10 Kasım 2016 Perşembe

KANSERLE SAVAŞ VE SALDIRI ALTINDAKİ İNSANLIK

Bu yazı 10 Kasım 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bu yazıda değineceğim hususlar hem kanser hastaları hem de kansere karşı korunmak isteyen herkes için geçerlidir. Tıp doktoru veya sağlık uzmanı değilim; ancak bir eğitim uzmanı olarak toplumsal sorunları ele alan yazılar arasına bu konuyu da dahil etmeden edemedim. Kanser vakaları hem Türkiye’de hem de dünyada ciddi bir artış gösteriyor. Öyleki; ben kanser olgusunu artık sadece bir toplumsal sağlık sorunu olarak değil; aynı zamanda bir insanlık sorunu, bir modernite ve kapitalizm sorunu, bir sosyo-psikolojik kayış ve bir eğitim sorunu olarak da görüyorum. Takip eden yazılarda bu konuyu kısmetse daha da açacağım.

Sigara ve kanser ilişkisi tartışmasız bir gerçek olduğu için bu kısmı atlıyorum. Haram oldukları için ağızlarına içki ve domuz koymama noktasında son derece hassas davranan Müslümanların, yine haram olan sigarada ısrar etmeleri zaten anlaşılır bir durum değil… Sigara içmenin psikolojk ve zihinsel bir sorun olduğunu ve manevi zaaflardan beslendiğini ifade ederek geçelim.  

Kanserle savaşta en önemli iki husus; doğru diyet tercihi uygulamak ve stresten uzak ve iyileşeceğine dair hep umut dolu yaşamak. Burada elbette duanın yeri; şifa kaynağı Şafi olan Allah’a sığınmanın önemi de unutmamalı. Özellikle baştan sona bir dua olan Fatiha suresinin çok önemli bir şifa kaynağı olduğuna alimlerce işaret edilmiştir. Kimbilir belki de, ‘’bizi doğru yoldan ayırma…’’ derken, hayatımıza yön veren tüm maddi ve manevi vücut dengelerimizin de istikametten ayrılmaması için dua etmiş gibi oluyoruzdur aynı zamanda

Birçok doktor ve modern tıp, koruyucu hekimlik ve alternatif tıp konularını ihmal edip görmezden geliyorlar. Halbuki kanserin bir çok çeşidinden belli diyetler uygulayarak kurtulduklarını söyleyen bir sürü hasta var. Zaten geçenlerde dinlediğim bir videoda, doktorlar arasında ölüm yaşının düşük olduğu, psikologlar da dahil olmak üzere, aralarında sigara, alkol, uyuşturucu bağımlılığı ve birtakım ruhsal sorunlar yaşayanların çoklukla bulunduğu ve bu yüzden de sağlığımızla ilgili tüm hayati kararları tamamen onların görüşüne teslim etmenin çok da akıllıca olmayacağı belirtiliyordu.

Genel olarak, kansere genetik faktörlerden tutun da, stres, çevre şartları, hava kirliliği, tarımsal ilaçlar, temizlik ürünleri, baz istasyonları, GDO’lu ürünler ve benzeri insan üretimi bir çok etken katkıda bulunuyor. Kapitalizm güdümlü ilim ve teknolojinin bugün geldiği nokta açısından bireyin kontrolü dışında kansere neden olan bir çok faktör var. Zaten ilim adamları insanlığın çok eski dönemlerinde kanser diye bir hastalığın olmadığını, bunun günümüz modern toplumlarının sebep olduğu bir hastalık olduğunu ifade ediyorlar. O nedenle de bir süre daha, en azından dünya üzerinde gerçek Kur’an’i bir denge tesis edileceği ana kadar, bu sorunun kontrolü zor; hatta imkansız görünüyor.

İşte tüm vücut-birey dışı etkenler aleyhimize çalışıyorken, kanserden korunabilme veya tedavi adına yapabileceğimiz en temel şeyler yukarıda işaret ettiğim motivasyon, dua, stressiz yaşam, sağlıklı diyet ve zararlı şeylerden kaçınma hususlarına indirgenmiş oluyor.
Burada genel olarak meseleye insanın kendisinin kontrol edebileceği hususlar noktasından bakacağız. Bünye dışı zararlı etkenlerin kontrolü ve ele alınması meselesi başka bir yazının konusu olsun. Biz, günlük yaşantımıza ve bizim kontrolümüze bakan yönleriyle uygun diyet ve sağlıklı yaşam üzerine yoğunlaşalım.

Kanseri vücut içinde tetikleyen şeyler oksijen yetersizliği ve vücut içi dengenin sürekli asit üreten bir diyete zorlanması olarak kategorize edilebilir. Tabiatı gereği vücut içi dengelerimiz biz farkında olmadan bile sürekli olarak zararlı unsurlarla savaşıyorlar. Ancak bizler dengesiz ve sağlıksız beslenme ile vücudumuzu sürekli bir saldırı altında bırakmış ve onu başka dengelerin etkilerine maruz bırakıyoruz.

Burada Fethullah Gülen Hocaefendi’nin yıllar evvel kullandığı bir ifadeyi hatırlıyorum. ‘’Dengeleri, dengeler bozar’’ demişti bir keresinde. Kimya öğrendiğim yıllarda da, sosyolojiye ve psikolojiye dair şeyler okuduğum yıllarda da hep bu sözün gerçerliliğini idrak ettim. Kanser de vücuttaki dengenin başka bir dengeye yenik düşmesi denilebilir. Ama dengenin tekrar eski gücüne kavuşturulması ile kanseri besleyen dengenin önüne geçmek de elbette mümkün. Mevcut tıp, insana sadece hastalıklar üzerinden bir ‘’hasta’’ olarak bakar; onu bir iç dengeler manzumesi olarak okumaz (bu konuyu sonra açalım).

Kanser hücrelerinin oksijensiz ve asitli ortamları sevdikleri söyleniyor. Bundan da önemlisi, tedavi ve korunmaya bakan yönleriyle, bu ikisinin zıddı olan oksijenli ve alkalin (bazik, yani asidin tersi denilebilir) ortamların kanser hücrelerinin sevmediği ortamlar oluşturması. Normalde de vücut dengemiz alkalin (bazik) bir tarzda yaratılmış. Diyetin önemi de zaten burada başlıyor. Hücrelerin oksijen kullanımının artırılıp vücut dengesinin uygun ve bilinçli beslenmeyle bazik dengnin korunması kanserle savaşın veya onu önlemenin temelini oluşturuyor denilebilir. Şimdi bu iki şeyin nasıl başarılabileceğine kısaca bir göz atalım:

Vücuttaki oksijen miktarı yeterli uyku, nefes egzersizleri, stresten ve hava kirliliğinden uzak kalma, uygun diyet tercihi ve benzeri yöntemlerle artırılabilir. Bu konuda uzmanlardan tavsiyeler edinilebilir.  

E-Vitamini kan basıncının düzenlenmesini de sağladığından kanser hastalarına tavsiye ediliyor. Unutmayın ki oksijen, hücrelere kan yoluyla taşınıyor. Bu nedenle E vitamini yönünden yüksek besinleri tüketmek önemli. Antioksidan ve vitaminler yönünden zengin, alkalin yiyecekler kategorisindeki birçok sebze (özellikle yeşil sebzeler), meyve ve baharatın yeterince tüketilmesi önemli. Aslında insana ve insan sağlığına dengeler açısından bakılması gerektiği için vücuda zararlı gıdaların terkedilip normal bir insanın günlük ihtiyacı olan her türlü protein ve vitaminin doğal yollarla alınması önem kazanıyor.

Kanserin insan üretimi bir hastalık olduğunu tekrar hatırlatarak devam edelim. Günümüzde, tükettiğimiz birçok gıda artık genetikleriyle oynanmış (GDO’lu) ürünler kategorisinde sayılıyorlar. Bunlara bir de çiftçilikte kullanılan zirai ilaçlar ve kimyasallar da eklenince durum daha da vahim bir hal alıyor. Zaten besin değerinden arındırılmış topraklarda yetişen ürünler, normal değerlerinin çok altında besin değerleri taşıyorlar. Hızlı ve rahat yaşam koşullarında yaşamaya adapte olmuş bizler de, artık daha az miktarda sebze ve meyve tüketiyor; bunların dışında genelde fabrikasyon, hazır ve işlenmiş gıdalar tüketmeyi tercih ediyoruz. Bu gıdalar, içlerindeki maddelerin çoğunluğu itibarıyla vücuda yabancı ve az besin değerli olması yüzünden vücut dengelerimizi olumsuz yönde etkiliyorlar ve organlarımızı yoruyorlar.

Tükettiğimiz çoğu yiyecek;

GDO’lu tohumlardan üretiliyor,

Birçok kimyasala; hatta bazı ülkelerde denetimsizlikten ötürü kalitesiz ve aşırı oranda zirai ilaçlara maruz kalıyor,

Zararlı kimyasallar içiren ambalajlarda satılıyor veya servis ediliyor,

Raf ömürleri uzun olsun diye içlerine bir sürü yapay koruyucu madde ekleniyor,

Görünümleri ve tatları güzel olsun; hatta alışkanlık yapsın diye içlerine farklı farklı kimyasal boyalar, koruyucu maddeler ve tatlandırıcılar katılıyor.

Çipsler, sodalar, mısır şuruplu yiyecekler, çocuklarımızın önüne serdiğimiz birçok gıda, işlenmiş et ve süt ürünleri… Kısaca insanın laboratuvar ve fabrikasyon üretim eli değmiş her türlü gıda…

Tüm bu tarz yiyecekler ölçü kaçırıldığı takdirde vücuddaki doğal (bazik) dengeleri sürekli saldırıya maruz bırakıyorlar ve vücutta aşırı asit üretimini tetikliyorlar. Bunu önlemek içinse mümkün olduğu kadar doğal ve sağlıklı yöntemlerle yetiştirilmiş meyve, sebze ve baharatları tüketmek gerekiyor. Bunların önemli bir kısmı vücudun bir yandan doğal besin ihtiyacını karşılarken diğer yandan da onun bazik doğasını korumasına yardımcı oluyorlar.

Geçenlerde İspanyol çiftçiler hakkında bir video izliyordum. Organik tarım yapanlar çok sıkıntılı günler yaşıyorlar. GDO’lu tohumlar organik tarlalara da musallat olmaya başlamışlar. Amerika’da ve dünyanın diğer tarım ülkelerinde de durum aynı. Artık büyük şirketler sayesinde günümüzde GDO’suz tarım yapmak gittikçe daha da zorlaşıyor.

Yani modern hayat bir yandan nefislerimizi celbederken, diğer yandan da bizi doğal olmayan tükekim ve yaşam şartlarına maruz ve mecbur bırakarak bizleri kanser gibi hastalıkların pençesine atıyor. Hastalanınca da bu sefer modern tıp ve ilaç endüstrisinin ağlarına takılıyoruz.

Bu yazıda resmettiğim insan içi ve dışı faktörler göz önüne alındıklarında; mikro boyutta insan içi dengelere, makro boyutta da onu çevreleyen yaşam koşullarına ait dengelere sürekli bir saldırı olduğu düşünülebilir. Bunun çözümü de insandan başlayıp topluma giden yolda en esaslı reçeteleri sunan Kur’an’i yolun hayatın özüne işlemesi. Zaten o nedenle Peygamberlerin ve onların izinden giden müçtehidlerin yolu kutsaldır; insan ve tabiatın doğasına, dengesine en uygun sistemdir.

Tarihte şeytani, firavuni, süfyani ve yezidi sistemlerin sürekli olarak Peygamberlere ve  onun mirasçısı olan alimlere, genel anlamda da İslam dinine saldırmalarının ardındaki en gizli motivasyon, İslam’ın; bu materyalist, kapitalist, hırs eksenli, egoizma desenli, nefsani ve şeytani düzenlere en büyük ve tek alternatif olması ve o gidişatı düzeltici alternatif denge sunan kapasitesidir. İslam’ın doğası o sistemin doğasına zıttır ve onun tek alternatifidir. Çoğu Müslüman’ın bile farkında olmadığı bu gerçek, o sistemin şeytanlaşmış ruhlarının çok iyi hissettiği bir olgudur.

Bugün Türkiye’de Hizmet Hareketi’nin münafıkça yöntemlerle bitirilmek istenmesinin ardındaki en temel neden de onun; henüz emekleme aşamasında olmasına rağmen, bu Kur’an’i dengeyi yeniden tesis edebilecek en potansiyelli ve dinamik oluşum olması ve kapitalizm çarkının hırs merkezlerine birçoklarının yaptığı gibi biat etmemesi, onların hırslarına aykırı görünen doğasıdır.

Şimdilik burada keselim. Bu vesileyle, başta halen kanserle mücadele eden babam ve diğer tüm masum kanser hastaları için dualarınız istirham ediyorum. Hepimizin başına gelebilecek bu hastalıktan Rabbim hepimizi korusun!


19 Ekim 2016 Çarşamba

ERDOĞAN ve FEL BÜYÜSÜ

Bu yazı 19 Ekim 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bu yazıda sizlere gerçek büyülerden ziyade; o kültden beslenen bir filmden bahsedeceğim. Oradan da günümüze bir pencere açacağız.

Duncan Jones yönetmenliğinde, meşhur World of Warcraft oyunundan ve mitolojisinden esinlenerek çevrilen aynı adlı filmden söz edeceğim sizlere.

Filmde Gul’dan adlı büyücü yeni bir vatan arayan Ork kabilelerini ikna etmiş ve son derece güçlü, karanlık ve yeşil bir büyü olarak tarif edilen Fel büyüsünü kullanarak dünyaya bir giriş kapısı (portal) açmıştır. Böylece orklar bu yeni gezegeni kolonileştirebilecekler ve yeni bir vatana sahip olacaklardır. Yalnız, bu büyünün farklı bir özelliği vardır. Gücünü canlı varlıkların yaşam enerjilerinden alır; yani onların ruhlarının çekilerek öldürülmelerini gerektirir. Bunun için de kolonileştirdikleri esir halk olan Draeneiler (sürülmüş halk), bir nevi, bu büyüye yakıt olarak kullanılırlar.

Filmde ilginç bir tema işlenir. Bu büyü, kısa süreli kazançlar ve görünürde yeni bir dünyaya geçiş imkanı sağlıyor olsa da, aslında son derece yıkıcı bir güce sahiptir. Filmdeki kahramanlardan biri bu büyüyü tanımlarken şunları söyler:

‘’Bu büyü, diğerlerine hiç benzemeyen bir büyü. Yaşamın kendisiyle beslenir. Büyüyü yapanı zehirler (kirletir). Dokunduğu her şeyi allak bullak eder. Yüce bir kudret bahşeder; ama korkunç bir bedel ödetir.’’

Evet! Büyüyü Orklara bir kurtarıcı güç olarak sunan Gul’dan gittikçe güçlenmiş ama güçlendikçe de şeytani bir güce hizmet eden bir varlığa dönüşmüştür. Orkları bu gücü kullanarak, yeni bir vatan vaadi ve daha güzel bir yaşam ümidi ile kendisine bağlamış, peşine takmıştır. Artık kendisine hizmet eden bir Ork ordusu vardır. Hayata tutunma içgüdüsü, geleceğini kurtarma endişesi ve korkularıyla hareket ederek, bu güçlü lidere kusursuz biat eden Orklar, normalde onurlu bir grup oldukları halde, artık Draenei’lerin canlı canlı ruhlarının çekilip öldürülmelerine bile ses çıkarmayan, yok olan kendi gezegenlerinin bile neden tükeniyor olduğunu sorgulamayan, çevrelerinde olup bitenleri kanıksamış bir topluluk haline gelmişlerdir. Zira; artık yapılan her uygulama, portalın açılması için bu lider tarafından uygun görülen, itaat edilmesi gereken bir uygulamadır.

Büyünün yıkıcı etkisini gören ve bunu sorgulayan tek Ork klan lideri Durotan’dır. Onun bakış açısından Fel büyüsünün gerçek yüzü filmde şu şekilde sorgulanmaktadır:

‘’Fel büyüsü sayesinde Gul’dan güç kazandıkça biz evimizi kaybettik. Ne zaman büyü kullansa toprak ölüyor. Kapıyı açmak için yeşil büyü can alıyor. Yaptığı büyü her şeye ölüm getiriyor. Onu kullananı yozlaştırıyor…’’

Büyünün Ork gezegeninde ilk olarak neden kullanılmaya başlandığına dair filmde iz yoktur. O konu War of Warcraft’ın mitolojisinde daha kapsamlı bir şekilde ele alınır ve Orkların, aslında Draeneileri yok etmeye çalışırken bu büyüyü kullanmaya başladıklarını ama büyü sayesinde tüm gezegenlerinin bir çorak gezegene (Wasteland) dönüştüğü anlatılmaktadır. Demek ki, Gul’dan gibi bir lider gücü ele geçirmek adına Orkları kandırmış ve ‘düşman’ olan halkların öldürülmesi adına Ork halkını bu büyünün kullanılması yönünde ikna etmiştir. Zamanla kendi toprakları da çöle dönen Orklar böylece gittikçe bu gücün daha çok esiri olmuş ve Gul’dan’ın itaatkar biatçıları olmak durumunda kalmışlardır. Yani güç tutkunu, sahtekar ama güçlü ve karizmatik bir lideri takip etmek suretiyle kendi gezegenlerinin sonunu getirmiş ve kendilerini tehlikeli bir maceranın içerisine atmışlardır. Bu noktadan sonra onlar artık onursal kodlarını da göz ardı eden, biatkar bir topluluk olmuşlardır.

İşin ilginç yanı, bu yeşil ve kara büyü sayesinde tek yozlaşan Gul’dan ve Ork liderleri değildir. Orklar tarafından istila edilmek üzere olan dünyayı korumakla görevli olan baş büyücü (alim-savaşçı) Muhafız Medivh de büyünün tesiri altına girmiştir. O da büyünün etkisiyle zamanla yozlaşır ve Gul’dan ve ardındaki şeytani güçle ittifak yapar. Filmin sonunda ölmek üzereyken de vicdan azabını şu cümlelerle dile getirir Muhafız Medivh:

‘’Korumak uğruna savaştığım her şeyi kendi ellerimle mahvettim.’’

Büyünün yozlaştırıcılığını sorgulayan tek lider olan Ork Durotan ve kabilesi elbette düşman ve hain ilan edilirler. Ancak Orklar’da birebir dövüş ile adalet sağlama kutsal sayıldığından Gul’dan, büyü kullanmadan Durotan ile ölümüne dövüşmek zorunda kalır. Yenileceğini anladığı noktada ise büyü kullanarak hile ile Durotan’ı öldürür. Zaten Durotan’ın kendini bu şekilde feda ederken ki amacı da bunu göstermektir. Son sözünde, ‘Sen de hiç onur yok!’ demek suretiyle onun onursuzluğunu göstermek istemiştir. Çünkü Ork kabileleri ‘onurlu lider’ kavramına kutsiyet atfetmektedirler. Gul’dan’ın bunu çiğnemesi onun güç için neleri göze alabileceğini, kutsal toplumsal değerleri bile nasıl gözardı edebileceğini göstermiştir.

Sanırım buradan günümüze dair nasıl bir pencere açacağımı artık anlamışsınızdır. Günümüzde yaşanan birçok problemin kaynağı buraya kadar resmettiğim içerikle ortak özellikler taşıyor. Bugün olduğu gibi geçmişte de güç adına zenginleşmek, kaynakları sömürmek isteyen çevreler, siyasetçiler, diktatörler, Firavunlar, Yezidler ve benzerleri hep yönettikleri halkların korkularından, geleceğe dair endişelerinden ve ümitlerinden beslenmişlerdir. ‘Bir Korku Analizi’ başlıklı yazı da bunlara işaret etmiştim.

Bunu sağlama adına da bir yandan sürekli olarak yeni düşmanlar üreterek onları bir korku çemberi içine hapsederken diğer yandan da hep ‘yeni bir dünya’, ‘yeni bir ülke’ vaatleri ile onları büyülerler; tıpkı Gul’dan’ın yaptığı gibi. Bu şekilde kontrol altına alınan halk tabakaları ulusalcılık, milliyetçilik, çıkarcılık gibi zehirlerle veya şimdilerde gördüğümüz gibi dini-İslami duyguların istismarı olan ‘yeşil’ büyülerle zehirleniyorlar. Böyle bir halk zamanla adalet, hakkaniyet ve vicdan ufuklarından, yani kendine ait değerlerden ve insanlık çizgisinden uzaklaşıyor ve o liderlerin hedef olarak gösterdiği herkese karşı bir kin, nefret ve öfke geliştiriyor. Zamanla da bu uğurda yapılan işkencelere, haksızlıklara, suistimallere, hırsızlıklara, tecavüzlere, saldırılara, öldürmelere ses çıkarmıyor; hatta bunları gerekli bile görüyor. Tıpkı kendi menfaatleri için Draenei halkının tutsak edilip büyüyü beslemek adına öldürülmelerini kanıksayan, bunu gerekli gören Ork halkı gibi… Onlar bu kısır döngüye hapsoldukça gittikçe güçlenen liderlere artık daha fazla bağlanmak zorunda kalıyorlar ve farketmeden aslında kendileri köleleşiyor ve geleceklerini ve vatanlarını bilinmez tehlikelerin içine atıyorlar; tıpkı cahil Ork toplumu gibi…

Bugünkü Türkiye’nin geldiği nokta da işte tamamen budur. Erdoğan ve AKP liderliğinin siyasi ve ekonomik rant uğruna gücü ele geçirip ‘devlet trenini rayından çıkaracağını’ (Ali Ünal) gören neredeyse tek veya en cesur hareket olan Hizmet Hareketi, tıpkı Ork lider Durotan gibi, büyünün yozlaştırıcılığını ve sadece güç tutkunu Gul’danlar oluşturacağını, bunun neticesinde de demokrasi rayından çıkılacağını, ülke güvenliğinin büyük bir tehlikeye gireceğini gördü ve bunu dile getirerek o yozlaşmış ‘kara’ ve ‘yeşil’ güce biat etmedi. Böylece hain ve düşman ilan edildi.

Gelecek endişesiyle, zaten eğitimsizlik, fakirlik, cehalet, bencillik ve fırsatçılık bataklığında yaşayan, yıllarca duyguları sömürülmüş, ahlaki refleksleri felç edilmiş, ümitleri (darbelerle) söndürülmüş, vicdanları köreltilmiş olan halk, önlerine konulan ve ümit vaadeden ‘Yeni Türkiye’ hayallerinin büyüsüne kapıldı.  Zaten sürekli bir şekilde düşmanlarla korkutulan, ‘’Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!’’ diyerek beyinleri felç edilen yığınların, bu sefer Erdoğan tarafından önlerine sunulan yeni düşmanlara itiraz edecek hali yoktu.  Bu sefer de faiz lobilerinin, hainlerin, ajanların, dış güçlerin, üst akılların vs. varlığıyla korkutuldular. Oysa gerçekte olan; büyük bir yolsuzluk çukuruna batmış bir partinin ve lider ekibinin yaygara çıkarmak suretiyle yangından mal kaçırma gayretlerinden başka bir şey değildi.

Bu yanlışlıklara ortak olmayı ilkesel varlığına aykırı gören Hizmet Hareket’i, ‘onları bir savcı iki polisle tüm dünyada terörist ilan ettiririm!’ tehditleri yapanlara boyun eğmedi ve zalim insanların kendilerine saldıracağını bile bile zulme karşı dik durdu. An itibarıyla, Türkiye’de ki tüm kurum ve kuruluşlarına, özel mülkiyetler de dahil olmak üzere kanunsuz bie şekilde el konuldu, yüzbinlerce insan işinden atıldı, on binlercesi de hapishanelerde işkence ve tecavüzlere maruz bırakıldı.

Yani, sırf Erdoğan’ın bugün partili-Baasçı diktatörlük odaklı olduğu anlaşılan ‘’Yeni Türkiye’sinin’’ tesis edilebilmesi ve bu uğurda işlenen suçların, yolsuzlukların üzerlerinin örtülmesi adına yapılan zulümler Fel büyüleri ile örtülüyor. Havuz medyasından akıtılan çirkeflik ve yalan haberlerle toplum adeta büyüleniyor, sahte ve kurgulanmış darbelerin suçları da masumların üzerine atılmak suretiyle zulümler katlanarak devam ediyor. Böyle bir ortamda vicdanları köreltilen halk da, masum insanların malından, canından, özgürlüğünden, itibarından ve onurundan beslenen bu büyü, illüzyon sayesinde olanlara ses çıkarmıyor; böylece her gün insanlık ve Müslümanlık çizgisinden bir adım daha uzaklaşıyor. Üstelik sadece sessiz kalmakla da yetinmiyor ve bu haksızlıkları hak olarak görüyor ve böylece vahşi toplumlardan daha vahşi bir hale geliyor.

Bu nedenle diyorum ki; siyasi münafıklar en büyük illüzyonistlerdir… Kendilerini şeytani güçlere satıp, günahların esiri olurlar ve onların sağladığı güçleri bir büyü ve illüzyon malzemesi olarak kullanarak halkın gözünü boyarlar. Onların masumların kanından beslenen büyüleri zamanla ülkenin geleceğini de tüketip yok eder ama sundukları sahte çıkarların ve ördükleri yapay ümit duvarlarının etkisiyle halk bunu göremez; zamanla onların duygusal tutsakları olurlar. O hilelere susan ama gerçekte ülkeyi korumakla görevli olan askerler, ilim adamları, din adamları vs. de tıpkı Muhafız Medihv’in son pişmanlığı gibi; ‘’Korumak uğruna savaştığım her şeyi kendi ellerimle mahvettim’’ derler ama artık iş işten geçmiştir. Hitler’in peşine takılan Alman halkının, entelijansiyasının ve ordusunun; Firavun’un peşine takılan antik Mısır halkının ve hamanların yaptıkları gibi…

Güçlü bir imana sahip, ağzı dualı kişilerin gerçek büyülerden korunacağına inanılır. Oysa siyasi illüzyon büyülerinden korunabilmenin tek yolu; özellikle de münafık karakterli olanlarından, imani ve irfani olgunluktur. Bunun içinse; akıl, vicdan, insaf ve iz’andan beslenen bir iman ve o iman ateşinden beslenen bir muhakeme gücü, şuur, basiret ve firaset kaabiliyeti gerekir. Bunların meyvesi de cesur, bağımsız, hakkaniyetli, vicdanlı, insaflı ve bağımsız hareket edebilen insandır. Kimbilir belki de bunlar gerçek bir iman sahibi olabilmenin de şiarlarıdırlar.

İşte bu yüzden, bu kaabiliyetlerin hepsinde zirve olan Peygamberler ve onların izinden giden İbn-i Arabi, Gazali, İmam-ı Rabbani, Said Nursi ve günümüzde de Fethullah Gülen Hocaefendi gibi alimler, devrin zalimlerine, cahiliyet anlayışlarına, küfür ve ifsad çarklarına karşı cesurca mücadele edip, onlara rağmen, imanlı bir toplum ve insan inşası vazifesi görürler…

Hepsi de zulüm gören bu alimlerin, zalimlere boyun eğmeyerek acı çekerken ki bir amaçları da aslında tıpkı Durotan gibi, o Yezidlerin ve Süfyanların aslında ne kadar onursuz olabileceklerini halka göstermektir. Bu idraki; hala onurunu koruyabilen bir toplumda, bu mert tavır sağlayabilir. Eğer toplum o hususiyetini de kaybetmişse, onu artık sadece afetler, belalar ve krizler uyandırabilir…

İletişim:

Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com veya http://www.yeniyon.tv/author/ugur-tezcan/
Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

3 Ekim 2016 Pazartesi

FİTNECİ DEVLET, BOZUK TOPLUM, ISLAHÇI CEMAAT

Bu yazı 3 Ekim 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.



Bazı yabancı kaynaklar 1942 yılı Varlık Vergisini anlatırken, amacını ‘yeni bir Müslüman burjuva sınıfı oluşturmak’ olarak ele alıyorlar. Oysa CHP dönemlerinden bahsediyoruz. Buna aslında seküler, laik ve Kemalist, hatta CHP’li ve ‘Türkçü’ (Türk değil) bir burjuva demek daha yerinde olur. Ya da, en azından, bu çizgideki bir rejime odun taşıyabilecek nitelikte olan herkes. O talihsiz süreç yaşanırken, Yahudiler çoğunlukla mallarını yurtdışına kaçırabildiler. Bu tür durumlara çoklukla maruz kalan bir topluluk oldukları için böyle tehlikelere hazırlıklılar. Hatta, bu tür reflekslerinden dolayı dünyada bankacılık sistemini ilk olarak Yahudilerin tesis ettikleri bile söylenir.

Rahmetli Oktay Sinanoğlu hoca ile Amerika’da yaptığımız meşealtı sohbetlerinden birinde anlatmıştı bunu bana. Yahudilerin böyle bir sistem geliştirmekteki amaçlarından birinin; sıkıntı anlarında varlıklarını, dünya üzerinde daha güvenli bölgelere en hızlı şekilde aktarabilmek olduğunu söylemişti. Görünen o ki; böyle bir kaosa hazırlıklı olmayan diğer ecnebi vatandaşlarimiz 1942 fırtınasına hazırlıksız yakalanmışlardı.

Bu olayda amaç sadece ekonominin değil toplumun da ‘Türkleşmesi’ idi; ama unutmayın ki bu tür Türkçülük anlayışları daha İttihat ve Terakki’nin ilk zamanlarından itibaren, gerçekte kendileri Türk olmayan bu kesimler tarafından sürekli suistimal edilmiş, Türkçülük adeta güce ve kontrole bir maske olarak kullanılmıştır. Atatürk’ün, ölümünün ardından devlet sistemi ve toplum mühendisliği çerçevesinde kutsanan bir konuma getirilmesi de yine Atatürk’ün kendi isteğiyle olmamıştır. Bu aşırı kutsama durumu, İttihadçı-Türkçü damarın; onun karizmasını, konumunu ve potansiyelini kullanmak istemesiyle ve Atatürkçülük-Kemalizm dediğimiz rejime dönüştürmesiyle oluşmuştur.

Bu nedenle de Türkiye’nin inşasında kullanılan ‘Türkçülük’, hastalıklı bir anlayıştır; fıtri ve doğal değildir. Bu anlayış sayesinde, Osmanlı’ya bağlı olan Arap ve diğer ulusların bünyeden daha kolay kopmaları sağlanmış ve bu akımlar Osmanlı’daki toplumsal çözülmeyi hızlandıran bir katalizör görevi görmüşlerdir. Diğer yandan da o mahiyetimizdeki uluslara, yine İngilizler tarafından öğretilen, ulusçuluk akımı ile de bu kopmalar hızlandırılmıştır. Yani içeride Türkçülük şeklinde beliren ‘Ulusculuk’, Osmanlı toplumunun dokusunu oluşturan değişik unsurlara da bir ideoloji olarak benimsetilmiştir. Bugün Perinçek ve Ergenekon Gladyosu ile temsil edilen ve Kemalizmin bir türevi gibi hareket eden Ulusalcı akım da yine bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunun İngiliz aklından bağımsız olmadığı unutulmamalıdır.

6-7 Eylül 1955 olaylarında, Özel Harp eliyle, Kıbrıs bahane edilerek çıkan olaylarda daha çok Rum vatandaşlarına ait yerlere saldırıldı. Bunun için de Selanik’te Atatük’ün evine Rumlar tarafından bomba atıldığı iddia edildi. Kendi Gladyomuzun bir Türk’e yaptırdığı bu kışkırtıcı eylemden bir yıl evvel, bir İngiliz elçinin kendi ülkesine ‘Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyi ama kırılgan olduğu, Atatürk’ün evine yapılacak bir saldırının kaosa neden olabileceği’ şeklinde bir rapor gönerdiği de bilinmektedir. Yani, o olayda da İngiliz aklı ve İttihadçı Gladyo işbirliğinin izleri görülmektedir.

Başta Ermeniler olmak üzere tüm gayr-ı Müslüm vatandaşlarımızı etkileyen, 1942 Varlık Vergisi bir vergi uygulaması olarak lanse edilmiş; ama aslında tam bir gasp aracı olmuştur.

İnsanlar 15 gün içinde o ağır vergileri ödemek durumunda bırakıldılar. Malı olan malını ancak kelepir fiyatına satabildi, çünkü böyle zamanlarda toplumun sadece korku (itaat) damarları değil; çirkeflik damarları da ortaya çıkar. Tıpkı sıkılan bir bilekte damarın daha belirgin bir hale gelmesi gibi fırsatçılık zirve yapar! Bir önceki; ‘’Düşene Vuran Toplumdan, Herkese Vuran Topluma’’ başlıklı yazımızı hatırlayın! Bu dönemde, belirlenen sürede ‘vergisini’ ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderildiler. Bu kamplarda bazı yaşlı insanların öldükleri de söyleniyor.

Fırsatçılığın hortladığı, şartların zorlaştığı bu dönemde firmalar fiyatlarını arttırdılar ve  böylece enflasyon şişti. Tüm halk da bundan etkilenmiş oldu. Bir de böyle kaos zamanları, kolay yoldan zengin olmak isteyen çevreler ve kişiler için fırsat zamanlarıdır. Olan hep sosyal pramidin en altındaki halka olur. Hem farklı motiflerle toplumu maniple eden liderlerin savaşını vererek canından ve malından olurlar, hem de kaos zamanı fırsatçılarının zulümleri yüzünden zor zamanlar geçirirler.

O dönemde Şükrü Saraçoğlu (CHP) hükümetinin kullandığı bazı söylemlere de bir göz atalım:

"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz." Şimdi de 15 Temmuz çakma darbesi ardından Erdoğan’ın sarfettiği bazı ifadeleri hatırlayın: ‘Bu bize Allah’ın bir lütfu oldu’, ‘FETÖ’ye kanunlar kapsamında bir şey yapamıyorduk, normal şartlarda yapamadıklarımızı yapabiliyoruz artık!’ ‘Ne mahkemesi, teröristin mahkemesi mi olur.’ Sanırım bu benzerliklerdeki maksadım anlaşılmıştır.

Zaten AKP’nin son 15 yıllık eylemlerine baktığınızda kendi partici çevrelerini en hızlı yoldan zengin edip yeni bir yeşil sermaye oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Rakip olarak görülen başta Hizmet Hareketine ve kişilere bağlı tüm vakıf ve özel kurum ve kuruluşlara el konuldu, malları gasp edildi ve yüz binlerce masum insan hapishanelere dolduruldu. Üstelik bu sefer yapılan zulümlere ‘vergi’ gibi bir kılıf uydurma gereği bile görülmedi. İnsanlar kanundışı yöntemlerle, sadece Erdoğan’ın lafı üzerinden ‘terörist’ ve ‘hain’ ilan edildiler ve soygunlar böylece devlet terörü şeklinde işlenmeye başlandı. İster 1942 olsun, ister şimdiki talihsizlikler; olayların ardındaki Özel Harpçi Gladyotik akıl değişmediği için saçmalıklardan hiç kurtulamıyoruz. Bu noktayı, ‘’Cemaat Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa’’ başlıklı yazımıza havale ederek, Saraçoğlu’nun diğer ifadeleriyle devam edelim.

"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.’’

"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."

Bugün Hizmet Hareketi’ne saldırılıp malları gasp edilirken ve AK Parti’nin 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları halkın gözü önünden kaçırılmaya çalışılırken kullanılan; ‘halkın olanı alıp halka veriyoruz’’, ‘’kanunlar dahilinde bunlara karşı bir şey yapamıyorduk’’, ‘’halkın zaferi’’, ‘’Yeni Türkiye’’, ‘’bizi kıskanıyorlar, iyiliğimizi istemiyorlar’’, ‘’hedef Erdoğan’’, ‘’faiz lobisi’’, ‘’kökü dışarıda hainler’’, ‘’sülükler’’ vb. şekillerdeki argümanları da bu gözle bir daha değerlendirin ve paralellikleri görün.

Böyle hatalarından ders al(a)mayan bozuk toplumlar, bizde olduğu gibi, benzer sorunları tekrar tekrar yaşarlar. Önceleri Ergenekon Örgütü eliyle 28 Şubat dönemi cinayetlerini, soygunlarını ve ekonomik krizlerini yaşadık. Şimdilerde ise Türkiye tarihinin belki de şimdiye kadar gördüğü en büyük hırsızlıkları ve gaspları yani AK Parti ve Erdoğan dönemi hırsızlıklarını yaşıyoruz.

Saraçoğlu hükümetinin, yeni (yandaş) burjuva sınıfı oluşturma ve toplumsal dokuyu etkileme kurnazlığı adına kullandığı toplumsal maniplasyon taktikleri ile, Ergenekon’un ‘laik rejim tehlikede’, ‘gerici-İran olmayacağız’ yaygaraları ve Erdoğan’ın ‘Yeni Türkiye’, ‘dış güçler’, ‘paralel devlet’, ‘FETÖ’ safsataları hep aynı şark kurnazlığı örnekleridirler. Yani bir hırsızlığı örtme çabası ve çuvalı halkın gözünden kaçırırken onlara seyrettirilen sihirbazlık maharetleridir tüm bu yaşananlar. Bunun siyasi karşılığı da ‘algı operasyonu’ veya ‘Psikolojik Harp Taktiği’dir.

6-7 Eylül 1955 hadiselerine geri dönelim. Bu talihsiz talan hadiseleri benzer çevrelerin etkisiyle hem de Demokrat Parti döneminde yaşandı. Bugün nasıl Gladyo, Hizmet Hareketi’ne karşı yaptığı tüm çirkefliklere AK Parti ve Erdoğan’ı alet ediyor, onların suç ve zaaflarını kullanıyorsa, o gün de Demokrat Parti’yi kullandığı çok açık. Zamanı geldiğinde de tüm suçlar Menderes’in boynuna asılan idam urganına takıldılar. Derin devletin olaylardaki organizatör rolü Menderes’in boynuna asılarak halka unutturuldu. Bu, elbette Demokrat Parti’nin hatalarını ve ihmallerini görmemek anlamına gelmez. Alet olmak da suçun ortağı olmaktır. Bugün Ergenekoncu Perinçek, açıkça; ‘Erdoğan bizim çizgimizde, ne dersek onu yapıyor’, ‘tasfiye listelerini biz verdik’, ‘bir sürü kaset dosyaları var’ vs. diyorsa, bunlar Erdoğan etrafında oluşan ve artık bir suç organizasyonuna dünüşmüş olan AK Partili kesimlerin suçlarını hafifletmez.

Özetle; her zaman söylediğim gibi, hatalarından ders al(a)mayan toplumlar ne terakki edebilirler ne de çürümüşlükten kurtulabilirler. Aynı hataların girdaplarında, aynı yılanlar tarafından sokulup dururlar. Amerikan toplumunun en beğendiğim yanlarından biri; belli dönemlerde hatalar yapsalar da, hatalarından ders alabilme konusunda bazı toplumsal ve hukuksal refleksler sergileyebilmeleridir.

Bizler İttihat ve Terakki döneminde yaşamaya başladığımız ve sonra onun uzantısı olan Gladyo ile de yaşamaya devam ettiğimiz sorunları artık knonik bir şekilde tekrar ve tekrar yaşamaya devam ediyoruz.

Umarım bir gün biz de daha şağlıklı bir toplum haline gelebilir, hatalarından ders çıkarmayı becerebilen bir kıvama gelebilir ve bu yönde gerekli olan birtakım onarıcı kaabiliyetleri geliştirebiliriz.

Ancak acı olan şu ki; bu reflekslerin gelişebilmesi yönünde belki de en ciddi faaliyetleri gerçekleştiren ve bu uğurda gerekli azmi sergileyen, en sistemli hareket olan Hizmet Hareketi’ni, yani en aktif ıslah edicisini, bugünlerde kudurmuşçasına bitirmeye çalışan ve bununla da ciddi zaman ve enerji kaybeden bir toplumuz aynı zamanda.
Bozuk bir toplumun bağrında hayat bulan, hırsız ve fitneci devlet anlayışı bütün hırsıyla ve gücüyle geleceğe ait tüm ümitlerimizi çalmaya ve kanımızı emmeye devam ediyor!

Bakalım gelecek yıllar, bu topraklara neler gösterecek!

Unutmayın!

Kutsal olan devlet değil; insanlığımız, adalet ve hakkaniyet ölçümüzdür! Geleceğimizin teminatı da devlet aygıtı değil; insanlarımızın kalitesidir.

Bu konu ile alaklı diğer bir yazımız:

Ganimet Diyerek Çalmak
Düşene Vuran Toplumdan, Herkese Vuran Topluma
Cemaat Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa!


28 Eylül 2016 Çarşamba

DÜŞENE VURAN TOPLUMDAN, HERKESE VURAN TOPLUMA

Bu yazı 28 Eylül 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir eğitimci olarak yazılarımda genellikle toplumsal analizlere ağırlık veriyorum. Günlük siyasi gelişmeleri değerlendirirken bile olaylara daha genel bir çerçeveden bakıp içtimai problemlerimize dair gözlemler paylaşmaya çalışıyorum. Kişilere takılmam! Zalimler, siyasiler, şahıslar gelip geçicidirler; ancak toplumsal hastalıklar, tedavi edilmedikleri ve kendilerinden ders çıkarılmadıkları sürece, kalıcı etkilerini hep devam ettirirler. Bir atom bombasının sebep olduğu radyoaktif serpinti gibi, uzun vadede, yavaş yavaş ama acı ölümlere, mutasyonlara, DNA bozukluklarına neden olurlar. Öyle toplumlar kendilerini içtimai bir karantinaya alıp medeni gelişmelerden soyutlayarak, kendi içine kapalı bir şekilde; duran suyun kokuşmaya başlaması gibi iç sorunlarla boğuşup, enerji kaybedip dururlar. Nesiller nesiller üstüne harcanıp durur orada.

Tarihin, olumsuz yönleriyle, hep tekerrür etmesinin temelinde de bu espri yatar. İhmal edilen veya tedavi edilemeyen hastalıklar o toplumun bağrında tekrar nüksederler. Bir nesil gider, ama arkadan gelenler de benzer zalimler, despotlar, hırsızlar ve haysiyetsiz kişilikler tarafından yönetilmek zorunda kalırlar. Hele bizimki gibi toplumlarda bunun olması için yeni bir neslin gelmesini beklemeye bile gerek yoktur. Aynı nesiller, aynı yılanlar tarafından tekrar tekrar sokulup dururlar da, hala düzelme yönünde hiçbir mesafe kat edemezler! Efendimizin; ‘’Mü’min aynı delikten iki defa sokulmaz, ısırılmaz’’ şeklindeki tavsiyesi o toplumda hiç özümsenmemiş gibidir adeta! Bir Batılı, bir karikatür yaptı diye sokaklarda şiddet eylemleri yapan Müslümanlar, zaten bu sözün gereğini yerine getiren bir maya tesis edebilmiş olsalardı şayet, bugün değerlerimize hakaret etme cesaretini veya saygısızlığını kimse irtikab edemezdi.

Maya dedik, onunla devam edelim. Mayasız yoğurt tutmaz derler! Bir milletin sağlıklı bir toplum oluşturabilmesi için bir maya gerekir. Medeniyet geliştirebilmeyi başarabilmiş her toplumda bu maya; temel ahlaki ve etik prensiplere dayalı bir sistem geliştirebilme, temel hak ve özgürlüklere saygı duyma ve birlikte yaşayabilme kültürü tesis edebilme yetenekleridir. Bu, maya hususiyeti taşıyan kaabiliyetler toplumsal bilinç kabında; sabır, saygı ve azim harareti altında çoğalarak bir kültür dokusu oluştururlar. Daha sonra da o kültürden yeni nesiller yetişir, yine aynı koşullar altında.

Bizler bu özelliklerimizi üç yüz yıldan fazla bir süredir kaybetmiş olan bir toplumuz.

Hatta öyleki; bir mayadan yoğurt yapma konusu değil de, ‘bozuk sütten, bozuk kaymak olur’ esprisi bizi daha iyi tanımlar sanki. Evet! Toplumlar da süte benzerler. Zaman, alttan kaynattıkça üstte kaymak birikir. İlk milletvekillerimizden Tahir Efendi’nin bir sözünü mutlaka okumuşsunuzdur. Şöyle der; ‘’Bir şeyin altında ne varsa kaymağı da o cinsten olur. Yoğurdun üstünde yoğurt kaymağı, sütün üstünde süt kaymağı, şapın üstünde şap kaymağı bulunur.’’

Tam burada Efendimizin, ‘’Nasıl olursanız, öyle idare edilirsiniz’’ şeklindeki hadisini hatırlamamak mümkün değil. Hani, Zalim Haccac’a da ders alır belki diye Hz. Ömer’in adaletini hatırlattıklarında, onun; ‘’Sizler Ömer zamanındaki insanlar olsaydınız, ben de Ömer olurdum’’ demesindeki yalın gerçekliği de unutmamak gerekir.

Böyle bozulan toplumlar, nefis girdaplarında yaşadıklarından; ilim, irfan ve vicdan ekseninden kopup egonun, çıkarcılığın, hırsızlığın, adam kayırmacılığın, şatafat ve lüksün, şımarıklığın, yalakalığın, iftiracılığın, hamasetin ve şehvetin kaotik bireysellik çukurlarında başıboş gezinip dururlar. Böyle bataklıklarda insana değer ve saygı ölçüleri yitirilmiş, birlikte yaşama azmi, bilinci ve yeteneği de kaybedilmiştir. Her türlü korku bünyeyi sardığından, yukarıda resmettiğim bütün hastalıklar ve daha da fazlası toplumsal bünyeyi felç edip hareketsiz bırakmıştır. Ümitsizlik, aşağılık kompleksi, kimlik sorunları, sürekli öfke ve eleştiri çamurları ile debelenip durulmaktadır böylesi toplumlarda. Böyle bir toplumun fertlerini tek tek analiz etseniz büyük çoğunluğunun ruh hastası olduğunu ve bünyelerini bir sürü fobyaların sardığını görürsünüz. Cehalet şiarları olmuş, şarlatanlar baş tacı edilir hale gelmiş, kabadayılık, yalakalık ve çıkarcılık geçer akçe olmuştur.

Alexis Carrel, ‘’Bozuk karakterler kendilerini hayata veremezler’’ der. İnsanlık rotasından çıkmış despotlardan tutun, oradan hırsızlara, gaspçılara veya haksızlığı hak zanneden tüm insan müsveddelerine bakın. Hepsi hayatın gerçekliğinden kopmuş, ya hırslarının, ya enaniyetlerinin, ya kibirlerinin, ya da korkularının esiri olmuş; oralarda mevzun birtakım boşlukları insanlara zulmederek ve onlara haksızlık ederek doldurmaya çalışıyorlar.

Amerikalı yazar Peggy Noonan da siyaset takıntısı olanlardan kaçının derken onların bu yönlerine işaret eder sanki ve siyasetçilerin genellikle zeki ve ilginç olduklarını ama doğalarında bir şey; bir delik, bir boşluk olduğundan ve onu siyasetle kapatmaya çalıştıklarından bahseder. Yezid, Hitler, Mussolini, Lenin, Stalin, Saddam, Kaddafi, Erdoğan ve daha bilmem kim varsa ekleyin listeye ve bu çerçevede bir daha inceleyin onların hayatlarını ve eylemlerini.

Bediüzzman’ın tesbitiyle devam edersek; bir aslan için bile aslında fıtri olan; ölü hayvan bulup yemektir veya bir sürünün en zayıf, ölmek üzere olanına saldırmaktır. Oysa denge bozulunca ki, bunun nedenlerini başka bir yazıda ele alırız, aslan bir ceylanın bebeğine bile gayr-ı fıtri bir şekilde musallat olur. İnsanlar ve liderler için de fıtri olan; adaletle, en azından, hakkaniyet ve ahlak sınırları içerisinde iş görmektir. Bunu aşan liderler insanlık rotasından, hayatın; o Carrel’in de işaret ettiği gerçekliğinden, benimse fıtrilikle ifade etmeyi tercih ettiğim, dengesinden kaymışlardır. Böyleleri aslında ne sahip oldukları liderliğin, ne devşirdikleri gücün, ne de elde ettikleri maddi kazanımların bir hayrını görürler. Saddam ve Kaddafi’nin yağmalanan sarayları, diğerlerininse bugün bile küfredilen itibarları yeterince aydınlatıcı olur bu noktada sanırım.  

Normal insanlar için de bozuk karakter, aynı şekilde onları hayatın özünden koparır. Her sahtekarlık, her yalan, her hırs, her öfke bir sonrakini doğurur ve insanı korkuların, ümitsizliklerin, geçici anlık hazların girdabına hapseder. İslamın özünden uzak, kültürel yanlışlıklar ve bid’atlarla yoğun, yüzeysel bir dindarlık yaşayan insanlar için de böyledir bu. Vahyin ruhuyla aydınlanmış o gerçeklikten kopuk olarak, şekilciliğin ağlarında çırpına çırpına yaşarlar dinlerini. Böylece vicdanları yorulur. Aynı anda cehalete de maruz kaldıklarından, basiret gözleri de kör olur. Her türlü haksızlığı irtikab ettikleri halde içine hapsoldukları yüzeysel din anlayışının ifrat-tefrit sarkacında sallanarak hayata ve dine tutunurlar.

Bu tür, bozuk ve tefessüh etmiş, çürümüş insanların tesis ettikleri toplumlar da aynı durumdadırlar. Onlar da hayatın gerçeklerinden kopmuş; medeni bir çizgide birlik, beraberlik, karşılıklı sevgi ve saygı, adalet, hakkaniyet ve ahlak ekseninde bir yaşam kaabiliyetlerini yitirmişlerdir. Onların fıtri olan çizgiden kopmaları da bu şekilde olur.

Tüm buraya kadar anlatmak istediklerimi bir daha gözden geçirin ve bizim toplumumuza bu gözlükle yeniden bakın. Birbirinden nefret eden, ötekileştiren, birbirine duygusal ve fiziksel tacizler uygulayan, kibirli, lüks ve rahat düşkünü, fırsatçı, yalaka ve çıkarcı bir toplum olduk. Siz, bilumum hastalıkları da ekleyebilirsiniz buna. Çocukluğumdan beri insanların içinde vakit geçiren mesleklerde çalıştım. Toplumun her kesimiyle irtibatım oldu. Bu gözlemleri kitabi olarak yazmıyorum.

Konuyu yazının başlığı bağlamında daraltıp devam ettireyim.

Bizler yukarıda sıraladığım hastalıklarımız ve zaaflarımızdan ötürü hep düşene vuran bir toplum olduk. Sadece bizden olmayanları değil, zayıfı da hep ezdik, hor ve hakir gördük. Çocukluğumun ilk anıları mahallemizde, hem de koca koca adamlar tarafından, hep aşağılanan, alay edilen özürlü insanların hallerine acıdığım tecrübelerle doludur. Sonra buna fakir ve düşmüş durumda olan insanların gördükleri muameleler de eklendi. Ardından hemşehricilik, sınıfçılık, çıkarcılık ve yalakalık ekseninde yaşadığım tecrübeler geldi. Kadınların, özellikle de zor durumlara maruz kalmış olanlarının, toplum gözündeki konumları eklendi buna sonra. Daha elit kesimlerle muhatap olmaya başladığımdaysa bu sefer onların toplumun geri kalanına karşı olan bakışlarındaki yanlışlıklarla tanıştım.

Zamanla bir çok arkadaşlığın, dostluğun ve komşuluğun hatta akrabalığın çıkarlar tükenene veya bencillik, rahatseverlik sınırlarına dayanana kadar sürdüklerini gördüm. İnsanların birbirlerini ufak tefek şeyler ve hırslar yüzünden nasıl sattıklarını ve bunu yaparken vicdanlarını, o kıt ama kendini kurnaz sanan zekalarıyla, nasıl bastırdıklarını müşahade ettim. Bunu yaparken dini argümanlara sığınan veya bacak bacak üstüne atarak kibirli tavırlarla çok çağdaş ve eğitimli bir insanmış taklitleri yapanlara karşı ise hep özel bir tiksinti ve acıma hissi duydum.

Eğitimli, eğitimsiz, fakir, zengin, halk, siyasetçi… Hangi kesimden olursa olsun, hırsızlık ve haksızlık yapan, başkalarını ezen insanların hallerini sürekli analiz etmeye çalıştım.

Evet! Biz hep düşene ve düşmüşe zulmeden bir toplum olduk. Bunları yaparken de, belki ayetin de işaretiyle, aslında kendimize zulmediyorduk. Çünkü böyle bozuk insanlar olarak, az önce işaret ettiğim gibi, bir yandan hayatın özünden kopuyorduk diğer yandan da, en başta resmettiğim bozuk süt misali, kendimiz gibi bozuk ve karakter yoksunu insanları başımıza tac etmeye başlıyorduk. Böylece bozuk bir kısır döngünün içine kendimizi hapsediyorduk ve bu nedenle de zulümler hep yeni zulümleri doğuruyorlardı.

Şimdilerde ise daha kötü bir noktaya geldik. Artık sadece düşene vuran değil, herkese vuran bir toplum olma noktasına doğru ilerliyoruz. Özellikle Erdoğan ve AK Parti’nin ülkeyi getirdikleri nokta bir çıldırmışlık hali adeta. Herkes birbirini boğazlamaya, gammazlamaya, malını gasp etmeye, hakaret etmeye hazır ve bunu yapıyor da. Eskiden en azından benzer kesimler arasında biraz anlayış ve muahbbet vardı. Erdoğan ile toplumun iskeleti olan muhafazakar, dindar kesimler bile duygusal bir felce uğratıldılar. Toplumu özetleyen tek duygu ‘nefret’ artık. Yüzbinlerce insanın malına ve özgürlüğüne el konuluyor ve herkes susuyor. Daha da kötüsü, bunu fırsat bilerek, acaba ganimetten bize ne düşer, devlette boşalan yerlere nasıl yerleşiriz, bu karambolde daha çok nasıl çalarız, bizim kadrolarımızı nasıl yerleştiririz diyenlerle ve benzeri hırslar ve beklentilerle geçiyor günler. Müslüman müslümana kudurmuş bir köpek hırsıyla saldırıyor! Sırf bir adamın siyasi hırsları ve artık çuvala sığmayan hırsızlık mızrağının üzerini örtme adına yapılıyor tüm bunlar ve ‘Yeni Türkiye’, ‘Halife’ yalanlarıyla örtülüyor üstleri.

Aslında bu yazıyı daha sonra yazmayı planlıyordum. Ancak, geçen gün gördüğüm bir gazete haberi üzerine şimdi yazmaya karar verdim. Kirasını ödeyemeyip eşyalarıyla sokağa atılan bir insan kalp krizi geçirip ölüyor ve diğer insanlarsa onun eşyalarını yağmalıyorlar. ‘Müslüman’ bir ülkede oluyor tüm bunlar. 1999 depreminde enkaz yığınlarının altında, çalınacak altın arayan bir halka ve yapılan yardımları evlerine taşıyan devlet erkanına sahip bir ülke bu. 6-7 Eylül olaylarında Rum vatandaşlarının malları gaspedilirken oturup seyreden dünkü halk ve yüzbinlerce Hizmet mensubu masum insanın malları, mülkleri, iş yerleri ve özgürlükleri gaspedilirken oturup seyreden; hatta bunlara ‘ganimet’ ve ‘oh olsun’ diyen de bugunkü aynı halk…

Gerçek ıslah edicilerine zulmeden böyle toplumlar, tıpkı Kur’an’da bahsi geçen ve Peygamberlerine isyan edip onları öldüren topluluklar gibi, ya kendi kendilerini yok ederler ya da İlahi adalet kılıcı ile cezalarını bulurlar. O da genelde, ayetle işaret buyurulduğu gibi, başka bir zalimin zulmüdür genellikle…

Konu ile ilgili diğer bazı yazılarımız:





8 Eylül 2016 Perşembe

GANİMET DİYEREK ÇALMAK

Bu yazı 8 Eylül 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ülkemiz tarihinin insanlık adına en karanlık ve utanç verici günlerini yaşıyoruz. Bir adamın hedef göstermesi ile birlikte bütün ülke transa geçmiş gibi çıldırmışcasına kendi insanının üzerine saldırıyor. Kanuna saygı yok, hukuk ve adalet kavramları ayaklar altında. Akıl ve vicdan; zan, iftira, hamaset ve fırsatçılık duygularına teslim olmuş durumda. ‘FETÖ’ denilerek masum insanlar hapse atılıyor ve mallarına adaletsiz bir şekilde ‘ganimet’ denilerek el konuluyor. En acı veren tarafı da tüm devlet aygıtının bu işe alet ve ortak edilmesi.

Türkiye daha önce de açık veya gizli şekillerde devlet aygıtından destek alarak yapılan toplu gasp olaylarına tanık olmuştu. 1942 yılının Varlık Vergisi, kelimenin tam anlamıyla bir gasp soygunu idi. İkinci Dünya Savaşı öncesi dünyanın üzerine çöken kara bulutlar insanların karakterini bozuyor, vicdanları köreltiyor, güç sahiplerini de zehirlemeye devam ediyordu. İngilizlerin sinsi ve kardeşi kardeşe, alt kimliği alt kimliğe dövdürme taktikleri başarı ile her yerde uygulanmaya devam ediyordu. Türkiye de bu maniplasyonlara aç; fırsatçı ve ezik politikacıların, derin Gladyoların güdümünde bir ülke olduğundan bu vetireden fazlasıyla payını alıyordu.

İlimden, ahlaktan, evrensel değerlerden, vicdandan yoksun, kırık dökük bir insanlık çizgisinde ilerleyen Türkiye insanı, ki bu cümleler neredeyse son yüzyılımızı özetliyor, bu etrafa yayılan zehirlerden kolayca etkileniyordu. Varlık Vergisi bahane edilerek yabancı uyrukluların hatta köylülerin mallarına, derecesine ve şekline göre, el konuluyor, üzerlerine ‘çökülüyordu.’ Devlet görünüşte bahaneler üretiyor, konuya politik, ideolojik kısaca iş görecek ve halkı inandıracak her ne malzeme varsa kullanıyordu. Fakat gerçekte olan şey bir güç devşirme, konum sağlamlaştırma, güç dengelerini lehine çevirme ve en önemlisi de kendi burjuva sınıfını oluşturma amacını güdüyordu.

Evet! Köylünün bile malına el konularak bu güç oluşumuna destek veren bir kesim rahat ettiriliyor, yabancıların mallarına ve ticarethanelerine el konularak da servet yeni bir burjuva adayı, partici bir kesime aktarılıyor; onların kolay yoldan zenginleşmesi sağlanmaya çalışılıyordu. Onlara göre bu ‘ulusal’ olabilmenin bir gerekliliğiydi. Eğer toplumun kalanı da zengin olsaydı veya o zaman da bugünün Hizmet Hareketi gibi bir oluşum bulunsaydı, bir bahane bulunur ve onların mallarına da el konulurdu. Rahmetli anannem, İnönü döneminde henüz küçük bir çocukken köylerine gelen jandarmanın 10 çuval hasattan dokuzuna nasıl el koyduğunu ve şehre kadar da onlara nasıl taşıttığını anlatırdı bize. Bu malların CHP tarafından asker ailelerine dağıtıldığını da söylerdi.

1945 yılı da devlet destekli bir gladyo operasyonuna şahit olmuştu. İçlerinde Süleyman Demirel ve İlhan Selçuk gibi isimlerin de olduğu, çoğunluğu turancı ve İslamcı denilen gençler ‘’Allah, Allah’’ diyerek, ‘’Kömünistlere ölüm’’ diyerek Tan gazetesini bastılar. Henüz Celal Bayar ve Mendereslerin CHP’den yeni ayrıldıkları günlerdi. Belli ki kendini devletin sahibi zanneden derin gladyo (Özel Harp eliyle) yeni bir toplumsal ajitasyon planlamış ve ahtopotun elverişli bir kolu ile de siyasi bir maniplasyona girişmişti.

Aynı Gladyo benzer olayları Varlık Vergisi döneminde 1955 yılının 6-7 Eylül olayları sırasında yaşatmıştı ülkeye. Bu tarihte Özel Harbin, ki bu eski MGK genel sekreterliği yapan Sabri Yirmibeşoğlu tarafından itiraf edilmiştir, planlaması ve kışkırtması ile gaza getirilen kitleler sokaklara döküldüler. ‘Rumlar, Atatürk’ün Selanik’teki evini bombaladılar’ denilerek kandırılan, ajite edilen ve örgütlenen insanları sokaklara dökerek yine yabancı uyruklu ama daha çok Rum olan vatandaşlarımızın üzerlerine saldırttılar. Evlere, kiliselere, iş yerlerine ve mezarlara saldırıldı. Mezarlardaki kemikler bile etraflara saçıldı. Resmi rakamlara göre 70 ama belki de 400’e yakın kıza tecavüz edildi. Kimbilir belki o insanlara da şimdilerde olduğu gibi ‘Ya Allah, Bismillah, Allahu Ekber’ veya benzeri naralar attırılmıştır. Şimdilik bildiğimiz ‘’Kıbrıs Türklerindir!’’ sloganları eşliğinde yaşandığı tüm rezaletin.

Tan olaylarının katılımcısı Demirel gibi isimlerin sonradan parladığını biliyoruz. 6-7 Eylül olaylarını ateşleyen olayın müsebbibi, Atatürk’ün evinin bahçesine bomba attığı iddia edilen Türk öğrencinin de sonradan istihbaratçı ve vali yapıldığını biliyoruz.

Kısaca, Özel Harp’in tetiğe basmasıyla belli ajanlar veya kullanışlı guruplar harekete geçirilmiş ve kitleler yönlendirmişti. Aynı stratejiler sonraki yıllarda, 1980 darbesinde kardeşin kardeşi öldürdüğü günlerde de başarıyla uygulanmıştı.

Şimdilerde de değişen pek bir şey yok. Tıpkı 6-7 Eylül olayları gibi; önceden hazırlandığı ve başarısızlığa programlandığı açık olan bir ‘darbe’ teşebbüsü, adalet mekanizması es geçilerek Erdoğan ve AK Parti hükümetinin hedef göstermeleri sonucu toplumsal bir cadı avına dönüştürüldü. 6-7 Eylül, ekonomik gücün yeni ve ‘ulusal’ bir güce aktarılması ve Kıbrıs sorunu üzerinden toplumsal zihnin dizayn edilmesi çabaları ise, 15 temmuz darbe senaryosu da ekonomik ve bürokratik-siyasi gücün tekrar ‘’ulusalcılaşması’’ ve toplum zihninin korku ve dehşet saçılmak suretiyle bu dizayna hazırlanması hadisesidir. Erdoğanlı AK Parti her ne kadar süreçten güç devşirmeye çalışıp tabanını İslamcı motifli ‘’Yeni Türkiye’’ dizaynı olarak satmaya çalışsa da olayın gerçek beyni yukarıda işaret ettiğim Özel Harp zekası ve hırsıdır. Tüm pis emellerini; kullanışlı ve bu kirli ilişkiye mahkum olan AKP liderliği üzerinden gerçekleştirmektedir sadece.

İşte bu süreç de büyük gaspların ve hak ihlallerinin yaşandığı bir sonuç doğurdu. Darbe bahane edilerek binlerce ticaret işletmesi ve fabrikaya malları ile birlikte el konuldu ve belli çevrelere peşkeş çekildi. Veya en güçlü rekabet bertaraf edilip partici bir kesimin önü açılmış oldu. Binlerce okula el konuldu. Yandaşlara peşkeş çektikleri halde tabelalara ‘’milletin malı milletin hizmetinde’’ ifadesi yazıldı. Darbenin hemen ardından ‘bu Allah’ın bir lütfu’ denilip başlanıldı soygunlara. "Bunların kökünü kazıyacağız, şu anda inlerine girdik. İşgalcileri hukuk içerisinde temizliyoruz. Listeler önceden vardı ama hukuk kuralları içinde bir şey yapamıyorduk’’ denildi sonra. Amacı şüpheli (muhtemelen Özel Harbe çalışan) bir ‘din adamı’ çıkıp ‘’Bunların mallarının hayrını görün, 15 üniversite sizin, hastaneler sizin, 1000 tane okulun hayrını görün, tepe tepe kullanın.. Afiyet olsun, hakkınızdır, ganimettir, ganimet’’ diyebildi ve önündeki kalabalık da bunu alkışladı. Zaten uzunca bir süredir bazı cemaatlerden ve tarikatlarden insanlar hem de darbeden çok önce çat kapı şekilde Hizmet Hareketine ait okullara gidiyorlar ve burası bizim olacak, o yüzden gezmeye geldik diyorlardı. Bazı önde gelen AK Partililer de gasp edilen Hizmet kurumları önünde resimler çektiriyorlar ve Twitter hesaplarına ‘’Elhamdülillah’’ yazarak ‘’ganimeti’’ kutluyorlardı. Onların eşleri de ganimettir diyen İŞİD zihniyetli partililer bile çıktı. Böyle bir gasp; kanlı mücadelelere sahne olan 12 Eylül darbesi döneminde bile yaşanmamıştı. Özel Harp tarafından toplumdaki 6-7 Eylül ruhu daha iğrenç ve etraflı bir şekilde hayata geçirilmiş oldu tekrardan. Bizzat anlatılan hadiselerden biliyorum. Bir kuyumcunun dükkanını basan polisler tutanaksız bir şekilde bütün malları alıp götürmüşler. Hizmet Hareketinden bir tüccara borcu olan partili bazı iş adamları, ‘artık borçlarımızı ödemeye gerek yok, savaş yaptık ve kazandık, bu artık ganimet’ diyorlarmış. Hırsızlık ve hırsızlığın vicdanlara ‘ganimet’ denilerek yedirilmesi işte bu boyutlarda tecelli ediyor.

Üstelik bu sefer gayrımüslimler değil, toplumun her kesimini ortak bir ideal etrafında birleştirmeyi başarmış olan Müslüman ve dindar bir Hareketin mallarına ve haklarına saldırılıyor, başka ‘dindarlar’ ve masum insanlar hapse atılıyorlar. Hem de on binlercesiyle… 6-7 Eylül için devlet 60 milyon lira tazminat ödemek zorunda kalmıştı. Şimdiki iğrençliğin ve yüz karası uygulamaların hukuki boyutunu ‘’Cemaat, Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa!’’ başlıklı yazımda ele almıştım.

Evet, bugün Hizmet Hareketine karşı yönlendirilen gasp eylemi Türkiye tarihinin hatta Türk tarihinin en yüz karartıcı hadisesi olmaya adaydır. Toplum, dini motifler kullanılarak ‘’ganimet’’ denilerek iyice hırsız, gaspçı, hamasi bir çizgiye çekilmekte; kalan son ahlak kırıntıları da yok edilmektedir. Anadolu halkının harcı olan birlikte yaşama ve komşuya, insana saygı eksenli kaabiliyetler dinamitlenmektedir. Bunun daha büyük ve acı sonuçları olacaktır. Yazılarımda konunun bu toplumsal boyutunu değişik yönleriyle sürekli irdeliyorum.

Sonuç itibarıyla; darbe de yalan, paralel safsatası da yalan, ‘FETÖ’ de yalan, ‘Yeni Türkiye’ idealleri de yalan…

Gerçek olan tek şey; 17-25 Aralıkta ortalığa saçılan devasa boyuttaki kirlenmenin, hırsızlıkların, rüşvetlerin, yolsuzlukların ve para aklamaların üzerlerini örtme gayretleri ve bu uğurda verilen adaleti felç etme mücadelesi… Ayrıca, halkın dini duyguları sömürülerek bir siyasi illüzyona uğratılması… Tek cümleyle; hırsızlık sisteminin devam ve idamesi… Buna engel olarak algılanan Hizmet Hareketi’nin bu nedenle bitirilmesinin gerekliliği…

Herbert, ‘’Bana bir yalancı göster, sana bir hırsız göstereyim’’ derken ne kadar da haklıdır değil mi? Tarihimizin en büyük yalanına şahit oluyoruz bizler de. Hırsızların, yolsuzların güdümünde bir ülke olduk artık. Goethe’yi hatırlıyorum bu noktada hemen. ‘’Küçük hırsızları asıp yok ederler. Büyükleri çok ilerlemiştir, ülkeyi ve sarayı yönetiyorlar’’ der o da.

Demek ülkenin mayası bu kadar bozulmuş olmalı ki, toplum bu tür suçları bırak izlemek, artık alkışlar bir hale gelmiş durumda. O da yetmezmiş gibi, vicdanını dini bir kavram olan ‘ganimet’ ifadesiyle közleyip o hırsızlıktan nemalanmak için salya akıtıyor; fırsat kolluyor artık halk. Kalanı da bana dokunmasın da önemli değil hali içerisinde. Lübnan kökenli Amerikalı sanatçı ve şair Halil Cibran ile bitireyim o zaman.

‘’Nasıl ki yaprak; ancak bütün ağacın sessiz bilgisi ve isteği olmadan sararmazsa, suç işleyen de topunuzun gizli isteği olmadan, o suçu işleyemez.’’ 

Kendilerini düzelt(e)meyen toplumlar acı bir akıbete hazır olmalıdırlar. Toplumsal akıbet ve çöküş saati geri saymaya devam ediyor!



21 Ağustos 2016 Pazar

İÇİNDEN GEÇTİĞİMİZ GÜNLER VE SABIR KALESİ

Bu yazı 21 Ağustos 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ülkemiz çok zor bir dönemdem geçiyor. Hukuk ve adalet kavramlarına en çok ihtiyaç duyduğumuz ama onlara en acı şekilde ihanet ettiğimiz bir süreç bu. Yaşadığımız hukuk katliamları toz duman arasında şimdilik pek farkedilmiyor; hatta umursanmıyor bile. Ancak ortalık durulduğunda ve, eğer, bir gün ülke normale dönerse bu büyük tahribatın etkileri çok daha iyi anlaşılacaktır.

Kavga ederken zihniniz öfke dumanı içerisine hapsolduğundan; ne söylediğinizin çoğunlukla farkında olmazsınız. Kavga anında; tamiri asla mümkün olmayacak olan o kalp kırıcı lafları tartmadan sarfedersiniz. Vuracağınız yumruğun ölümcül olabilecek hasarlarını idrak edemediğiniz gibi, kendi yiyeceğiniz darbelerin tehlikelerini de anımsayamazsınız. Çoğu zaman sağınıza solunuza almış olduğunuz darbelerin acısını bile hissedemezsiniz. Bir kemiğiniz bile kırılsa, vücudun sıcaklığı öfkenizin hararetine karıştığından, fiziksel ağrıları bile hissedemez, ancak kavga bitip de bir kaldırım taşına oturduğunuzda acılar içinde kıvranmaya ve pişmanlıklar duymaya başlarsınız.

Bu satırları yazarken sevdiğim bir akrabam geldi aklıma. Taksicilik yapardı; çok iyi, yardımsever bir insandı. Haksızlıklara gelemezdi. Bu, bazen o klasik, ateşli Karadenizli kimliğine de yansırdı. Birgün korsan taksiciler ile kavga ettiğini ve felç geçirdiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Haksızlığa yanlış bir tepki vermişti ve öfkeyle hareket ederek, sonuçlarını belki de hiç düşünmeden, haksızlığı hak zanneden acımasız insanlarla acı bir kavgaya tutuşmuştu. O arsız insanlar da insaf ölçülerini kaybederek onu ölümcül bir şekilde dövmüşlerdi. Akıl, insaf, vicdan belli ki ruh dünyalarına hiç uğramamıştı. O yakınım şimdi bitkisel bir hayattaymış gibi yaşıyor. Çocukları bir nevi yetim durumuna düşmüş oldular. Hepsi de bu resmettiğim öfke halinin insan ruhu ve zihnindeki acı yansımalarından kaynaklandı.

Benim küçüklüğüm de mahalle aralarında yapılan sözlü ve fiziksel kavgalarla geçti. Onun için kavga etmenin ve tartışmanın kötülüklerini ve faydasızlığını bir çocuk olarak, katıldığım o kavgalar ve tartışmalar sonrasında yaptığım iç değerlendirmeler ve pişmanlıklar neticesinde öğrenmişimdir. Henüz bir ortaokul öğrencisi iken bir mahalle arkadaşımı, hem de hiç acımadan, tartakladığım bir günün arefesinde bir kenara oturmuş ve bir iç muhasebe yapmıştım. Kendimden nasıl utandığımı bugün bile hala üzülerek hatırlarım.

O gün bugündür kavga etmedim; ama bana ve sevdiğim insanlara karşı haksızlıklarda bulunanlara, başkalarına zulmedenlere ve onların haklarını gaspedenlere karşı duyduğum hassasiyetler hiç değişmedi. Değişen tek şey, geçmişte aldığım veya almaya çalıştığım dersler sayesinde, bu tür durumlara karşı verdiğim tepkiler oldu.

Haksızlık yapan insanlara karşı haklı konumda kalabilmenin, haklı iken haksız konuma düşmemenin, çirkef insanların sizi kendi iç dünyalarının yansımalarına çekmelerine karşı uyanık olmanın, cahillerle tartışmamanın ve ‘’haksızlığı hak zanneden insanlara karşı hak iddia etmenin’’ faydasızlığının çok büyük bir bilgelik sanatı, zor bir kaabiliyet, ve önemli bir yaşam dersi olduğunu zorluklar içerisinde büyürken öğrendim. O gün bugündür bu yolda almaya çalıştığım mesafeler hiç eksilmedi. Yalnız başınıza ve sürekli bir şekilde ezilen, itilen, gözardı edilen, aşağılanan, hor ve hakir görülen, zulmedilen bir yolda ilerliyorsanız eğer, ister istemez bu tür kaabiliyetlerin farkına varıyorsunuz. Hiç bitmeyecek ve belki de bir ömür boyu sürecek olan bir serüvenin ortasında olduğunuzu farkediyorsunuz…

Gördüğünüz zulümlere, maruz kaldığınız haksızlıklara, kaybettiğiniz haklarınıza karşı öfke ile kendinizi dağıtıp tarumar ederek değil de, yukarıda resmettiğim kaabiliyetleri kullanarak bir sabır duvarı örüyorsunuz etrafınızda. Kimseye anlatamıyorsunuz derdinizi. Zaten bu enaniyet, bencillik ve zulüm çağında kimsenin size acımaya, sizi dinlemeye ve sizinle empati kurmaya niyeti de yok…

Nobel ödüllü yazar Alexis Carrell, ‘İnsan Denen Meçhul’ isimli kitabında "gerçeği seyretmek isteyen kişi, kendi içinde sessizliği kurmak zorundadır" der. İşte benim zulüm ve haksızlıklar karşısında yaşantımın etrafında yalnız başıma kurmaya çalıştığım o sessizlik kalesi de, hayat-kader-hakikat döngüsü içerisinde, gerçeği seyretmeye çalışan benliğimin kendi sessizliğini kurmaya çalışmasından başka bir şey değil. İnsan, içinde öyle bir sessizliği yakalamalı ki, ancak o zaman kendini dinleyebilsin ve ruhunun derinliklerinde kendisini tanıma adına bir yolculuğa çıkabilsin. Bu olmadan ne hatalarını anlayabilir insan, ne tevbe ufkunda dolaşabilir, ne tefekkür boyutunda yükselebilir, ne de kul olmanın zevkini duyabilir. İlahi aşka giden yolun bile böyle bir sessizlik halinin tesisi olmadan gerçekleşemeyeceğini düşünmüşümdür hep. Öyle ya! Aşık ile maşuk öyle bir sessizliğin, karanlığın bağrında kavuşabilirler ancak. Sevginin en güzel parladığı, üzerinde ilerlediği zemin öyle bir karanlık olsa gerek. Güneşin ve Ay’ın şuaları bile uzayın karanlığı ve sessizliği içinden süzülüp gelmiyor mu gözlerimize, oradan da kalbimizin derinliklerine… Dünyayı, o karanlıktan ve tarifsiz sessizlikten akıp gelen aşk yüklü ışıklarla görüp tanımıyor muyuz? Sonsuz boşluktan akıp gelerek havaya bile ancak dünyaya girdikten sonra dokunan o ışık hüzmelerinden gelmiyor mu yaşamın kaynağı…

İnsan-ı kamil olmanın yolu sanırım işte öyle bir iç sessizlik ortamının inşasıyla, ardından kendini dinleme gayreti ile mümkün oluyor olmalı. İnsanlardan, nesnelerden, dünyanın nefsi cezbeden ve hep kendisine çağıran nimetlerinden, gıybetlerden, suizanlardan, kinlerden ve öfkelerden kaçarak; o gönlündeki sabır kalesinin içine çekilmeli insan. Orada; tefekkürle, zikirle, kendini dinlemeyle, hata ve kusurlarını idrak etmekle, sonra da onlara ahlanıp af dilemekle, ölümü hatırlamakla, ahiret azabıyla terlemeli insan….

Rüya aleminde bir gönül dostunu takip ediyorum. Göğe yükseliyor; ışıktan bile hızlı bir sür’atle. Asılıp kalıyor sonra karanlık boşluğun ortasında… Etrafına bakınıyor ve sonra da avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle; sanki kainatın en derinliklerindeki yıldızlara bile yüreğinin sesini duyurmak istercesine bağırıyor. ‘’Allah’ım seni çok seviyorum!’’ diyor. Sonra da, ‘’Sana nasıl hizmet edebilirim!’’ diye soruyor. Şaşırıyorum! Aşkını haykırıyor uzayın karanlık ve sessiz bağrında… Belli ki o, gönlünün sessizlik kalesini buraya kurmuş; insanlardan en uzak noktalarda. Zihninden, kalbinden bile kaçmış ve rüya ufkunda ulaşabileceği en uzak semalara uzanmış o sessizliği yakalayabilmek için. Demek ki insanlar içinde yapayalnız, garip… Kimseye anlatamıyor derdini ve içinde yanan o sıkıntıları, aşkını, ızdırabını… gelip uzayın dehlizlerine boşaltıyor çaresizce…

Başka bir gönül dostunu izliyorum yine bir gün. Yatağına uzanmış yatıyor karanlık bir odada. Gözler kapalı ama uyumuyor besbelli. Zira, kalbinden yükselen nağme çınlıyor kulaklarımda. Yine şaşkınlıkla kulak kabartıyorum dudaklarından bile sakındığı, içinden akan duygulara. Allah’ı ne kadar çok sevdiğini haykırıyor o da; ızdırapla. Garipliğini, günahlarını hissediyor derinden…Kendisini ‘’hain’’, ‘’ajan’’ olarak suçlayan bozuk sinelerden kaçıp sığınmış buraya. Hepsine kapamış kendini, hapsetmiş benliğini içindeki sessizlik ve karanlığa; sabır kalesinin içine. Sadece benden kaçıramadığı duygu akımlarıyla yüklü olarak… Karanlık bir odada, üstelik gözlerini bile kapatarak daha da koyu bir karanlığın bağrına atmaya çalışmış kendini. Sessizliği orada yakalamış o da. Hani ayette bahsedilen bazı insanlar vardır ya: ‘’Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar’’ (Ali İmran, 191) der. Ayet böyle insanlardan bahsediyor herhalde burada diyerek ayrılıyorum oradan…

Şimdilerde bu tür yalnızlıklara çok muhtaç olduğumuz günlerin içinden geçiyoruz. Hayatını böyle sessizliklerde yaşayan, onu böyle derin aşklara adamış olan insanlara, hiç düşünmeden; hain, ajan, terörist, haşhaşi vb. ithamlarda bulunan; hatta onları kafirlikle suçlayan zalimlerin, cahillerin, şımarmış şarlatanların, kendini bilmezlerin, vicdansızların, çıkarcıların ve kaypak insanların yaşadığı dönemlerdeyiz. Dindarlık elbisesi giymiş çoğu da üstelik. İç sessizlikleri, iç muhasebeleri olmayan; o yüzden de kendilerini hiç tanımayan, hiç muhasebe yapmayan vicdansız insanların hüküm sürdüğü bir dönem. Sürekli Cennet, Cehennem diyen ama Ahiret yolculuğunun önce iç muhasebe ile başladığını kavrayamamış insanlar… Twitirda masum insanlara her türlü iftirayı atıp ardından da bilinsizce ‘’asıl hesap ahirette’’ ifadesini kullanabilen, cesaretini cahilliğinden alan, iç dengesini yitirmiş, kültür Müslümanları ve Araf’ın tüm zombileşmiş insanları… İç karanlıklarda gerçek aydınlığı bulamamış, zifiri cehalet karanlığında kaybolmuş ruhların dünyası… Onların sözlerinin geçer akçe olduğu, onların itibar gördükleri, onların makam, güç ve çıkar beklentili zafer! naralarının gönül tırmaladığı, zalimin mazlum, mazlumun zalim gibi yutturulmaya çalışıldığı yalan dolu zamanlar…

Tüm bu zorluklara karşı öfkeye kapılmamaya çalışıp; dünyanın, bizi içimizdeki o sabır kalesinden çekip uzaklaştırmasına engel olmaya çalışıyoruz. Kendimizi o sessizlik kalesinin içine hapsedip ruhumuzu dinlemeye, kendimizi bulmaya, kendimiz olmaya, kendimiz olarak kalmaya çabalıyoruz. Orada niyet yeniliyor, azim depoluyor, ümit aşılıyor, proje geliştiriyor ve affetme duygumuzu canlı tutmaya çalışıyoruz; sönüp kaybolmasın diye… İstemiyoruz şefkat ufkundan uzaklaşmayı da… Peygamberlik mesleğinin o en değerli hazinesini yitirmek istemiyoruz zira! Yusuf mesleğinin şiarını, Hz. Muhammed’in nişanını… Nuh’un, İbrahim’in, Yakub’un, İsa’nın gözlerinden yansıyan o ışığı…

Sessiz ve karanlık bir kozanın, bir kalenin içindeyiz adeta! Birgün gelecek ve o kozadan çıkacağız; yenilenmiş, reforme olmuş, bir kelebeğe dönmüş bir vaziyette. Allah’ın vadettiği güzellikler, lütfu hala bu milletten kesilmemişse şayet, bizim kanatlarımızda temaşa edilebilsin diye… Ama unutmayın! Bir enkazın üzerinde açacak kozanız. Affedecek ve sonra da tamir edeceksiniz; yılmadan, usanmadan ve her daim, o sabır kalesindeki sessiz haykırışlarınıza özlem duyarak…

Onlar bitirdik desinler ve şimdilik sevinsinler. Oysa her şey asıl şimdi başlıyor! Şimdilik içinizdeki sessizliğe hapsedin kendinizi ve sadece O’na (c.c.) yönelin. Okyanusun o engin ve sessiz karanlığında üstelik balığın karnındaki karanlığa da mahkum olmuş; ama onu sabır kalesine çevirip bir iç muhasebe dengesini yakalamış, gönül iniltisiyle de mana aleminin şefkat tellerini tınlatmayı başarmış çaresiz Yunus (a.s.) gibi, ‘La ilahe illa ente subhaneke, inni küntü minezzalimin’* ufkunu yakalayın! Kozanızı çatlatın ve çıkın içinden Yunus’un yaptığı gibi, zamanı geldiğinde.

* Senden başka hiçbir ilah yoktur, sen bütün noksanlıklardan münezzehsin, muhakkak ki ben nefsime zulm edenlerden oldum.






11 Ağustos 2016 Perşembe

CEMAAT, TÜRKİYE’Yİ DAVA MANYAĞI YAPARSA!

Bu yazı 12 Ağustos 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Kullandığım başlık bazılarınıza abartılı geliyor olabilir. Özellikle de içinden geçtiğimiz şu günlerde; ortalık toz duman bir vaziyette ve kaos içinde ilerlemekte iken bu ihtimal çoklarına uzak; hatta imkansız bir ihtimal gibi görünebilir. Bugünlerde bir şarkıcının bile ‘zorunlu’ ‘demokrasi mitingine’ katılmaması sorun oluşturabiliyor. Hele yanında bir de mitinge ‘’şov’’ demişse, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek!’ ‘suçundan’ hakkında soruşturma açılabiliyor.

Bu tek yazıda bile kaç tane tırnak içinde ifade kullanmak zorunda kaldığıma bakın. Propaganda malzemesi yapılan kavramların içlerinin boşaltıldığı, ironi dili kullanmadan kavramlara dokunamadığımız anormal bir dönemden geçiyoruz.

15 Temmuz ‘darbe’ eyleminden itibaren ülke adeta tımarhaneye döndü. Gerçek darbelerde bile bu kadar travma yaşamamıştı bu toplum. Erdoğan ve AKP’li çevreler ne darbeyi yapan ekibin yönetim kadrosunu açıklayabildiler ne de darbeyi kimden veya saat kaçta haber aldıkları konusunda toplumu ikna edebildiler. Ancak daha darbenin birinci dakikasından itibaren ‘FETÖ’ yani ‘paralelin’ sorumlu olduğunu açıkladılar. Yani kendilerine göre ‘ispatlanmış’ ve adrese teslim göndermelerle hedef göstermekte gecikmediler.

Zaten son üç yıldır ‘paralel’ diyerek Hizmet Hareketi’nin  yüzlerce okul, dershane, hastahane ve diğer kurum ve kuruluşlarını kayyımlar atamak suretiyle gasp etmişlerdi. 15 Temmuzdan sonraki süreçte de hukuki bir yönteme dayanmadan sadece hedef gösterme yoluyla kalan tüm kuruluşlarına el konulmuş veya kapatılmış oldu. Bununla da yetinmeyip yüzbinlerce insanı ya hapsederek, ya işinden ederek, ya soruşturarak ya da fişleyip korkutarak mağdur ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Tehdit edilen bir sürü insan var. Yurtdışındaki bir gazeteciye baskı yapmak için eşini hapse attılar ve bunun gibi başka örnekler de var. Daha geçen gün Erdoğan, bu harekete mensup arkadaş ve komşularını ispiyonlamalarını istedi insanlardan.

Bizzat partili görevlilerden ve devlet görevlilerinden, bazı iş adamlarını arayarak haraç isteyen kişiler var. Tabandaki AK Partililerin bu tür gasplardan haberleri olmuyor. Kulaklarına biraz su kaçsa da bu sefer parti liderliğinin ve Havuz yazarlarının ‘hak ediyorlar’ propagandası ile illüzyona uğratılıyorlar. Şimdilerde birtakım ‘hocaları’ ve ‘trolleri’ kullanarak Cemaat mallarının ‘ganimet’ olduğunu ve kendilerine ‘helal’ olduğunu yayıyorlar.

Yani anlayacağınız son üç-dört yıldır yaşatılan mağduriyetlerin hem kurumsal hem de bireysel bazda haddi hesabı yok. Sadece maddi kayıpları kabaca hesap etseniz 100 milyar dolarlık rakamlardan defter açarak başlarsınız. Buna bir de kazanç, sermaye, itibar kayıpları ile zamana bağlı zarar faizlerini de ekleseniz dudak uçuklatan rakamlara ulaşırsınız. Bunlar sadece kurumsal kayıplar. Bir de bu kurumların mağdur edilen, hakları hukuksuzca gasbedilen yüzbinlerce çalışanını ve Hareketin zarara uğratılan diğer mensuplarını da ilave ederseniz tazminat değerlerinin ulaşacağı rakamları hesaplamak için bir üniversitede kürsü kurmanız gerekecektir.

Şimdi sıkı durun ve bir süre önce yazdığım ‘’Diploma Sahte Çıkarsa Ülke Göçer mi?’’ başlıklı (bölüm 1) ve (bölüm 2) iki yazıyı tekrar okuyun. Orada bazı iddialarda bulunmuş ve kabaca şuna dikkat çekmiştim. Eğer yaşanan tüm bu hukuksuzluk ve gasp süreçleri üzerine bir de Erdoğan’ın diploması sahte çıkarsa asıl hukuk ve tazminat depremi o zaman patlar demiştim. Zira, öyle bir durumda Erdoğan’ın tüm imzaları ve onayladığı hükümetler ve onların icraatları da dahil olmak üzere hükümsüzlük keyfiyeti kazanacağından tüm devlet aygıtının o kişiler eliyle cadı avları ve gasplara alet edilmesinin faturası devlet sistemini iflas ettirebilir.

Tazminatlar eksponensiyel (üstsel) bir şekilde katlanarak artarken, o depremin etkisi tüm toplumu vuracağından daha çok vatandaşa ve kuruma tazminat talep etme imkanları doğmuş olacaktır. Trilyon dolarlık yurtiçi ve yurtdışı tazminat davalarının yükünü, zaten her an patlamaya hazır bir ekonomisi olan, bu ülke kaldıramaz ve iflas eder.

Süreçte, özel şirketlere bile el konuldu ve gasplar yapıldı. Halen insanlara hapishanelerde yargısız mağduriyetler ve işkenceler yaşatılıyor. Tüm devlet kurumları son üç yıldır bu hukuk dışı uygulamalara alet edilmiş durumdalar. O pisliklere bulaşmış devlet görevlilerinin ödemek zorunda kalacakları tazminatlar veya hukuk süreçleri bile devlet sistemini kilitlemeye yeter. LAHEY ve benzeri uluslararası mahkemelerde açılacak davaları zaten denkleme hiç dahil etmiyorum. Ayrıca, AK Partililerin yurtdışına kaçırdıkları iddia edilen veya ileride kaçırabilecekleri paraların (çünkü buna zemin hazırlayan bir yasa geçirdiler) ve bunlarla mağdur edilen ve edilebilecek tüm ulusal ve uluslararası banka, şirket ve müşterilerin tazminatları da eklendiğinde yıkımın boyutları daha da artacaktır. Wikileaks belgeleri, daha şimdiden, AK Partili çevrlere ait yüzlerce off-shore hesap olduğunu iddia etmişti.

Erdoğan’ın ileriye dönük olarak böyle bir kaostan çıkabilmesinin tek yolu mutlak diktatörlük ilan ederek geçmişi silmeye çalışmaktır ki bu 1980 darbecilerine bile nasip olmadı. Zaten 15 temmuz ‘darbe’ hadiselerine de bu gözle bakmakta yarar var. En azından girişim sonrası yaşanan fırsatçı sürece…

O yazıda bir iddiada daha bulunmuş ve Erdoğan sonrası devlet trenine ister eski Gladyotik yapılar isterse de güvenilir-reformist bir devlet aygıtı kaptanlık yapsın, bence Erdoğan’ın diploma meselesini örterler ve konunun üzerine çok gitmeden sadece işledikleri suçlar üzerinden onları yargılarlar demiştim.

Evet! Gelecekte ülkenin karşılaşabileceği ciddi bir durumu bu şekilde özetlemek mümkün. Tabiki ondan önce elimizde sağlam ve itimat edilir, ekonomisi ayakta bir devlet kalacak mı onu da düşünmemiz gerekiyor. Bölgemiz gittikçe karışıyor. Demokrasi ve adalet felç edildi. Halk birbirine düşman hale getirildi. Ülkenin Ortadoğu’da bir savaşın içine çekilmek istendiği de çok açık. Ordu ve güvenlik birimleri darmadağın edildi. Ülke gün geçtikçe; güvenlik, istihbarat ve ekonomik kalkınma yönlerinden her türlü tehdide karşı daha da savunmasız bir hale getiriliyor. Ve bu devlet hala kendi halkına karşı bir fişleme, gasp ve zulüm savaşı vererek iç enerjisini ve gelecek umutlarını tüketiyor.

Gelecek nasıl şekillenecek; kısmetse birlikte göreceğiz. Zulüm uzun sürmez! Zira, ‘’zulüm ile abad olunmaz!’’ demiş atalarımız. Adalet bir gün mutlaka geri gelir. Adalet treninin ufukta belirdiğini gördüğünüz gün bence bugün mağdur edilen Hizmet gönüllülerinin gönlünü almaya ve kendinizi affettirmeye bakın derim. Çünkü, affetmeyip haklarını sonuna kadar talep ve tahsis etme yolunu seçerlerse; sizleri, argo tabirle, ‘dava ve tazminat manyağı’ yapabilirler.

Erdoğan sonrası külleri üzerinde oturduğunuz ülkenin de buna gücü olmayacaktır! Ayrıca, daha önceki yazılarımda işaret ettiğim gibi, zaten yeniden inşa etmeniz gereken ülkeyi onların yardım ve desteği olmadan kısa sürede tamir etmeniz de pek mümkün değil…

Ee! İşin bir de Ahiret Hesabı tarafı var tabi! Bugünkü zulümler burada affedilseler bile, ötede azap çekirdekleri olarak filizlenmeye başladılar bile!



25 Temmuz 2016 Pazartesi

FETHULLAH GÜLEN’İ VE CEMAAT’İ NEDEN SEVMİYORLAR?

Bu yazı 25 Temmuz 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yeniyön’den Emre Uslu bu sorunun cevabını bazı yazılarında irdelemiş, özellikle ‘hased’ eksenli birtakım izahatlarda bulunmuştu. Ben bu yazıda, darbe gündemleri konuştuğumuz bu günlerin ilhamlarıyla hareket edecek ve biraz daha farklı bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İleride bu konuya daha farklı pencerelerden de kısmet olursa bakarız.

15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin önemli dönüm noktalarından biri olacak şüphesiz. Matematikle iştigal edenler bilirler. Bir fonksiyonun ikinci türevi alındığında onun sıfıra eşit olduğu nokta aynı zamanda fonksiyonun grafiğinin de yön değiştirdiği noktadır. Fonksiyon da iki derece düşmüştür artık.

Tüm darbeler de böyledir. Demokrasi gibi üst bir sistemi derece derece düşürürler ve ona yön değiştirtirler. Sosyal anlamda bu toplumsal zihnin, gelecek ümidinin, kendine güvenin, kimlik gelişiminin, birlikte yaşama yeteneğinin ve daha birçok sosyal, psikolojik, zihinsel, politik ve ekonomik dinamiğin felce uğratılması demektir. Toplum yıllarca geriye sürüklenir; ümitsizliğe düşer ve iradesi sarsılır.

Hizmet Hareketi de toplumun diğer birçok kesimi gibi hep darbelerin karşısında oldu. Hareketin kendini iyi ifade edemediği durumlar mutlaka olmuştur; ancak bu, Hareketin bu noktadaki samimiyetini değiştirmez. Ayinesi iştir kişinin, hükümetin iftiralarına bakılmaz! Hareketin şimdiye kadarki tüm gayretleri hep demokrasi yörüngeli olmuş ve devlet imajının sarsılmaması yönündeki hassasiyeti hep ön planda kalmıştır. 28 Şubat post-modern darbesinin en önemli hedefi Hizmet hareketi olmuştur. Bugün birilerinin Erbakan’a kayıtsız şartsız destek vermediği için onu darbe yanlısı gibi lanse etmeye çalışmaları ya bilgisizlik ya da art niyet eseridir. Hareket, Erbakan’ın o süreçte yaptığı bazı hataları, darbe ortamına sebep olacağı için, kendi felsefesi gereği onaylamamış, uyarılar yapmış ve o yanlışların ve birtakım tuzakların içine çekilmeyip; doğru ama zor ve riskli olanı yapmıştır.

Siyasal İslamcı kesimlerin Said Nursi’ye soğuk durmalarının nedeni onun siyaset güdümlü devlet dizaynı anlayışı yerine Cumhuriyet sistemine sıcak bakması ve İslamcı bir devlet gücüyle İslam’ı topluma yayma hedefi yerine, tabandan; yani bireyden başlayan iman inşası anlayışını gaye edinmesidir. Yani Nursi, sistemi eli geçirip, Araplarda olduğu gibi, İslamı tatbik etmek (enforce) yerine, sistem içinde insana odaklanmayı esas almıştır. Buna rağmen, insanların böyle bir dirilişe geçmesinin kendisi için en büyük tehlike olduğunu idrak eden kurnaz rejim koruyucular tarafından en büyük düşman olarak görülmüş ve hayatı kendisine zindan edilmiştir. Çünkü Nursi, sisteme entegre olup devletin alimi olmak yerine iman hizmetinin özgür vadilerinde çile çekmeyi tercih etmiştir.

Dikkat edin! Rejim koruyucusu odaklar göstermelik müdahaleler dışında aslında siyasi İslamcı hareketler, politize dini gruplar ve hamasi-fundamentalist gruplar ile bu denli uğraşmamışlardır. Oysa yüzeysel olarak bile baksanız devleti ‘dar-ul harp’ ilan etmiş, onu ele geçirilmesi gereken bir aygıt olarak algılamış, hatta bugünkü örneklerinde gördüğümüz gibi, yolsuzluk yaptıklarında bile ‘güçlenmek için yapabiliriz!’ fetvaları ile hareket eden bu gruplar rejimin en büyük düşmaları olmaları gerekirken, sistem onlarla hep kontrollü bir ilişki yürütmüştür. Onlardan büyük bir tehlike gel(e)meyeceğini anlamıştır. Zira, hakikat noktasından bakarsanız siyasi ve toplumsal dizayn tecrübesine ve kurmay zekasına sahip bu odaklar, kendileri için asıl tehlikenin nereden gelebileceğini iyi bilmektedirler. O da; bilinçlenmiş, eğitim düzeyi yükselmiş, ahlaki olgunluğu ve iman inşasını, kültürel İslam sembolleri ile yaşamanın üzerine çıkartmış, kaabiliyetli, hesap sorabilen, birleştirici, bağımsız düşünebilen nesillerin varlığıdır. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da çıkar endeksli, yalan yörüngeli, toplumsal maniplasyon heveslisi siyaset mekanızması değildir. O, Said Nursi ve daha önceki müceddidlerin izledikleri insan merkezli iman-akıl mekanizmasının çalıştırılması yoludur. Hakkı güçte değil; hakka sadakatte arayan anlayıştır. Peygamberlerin mirası da budur.

Daha önce bir yazı vesilesiyle arzetmiştim: Peygamberlik mesleğinin özü ve nihai hedefi de; bireyi, vahiy destekli iman nuru ile güçlendirmek (empower) ve eğitmek suretiyle ruh ve iman yörüngeli bir toplum inşa etmektir. Aksi halde her Peygamber tek tek insanlarla kanaviçe örer gibi ilgilenmektense yani çileli tebliğ ve temsil yolunda ilerlemektense, devlet ve hükümet ile işe başlama yolunu tercih ederlerdi. Hz. Muhammed de Peygamberliğinin ilk yılında Mekkelilerin kendisine teklif ettiği makamı ve gücü tercih edebilirdi. Böylece bizler, marangozluk ve çobanlık yapan Peygamberlerin değil de; hep hükümdarlık yapmış olan Peygamberlerin hayatlarını okuyor olurduk. Nursi’ye ve Gülen’e göre dinin ancak yüzde 5’i siyaset ve devlet, geri kalan yüzde 95’i ise iman ve tevhiddir. O da tek tek bireylere odaklanmakla gerçekleşebilecek bir sabır ve çile yoludur.

İşte tıpkı Nursi gibi Fethullah Gülen de aynı felsefeyi merkeze almış ve onun temellerini attığı binanın inşaatına devam etmiştir. Yani tabandan gelişen (grassroots) bir toplumsal inşa anlayışıyla insana odaklanmış, kendisine zamanında siyasi teklifler yapılmış olmasına rağmen, o da Nursi gibi zor ve zahmetli olanı tercih etmiş ve iman-akıl dengesini temsil edebilecek insan yetiştirmeye odaklanmıştır. Said Nursi’nin buraya kadar özetlediğim yönlerini hep aşağılamış ve eleştirmiş olan dini-siyasi kesimler, onun devamı olan Gülen’i de kabullenememişlerdir. Duyulan hasedin hatta bazılarının onları tekfir bile etmelerinin nedeni işte bu basit, gereksiz ve pasif gördükleri anlayışın başarılı olmasıdır. Önce eleştirip fakat sonra kısmen taklit etmeye çalışmalarının; ama yine de eleştirmekten vazgeçememelerinin temel nedeni de budur.

Onların hep ‘dar-ul harp’ olarak kabul ettikleri, ‘kendisine karşı gelişilmesi gereken’ bir devlet aygıtı yerine, Gülen’in mevcut sistem ile kavga etmeden, onunla barışık bir şekilde, onunla gelişmeye ama bağımsız faaliyet yürütmeye odaklı anlayışı onlar için hep eleştirilen bir nokta olmuştur. Diğer Nurcu grupların Gülen’i eleştirmesinin nedeni de siyasi aygıta olan bu mesafesi ve bağımsızlığıdır. Hatta, AK Partili siyasi İslamcı kesimlerin bugünlerde Gülen’i ve Hareketini ‘hain’ ilan etmelerinin özünde yatan sebep sadece Hareketin varlığının kurdukları düzene alternatif oluşturması değil, kendilerinin devlet aygıtını artık ele geçirmiş! oldukları ve İslam’ın belki de tayin edecekleri bir Halife eliyle topluma dayatılmaya, tatbik edilmeye (enforce) – ki bu El Kaide ve DAEŞ (IŞİD) gibi Selefi örgütlerin de felsefesidir – hazır olunduğu böyle bir zamanda hala kendilerine ‘biat’ etmeyip bağımsız kalmayı tercih etmesidir. Gülen, Hareketin en çok desteğe ve paraya ihtiyacı olduğu ilk bebeklik yıllarında bile Arabistan’ın teklif ettiği maddi desteği, ‘bu Hareket, bu milletin harcıyla yoğrulmalı’ prensibi doğrultusunda red etmiştir.

Her İslami hareketi aynı torbaya koyup dövmeye alışmış olan Atatürkçü, laik kesimlerin de göremediği bir nüans, bir felsefe farklılığı var bu anlattıklarımda. Gülen ekolünün özü, İslam’ın rahatça ve özgürce  yaşanabileceği, temsil ve tebliğ edilebileceği, insanların kültür Müslümanlığından çıkarılıp iman-akıl-ihsan-ihlas eksenli bir İslamı yaşayabilecekleri bir toplumun inşasıdır ya da (eğer olsaydı) ona katkıda bulunmaktır. Bu da iki şeyle mümkün olabilir. Müslüman nesillerin eğitilip bilinçlendirilmesi ve onların yardımıyla toplumda sistemleşmenin temin ve tesis edilip, birlik ve birlikte yaşama duygusunun, ki bu da eğitimle olur, başarılabilmesidir. Siyasi ve Selefi felsefelerin aksine, Nursi’nin Cumhuriyet fikrini beğenmesi gibi, Hareketin bu herdefi; güçlü ve sağlıklı demokratik bir laik hukuk devletinde de gerçekleştirilebilir. Bunun için illa; siyasi İslam’da olduğu gibi devletin ele geçirilmesi ve onun gücüyle, ‘’Şeriat’’ (ki bugün yanlış yorumlanıyor) desenli, aktif devletçi bir İslami yorumun halka dikte edilmesi gerekmemektedir. Bu örnekler Arabistan ve İran’da zaten görülmektedir ve başarıları ve İslamın özüyle uyumları! da ortadadır. Tevhid yolunun böyle bir siyaset trenine binmesi; onun hedeften sapması ve tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi devletle angaje olarak İslam’ın özünün zarar görmesi anlamına gelir.

Bizim ülkemizde temel sorun; Atatürkçü, laik, ulusalcı, Kemalist vb. kesimlerin kısaca hakim ve baskın unsurların bu olgunlukta olamamaları ve yanlış bir milliyetçi-devletçi-seküler-laik rejim anlayışıyla hareket ederek Müslümanları, Alevileri, Kürtleri vb. alt grupları sindirmeye, kontrol etmeye çalışmaları ve bunu yaparken de ötekileme, korku üretme, dışlama, kontrol etme, ezme vb. antidemokratik ve ilkel yöntemleri tercih etmeleridir.

Cemaat gibi gruplara atfedilen ‘gizlilik’ ve ‘şeffaf olmama’ gibi suçlamalar daha çok aşırı önyargılardan ve düşmanlıklardan beslense de kısmen var olan yönleri de aslında sistemin uyguladığı bu baskıcı ve tehditkar özelliklerinden dolayıdır. Yani, böyle hastalıklı bir devlet anlayışında bağımsız kalabilmenin, sahip olduğun felsefeye göre soluk alabilmenin ve var olabilmenin bir neticesi de tam şeffaf olamamaktır. İlk Hristiyanlara yer altında şehirler kurdurup orada gizlice yaşatan zulümlerin bugünkü versiyonu; bu kesimlerin art niyetli olmalarından değil; bir gereksinim olarak bazı eylemlerini yarı şeffaf bir şekilde yürütmek zorunda kalmalarıdır. Tamamen özgür ve hukuksal zemini sağlam toplumlarda birçok dini, etnik ve sosyal grup gayet şeffaf bir şekilde faaliyetlerini yürütmektedir. Amerika’da bunun birçok örneğine şahit olmuşumdur.

İşte temel hareket noktası bu olan Hareket;

Her zaman insanları sokaklardan ve hamasi eylem ve söylemlerden uzak tutmuştur,

Toplumun eğitim ve ahlak seviyesine derece atlatmıştır,

Diyalog çalışmalarıyla hem kendi üyelerine hem de toplumun diğer kesimlerine birlikte yaşama ve farklılıklara saygı duyma anlayışını aşılamaya çalışmıştır. Bunun da ancak sağlam bir demokratik ve hukuk devleti gerektirdiğini savunmuştur.

Yurt dışına açılıp ülke insanının Atatürk’ün de hayali olan ‘çağdaş medeniyetler düzeyine’ ulaşması amacıyla ufkunun gelişmesine ön ayak olmuştur ve toplumu, içine kapanık atıl bir vaziyetten, önüne hedef koymak suretiyle, kurtarmaya çalışmıştır,

Felsefesi ve eğitime verdiği ağırlıkla ve bu dinamiğin oluşturduğu sosyal enerjiyle PKK terörü sorununun çözümüne dönük en etkili çalışmayı yapmıştır. O nedenle de PKK için silahlı Hizbullah örgütü bile tehdit olamamışken ve askeri yatırımlar çözüm sunamamışken; Hareket, PKK için en tehlikeli düşman haline gelmiştir. Çünkü Hareket, PKK’nın suistimal ettiği toplumsal sorunları çözmeye başlamış ve yöre halkının eğitim düzeyini yükseltmiştir. PKK, ancak AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ adı altında yaptığı siyasi hatalar ve Cemaat’in bölgedeki faaliyetlerinin önlenmesi sayesinde tekrar güç kazanabilmiştir.

Bu kendine has yöntemi, felsefesi ve çalışmaları yüzünden de Hareket sürekli olarak, en çok da Müslüman grupların sözlü saldırılarına, tacizlerine ve hışmına uğramıştır. Hatta bazı gruplar Hareketi İslami görmemiş, onu küfür içinde olmakla suçlamış ve komplo teorileri ile yatıp kalkan bazıları da onu yabancı istihbarat örgütlerinin maşası olarak lanse etmeye çalışmışlardır. Bugün bile, hem Ergenekoncu çevrelerin hem de AK partili bazı bürokratların Hareketi ülke içinde CIA-MOSSAD ajanı gibi göstermeye çalışmalarının; ancak yurt dışında ise o ülke insanlarını ‘burada İslam’ı yaymak ve sizi Müslümanlaştırmak istiyorlar’ diyerek korkutmaya çalışmalarının altında bu bakış açıları ve art niyetler yatmaktadır. Türkiye’deki diğer Müslümanları Hareketten uzak tutmanın ve onun başarılarına sempati duymaktan alıkoymanın en etkili yöntemi de budur.

Şimdi herşeyi toplayalım ve günümüze gelelim.

Böyle bir Hareketin 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe teşebbüsünün arkasında olduğunu iddia etmek sadece bir art niyet ve bir hedef saptırma gayretidir. Yabancı ülkeler ve dünya medyası da buna inanmamaktadır. Gülen’İn, ‘’uluslararası bir heyet darbeyi araştırsın!’’ çağrısı da bu konudaki kendine güvenin bir göstergesidir. Cemaatin daha darbe girişiminin ilk dakikasından itibaren hedef tahtasına konulması ve darbe yapmakla suçlanması, 17-25 Aralık’dan itibaren Erdoğan eliyle bitirilmeye çalışılan bu sosyal oluşumun linç edilme kampanyasında oynanan son perdedir.

Darbeye teşebbüs etmek; Gülen’in, resmini çizdiğim felsefesine de, İslami anlayışına da, demokrasiyi; diğer Müslümanların tacizlerine rağmen şiar edinmiş bir lider oluşuna da, yurt dışında özellikle Batı’da kazandığı saygınlık ve güvenilirliğe de terstir. Yıllarca AK Parti yönetiminin demokrasi treninden inmemesi için çabalayan da, onu darbe kapılarını kapatacak sivil bir anayasa yapmaya teşvik eden de bu Hareket olmuştur. Bu gayretin önemi ve varlığı sonradan anlaşılacaktır. Çünkü geldiğimiz noktada AK Parti ülkeyi gittikçe otoriterleştirmekte, hukuk ve demokrasi rayından çıkartmakta, gittikçe bir Muhaberat devletine dönüştürmekte ve Batı’dan gittikçe uzaklaştırmaktadır. Toplumdaki mevcut önyargılar ve oluşturulan cinnet hali bunu şimdilik perdelemektedir. Ama bu sis perdesi yakında dağılacak ve gerçekler ortaya çıkacaktır.

Toplum, Hizmet Hareket’ini Erdoğan sonrası oluşacak enkazın üzerinde derin derin düşünürken keşfedecek ve sahiplenecektir. Fethullah Gülen’in, yaşanan bu uzun sürecin daha en başında ‘’affetmeye hazır olun!’’ demesini sağlayan motivasyon işte bu sonu gören basiretidir. Çünkü topluma küsmüş olan bir hareket, toplum kendisine en çok ihtiyaç duyacağı bir anda ona yardım elini uzatmayabilir! Bu da kardeşlerinin ihanetine rağmen onları affeden ve onlara yardım eli uzatan Yusuf mesleğine terstir…

Cemaat ve AKP ekseninde 15 Temmuz darbe konusunu irdelemeye kısmetse devam edeceğiz.