30 Ağustos 2007 Perşembe

YERSİZ ENDİŞELER


Ciddi bir gazete makalesi okunurken gülümsenir mi diye sormayın. Gülümseniyor işte. Çok ciddi bir tahlil sunma gayreti ve havası içerisinde iken serdettiği fikirlerin karşılığı olmayan, fikirleri havada asılı kalan çocukları düşünün. Bu, sadece etraftaki yetişkinlerin yüzlerine bir gülümseme getirir o kadar. Geçenlerde, Fatih Altay'lının yazısını okurken bu duygularla gülümsedim ben de. Belki başkaları sinirlenmiştir, bilemiyorum...

Söz konusu yazıya geçip bir kaç tahlil sunayım. Ne demek istediğim o zaman daha iyi anlaşılacaktır.

Siyasetin içinden bir Amerikalı ile yemek yediği bilgisi ile başlıyor yazısına Altaylı. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun, Altaylı'nın Amerikalıya ders verme havası ile başlıyor. Öyle güzel bir giysi giydirmiş ki yazısına, Amerikan dış siyasetinin nasıl işlediğini bilmeyenler ''Vay be! Ne adam, Amerika'lılar bile kendisine gelip danışıyor'' düşüncesine kapılabilir. Söz konusu yazı boyunca Altaylı'nın; gayet bilgiç ve kendinden emin bir tavırla Amerikalıya nasıl iç siyaset analizi dersleri verdiğine şahit oluyoruz. Yazının ilk birkaç cümlesini gayet ciddi bir halet-i ruhiye içerisinde okurken, ''Anlattım. Size de anlatayım'' bölümüne geldiğimde kendimi gülümserken buldum.

Senelerdir Amerikalılar ile birlikte yaşıyorum. Dış siyaset ile iştigal eden bürokratlarının kullandıkları yöntemlere ve eğitiliş tarzına ise bir nebze vakıfım. Dinlemeyi çok iyi bilir Amerikalılar. Öğrenmeye çalışıyormuş edası ile, muhatabını konuşturmak ve böylece onun düşünce yapısına dair analizler yapmak, en çok kullanılan yöntemlerden birisidir. Normal bir Amerikalı ile konuşurken dahi bu tür bir eğilimleri olduğunu farkedebilirsiniz. Sayın Altaylı'nın muhatap olduğu bürokrat, eğer henüz stajyer konumunda olan bir şahsiyet değilse, bunu bu açıdan değerlendirmeyi uygun görüyorum ben.

Bunun haricinde kullandıkları bir yöntem daha vardır bu bürokratların: O da, önemli bir gazeteci ile bir araya gelmek ve karşılıklı konuşmalar esnasında kendilerine ait bir görüşü karşısındakine empoze etmek. Böyle şey olur mu hiç demeyin. Hepimizin çok iyi bildiği ve belki de sıklıkla kullandığı bir kavramı bu yöntemle kazandı Türkiye. Yazarlarımızdan Hasan Cemal'in itiraflarını hatırlayınız. O itiraflarından birinde; iki Yahudi kökenli Amerikalı diplomat ile karşılıklı yemek yediklerinden bahsediyordu Cemal. Konuşma esnasında diplomatlardan birinin çıkıp Refah Partisini kasdederek, ''onlar takiyye yapıyor'' dediğinden; yazarlarımızın ''takiyye ne demek'' sorusu üzerine onların, bu ifadenin tanımını yaptıklarından söz ediyordu. Sonra da; hoşlarına giden bu tabiri, bir gün sonra köşelerinde nasıl kullandıklarından ve onu siyasi hatta gündelik yaşantımıza nasıl kazandırdıklarından... Sanırım bu mevzuda daha fazla detaya gerek yok.

Ben Altaylı'nın buluşmasının ikinci kategoride değil de, birinci kategoride değerlendirilmesinden yanayım. En azından yazıda verilen detaylar beni öyle düşünmeye sevkediyor. O diplomatın üstlerine verdiği raporu görmeyi çok arzu ettiğimi belirterek bir sonraki fasıla geçeyim: Altaylı'nın Amerika'lı diplomatımıza verdiği derste eleştirmem gereken bazı hususlara...

Diplomat, ''Türkiye'nin bundan sonrasını nasıl görüyorsun?'' diye sorunca; ''Türkiye giderek bir İslam ülkesi olur'' diyor Sayın Altaylı ve anlatmaya devam ediyor: ''Yavaş yavaş Mısır gibi, Malezya gibi oluruz. Din etkisi artmaya başlar. Din günlük hayata girer. Sokağa iner. Yaşam biçimi olur. Gözle görünmeye, elle tutulmaya başlar. Toplum tutuculaşır. Muhafazakârlaşır.'' Öncelike şunu belirteyim: Bu cümleler içerisinde serdedilen görüşler hem eksik, hem de tutarlı değil. Bir kere, ''Mısır gibi'', ''Malezya gibi'' olmak terimleri çok yerinde seçimler değil. Eskinin meşhur söylemleri olan ''İran gibi olmak'' ve ''Arabistan gibi olmak'' ifadelerini neden kullanmadı bu bir merak konusu. Altaylı'nın vermek istediği mesajlar açısından bakıldığında bu daha yerinde olurdu. Mısır ve Malezya, bizim kamuoyumuz tarafından çok iyi tanınan ülkeler değiller. Mısır, ''dinci'' çevrelerin, belki de yüz yıla yakındır, fiziksel ve ruhsal olarak baskı altında tutulmaya çalışıldığı bir ülke. Bunda, Mısır'ın  başına geçmiş  aşırı seküler hatta sol eğilimli bazı liderlerinin payı büyük. Günümüzde bir takım ''kökten dinci'' (fundamentalist) akımların Mısırdan çıkmasının bu baskılar ile bağlantılı bir yönü var. Altaylı'nın ''Mısır gibi oluruz'' ifadesi, bu açıdan bakıldığında aslında tam tersi bir duruma işaret ediyor. Yani, ülkemizin dini çevreleri baskı altında tutan bir konuma gelmesine... Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Bu baskıların bir neticesi de; ''İslamcı'' bir çizgiye sahip olan Müslüman Kardeşler hareketinin halk içerisinde etkisinin artmasına neden olmasıdır. Bazı paralellikleri gördüğünüzü hisseder gibiyim.

Gelelim Malezya örneğine... Malezya, tahmin edilenin aksine ''Arabistan'' kategorisinde bir ülke değil. Son derece kozmopolit bir kültürel ve dini dokuya sahip olsa da, bu farklı unsurların uyumlu bir şekilde, bir arada yaşayabildiği bir ülke Malezya. Ayrıca, IMF programlarını kapı dışarı etmeyi başarabilmiş ve çok hızlı bir ekonomik gelişme çizgisini yakalayabilmiş bir ülke aynı zamanda. Ben şahsen, ''Malezya gibi'' olabilmenin bir aşağılama unsuru değil, saydığım açılardan bir hedef haline getirilmesi kanaatindeyim.

Altaylı'nın saydığı diğer hususlara geçelim. Korkulanın aksine, AKP'nin iktidarda oluşunun ülkede ''din etkisini artıracağına'' ihtimal vermiyorum. Geçenlerde Mehmet Ali Birand'ın Milliyetteki köşesinde (25 Ağustos 2007) tarif ettiği; laikliği bir ''ideoloji'', hatta bir ''din'' gibi algılayan kesimlerin dışında, bu ülke insanının ve AK Partinin gerçek laiklik anlayışı ile bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Bu korku ve endişelerimizin üstesinden gelme zamanı geldi de geçiyor bile. ''Din günlük hayata iner. Sokağa iner. Yaşam biçimi olur'' söyleminin ise altını boş buluyorum. Zira, yüzde 90'ına yakını Müslüman olan bir halk kitlemiz var. Din bu insanların önemli bir kısmının günlük hayatının bir parçası zaten. ''Kamusal alanda'' değil ''sokakta'' pratik ediliyor. Zaten olması istenen de o değil mi? Bu inanış ve yaşam biçimini ''kamusal alan!'' haricinde, ''sokağın'' ve ''günlük hayatın'' da dışına çıkarmaya çalışmak doğru bir yaklaşım değil. Dediğim gibi, bu ifadelerin ne teorik ne de pratik anlamda bir karşılığı yok.

Altaylı'nın, konuşmasının devamında söylediği ifadelere de katılmak mümkün değil. Bakın neler diyor Altaylı: ''...rol modeller değişmeye başlar. Rol model Erdoğan olur. Gül olur. Müslümanlığını gösteren, göstere göstere yaşayan işadamı olur. Çünkü iktidar kendi gibi düşünen, kendi gibi yaşayan bürokratları yukarı taşır. Kendi gibi işadamlarını ön palana çıkarır. İçki içen, eşinin başı açık olan, mayo giyen bürokratın yükselme olanağı kalmaz, işadamının iş yapma olanağı kalmaz. Kimse kimseye örtün, kapan, içki içme demez ama içmeyen iktidar dairesinin dışında kalır. Yükselemez, iş alamaz, iş yapamaz. Bürokratlar namaza başlar, işadamları ortalıkta içki içmemeye, eşlerine dekolte giydirmemeye başlar. Bu durum yoğunlaştıkça onlar gibi olmayanlar kendilerini dışarıda kalmış hisseder. Yasayla, yasakla olmaz. Ama ayıpla, günahla olur.''

Bu ifadeleri okuyunca kendi kendime; artık şu korkularımızdan kurtulma zamanı geldi diye düşünmeden edemedim. Eğer AKP, Altaylı'nın işaret ettiği gibi davranmaya ve toplumsal manipulasyonlara kalkışsa, kaybeden kendisi olur. Halkımız geneli itibari ile farklılıklara tahammüllüdür. Her ne kadar, kendi kızları başı örtülü diye ''kamusal alana'' sokulmasa da; o,  kimsenin içki içtiği için ya da mayo giydiği için ayrımcılığa tabi tutulmasına razı olmaz. Bunu yapan partiye de sıcak bakmaz. Anadolu insanı böyledir. Çünkü biz, başı açık olan ile olmayanın, dekolte giyen ile giymeyenin, namaz kılan ile kılmayanın aynı evlerde bir arada yaşayabildiği bir toplum yapısına sahibiz. Altaylı'nın resmetmeye çalıştığı tablonun, işte bu nedenle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tablo olduğu görüşündeyim. Son yapılan bazı araştırmalar, CHP seçmeninin yüzde 75'inin bile ''başörtüsüne'' karşı olmadığını gösteriyor. Artık bu yersiz endişe ve korkularımızdan sıyrılmalı ve birleştirici olmalıyız. Nihayet, AK Parti ilk kez başa geçmiyor. Bu onun ikinci dönemi ve yukarıda arzedilen eylemleri hayata geçirme gibi bir çaba içerisine de girmedi. Böyle bir hataya teşebbüs edeceğini de sanmıyorum. Zira bu, halkımızı tanımamak anlamına gelir.

Altaylı konuşmasının devam eden bölümlerinde; Atatürk'ün kurduğu kurumların yıpratıldığından, yok edildiğinden ve rejimin koruma mekanizmalarının birer birer etkisizleştirildiğinden, rol modellerinin karalandığından da bahsediyor. Hatta bunları bir endişeden ziyade, bir sonuç olarak takdim ediyor. Açıkçası bu ifadelerle Altaylı'nın neyi kastettiğini anlamak güç. Bu neticelerin! ya da gelişmelerin! AK Parti ile temsil edilebilecek yönleri neler belli değil. Karşılığı yok. Atatürk'ün kurduğu kurumlardan ziyade, ideallerden bahsetmek gerekir. Bunların içerisinde şimdiye dek en çok zarar göreni; yalnış anlaşılan ve uygulanan, gerçek laiklik anlayışının yerine ikame edilmeye çalışılan; ''laikçilik'' anlayışıdır. Toktamış Ateş'in ve Birand'ın sütünlarında eleştirdikleri anlayış yani. En çok zarar gören diğer bir Atatürkçü ideal ise, ''demokrasi'' kavramıdır. O da, AK Partinin iktidara gelmesi ile değil; yaşadığımız talihsiz darbeler ile hasar görmüştür. Meseleye Atatürk'ün kurduğu kurumlar açısından bakıldığında ise, Ordumuz hala sapasağlam ayaktadır ve hala halkımızın en güvendiği kurumlar arasındadır. Onun imajına zarar verenler, onu her fırsatta bir darbe eyleminin içine çekmeye çalışanlardır. ''Gerekirse kendi ordumuzu kurarız'' diyen bazı ''vatansever'' çevrelerdir. Türk Tarih Kurumumuzun da bir ''etkisizleşme'' sorunu yoktur. Hala dim dik ayaktadır. İş bankası ise; CHP, paraları yerinde kullandığı müddetçe bir sorun yaşamamaktadır. Yüce meclisimiz de hala dimdik ayaktadır. Halkımız, birileri sevmese de, tercihlerini meclise yansıtabilmektedir. Yargımız ise, hukuka aykırı olan ''367 uygulamalarını'' yürürlüğe sokmadıkça bir imaj sorunu yaşamamaktadır. Tüm bu örnekleri sıralamamın nedeni sanırım anlaşılıyordur. Artık karşılığı olmayan korku ve endişelerimizden vazgeçmenin, birbirimizi bu endişelerle hırpalamak yerine daha iyiye ve güzele teşvik etmenin zamanı geldi. Endişeler beyinlerimizi ve idrak yeteneğimizi ele geçirmeden evvel, bizler toplum olarak ''aklıselim'' etrafında birleşmeyi öğrenmeliyiz... Şimdi Amerika'lı ofis arkadaşım içeri girdi. Bunları ona da anlatmalıyım. 30 Ağustos 2007