olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlar'' şeklinde bir yönlendirme, kısıtlama ve ön kabul yaparsan, ve ardından ''başka neye güvenirdin?'' diye sorarak karşısına da ''teoloji-din'', ''metafizik'', ''parapsikoloji'' gibi seçenekleri sunarsan öğrencilerden ne yönde seçim yapmalarını beklersin ki? Sorunun kökü zaten bilimin belli durumlarda yetersiz kalabileceğini ima ve kabul ediyor. Öğrencilerin yarısı böyle bir sorunun mukabilinde ''din'e'' güvenebileceğini ifade etmişse bunun nesi olumsuz olur ki? Hem din ile aile seçenekleri bile bir seçenekte bir arada sunulmuş. Bu ikisi çok ayrı şeyler. Zaten bilimin karşısında aile seçeneği hangi literatür desteği ile oraya kondu anlamak güç.
YÖK Başkanvekili konuşmasının devamında şöyle bir açıklama yapmış: ''Öğretmenlerin, kuşakları yetiştirebilmesi için her şeyden önce kendisinin fikri hür, vicdanı hür olması gerekiyor. Bu sonuçlar gösteriyor ki öğretmen adaylarımızın önemli bir bölümü henüz bu düşünce yapısında değiller. Eğitim fakültelerindeki meslektaşlarımıza büyük görevler düşüyor.'' Yani adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye sormazlar mı? Öğretmen adayları hangi sorunuza, ne şekilde yanıt verdiler de onların fikir ve vicdan hürriyetinden mahrum bir şekilde yetiştirildiği sonucuna vardınız? En çok Ordumuza güveniyoruz derlerken, fikirleri ve vicdanları hür değil miydi yani? Ya da, aynı öğrencilerin yüzde 88.2'si, ''öğretmen, Cumhuriyetin temel ilkelerini yaşamada ve aktarmada önder olmalıdır'' derken de fikri ve vicdanı tutsak bir şekilde mi yanıtlıyorlardı sorularınızı? Böyle bir çoğunluk bu cevaplarında Cumhuriyet'in niteliklerinin önemine vurgu yapmışken, bir laiklik tehlikesininin kokusunu nasıl aldınız? ve ''bak kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki çıkarımları neye dayanarak yaptınız? Bunları sormazlar mı bir 'bilim adamları' heyetine?
Bir örnek daha verip bitireyim. Öğretmen adaylarının gene yaklaşık yüzde 80'i, ''Okullarda kız ve erkek öğrencilerin birlikte öğrenim görmeleri, sosyal ve psikolojik gelişimleri için gereklidir'' demişler. Yüzde 11.7’si buna katılmadığını, yüzde 9.5’i ise 'kararsız' olduklarını belirtmişler. Prof Eşme, bu bulguyu da tersinden okumayı tercih etmiş ve laiklik tehlikesi kapsamına bu bulguyu da dahil ederek, ''öğretmen adaylarının neredeyse yüzde 20’si karma eğitime karşı'' şeklinde bir açıklama yapmış. Anlayacağınız kararsızlar bile bu gruba dahil edilmiş. İşte göz önündeki bulgular bu şekilde yorumlanabiliyor maalesef. Karma eğitime karşı olmanın laiklikle alakasını ise hiç sormayın lütfen. En azından eğitim literatüründe böyle bir tartışma yok.
Araştırma heyetine şu bilimsel ilkeyi hatırlatayım. Bir çalışmayı çok kişiye uyguladınız diye çalışma ''güvenilir'' olmaz (Prof. Eşme bu teknik detaya bu şekilde yaklaştığı için söylüyorum). Bu koşullardan yalnızca bir tanesidir. Ayrıca, ''güvenilirlikten'' ziyade ''anlamlılık'' daha esastır. Bir çalışma güvenilir olabilir; ama hala anlamlı olmayabilir. Bu yazıda işaret ettiğim hususlar çalışmanın bu konularda eksiklikleri olabileceğine ve hatta olduğuna işaret ediyor.
Sizce bu çalışmanın bilimsel bir yayın yerine, basın toplantısı ile ve bu eğip bükmeler ile duyurulmasının yaklaşan YÖK Başkanlığı seçimleri ile ya da son bir iki haftadır tekrar kaşınmaya çalışılan ''irtica'' kampanyaları ile bir alakası olabilir mi? Ne dersiniz? 7 Aralık 207
Hemen konuya gireyim. Bilimsel bir araştırmanın iki önemli ayağı vardır: Birincisi, ilgili çalışmayı bilimsel kılan teknik alt yapısı; ikincisi ise bu teknik yapıdan süzülerek ortaya çıkarılan yorum ve değerlendirme kısmı. Bu iki kısmın kendi içlerinde açılımları var elbette; ancak o fasıl bu yazının konusu değil.
Bilimsel bir çalışmanın teknik yönü sağlam bir temele oturtulmuş olsa bile, bu teknik yapıya dayandırılarak oluşturulması gereken yorumlar, bu teknik yapıdan ziyade farklı kaynaklardan beslenebilirler. Bu yazıda buna işaret edeceğim. Maalesef bu konu bugün bilim dünyasının karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi.
Geçenlerde ntvmsnbc.com (5 Aralık 2007) adresinde ODTÜ'de gerçekleştirilen bir araştırma ile alakalı bir haber vardı. Haberde nakledildiğine göre ODTÜ Üniversitesi Eğitim Fakültesi'nden bir grup araştırmacı ''Eğitim Fakülteleri Öğrenci Profili'' başlıklı bir çalışma yürütmüşler. Araştırma heyeti, 65 üniversitemizin eğitim fakültelerine mektup göndermiş ve gönderilen anketler 51 eğitim fakültesinden toplam 18 bin 226 birinci sınıf öğrencisi tarafından doldurulmuş. Şimdi bu, ''birinci sınıf öğrencisi'' ifadesini hafızanızın bir köşesine not edin...
Tahmin ettiğiniz gibi bu yazıda ilgili çalışmanın hem 'teknik' hem de 'yorum' açısından bir takım hususiyetlerine temas edeceğim...
Her bilimsel çalışmanın cevaplamaya çalıştığı bir soru/hipotez vardır. Bu çalışmanın da amacı; ''eğitim fakültelerine devam eden 1. sınıf öğrencilerinin bazı özelliklerinin belirlenmesi ve profillerinin ortaya çıkarılması'' ve ''elde edilen veriler ışığında Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' sorusuna cevap aramak seklinde açıklanmış. Burada şunu hemen belirteyim: Bu tarz bir çalışma için birinci sorunun cevaplandırılmaya çalışılmış olması son derece makul; ancak aynı kabulu ikinci soru için öngörmek hatalı bir yaklaşım olur. Zira bu tarz bir sorunun cevaplanabilmesi için daha farklı bir çalışma yöntemi tesis etmek gerekiyor (evet doğru anladınız: Bilim adamları sorulan sorunun niteliğine göre bir yöntem takip ederler, etmelidirler). Çalışma henüz birinci sınıfta okuyan öğrencilere uygulandığı için soruyu ''Türkiye’de kimler öğretmen olacak'' şeklinde sorabilirsiniz. Bu, yöntemde oluşan çatlağı bir nebze olsun örter. ''Türkiye’de kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki bir sorunun muhatabı olabilecek olan yöntem uzunlamasına (longitudinal, yani uzun zaman yayılan) çalışma yöntemidir. Bu bağlamda, eğer elinizde 3-5 sene öncesine ait, benzer nitelikler taşıyan katılımcılara ait veriler var ise ne ala. O takdirde eleştirdiğim soru şeklini kullanmakta bir mahzur olmaz. Eğer yok ise, bu sefer bundan 3-5 sene sonrasında benzer (denk) bir çalışma yapmadıkça ve sonuçları kıyaslamadıkça ''kimler öğretmen oluyor'' sorusunu soramazsınız. Neden mi? Çünkü sizin bugün 18.000 öğrenci üzerinden yaptığınız 'profil' (kimlik) tanımlaması 5 sene sonra tamamen geçersiz olabilir. Bundan 5 sene sonra, halihazırda yaptığınız çalışma neticesinde ''Türkiye'de muhafazakar kişiler öğretmen oluyor'' şeklindeki aceleci çıkarımızın yerini ''laik'', ''solcu'', ''liberal'' şeklinde yeni kimlik tanımlamaları alabilir. Sonuçta bu toplumun nasıl değiştiği ile alakalı bir durum.
Bu noktada çalışmanın bir hakkını teslim edeyim. Heyetten Prof. Aksu, zaten 2010 senesinde böyle bir çalışma yapmayı düşündüklerini, aynı öğrenciler 4. sınıfa geldiklerinde çalışmanın tekrarlanacağını ifade etmiş. Ama dikkat edin. Az önce altını çizdiğim husus hala geçerli. 2010 yılındaki çalışmayı da yaptıktan sonra ancak sağlam ve geçerli bir profil tanımlaması yapılabilir. Henüz ilk uygulama ile tespit ettiğiniz! ''muhafazakar'' kimlik çıkarsaması bu nedenle eksik kalır (pratik anlamda değil, bilimsel anlamda). Kaldı kı; 2010 senesinde çalışmayı tekrarladığınızda bile ek bir soru sormanızı gerektirecek (aslında şimdiden sorulmuş olmalı idi) bir sorun var. O da şu: Aynı öğrencilerin profilinde bir değişim gördüğünüzde bunu nasıl yorumlayacak sınız? Bu değişime neden olan faktör(ler) neler olmuş olacak: Müfredat mı? AB üyelik çalışmaları mı? Ekonomik nedenler mi? Gelecek kaygısı mı? Toplumsal değişimler mi? Ne? Anketi aynı öğrenciler yerine (ya da ilave olarak) 2010 yılında birinci sınıfta okuyan öğrencilere (de) uygulasanız, ''Türkiye'de kimler öğretmen oluyor'' sorusunun cevabını daha net olarak cevaplamış olursunuz? 'Muhafazakar' olarak tanımladığınız öğrencilerin (ki bu yorum da eksik, birazdan bu detaya geleceğim) 4 senede değişmesi ya da değişmemesi bilimsel anlamda ne ortaya koyacak? Değişmezse muhafazakar geldiler muhafazakar gidiyorlar, laikliğe yazık mı diyeceksiniz? Bu da yetmez, değişmesini neden bekliyor olacaksınız? (eğer öyle bir hipoteziniz var ise bunun da en başından belirlenmesi gerekir). Bütün bunlar bilim dünyasında bir takım sorunların önceden tespit edilmesi ve altlarının doldurulması ile mümkün olabilir. Bu tarz bir hipoteziniz varsa bile, zaten o durumda da kıyaslama yöntemli bir çalışma değil; uygulama (treatment) tarzı bir deneysel yöntem tercih edilir, edilmelidir. O zaman da başka sorular sorarız tabi...
Bu soruların cevaplarını, maalesef, çalışmanın basına akseden kısmlarında göremedim. Eğer raporlarda da yoksa bu ciddi bir eksikliğe işaret eder. Bunu neden mi vurguluyorum? Beni bu şekilde düşünmeye sevkeden etken, araştırma sonuçlarının bilimsel bir kongrede değil de ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezinde düzenlenen bir basın toplantısında açıklanmış olması. Bilimsel bir çalışma öncelikli olarak ciddi ve hakemli dergilerde yayınlanmalı ve ancak böyle bir kredinin ardından halka ve basına açılmalıdır. Bulgularınızın ve onlara dayanarak ortaya attığınız yorumların 'güvenilir' ve 'anlamlı' (bilimsel terimler) olması, öncelikli olarak, bu şekilde akademik camiada onaylanmış olur. Ne zamandan beridir; bir çalışmanın bulguları hemen basın önünde duyurulur oldu. ODTÜ ve YÖK bilim dünyamıza yeni bir uygulama mı kazandırıyor acaba? (basın toplantısında YÖK Başkanvekili de bir değerlendirme yaptığı için böyle diyorum).
Buna ilave olarak, yukarıda arzettiğim gibi; yapılan bir kısım yorumların çalışmanın teknik oluşumundan süzülen bulgulara değil de, istenen bir amaca dönük olarak yorumlanmış olduğunu düşünüyorum. Neden mi? İzah edeyim:
Haber sitesinde verilen bulgular bile ortada endişe edilecek bir şeyin olmadığını göstermeye yetiyor aslında. Ancak, en başta altını çizdiğim bir 'bilimsel sorun' vardı hatırlarsanız. O da, bulgulara rağmen yorumların kişiselleşebildiği gerçeği idi. Bu basın toplantısından da aynı izlenimi edindim. Sanki belli yüzdeler (az olsalar dahi) önemli bir soruna işaret ediyormuş gibi lanse edilmişler. Oysa yapılan, özet niteliğindeki, açıklama bile durumun aslında normal olduğuna işaret ediyor.
Öğrencilerin en güvendikleri kurumlar sırasıyla Türk Silahlı Kuvvetleri (yüzde 64.4), Anayasa Mahkemesi (yüzde 37.5), Emniyet (yüzde 37.3), Diyanet İşleri Başkanlığı (yüzde 32.8), Cumhurbaşkanlığı (yüzde 30.9), TBMM ve hükümet (yüzde 29.4) şeklinde belirlenmiş. Şimdi ortada böyle bir bulgu varken, ''öğrenciler Diyanet'e Meclisten daha çok güveniyorlar'' şeklinde bir imanın amacı ne olabilir? Arada yüzde ikilik bir fark var diye böyle bir çıkarım yapamaz bilim adamları. Bu iş için kullanılan ölçme yöntemleri var. İki gruba ait dağılımları ölçer ve arada bilimsel anlamda ''anlamlı'' bir fark bulursunuz. Ancak ondan sonra, öğrenciler o yönde bir temayül gösteriyorlar çıkarımını yapabilirsiniz. Kaldı ki ''anlamlı bir fark çıktı diyelim. Bu neyi açıklar ki? Diyanet'e güvenenlerin iki katı kadar öğrenci Ordu'ya tam olarak güvendiğini belirtmiş. ''Diyanet büyüktür Cumhuriyet'in Meclisi diye düşünüyorlar'' imalı bir yorum altı boş bir yaklaşım tarzı ne yazık ki. Kaldı kı endişeniz niye? TBMM ve hükümet şeklinde verdiğiniz bir şık en alt sırada çıkmış. Buna sevinmeniz (en azından mevcut YÖK kadrosunun) gerekmez mi? Bu makamları temsil eden parti ağırlıklı olarak AKP nasıl olsa. Mezkur sonucun posasını sıkarak ''eğer Türkiye’de Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim, tüm kurumlarımızda gerçekleşseydi böyle bir tabloyla karşı karşıya gel(in, UT)meyecekti'' şeklinde bir yorum ne kadar da havada kalıyor. Yani YÖK Başkanvekili Prof. Eşme, bulgulara dayanarak, öğretmen adaylarının en çok Ordumuza ardından da Anayasa Mahkemesine güvendikleri sonucunu göremiyor mu? ve bu kurumlarımız ''Cumhuriyetin tarif ettiği laik eğitim'' in hedeflerinin kapsama alanı dışında olan kurumlar mı? Öğretmen adayları en çok bu kurumlara güveniyorlarsa, laiklik neden tehlikede olsun ki? Şimdi anlıyor musunuz yukarıdaki teknik izahatların akabinde nereye gelmek istediğimi?
Araştırma heyetinin ve YÖK Başkanvekilinin ''laiklik tehlikede'' şeklindeki eksik ve yanlış çıkarımları sadece bu bulguya dayanmıyor elbette. En az iki bulgu daha var. Onların yorumlanış tarzı da benzer şekilde hasarlı.
''Öğrencilerin yüzde 23.2’si, ''okullar kendisini aklın geliştirmesiyle sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli ögelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır' önermesine 'katıldığını', yüzde 59.7’si 'katılmadığını' ifade etmiş. ''Bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara veya olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlarda sağladığı bilgi ya da cevap bakımından güvenilir olduğu düşünülen kaynaklar'' şeklindeki soruya da öğrencilerin yüzde 53.4’ü ''Teoloji-Din'' şeklinde yanıt vermişler.
İşte posası sıkılan ve ''laiklik tehlikede'' çanları çaldıran bulgular bunlar. Yani öğrencilerin sadece yüzde 23'ü; okullar kendisini aklın geliştirmesi ile sınırlandırmalı, kişisel gelişimin diğer önemli öğelerini din ve aile gibi toplumsal kurumlara bırakmalıdır'' demişse bunun neresinden laiklik tehlikesi çıkarıldı anlamak güç. Prof Eşme, açıkçası hangi yüzdeye dayanarak ''bilimi ikinci plana itenlerin oranı da yüksek'' çıkarsamasını yaptı ben anlayamadım. Yüzde 53'lük sonuç mu? Eğer öyle ise, o durumda size şöyle sormaz mı bilim dünyası: Soruyu sorarken; bilimin güncel hayatta karşılaşılan sorunlara ve olgulara cevap vermede yetersiz kaldığı durumlar'' şeklinde bir yönlendirme, kısıtlama ve ön kabul yaparsan, ve ardından ''başka neye güvenirdin?'' diye sorarak karşısına da ''teoloji-din'', ''metafizik'', ''parapsikoloji'' gibi seçenekleri sunarsan öğrencilerden ne yönde seçim yapmalarını beklersin ki? Sorunun kökü zaten bilimin belli durumlarda yetersiz kalabileceğini ima ve kabul ediyor. Öğrencilerin yarısı böyle bir sorunun mukabilinde ''din'e'' güvenebileceğini ifade etmişse bunun nesi olumsuz olur ki? Hem din ile aile seçenekleri bile bir seçenekte bir arada sunulmuş. Bu ikisi çok ayrı şeyler. Zaten bilimin karşısında aile seçeneği hangi literatür desteği ile oraya kondu anlamak güç.
YÖK Başkanvekili konuşmasının devamında şöyle bir açıklama yapmış: ''Öğretmenlerin, kuşakları yetiştirebilmesi için her şeyden önce kendisinin fikri hür, vicdanı hür olması gerekiyor. Bu sonuçlar gösteriyor ki öğretmen adaylarımızın önemli bir bölümü henüz bu düşünce yapısında değiller. Eğitim fakültelerindeki meslektaşlarımıza büyük görevler düşüyor.'' Yani adama bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu diye sormazlar mı? Öğretmen adayları hangi sorunuza, ne şekilde yanıt verdiler de onların fikir ve vicdan hürriyetinden mahrum bir şekilde yetiştirildiği sonucuna vardınız? En çok Ordumuza güveniyoruz derlerken, fikirleri ve vicdanları hür değil miydi yani? Ya da, aynı öğrencilerin yüzde 88.2'si, ''öğretmen, Cumhuriyetin temel ilkelerini yaşamada ve aktarmada önder olmalıdır'' derken de fikri ve vicdanı tutsak bir şekilde mi yanıtlıyorlardı sorularınızı? Böyle bir çoğunluk bu cevaplarında Cumhuriyet'in niteliklerinin önemine vurgu yapmışken, bir laiklik tehlikesininin kokusunu nasıl aldınız? ve ''bak kimler öğretmen oluyor'' şeklindeki çıkarımları neye dayanarak yaptınız? Bunları sormazlar mı bir 'bilim adamları' heyetine?
Bir örnek daha verip bitireyim. Öğretmen adaylarının gene yaklaşık yüzde 80'i, ''Okullarda kız ve erkek öğrencilerin birlikte öğrenim görmeleri, sosyal ve psikolojik gelişimleri için gereklidir'' demişler. Yüzde 11.7’si buna katılmadığını, yüzde 9.5’i ise 'kararsız' olduklarını belirtmişler. Prof Eşme, bu bulguyu da tersinden okumayı tercih etmiş ve laiklik tehlikesi kapsamına bu bulguyu da dahil ederek, ''öğretmen adaylarının neredeyse yüzde 20’si karma eğitime karşı'' şeklinde bir açıklama yapmış. Anlayacağınız kararsızlar bile bu gruba dahil edilmiş. İşte göz önündeki bulgular bu şekilde yorumlanabiliyor maalesef. Karma eğitime karşı olmanın laiklikle alakasını ise hiç sormayın lütfen. En azından eğitim literatüründe böyle bir tartışma yok.
Araştırma heyetine şu bilimsel ilkeyi hatırlatayım. Bir çalışmayı çok kişiye uyguladınız diye çalışma ''güvenilir'' olmaz (Prof. Eşme bu teknik detaya bu şekilde yaklaştığı için söylüyorum). Bu koşullardan yalnızca bir tanesidir. Ayrıca, ''güvenilirlikten'' ziyade ''anlamlılık'' daha esastır. Bir çalışma güvenilir olabilir; ama hala anlamlı olmayabilir. Bu yazıda işaret ettiğim hususlar çalışmanın bu konularda eksiklikleri olabileceğine ve hatta olduğuna işaret ediyor.
Sizce bu çalışmanın bilimsel bir yayın yerine, basın toplantısı ile ve bu eğip bükmeler ile duyurulmasının yaklaşan YÖK Başkanlığı seçimleri ile ya da son bir iki haftadır tekrar kaşınmaya çalışılan ''irtica'' kampanyaları ile bir alakası olabilir mi? Ne dersiniz? 7 Aralık 207
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)