30 Ağustos 2007 Perşembe

YERSİZ ENDİŞELER


Ciddi bir gazete makalesi okunurken gülümsenir mi diye sormayın. Gülümseniyor işte. Çok ciddi bir tahlil sunma gayreti ve havası içerisinde iken serdettiği fikirlerin karşılığı olmayan, fikirleri havada asılı kalan çocukları düşünün. Bu, sadece etraftaki yetişkinlerin yüzlerine bir gülümseme getirir o kadar. Geçenlerde, Fatih Altay'lının yazısını okurken bu duygularla gülümsedim ben de. Belki başkaları sinirlenmiştir, bilemiyorum...

Söz konusu yazıya geçip bir kaç tahlil sunayım. Ne demek istediğim o zaman daha iyi anlaşılacaktır.

Siyasetin içinden bir Amerikalı ile yemek yediği bilgisi ile başlıyor yazısına Altaylı. Buraya kadar bir sorun yok. Sorun, Altaylı'nın Amerikalıya ders verme havası ile başlıyor. Öyle güzel bir giysi giydirmiş ki yazısına, Amerikan dış siyasetinin nasıl işlediğini bilmeyenler ''Vay be! Ne adam, Amerika'lılar bile kendisine gelip danışıyor'' düşüncesine kapılabilir. Söz konusu yazı boyunca Altaylı'nın; gayet bilgiç ve kendinden emin bir tavırla Amerikalıya nasıl iç siyaset analizi dersleri verdiğine şahit oluyoruz. Yazının ilk birkaç cümlesini gayet ciddi bir halet-i ruhiye içerisinde okurken, ''Anlattım. Size de anlatayım'' bölümüne geldiğimde kendimi gülümserken buldum.

Senelerdir Amerikalılar ile birlikte yaşıyorum. Dış siyaset ile iştigal eden bürokratlarının kullandıkları yöntemlere ve eğitiliş tarzına ise bir nebze vakıfım. Dinlemeyi çok iyi bilir Amerikalılar. Öğrenmeye çalışıyormuş edası ile, muhatabını konuşturmak ve böylece onun düşünce yapısına dair analizler yapmak, en çok kullanılan yöntemlerden birisidir. Normal bir Amerikalı ile konuşurken dahi bu tür bir eğilimleri olduğunu farkedebilirsiniz. Sayın Altaylı'nın muhatap olduğu bürokrat, eğer henüz stajyer konumunda olan bir şahsiyet değilse, bunu bu açıdan değerlendirmeyi uygun görüyorum ben.

Bunun haricinde kullandıkları bir yöntem daha vardır bu bürokratların: O da, önemli bir gazeteci ile bir araya gelmek ve karşılıklı konuşmalar esnasında kendilerine ait bir görüşü karşısındakine empoze etmek. Böyle şey olur mu hiç demeyin. Hepimizin çok iyi bildiği ve belki de sıklıkla kullandığı bir kavramı bu yöntemle kazandı Türkiye. Yazarlarımızdan Hasan Cemal'in itiraflarını hatırlayınız. O itiraflarından birinde; iki Yahudi kökenli Amerikalı diplomat ile karşılıklı yemek yediklerinden bahsediyordu Cemal. Konuşma esnasında diplomatlardan birinin çıkıp Refah Partisini kasdederek, ''onlar takiyye yapıyor'' dediğinden; yazarlarımızın ''takiyye ne demek'' sorusu üzerine onların, bu ifadenin tanımını yaptıklarından söz ediyordu. Sonra da; hoşlarına giden bu tabiri, bir gün sonra köşelerinde nasıl kullandıklarından ve onu siyasi hatta gündelik yaşantımıza nasıl kazandırdıklarından... Sanırım bu mevzuda daha fazla detaya gerek yok.

Ben Altaylı'nın buluşmasının ikinci kategoride değil de, birinci kategoride değerlendirilmesinden yanayım. En azından yazıda verilen detaylar beni öyle düşünmeye sevkediyor. O diplomatın üstlerine verdiği raporu görmeyi çok arzu ettiğimi belirterek bir sonraki fasıla geçeyim: Altaylı'nın Amerika'lı diplomatımıza verdiği derste eleştirmem gereken bazı hususlara...

Diplomat, ''Türkiye'nin bundan sonrasını nasıl görüyorsun?'' diye sorunca; ''Türkiye giderek bir İslam ülkesi olur'' diyor Sayın Altaylı ve anlatmaya devam ediyor: ''Yavaş yavaş Mısır gibi, Malezya gibi oluruz. Din etkisi artmaya başlar. Din günlük hayata girer. Sokağa iner. Yaşam biçimi olur. Gözle görünmeye, elle tutulmaya başlar. Toplum tutuculaşır. Muhafazakârlaşır.'' Öncelike şunu belirteyim: Bu cümleler içerisinde serdedilen görüşler hem eksik, hem de tutarlı değil. Bir kere, ''Mısır gibi'', ''Malezya gibi'' olmak terimleri çok yerinde seçimler değil. Eskinin meşhur söylemleri olan ''İran gibi olmak'' ve ''Arabistan gibi olmak'' ifadelerini neden kullanmadı bu bir merak konusu. Altaylı'nın vermek istediği mesajlar açısından bakıldığında bu daha yerinde olurdu. Mısır ve Malezya, bizim kamuoyumuz tarafından çok iyi tanınan ülkeler değiller. Mısır, ''dinci'' çevrelerin, belki de yüz yıla yakındır, fiziksel ve ruhsal olarak baskı altında tutulmaya çalışıldığı bir ülke. Bunda, Mısır'ın  başına geçmiş  aşırı seküler hatta sol eğilimli bazı liderlerinin payı büyük. Günümüzde bir takım ''kökten dinci'' (fundamentalist) akımların Mısırdan çıkmasının bu baskılar ile bağlantılı bir yönü var. Altaylı'nın ''Mısır gibi oluruz'' ifadesi, bu açıdan bakıldığında aslında tam tersi bir duruma işaret ediyor. Yani, ülkemizin dini çevreleri baskı altında tutan bir konuma gelmesine... Yeri gelmişken belirtmekte fayda var: Bu baskıların bir neticesi de; ''İslamcı'' bir çizgiye sahip olan Müslüman Kardeşler hareketinin halk içerisinde etkisinin artmasına neden olmasıdır. Bazı paralellikleri gördüğünüzü hisseder gibiyim.

Gelelim Malezya örneğine... Malezya, tahmin edilenin aksine ''Arabistan'' kategorisinde bir ülke değil. Son derece kozmopolit bir kültürel ve dini dokuya sahip olsa da, bu farklı unsurların uyumlu bir şekilde, bir arada yaşayabildiği bir ülke Malezya. Ayrıca, IMF programlarını kapı dışarı etmeyi başarabilmiş ve çok hızlı bir ekonomik gelişme çizgisini yakalayabilmiş bir ülke aynı zamanda. Ben şahsen, ''Malezya gibi'' olabilmenin bir aşağılama unsuru değil, saydığım açılardan bir hedef haline getirilmesi kanaatindeyim.

Altaylı'nın saydığı diğer hususlara geçelim. Korkulanın aksine, AKP'nin iktidarda oluşunun ülkede ''din etkisini artıracağına'' ihtimal vermiyorum. Geçenlerde Mehmet Ali Birand'ın Milliyetteki köşesinde (25 Ağustos 2007) tarif ettiği; laikliği bir ''ideoloji'', hatta bir ''din'' gibi algılayan kesimlerin dışında, bu ülke insanının ve AK Partinin gerçek laiklik anlayışı ile bir sorunu olduğunu sanmıyorum. Bu korku ve endişelerimizin üstesinden gelme zamanı geldi de geçiyor bile. ''Din günlük hayata iner. Sokağa iner. Yaşam biçimi olur'' söyleminin ise altını boş buluyorum. Zira, yüzde 90'ına yakını Müslüman olan bir halk kitlemiz var. Din bu insanların önemli bir kısmının günlük hayatının bir parçası zaten. ''Kamusal alanda'' değil ''sokakta'' pratik ediliyor. Zaten olması istenen de o değil mi? Bu inanış ve yaşam biçimini ''kamusal alan!'' haricinde, ''sokağın'' ve ''günlük hayatın'' da dışına çıkarmaya çalışmak doğru bir yaklaşım değil. Dediğim gibi, bu ifadelerin ne teorik ne de pratik anlamda bir karşılığı yok.

Altaylı'nın, konuşmasının devamında söylediği ifadelere de katılmak mümkün değil. Bakın neler diyor Altaylı: ''...rol modeller değişmeye başlar. Rol model Erdoğan olur. Gül olur. Müslümanlığını gösteren, göstere göstere yaşayan işadamı olur. Çünkü iktidar kendi gibi düşünen, kendi gibi yaşayan bürokratları yukarı taşır. Kendi gibi işadamlarını ön palana çıkarır. İçki içen, eşinin başı açık olan, mayo giyen bürokratın yükselme olanağı kalmaz, işadamının iş yapma olanağı kalmaz. Kimse kimseye örtün, kapan, içki içme demez ama içmeyen iktidar dairesinin dışında kalır. Yükselemez, iş alamaz, iş yapamaz. Bürokratlar namaza başlar, işadamları ortalıkta içki içmemeye, eşlerine dekolte giydirmemeye başlar. Bu durum yoğunlaştıkça onlar gibi olmayanlar kendilerini dışarıda kalmış hisseder. Yasayla, yasakla olmaz. Ama ayıpla, günahla olur.''

Bu ifadeleri okuyunca kendi kendime; artık şu korkularımızdan kurtulma zamanı geldi diye düşünmeden edemedim. Eğer AKP, Altaylı'nın işaret ettiği gibi davranmaya ve toplumsal manipulasyonlara kalkışsa, kaybeden kendisi olur. Halkımız geneli itibari ile farklılıklara tahammüllüdür. Her ne kadar, kendi kızları başı örtülü diye ''kamusal alana'' sokulmasa da; o,  kimsenin içki içtiği için ya da mayo giydiği için ayrımcılığa tabi tutulmasına razı olmaz. Bunu yapan partiye de sıcak bakmaz. Anadolu insanı böyledir. Çünkü biz, başı açık olan ile olmayanın, dekolte giyen ile giymeyenin, namaz kılan ile kılmayanın aynı evlerde bir arada yaşayabildiği bir toplum yapısına sahibiz. Altaylı'nın resmetmeye çalıştığı tablonun, işte bu nedenle gerçekleşmesi mümkün olmayan bir tablo olduğu görüşündeyim. Son yapılan bazı araştırmalar, CHP seçmeninin yüzde 75'inin bile ''başörtüsüne'' karşı olmadığını gösteriyor. Artık bu yersiz endişe ve korkularımızdan sıyrılmalı ve birleştirici olmalıyız. Nihayet, AK Parti ilk kez başa geçmiyor. Bu onun ikinci dönemi ve yukarıda arzedilen eylemleri hayata geçirme gibi bir çaba içerisine de girmedi. Böyle bir hataya teşebbüs edeceğini de sanmıyorum. Zira bu, halkımızı tanımamak anlamına gelir.

Altaylı konuşmasının devam eden bölümlerinde; Atatürk'ün kurduğu kurumların yıpratıldığından, yok edildiğinden ve rejimin koruma mekanizmalarının birer birer etkisizleştirildiğinden, rol modellerinin karalandığından da bahsediyor. Hatta bunları bir endişeden ziyade, bir sonuç olarak takdim ediyor. Açıkçası bu ifadelerle Altaylı'nın neyi kastettiğini anlamak güç. Bu neticelerin! ya da gelişmelerin! AK Parti ile temsil edilebilecek yönleri neler belli değil. Karşılığı yok. Atatürk'ün kurduğu kurumlardan ziyade, ideallerden bahsetmek gerekir. Bunların içerisinde şimdiye dek en çok zarar göreni; yalnış anlaşılan ve uygulanan, gerçek laiklik anlayışının yerine ikame edilmeye çalışılan; ''laikçilik'' anlayışıdır. Toktamış Ateş'in ve Birand'ın sütünlarında eleştirdikleri anlayış yani. En çok zarar gören diğer bir Atatürkçü ideal ise, ''demokrasi'' kavramıdır. O da, AK Partinin iktidara gelmesi ile değil; yaşadığımız talihsiz darbeler ile hasar görmüştür. Meseleye Atatürk'ün kurduğu kurumlar açısından bakıldığında ise, Ordumuz hala sapasağlam ayaktadır ve hala halkımızın en güvendiği kurumlar arasındadır. Onun imajına zarar verenler, onu her fırsatta bir darbe eyleminin içine çekmeye çalışanlardır. ''Gerekirse kendi ordumuzu kurarız'' diyen bazı ''vatansever'' çevrelerdir. Türk Tarih Kurumumuzun da bir ''etkisizleşme'' sorunu yoktur. Hala dim dik ayaktadır. İş bankası ise; CHP, paraları yerinde kullandığı müddetçe bir sorun yaşamamaktadır. Yüce meclisimiz de hala dimdik ayaktadır. Halkımız, birileri sevmese de, tercihlerini meclise yansıtabilmektedir. Yargımız ise, hukuka aykırı olan ''367 uygulamalarını'' yürürlüğe sokmadıkça bir imaj sorunu yaşamamaktadır. Tüm bu örnekleri sıralamamın nedeni sanırım anlaşılıyordur. Artık karşılığı olmayan korku ve endişelerimizden vazgeçmenin, birbirimizi bu endişelerle hırpalamak yerine daha iyiye ve güzele teşvik etmenin zamanı geldi. Endişeler beyinlerimizi ve idrak yeteneğimizi ele geçirmeden evvel, bizler toplum olarak ''aklıselim'' etrafında birleşmeyi öğrenmeliyiz... Şimdi Amerika'lı ofis arkadaşım içeri girdi. Bunları ona da anlatmalıyım. 30 Ağustos 2007

29 Ağustos 2007 Çarşamba

PSİKOSOSYAL TEHDİT


Bu yazıda, Türkiye'deki bir kesimin psikososyal sağlığını ve halet-i ruhiyesini analiz etmeye çalışacağım. Aslında diğer yazılarımda detaylandırmaya çalıştığım analizlerin bir çerçevesini sunacağım. Bizimki aslında amme hizmeti. Geleceğin sosyoloji ve siyaset bilimi doktorlarına, günümüzdeki hastaların tahlil sonuçlarını sunmak amacım. Yazılanlara bu gözle bakmak lazım. Burada 'psikososyal' tabirini özellikle seçtiğimi de hemen belirteyim. Zira, yazıda bahsi geçen kişiler hem ruhsal anlamda bir takım bireysel hastalıklara maruzlar: endişe ve korku travması, depresyon, panik atak, 'rejim-phobia' (benim rejim kaybetme korkusunu temsilen uydurduğum bir ifade), manik depresif atak ve saplantı zorlantı bozukluğu (obsessive compulsive disorder) gibi... hem de sosyal hastalıklara: Malum, siyaset atmosferindeki kirlilik ve temelsiz düşünce salgını, komplo teorileri, ahlaki çöküntü, çıkarcılık, niyet avcılığı vs... Bu faslı biraz açalım ki kastedilen mana daha iyi anlaşılabilsin.

Yazılarımda ele aldığım ve medyanın saygın kalemleri tarafından işaret edilen ''oligarşik'' kesimleri, işte bu bağlamda analiz etmek gerekiyor. Ben onların ''ötekileştirilmesi'' ve cezalandırılması değil, tedavi edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Mesela; bilim dünyasında manik depresif atak'a maruz kalmış bir kişinin tavır ve davranışları nasıl analiz edilmeye çalışılıyorsa, bu konularda yazılan yazıların da bu amaca yönelik olarak yazılması gerektiğini düşünürüm. Onlara ancak bu şekilde yardımcı olabiliriz. Olmalıyız da, çünkü yukarıda zikrettiğim ''psiko-'' (ruhsal) kategorisindeki hastalıklar gerçekte bulaşıcı olmasa da, benzetmenin karşı ucundaki ''oligarşimizin'' sergilediği rahatsızlıklar maalesef bulaşıcı. Bu hafakanlar ve zihinsel-ruhsal bozukluklar zamanla kendisine toplum içinden taraftar bulabiliyorlar, toplumsal hezeyanlara sebep olabiliyorlar ve en kötüsü de; bu özellikleri farkedilince bir ''toplum mühendisliği'' ve provakasyon aracı olarak kullanılabiliyorlar. Zaten bu hastalıkların tedavisine de bunlardan etkilenmiş halk tabakalarından başlamak gerekiyor. Ben yazılarımda öyle bir süreci takip etmeye çalışıyorum.

Ortada bir kısır döngü var. Psikososyal hastalıkların ruhsal olanları, zamanla sosyal olanlarına neden olabiliyor. Ancak bunun tersi de doğru. Meydana gelen sosyal hastalıklar da bir süre sonra bu ruhsal hastalıkları tetikleyen hatta yenilerini ortaya çıkaran bir hal alabiliyor. Toplumsal araçlar (gazete, televizyon, radyo gibi) bireysel bir ruh bozukluğunu toplumun diğer fertlerine bulaştırıcı bir hüviyet kazanabiliyor. Arada böyle komplike bir ilişki var anlayacağınız. Tıpkı, önce insanların şehirleri dizayn edip sonra da şehirlerin yapısının insanların bazı özelliklerini değiştirmeye başlaması gibi. Sanırım eski İngiliz başkanlarından Churchill'in böyle bir sözü vardı. ''Önce insanlar şehirleri yapar, sonra da şehirler insanları'' tarzında bir sözdü. Aklıma bir söz daha geldi. O sözde de, ''insanın yaptığı paralar kadar paranın yaptığı insanlar da vardır'' diyordu. Bunlar çocukken okuduğum sözler olduğu için tam olarak hatırlayamıyor olabilirim, eksikse bağışlayın. Örneklerle devam edelim:

Isınma turları ile başlayıp örnekleri bizim ''oligarşi''nin hastalıklarına getireceğim. Aşırı hırs ve ben merkezcilik insanlarda yer edinmiş ruhsal rahatsızlıklardandır. Bu özellikleri ön plana çıkmış olan insanlar bu hasletlerin girdabına yakalanıp; yolsuzluk, hırsızlık, haksız kazanç, rüşvet, gaspçılık, tehdit vb. şuçları irtikab edebilirler. Bu kişilerin elde ettikleri güç ve iktidar ise zamanla başka insanlara örnek teşkil edebilir ve onlara cesaret verebilir. Böylece toplumda, bu suçları işleyen ve hatta bu suçları bir hak; başarıya giden yolda bir basamak olarak gören kişilerin sayısında artış gözlenir. Toplum zamanla bu suçlarla anılan bir hal alır. Sistem bunları teşvik etmeye başlar. En okumuş kesimler bu suçların en etkili olanlarını yapar hale gelirler. Bu bir...

Mesela panik atak... Panikatak.com sitesinin tanımlamasına göre panik atak aniden beklenmedik bir anda ortaya çıkar ve yoğun kaygı-bunaltı, korkuya neden olur. Hatta ''bu nöbet kişiye öylesine yoğun bir korku ve rahatsızlık duygusu yaşatır ki; kötü birşey olacağı veya sonunun geldiğini, öleceğini zanneder.'' Sitede belirtildiğine göre bu kişiler vasiyet bile yazdırmaya koyulurlar bu atağa maruz kaldıklarında. Zaten ben izaha başlamadan sizler kafanızda olayı resmetmeye başlamışsınızdır. Şimdiye kadar yazılanları bu zaviyeden tekrar anımsadığınızı görür gibiyim.

Bizim ''oligarşimiz'' benzer rahatsızlıkların belirtilerini çoktan beridir gösteriyorlardı. Daha önce de belirttiğim gibi, 2007 yılı bu belirtilerin ayyuka çıktığı, en çok 'atak' haline geldiği yıl oldu. Refah partisini bitirdiklerini tahmin ettikleri, artık 28 Şubat mühendisliğinin meyvelerini yiyeceklerini düşündükleri, kendi hakimiyetlerini perçinlediklerini zannettikleri bir anda; birden AK Parti ortaya çıktı ve halk onları iktidara taşıdı. İşte ''beklenmedik bir anda'' ortaya çıkan böylesi bir durum önce korku, endişe ve kaygılara neden olmaya başladı. Ben Sezer'in 2000-2002 yılları arasında köşke ''türbanlı eş'' kabul ederken artık ''türban''ı kamusal alanın! dışına atmaya çabalayan tavırlarını işte bu atak ile izah ediyorum. Bu sadece bir örnek tabi. AK partinin başarılı politikalarının devam ettiği bir sırada, 2007 genel seçimleri ve Cumhurbaşkanı seçimi süreçleri de sahneye girince, bu korku ve rahatsızlıklar yoğun bir hal almaya başladı. Artık oligarşimiz ''sonunun geldiği'' ve ''öleceğini zannettiği'' bir halet-i ruhiye içerisine girdi. Laiklik ve Cumhuriyet elden gidecek endişeleri giderek artarken, Cumhurbaşkanlığı ''kale''sinin ellerinden gitmesi ile iktidarlarının son bulacağı korkusuna kapıldı bu çevreler. Zira bu gelişmeye bağlı olarak YÖK ve yargı kalelerinin de elden gitmesi kaçınılmaz bir hal alabilirdi onlara göre. Ordu ve medya kaleleri de ''etkisizleştirilebilirdi'' (Fatih Altaylı'nın bir yazısına atfen bu tabiri kullandım).

Aynı anda manik depresif ataklar da yaşanmaya başlandı bahsi geçen çevreler tarafından. Manik ve depresif atakları birlikte ele alarak değerlendirelim. Depresyonu halkımız çok iyi tanıyor. Onu izaha gerek yok. Depresyonda olan bir toplum haline geldik zaten. ''Depresyondayım'' adlı şarkı bunu beyinlerimize de kazıdı; Yılmaz Morgül'ün o derinden ve uzatmalı ''depresssyondayıııııım'' şeklindeki söyleyişi ile. Manik atakların ise; benim, konumuz açısından önemli gördüğüm en belirgin özelliklerinden bazıları şunlar (Popüler Medikal dergisinden seçilmiştir): 1. Aşırı neşelenme veya aşırı sinirlilik; 2. Dikkatin çabuk dağılması; 3. Muhakeme yeteneğinde bozulma, düşüncelerde aşırı artma; 4. Hastalığı kabul etmeme; 5. Konuşmada aşırı artma; 6. Kendine aşırı güven, kendini büyük ve önemli biri olarak görme: Kişi önemli birisidir, önemli görevler üstlenmiştir, aklında gerçekleştirilmesi güç planlar vardır, hatta bu nedenle kendisine zarar vermeye veya yok etmeye çalışanlar vardır; 7. Kontrolsüz davranışlar ve toplum kurallarını hiçe sayma.

Son maddeyi de ekledikten sonra kendimi şimdiye kadar yazdıklarımı özetliyormuş hissine kapıldım. Bütün o düşünceler zihnimden bir kez daha akıp geçti usulca. İtiraf etmeliyim ki; o yazıları yazarken bir gün bu hastalıklara referans vereceğimi hiç düşünmemiştim. En son yazmayı planladığım Fatih Altaylı yazısını yazmak için klavye başına oturduğumda kendimi buralarda buldum. Konu beni yazmak istediğim şeylerden uzaklara götürdüğü için de, bunu ayrı bir yazı olarak ele almaya karar verdim.

Bizim oligarşinin manik depresif atağı ile devam ediyorduk. Bu hengamede ''obsesif-kompalsif bozukluk''tan (OKB) da bahsedip bu ikisini birlikte ele alalım. Bu bozukluğu sergileyenler; düzenli işleri aksatan, önemli vakit kaybına neden olan ve anormal (normal olmayan) bir takım fiziksel tekrarlara ve/veya zihinsel saplantılara maruz kalırlar. Yine bu kişiler de hastalıklarının tedavisinin olmadığını düşünebilirler; ya da bunu kabul etmeyebilirler. Geçenlerde TIME dergisi (2 Ağustos 2007) bu konudaki bilimsel gelişmeleri ele alıyordu. Orada zikredilen bir kaç OKB örneği şöyleydi: Kendime yada bir aile ferdine zarar verebilirim korkusu ile mutfakta gördüğü bıçağı görüş alanından kaçırmak; yatağının üzerindeki yastıkların düzenini ayarlamak için saatlerce zaman harcamadan evinden ayrılamamak; belli belirsiz bir bulaşıcı illete maruz kalırım endişesi ile evden çıkamamak... Derginin bu rahatsızlık için seçtiği başlıkta çok ilginç: ''When worry hijacks the brain.'' Yani, ''endişe beyni ele geçirdiğinde.'' Buradaki ''hijack'' kelimesinin tekabül ettiği ''ele geçirme'' eylemini, birşeyin (mesela uçak) seyrini değişmeye zorlamak üzere kaçırmak şeklinde anlamak gerekiyor.

İşte yukarıda saydığım belirtiler fazlası ile sergilendi 2007 senesinde. Gül, Cumhurbaşkanı seçildiği halde sergilenmeye de devam edecek gibi. Zira bahsettiğim bu ruhsal ve zihinsel takıntı ve saplantılardan vazgeçilebilmesi çok güç. Bu kişiler genel itibari ile bir rahatsızlıklarının olduğunu bile kabul etmeyebilen tipler. Bizim ''oligarşimiz'' de böyle. Kendisinin, daha önce ''hastalıklı laikçilik anlayışı'' olarak tanımladığım saplantılarının bir rahatsızlık unsuru, belirtisi olduğunu kabul etmiyor. Laiklik ilkesinin aslında, demokratik ve Cumhuriyet ile yönetilen bir sistemin sadece bir unsuru olduğunun bilincinde değil. Laiklik, demokratik bir Cumhuriyetin işlevselliğini daha iyi hayata geçirebilmesi için bir çerçeve sunar, onu tamamlar. Asli unsuru değildir; tamamlayıcısıdır. Demokrasinin ve Cumhuriyet rejiminin ''ideolojisi'' asla değildir. Bir ideoloji aranacaksa bu, kişilik haklarına saygı, eşit muamele, kanun ve adalet üstünlüğü, eşit katılım, özgürlük gibi kavramların bir bütünüdür. Geçenlerde Toktamış Ateş (25 Ağustos 2007) haykırarak yazıyordu adeta; laiklik, bizimkilerin anladığı manada ''din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir'' diye. Okuyalım: ''Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil; bir ülkede yönetenlerin, 'yönetme yetkisinin kaynağı ile ilgili bir kavramdır.' Eğer bu yetki kaynağı, din dışı bir kaynaksa; o ülke, laik bir ülkedir. Laikliğin tanımı da budur, ölçüsü de budur.'' Milliyetteki en son yazısında (29 Ağustos 2007) Mehmet Ali Birand da bu laiklik anlayışını eleştiriyor ve bu kesimlerin, laikliği bir ''ideoloji'' hatta bir ''din'' olarak algıladıklarını belirterek, bu konudaki rahatsızlığını dile getiriyordu.

Hal böyle olunca, bizim oligarşimiz kendisini, aslında tam olarak ne olduğunu bile bilmediği bir ''laikçilik'' oyununun baş aktörü sanıyor; böyle bir ''ideolojinin'' koruyucusu olduğunu zannediyor. Öyle imiş gibi bir vehme (kuruntuya) kapılıyor. Ardından da, bunu kaybedeceği düşüncesi ile kendisine çok önemli bir misyonun baş koruyucusu, sistemin bekçisi, toplumun en sağlıklı düşüneni, bürokrasinin hakimi gibi roller biçiyor. Kendisine yapılan her eleştiri karşısında ise, elinde tuttuğu kurumların ''ele geçirilmeye'' yada ''iktidarsızlaştırılmaya'' çalışıldığını düşünüyor. Böylece gittikçe daha tahammülsüz, asabi ve saldırgan oluyor. Kendisini daha çok ortaya çıkarıp, eskisinden daha fazla beyanlar vermeye başlıyor. Her bir sözü ile bir yerlere yada birilerine çeki düzen verdiği düşüncesi ile kendisine güven aşılıyor. Öz güveni şiştikçe daha da fazla konuşmaya başlıyor. Bizler her ne kadar, onun her bir sözlü çıkışının bir öncekinden farklı olduğunu, tutarsızlık arzettiğini ve altının boş olduğunu idrak edebilsekte o; yaptığı her şeyin ve sarfettiği her sözün hakikat olduğu zannıyla yaşamaya devam ediyor. Bir yandan çıkıp ''Neo-Con'' çevrelerle felaket senaryoları tartışırken yada ''Bush birşeyler yap'' diyerek Amerika'yı göreve davet ederken, bir yandan da sistemi ele geçirmekle suçladığı çevreleri Amerika'ya hizmet etmekle suçlayabiliyor. Bir yandan MHP aslında iyi çocuktur, eski dargınlıkları bırakalım derken, kendisini bu yakınlaşmadan ötürü suçlayan solcu arkadaşlarını ''dönek solculukla'' suçlarken; MHP, mecliste boy gösterip Gül'ün seçilmesine yeşil ışık yaktığında ise, bu sefer MHP'yi lanetleyebiliyor. Bir yanda demokrasi derken, bir yandan da ''Türkiye'nin şartları başka'' diyebiliyor. Ve daha neler neler... Aynı kesimler bununla da kalmıyor, halkın kime karşı olduğunu bile anlamadığı bir şekilde, çıkıp vatanı kurtarmaya çalışıyor. Bu uğurda cinayetler işleyen, su-i kastler planlayan, banka hesaplarına girip para aşıran, kaçak mazotçuluk yapan, silah üzerine yemin eden çeteler kurabiliyor ve bunu ''vatanseverlik'', ''kuvvacı'' ruh olarak lanse edebiliyor. Toplumda karşılığı olmayan bir ''türban'' sorunu varmış vehmine kapılıp tüm başörtülü kızlarımızı sınırları belirsiz bir ''kamusal alan''ın dışına itebiliyor. Bazı İslam alimleri, ''Cumhuriyet bizim için gerekli bir sistemdir'' dediği halde onları Cumhuriyeti yıkmaya çalışmakla suçlayabiliyor. Karşısında gördüğü insanlar ''Gel beraber olalım'' dediğinde onları ''takiyye'' yapmakla suçlayabiliyor... Tüm bu tutarsızlıkları sergilerkende, odalarındaki laiklik yastığının düzenini kontrol etme saplantısından ötürü, halk sokağına bir türlü çıkamıyor, o sokaklarda artık demokrasi taşlarının döşenmiş olduğunu bir türlü görme fırsatı bulamıyor.

İşte böyle... şimdiye kadar yazdıklarımı bu zaviyeden değerlendirdiğimde ortaya böyle bir tablo çıkıyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu kişilere aslında acımalı, şefkat göstermeli ve onlara yardımcı olmaya çalışmalıyız. Cezalandırmak olmaz. Peygamber Efendimiz (a.s.) da öyle yapmıştı... Bu tür analizlerin amacı da zaten suçlamak değil; bir rahatsızlığı tahlil etmektir. Öncelikli olarak, bu 'atak'ların kendisine sirayet ettiği bir kısım masum halkımıza, hastalığın belirtilerini tanıtmalıyız. Onları sağlıklı düşünce ve hoşgürü iklimine çekmeliyiz. ''Oligarşimiz'' ise, kendisini dinleyen kalmadığını görünce; hasta olduğunu, değişmesi gerektiğini mutlaka farkedecektir. 29 Ağustos 2007

27 Ağustos 2007 Pazartesi

İki Paşa - İki Özet


Dün sabah kütüphaneye gidip, ''2007 yılı ve son hamleler'' başlıklı yazıyı yazıp, ardından İnternet sayfamda yayınladıktan sonra eve döndüm. Güzel bir mercimek çorbasını iç ettikten sonra, içeriğinin en hızlı şekilde yenilendiğini bildiğim Zaman gazetesinin sayfasına ve gündüz bakma fırsatı bulamadığım Platform dergisinin sayfasına bir göz atayım dedim. Bir de ne göreyim!: Bir kaç saat önce sayfama koyduğum yazıda dile getirmek istediğim düşünceleri yansıtan iki güzel özet önümde duruyor. Her iki haberde de sözleri alıntılanan kişiler Paşa. O yüzden, bu yazının başlığını ''İki Paşa - İki Özet'' olarak belirlemeyi uygun gördüm. Yazılarımda her fırsatta, birbiri ile mücadele halinde olan iki fikri çatışmadan bahsediyorum.  Bu taraflardan biri, ''aklıselim'' etrafında birleşenlerce temsil ediliyor. Diğer taraf ise, ''oligarşik'' bir zihniyet etrafında birleşenler tarafından. Alıntılarla devam edelim...

Paşalardan birisi Hava Kuvvetleri Komutanlığı'ndan emekli olan Orgeneral Faruk Cömert. Bu Paşamız, görev teslimi sırasında yaptığı konuşmada Türkiye'nin çok önemli bir potansiyele sahip olduğuna işaret ederek, bakın ardından neler söylüyor: ''Bu potansiyel güç harekete geçirilebilirse, kısa zamanda dünyanın en güçlü ülkeleri tarafından dahi sözü dinlenen bir ülke olmamız mümkündür. Bu konuda bizler için en büyük engel, tüm farklılıklarımızı vatan sevgisi potasında bir türlü eritmemek ve birbirimizi yeteri kadar anlamaya çalışmamaktır.../Demokratik olgunluğumuzu pekiştirdiğimizde, birbirimizden kuşku duymak yerine birbirimizi daha iyi anlamaya çalıştığımızda, sorunlarımızı açık yüreklilikle konuşarak, düşüncelerimizin farklılığından kaynaklanan dinamizmi harekete geçirebildiğimizde, terörün son bulması ve yaşam standardımızın yükseltilmesi de dahil, ülkemizin bütün problemlerinin üstünden gelmemiz hiç de zor olmayacaktır'' (Zaman, 23 Ağustos 2007). İşte, aklıselim sahibi insanlardan beklenen olgun ve birleştirici tavıra en güzel örnek. Paşamızı tebrik ediyorum; bu sağduyulu açıklaması için. Ordunun içinde böyle aklıselim sahibi komutanlarımızın olduğunu; ama şimdilik seslerinin diğerleri kadar yüksek çıkmadığını daha önce söylemiştim. Hemen bir kaç gün sonra, bir Paşamızdan bu ifadeleri duymak beni fazlasıyla memnun etti. Hep söylüyoruz: Birbirimize karşı duyduğuımuz kuşkular birbirimizi yeterince tanımamaktan kaynaklanıyor. Oysa, Paşamızın dediği gibi, ''birbirimizi daha iyi anlamaya çalıştığımızda, sorunlarımızı açık yüreklilikle konuşarak, düşüncelerimizin farklılığından kaynaklanan dinamizmi harekete geçirebildiğimizde'' herşey yoluna girmeye başlayacak bu ülkede. Şimdilik, insanımızı türlü türlü desiselerle fikri bir illüzyonun tesiri altına almış olan ''oligarşik'' azınlıkların sesi daha gür çıkıyor. Medya üzerinden yaydıkları öfke, düşmanlık ve ''rejim tehlikesi'' dalgaları ile, milletin zihnine 'öteki' bilincini yerleştirip, onları birbirinden iyice farklı kutuplara iteliyorlar. Fakat bu hep böyle gitmez. Bir gün mutlaka 'aklıselim' galip gelecektir. O nedenle bu İnternet sitesinin ismi 'aklıselim' olarak seçildi.

Şimdi de diğer bir emekli Paşamızın halet-i ruhiyesine göz atalım. Zihinlerinizi, 'aklıselim' diyarından 'okumuş cehalet' diyarına yolculuğa çıkaracağım için üzgünüm. Bu Paşamızın adı Tümgeneral O. Doğu Silahçıoğlu. Halen Cumhuriyet gazetesinde yazan, o eski 28 Şubatçı paşalarımızdan biri. Başbakan Erdoğan ile Hürriyet'ten Bekir Coşkun arasında yaşanan ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' polemiği ile bağlantılı olarak bakın neler diyor Silahçıoğlu: (Alıntılar Platform Dergisinden nakildir, 23 Ağustos 2007).

''Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili olarak eleştiriler ortaya koyan düşünce sahiplerini karşısına aldı!.. Bu konuda "Cumhuriyet Değerleri" ni hedef alacak ve onları reddedecek kadar ısrarlı davrandı!.. Eleştiri sahiplerine yönelik; "İstediğin cumhurbaşkanını seçeceğin ülkeye git!.." şeklinde bir ifade kullanarak tüm toplumda şaşkınlık yarattı!.. Başbakan; çağdaş demokrasi ve özgürlük anlayışında yeri olmayan ve de özgür düşünceyle bağdaşmayan, yalnızca demokrasi dışı yönetimlerde örneğine rastlanabilecek bağnaz bir anlayışla, kendi ülkesinde kendi yurttaşlarına meydan okudu!.. Ve nihayet işi tehdit savurmaya kadar götürdü!..'' 

Bekir Coşkun'un yazısını ben de okudum. O yazıda Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile akalı hiçbir 'sistemli eleştiri' amacı yoktu. Yazı gayet agresif bir tavır içerisinde sadece, ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' temasını işliyor ve aynı cümle ile sona eriyordu. O nedenle Silahçıoğlu'nun, Coşkun'u savunma psikolojisi içerisinde hareket ederek, ''Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle ilgili olarak eleştiriler ortaya koyan düşünce sahipleri'' şeklinde bir genelleme yapması yerinde değil. O yazı sadece Coşkun'un edep sınırlarını gösteriyordu o kadar.

Alıntının diğer bölümlerini okurken kendimi gülümserken buldum. Neymiş; Başbakan'ın ''Kabul etmiyorsan git...'' şeklindeki sözü meğerse ''Cumhuriyet Değerlerini hedef alma ve reddetme'' anlamına geliyormuş. Keşke Paşamız böyle önemli bir konuyu muğlak bir cümle ile geçiştirmeseydi. İzah etseydi de; ulusumuz (millet kelimesini özellikle kullanmıyor bu kesim) bu değerlerin neler olduğunu ve Başbakan'ın bu değerleri nasıl reddettiğini öğrenmiş olsaydı. Merak etmeyin. İzah edebileceğini sanmıyorum. Bir kaç madde sıralasada savını ispat edemez. Biliyorum, çünkü bu ifadenin altı boş. Bir sonraki cümleden iz sürmeye devam edelim. Meğer Başbakan ''çağdaş demokrasi ve özgürlük anlayışında yeri olmayan ve de özgür düşünceyle bağdaşmayan, yalnızca demokrasi dışı yönetimlerde örneğine rastlanabilecek bağnaz bir anlayışla, kendi ülkesinde kendi yurttaşlarına meydan okumuş.'' Bu ifadeyi okuyunca gülümsemelerim gülme krizine dönüştü. Bu insanlar kendilerini bu derece kandırabiliyorlar mı çok merak ediyorum?  Yahu,  söyleye söyleye dilimizde tüy bitti. Ortada halkımızın (yani ulusumuzun) oyları ile gayet demokratik yollarla hem de ikinci kere seçilmiş bir parti ve onun belirlediği bir Cumhurbaşkanı adayı var. Sizlerden yükselen tek ses bunu hazmedemeyiş olmanızın sesi değil mi? Halkı bu tercihinden dolayı ''aptal'' olarak aşağılayan, ''ordu ne der'' yaygaları çıkaran, ''rejim sorunu çıkar'' diyen sizler değil misiniz? ''Demokrasi ve özgürlük anlayışında yeri olmayan ve de özgür düşünce ile bağdaşmayan'' asıl bu anlayış değil midir?

Birazdan bahsedeceğim alıntılarda göreceksiniz. Bu gelişmeyi demokrasi adına hazmedemeyince, bu sefer AK Partiyi vatanı; ABD ve AB çıkarlarına hizmet etmekle nasıl suçluyor aynı çevreler. Ne diyor bakalım: ''Bugünün kimi siyasileri, Türkiye Cumhuriyeti'ni haritada yeri bilinmeyen; adı doğru dürüst söylenemeyen; kabile şeflerinin başkan ya da başbakan olabildiği ülkeler gibi görebilirler!.. Aynı kişiler, Ortadoğu'da ABD ve AB'nin çıkarlarını korumak için görevlendirilecek bir Türkiye'nin kendi siyasal emelleri açısından daha da uygun olacağını değerlendirebilirler!.. Ve o nedenle Türkiye'nin böyle bir konum kazanmasını isteyebilirler!..'' Yahu, AKP'nin varsa böyle bir niyeti, bunu Türkiye'nin yarısı anlamıyor da sadece ''ulusalcı'' çevre ve CHP mi anlıyor? Yoksa halkı ''aptal''lıkla suçlarken bunu da mı kastediyorsunuz? İfadelerdeki ''demokrasi vurgusu!'' ile devam edelim: Bu vurgunun 28 Şubat'çı bir paşadan gelmesi ne kadar manidar değil mi? O zamanın seçilmiş koalisyon hükümetini ve bir partimizi post-modern darbe ile alaşağı eden, hukuk sistemimizde yeri olmadığı halde ulusumuzun bazı fertlerini  'fişleyen' sizler değil miydiniz?  Onlar mı bağışıyordu sizin ''çağdaş demokrasi'' anlayışınızla? Hem,  Demokrasi demokrasidir. Çağdaşı, çağdaş olmayanı olmaz. Yoksa, 28 Şubat dönemlerinde birileri demokrasi vurgusu yaparken, siz de; ''Türkiye'nin şartları başka'' derken kendi tanımladığınız bu ''çağdaş'' demokrasi anlayışından mı bahsediyordunuz? Sonra, halkın yöneticilerini seçtiği, seçebildiği bir ülkede yaşıyoruz. Hal böyle iken hala çıkıp ta; ''kabile şeflerinin başkan ya da başbakan olabildiği ülkeler'' benzetmesi yapıp, ulusumuzu bazı Arap ülkelerine benzetmeya çalışmakla ne elde edeceksiniz? AKP'yi öyle niyeti varmış gibi göstermeye çalışmakla elinize ne geçecek laiklik hassasiyeti olan insanlarımızı kandırmaktan başka. Bu, sandıkta oy kullanan 35 milyon insanımıza hakaret etmek değil midir? Meğer Paşamızın işaret ettiği kesim, ''2002 yılından beri gerçeklerin farkında'' imiş ve ''ülkede sergilenen kirli oyunları ve sarfedilen örtülü gayretleri görmekte'' imiş. Silahçıoğlu hiç merak etmesin. Halkın da, gittikçe artan bir şekilde farkına vardığı bazı şeyler var!... Silahçıoğlu'ndan öğrendiğimize göre aynı kesim ''son seçimlerde alınmış olan sonuca rağmen yine de yılgınlığa düşmemiş... Hâlâ direnç göstermeye devam ediyormuş''... ve ''Ulusun ve ülkenin geleceğini iç ve dış kaynaklı yıkıcı güçlere teslim etmemekte kararlı'' imiş. Silahçıoğlu'nun işaret ettiği ''kesim'' şunu anlamalı artık. Ortada ulusumuzu tehdit eden ''iç kaynaklı'' bir tehdit var ise, bunun adresi ''dindar kesim'' değildir. Asıl sorun bizi birbirimize düşman eden, bir araya gelmemizi engelleyen, yukarıda Cömert Paşamızın da işaret ettiği anlayışa ters hareket eden kesimlerdir. Ayrıca, son dönemlerde güvenlik birimlerimizin ortaya çıkardıkları ''vatansever!'' ve ''kuvvacı!'' çeteler asıl iç tehdit değiller midir? Halkımız asıl bu anlayışa hizmet ettiğini düşündüğü kişilere ve kesimlere şüphe ile bakmaya başlamamış mıdır?. ''Dış kaynaklar'' ise hepimizin ortak sorunu değil midir? Öyleyse bu yalnış adres göstermeler niye?..

Silahçıoğlu'ndan öğrendiğimize göre, Başbakan'ın; ''bir başka ülkenin yolunu göstermek'' şeklinde sergilediği ''talihsizlik'' örneği, ''bir başka ülkede daha yaşanmamış.'' Bu doğru değil elbette. Hem başka bir ülkeye gitmeye de gerek yok. Kendi ülkemize bakalım: Silahçıoğlu'nun bahsettiği ''çağdaş'' çevreler değil miydi ''Laikliği sevmiyorsanız Arabistan'a, İran'a gidin'' diyenler? Hem de dindarlara, sevip sevmediklerini bile sormayıp, sevmedikleri çıkarımını kendileri yapanlar?... Daha önce de söyledim: Bu ülkede dindar çevrelerin laiklikle bir sorunları yoktur. Aksine; belli bir kesimin kendi kafasına göre yorumlayıp uyguladığı, benim 'hastalıklı laikçilik anlayışı' şeklinde tarif ettiğim anlayışın karşısındadırlar. Bununla da bitmiyor. Aynı ''çağdaş'' çevreler değil miydi; ''Türbanlılar Arabistan'a gitsin'' diyen? Demirel değil miydi; ''İstemiyorlarsa Arabistan'a gitsinler'' diyen? Silahçıoğlu'nun yazısında savunduğu Bekir Coşkun değil miydi; ''Develere binip Arabistan'a gidin'' diyen? Demek ki neymiş: aynı talihsizlikler daha önce de yaşanmış, hem de bu ülkede... Herhalde bu ülkede kalma hakkını elde etmenin tek şartı; bu kişilerin kendi tanımladıkları ''laiklik'' anlayışına teslim olmak... Onun dışında başka bir şeye tahammülleri yok çünkü. Aynı anlayışın hala devam ettiği Silahçıoğlu'nun yazısının son kısmında kendisini ele veriyor; ''Ey başbakan; sen istediğin yaşamı sürdürebileceğin bir ülkeye gidebilirsin!... burası benim ülkem!...'' derken. Sen, istediğin gibi, ''İslami temellere bağlı bir yaşam sürmek istiyorsan Arabistan'a git'' şeklinde bir imada bulunmuş anlayacağınız. Kimse kusura bakmasın. Kimsenin bir yere gittiği yok. Gitmemelide. Hepimiz bu ülkede birlik ve beraberlik içinde yaşamayı, birbirimizin yaşam biöimine saygı göstermeyi öğrenmek zorundayız.

Yazımı Silahçıoğlu'nun yazısını noktaladığı aynı cümle ile bitirmek istiyorum. Çünkü bu yazıdaki; iki paşaya ait iki farklı yaklaşımı analiz etme gayretimin tek amacı da oydu: ''Ara sıra birilerine kim olduğunu hatırlatmak gerekir!.." 25 Ağustos 2007

23 Ağustos 2007 Perşembe

2007 Yılı ve Son Hamleler


Önemli taktik savaşlarına sahne oluyoruz. Savaş'ın en önemli cephesi ise Cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden yaşanıyor. Savaş dediysem, bir tarafın saldırdığı diğer tarafın ise kendisini savunmak zorunda kaldığı bir çekişmeden bahsediyorum. Daha önce de yazdım; belli bir ''oligarşik'' kesim gelişmeleri kabullense, Türkiye'nin demokrasi bağlamında geldiği noktayı iyi okuyabilse ve halkın yenilenmiş taleplerinin kendi istediklerinden farklı tezahür etmiş olmasını içine sindirebilse bu savaşı hiç yaşamıyor olacaktık. Herşey normal demokrasilerde olduğu gibi cereyan edecek, bizler de rahat edecektik. Beni, İnternet üzerinde kendi gazete-günlüğümü çıkarmaya teşvik eden en önemli hadise, işte bu taktik savaşları sürerken, 'aklıselim' cephesinde savunmaya destek vermek fikri oldu. Zira millet olarak, insanımızın birlik ve beraberliğinin tesisi adına elimizden gelen en ufak bir gayreti bile esirgemememiz gereken bir aşamaya geldik. Ben, buna, yazılarım içerisine 'birlik ve beraberlik mesajları' haricinde; 'yaşanan kavramlar savaşı' açısını da ekleyerek katkıda bulunmaya, elimden geldiğince, gayret ediyorum. Hani bir menkıbe anlatırlar: İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere iken bir kuş gelir ve gagası içerisinde taşıdığı bir miktar suyu ateşin üzerine bırakıverir. ''Ey kuş! senin getirdiğin sudan ne fayda gelirki'' diyenlere ise şöyle cevap verir: ''Olsun tarafımız belli olsun.'' Evet! demokrasi adına, hak ve adalet adına, bu milletin geleceği adına, milletimizin tüm fertlerinin birlik ve beraberliği adına tarafımız belli olsun. Belli çevrelerin, kavramlar oluşturma ve bu kavramlarla toplumun fertlerini iğfal etme; onların zihin kanallarını tıkayarak sağlıklı düşünmelerini önleme; birbirinden korkutarak ve nefret ettirerek birbirine düşman kutuplar oluşturma yönünde çok etkili oyunlarına şahit oluyoruz. Şimdiye dek bunda son derece muvaffak oldular. 2007 yılı, işte bu kesimlerin, uyanmaya başlayan halka karşı açtığı savaşın soğuk savaş örtüsünden çıkıp sıcak savaş şekline büründüğü yıldır. İlk yazılarımdan birinde de yazmıştım: 2007 senesinde, tarihlerinde hiç olmadığı kadar açık bir şekilde sahneye çıkmak ve birlikte hareket etmek zorunda kaldı bu kesimin bireyleri. Zira önceden, farklı kulvarlarda; farklı görünerek işlerini görüyorlardı. Buna ilaveten şunu da belirtmiştim, gene belirteyim: AKP aslında bu mücadelede 'diğer tarafın öncüsü' konumunda değil. Kendisi, bu savaşın ister istemez bir tarafı oldu. Asıl savaş, diğer bazı yazarların da ifade ettiği gibi, bu ''oligarşik'' yapılanma ile halk arasında yaşanıyor. Halk, bu savaşta sadece kendi taktiğini oynadı ve tavrını; demokrasiye olan vurgusu ve potansiyel katkısı dolayısıyla AK Parti adına belirledi. Ben de 'tarafım belli olsun' derken; halkın tarafını, demokrasiyi ve aslında gerçek Cumhuriyeti ve laikliği kastediyorum. Savaşın karşı tarafını analiz etmiştim önceki yazılarımın bazılarında.

Çocukluğumdan beri genellemeler yapmayı hiç sevmedim. Bu tarafları analiz ederken her zaman işime yaradı. Bu 'halkın talepleri' karşıtı grupta, maalesef, sadece mezkur ''oligarşik'' yapılanma yok. Halkın içinden, kendisinden kesimler de var. Bunlar çoğunluğu itibari ile; farklı dini eğilimleri, etnik yapıları, siyasi anlayışları olan kesimler. Onların bu farklı özellikleri millet yapımızın önemli bir dinamiği, çeşitliliği, rengi iken; bu ''oligarşik'' kesimler tarafından bir ayrımcılık malzemesi olarak kullanılmış, bir öteki oluşturmak gayesi ile manipüle edilmiş ve topluma korku salarak kutuplaştırmayı gerçekleştirme sürecinin dinamosu yapılmış. Anlayacağınız; aldatılmış, birbirinin kardeşi iken birbirine düşman hale getirilmiş, başarılı bir toplum mühendisliği oyununa kurban edilmiş halk yığınlarından bahsediyorum. İnsanlar gerçek manada, neden karşısındakini sevmediğini, istemediğini bilmiyor. Bu konuya bir ara mutlaka değineceğim. İşte aynı oligarşik elit, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini de bu amaçla kullanmak istiyor; bu sefer köşeye sıkışmış olmanın verdiği çaresizlikle; son hamle olarak. 2007 yılına bu gözle bakmak lazım.

Geçenlerde Aksiyon dergisinde (20 Ağustos 2007) bu gelişmeleri güzelce özetleyen bir ifadeye gözüm takıldı. Sizlerle paylaşmak isterim. ''Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığı süreci, siyasi tarih kitaplarına konu olacak gerilim ve manevralarla dolu. Geçtiğimiz dört ay içerisinde ibre birden fazla yön değiştirdi.'' Evet! birbirinden farklı farklı birçok ''yön değiştirmeler'' izledik bu dönemde. Hatta bu manevraların çoğu, mahiyetleri itibari ile birbirinden kopuktu. Bunda en önemli etken az önce de altını çizdiğim gibi; köşeye sıkışmışlık hissi ve buna bağlı olarak oluşan tahavvüf (korkuya kapılma) ve tahavvür (acelecilik) duyguları. Cumhurbaşkanlığı 'kalesini' kaybetmeme telaşı, Gül'ün (ve AKP'nin) ismi ve dindarlığı üzerine yoğunlaşma fikri, 'laiklik' ve 'Cumhuriyet' vurgusu ve niyet okuyuculuğu yapma çabası, sadece satranç tahtası üzerinde sergilenen bazı taktikler o kadar.

Resmettiğim şekilde, sürekli değişkenlik arzeden bu siyasi hamleler temeli olan bir düşünce sisteminden kaynaklanmıyor. ''Oligarşik'' elitlerimiz, nasıl hamleler yapacaklarını bilememenin ve kapıldıkları korkuların neticesi olarak ellerindeki son kartları da açıyorlar. Hem de pek derince düşünmeye bile gerek duy(a)madan, aceleci bir tavır içerisinde. Bu neden mi böyle oluyor? Söyleyeyim: Eskiden aynı kartları gene kendi koydukları kurallar çerçevesinde açarak oyunu galip olarak sürdürebiliyorlardı. Yani oluşturdukları 'düşünce illüzyonu' ile halkı kandırabiliyor, yönlendirebiliyorlardı. Dindar kesimleri baskı altında tutarken kullandıkları en önemli yöntem de bu idi. Ancak artık oyunun kuralları değişti. Artık halk benim seçtiğim birileri kartları açsın ve dağıtsın, oyuna öyle başlayalım diyebiliyor. Sonra da; oyunun kuralları; ''laikçilik'', ''Cumhuriyetçilik'', ''kemalizm'', ''türban'', fundamentalizm'' değil; 'dine saygılı gerçek laik düşünce', 'Cumhur'un temsil edildiği gerçek Cumhuriyet anlayışı ve demokrasi', 'Atatürk sömürüsü değil, gerçek Atatürk düşünce sistemi', 'hiç bir karşılığı olmayan türban lafazanlığı değil başörtülü insanlara saygı' anlayışı olsun diyebiliyor. Bununla da kalmıyor; aynı kişilere her sıkıştıklarında ''dinci'', ''yobaz'' gibi kartları açabilme; yani 'Joker' kullanma hakkını vermek istemiyor. Tersine, bunun yerine gerçek 'hukuk ve adalet' anlayışının ikame edilmesini ve insanların bu zaviyelere bağlı kalarak tanımlanmasını arzu ediyor. Henüz, halkın tamamı bu değişim talebini idrak edebilmiş değil. Bunun en önemli nedeni de; işte bu ''oligarşik'' toplum mühendislerinin halkı; dinci, yobaz, laik, sağcı, solcu, ülkücü, tarikatçı, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, ulusalcı, vatansever, Kuvay-ı Milliye vb. kalıpların içine hapsedebilmiş olmaları ve birbirine düşman hale getirebilmiş olmalarıdır. Türkiye'de belirli kesimlerin, senelerdir hep ''dinciler ülkeyi ele geçirmeye çalışıyor'' fırtınaları koparmalarının ve bu sanal gelişme karşısında bir ''laikçi'', şimdilerde de (artık bu da yetmediği için olsa gerek) ''ulusalcı'', kıta oluşturmaya çalışmalarının temel gayesi budur.

Bu birbirinden kopuk ve bir telaşın neticesi olan taktikler neler miydi? Neler görmedik ki... Bunların çoğuna da yazılarımda değinmeye çalıştım elimden geldiğince. Bu son bir kaç ayın 'kriz tetikçisi medya' dışındaki bireyleri tarafından da ele alındı bu konular. Önce Gül'ün ismi üzerinde fırtınalar kopardılar. Bunun bir sonuç getirmeyeceği anlaşılınca, AKP yönetimi içinde -yalan haberlerle- çatlak oluşturmaya çabaladılar. Bazı insanlarımızın yukarıda bahsettiğim farklı siyasi temayüllerini istismar edip ''Cumhuriyet mitingleri tertip ettiler. Bu da yetmedi; ''ordu ne der'' yaygaraları çıkardılar. İçlerinde paniğe kapılıp (anti-Amerikancı!, solcu!) bilindiği halde ''Bush birşeyler yap'' diyenler bile oldu. Bu da yetmeyince Hudson enstitüsünde felaket senaryoları tartışanları bile gördük. Tüm bu çabalar bir netice vermediği gibi aksine sandıkta ters tepince; bu ekip iyice panik yapmaya ve küstahlaşmaya başladı. Seçim sonuçlarının hemen ardından, halkı; ''aptal'' ve ''televizyon karşısında karnını kaşıyan pijamalı'' ahmaklar olarak tanımlayabildiler. O kadar küstahlaşabildiler anlayacağınız. Bu hakaretleri ile dahi içlerindeki kin ve öfkeyi bastıramadılar ve Hürriyet'ten Bekir Coşkun gibi birisi çıkıp, ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' diyebildi. Hem de bu; milletin ananelerine ve dokusuna hiç uymayan bir terbiyesizlik örneği olduğu halde. Böylece Gül'ü istemeyen (ama bunun gerçek nedenini de bilmeyen) talihsiz ve masum bazı insanlarımıza bu terbiyesizliği de öğretmiş oldular. Artık bundan sonra insanımız birbirini, başındaki Cumhurbaşkanı ile tanımlar hale bile gelebilir, aradaki kutuplaşma iyice belirginleşebilir. Daha öncede söyledim; Anadolu insanı liderlerine saygılıdır diye. Eleştirir; ama dışlamaz, küstahlaşmaz, saygılı davranır demiştim. Demirel'i bile saygı ile karşılayıp başının üzerine koydu bu halk. Sezer ise yaşadığı en büyük talihsizlik olduğu halde, ona karşı da sabırlı davrandı ve saygıda kusur etmedi. Geçenlerde Nuh Gönültaş (Zaman, 21 Ağustos 2007) bu hislerini çok iyi özetleyen bir yazı yazdı. Ondan bir alıntının ardından taktikler savaşında kaldığımız yerden devam edelim. ''Herkes onu (Sezer'i kastediyor) bir adet özgürlükçü konuşmasına kanıp benimsedi. Ama o hiç de benimsediğimiz gibi çıkmadı. Türkiye'ye koskoca yedi yılını harcattı. Hiç de konuştuğu gibi çıkmadı. Meğer Cumhurbaşkanı olmak için takiyye yapıyormuş. Biz O'nu reddettik mi? Hayır? Sonuna kadar sabrettik... Sezer'i sevmedik, ama tahammül ettik. Öyle pek de tahammül edilebilecek birisi olmadığı halde. Hiç de tarafsız olmadığı halde, hiç de Cumhurbaşkanı olabilecek asgari nitelikleri taşımadığı halde...''

Daha neler duymadık ki bu taktik savaşları süresince. Bir ara birileri çıkıp, ''Gül aslında hiç başarılı bir Dışışleri Bakanlığı yapmadı'' diyerek dikkatleri başka yöne çevirmeye ve lafı; ''bak bu yüzden iyi bir Cumhurbaşkanlığı da yapamaz''a getirmeye çalıştı. Hem de Sezer'in, görevi boyunca yalnızca bir kez yurt dışına çıktığını bildikleri halde. Sesleri cılız kalınca, bu sefer yeni bir; ''iyi niyet taktiği'' denemeye başladılar. İşte bu, siyasi sahnemize kazandırdıkları son taktiğin adı olan ''Aman ha rövanş almayın'' ikazıdır! Bu son gelişmeyi çok güzel bir şekilde özetledi Ekrem Dumanlı son yazısında (Zaman, 20 Ağustos 2007). Dumanlı'ya göre bu ''berbat'' kelime tercihini yapanlar içerisinde bazı sağduyulu insanlar olabilir. Kanaatimce bu tercih; ifade ve sunuluş tarzı ve zamanlaması itibarıyla, benim yukarıda arzettiğim 'korku ve telaş atmosferinde atılan adımlar' sürecinin son halkasıdır. Ama en sonuncusu değil. Göreceğiz... Bir yandan endişelerini izhar ederken bir yandan da peşlerine taktıları kesimlere yeni bir refleks öğretmeye çalışıyorlar. 'Yeni bir kavram çerçevesi oluşturma' diye nitelendirdiğim taktiğin adı bu. Önce bir kavram çerçevesi oluşturup insanların eline veriyorsunuz. İleriki bir zamanda da belirli toplumsal malzemeleri, söz ustalıklarını ve düşünce manipülasyonlarını kullanmak sureti ile bu çerçevenin içini dolduruyorsunuz; kandırdığınız kitlelerle beraber. Sonra herkes bu içi doldurulmuş çerçeveleri alıp beyin-zihin-kalp hanelerinin duvarına asıyor. Bu son taktik de işte böyle birşey. Oluşturulan yeni 'kavram' yani çerçeve; ''rövanş'' kavramı. Gül seçildikten ve bakanlar kurulu atanıp (daha onun yaygaraları başlayacak) hükümet göreve başladıktan sonra, onun bazı uygulama, atama ve politikalarını ''bak rövanş alıyorlar gördünüz mü? İşte bunlar böyledir zaten... Takiyye yapıp fırsat kolluyorlar zaten... Sıra Cumhuriyeti yıkmaya da gelecek...'' tarzı söylemlerle (propagandalarla) eleştirecekler ve bu çerçevenin içini istedikleri gibi dolduracaklar. Bir sonraki seçimde ise, onu duvardan indirerek kullanmak isteyecekler.

Bu noktada haklı olarak soruyor Dumanlı ''Neyin rövanşı'' diye ve ekliyor: ''Hangi maçın rövanşından bahsediliyor, kim kimden rövanş alıyor, önceki maç(lar) ne zaman yapılmıştı, bu zamana kadar skor tabelasında bir şeyler yazıyordu da insanlar farkında mı değildi?...''Evet!, neyin rövanşından bahsediyorlar kimse anlayabilmiş değil. Acaba birşeyin rövanşını mı almamız gerekiyor diye endişeye kapılıyor insan. Soruyu tersinden sormak istiyorum: Acaba, işler ters gitse ve bir şekilde siz halkın demokratik tercihini baltalamayı, AK Partiyi alaşağı etmeyi başarsanız; AK Partiye oy verdi diye ''aptal'' olarak nitelendirdiğiniz halktan ''rövanş'' mı alacaksınız, size bu korkuları yaşattığı için?... ''Az kalsın Cumhurbaşkanlığı kalesini ve diğer kalelerimizi kaybediyorduk'' diyerek, sonra da işaret parmağınız ile üst damağınızın içini kaldırarak; aman aman mı diyeceksiniz?... ve bunun rövanşını nasıl alacaksınız?...

Bu ''rövanş'' kelimesinin tercih sebebini analiz ederken güzel bir tahlil yapıyor Dumanlı. Okuyalım: ''Rövanş kelimesinin arkasında soğuk bir tasnif bulunuyor: SİZ ve BİZ. Açıkçası, muhatabını ötekileştiren bir tabirden bahsediyoruz. SİZ derken ülke yönetimine ortak edilmeyen, edilmesi de düşünülmeyen hatta dışlanan geniş bir kitleden bahsediliyor sanki. BİZ'in anlamı daha değişik. Her halükarda yönetimi elinde tutan, en azından önemli mevkilerinde iyi mevzilenmiş, eğitimli, bakımlı, güçlü bir topluluktan söz edildiği anlaşılıyor. ''Sanırım, buraya kadar ele aldığım hususları iyi özetliyor bu cümleler. ''Taktik savaşının tarafları'' tabiri altında takdim ettiğim grupları ise kısmen de olsa özetlemeye yarıyor.

Yukarıda izah ettiğim gibi; bu halk kesiminin bir kısmı, sanki farklı bir talebe sahip imiş gibi görünse de; mezkur ''oligarşik'' kesimin talepleri ile paralellik arzeden hassasiyetlere sahip olsada, gerçek hiç te öyle değil. Aslında bu kişiler de demokrasi istiyor. Ama şimdiye kadar farklı kavramlar ile oyalandırıldıkları için toplumun geri kalanı ile aynı şeyleri istediklerinin farkında bile değiller. ''Laiklik'' ve ''Cumhuriyet'' gibi kavramlardan bahsediyorum. Dada önce de yazdım; bu ülkede dindarların laiklik ile bir sorunu yoktur diye. Hele Cumhuriyet ile hiç yoktur. Siz, Çölaşan'ın IBDA-C'nin yayınladığı dergiden alıntı yaparak öyle imiş gibi göstermesine bakmayın. Ne Cumhuriyeti ne de laikliği yıkmaya çalışmıyor dindar kesimler. Sadece belli talepleri var. Müslümanları ezen; garip ve marjinal ''laikçilik'' anlayışından bıkmış durumdalar. Bir düşman gibi algılanmamak ve dinlerini (her türlü kıyafeti ile) özgürce yaşayabilmek istiyorlar. Esasen, kendisini laik olarak tanımlayan birçok kişi bu isteğe olumlu yanıt verebilecek karakterde. Geçenlerde Ali Bulaç'tan alıntılayarak ifade etmiştim. CHP seçmenlerinin yüzde 65'i başörtüsüne karşı değil. Karşı olanlarda ''türban'' kavramı etrafında sahnelenen bir düşmanlaştırma operasyonun kurbanları. Karşısındaki ile gerçek bir diyalog kursa, onun kötü bir niyeti olmadığını, aynı ülkenin insanı olduğunu anlayacak. Böylece düşmanlıklar yerini karşılıklı anlayışa hatta belki (eskiden olduğu gibi) kardeşliğe bırakacak. İşte o zaman bu insanlar bir araya gelip konuştuklarında ''vay be aslında hepimiz aynı şeyleri talep ediyormuşuz'' diyebilecekler. Evet, bu savaşın halk tarafının ne istediği gayet açık. O da gerçek demokrasi ve gerçek Cumhuriyet; yani Cumhur'un iradesini eşit bir şekilde hayata geçirebilmesi...

Peki bu isteğin karşısında kimler var. Bilerek ya da bilmeyerek bu taleplerin önüne geçmeye çalışan; ya da kendisini bu savaşta 'kaybedecek' olan cephenin içinde bulan kişi ve kurumlar kimler? Ünlü tarihçimiz Kemal Karpat'a göre (Aksiyon, 20 Ağustos 2007); bu süreçte kötü not alarak sınıfta kalan dört kesim var: Cumhurbaşkanı Sezer, yargı, ordu ve CHP. Ben bunlara bazı basın-yayın organları ve yazarlarını, bazı ulusalcı çevreleri ve yukarıda nasıl kandırıldıklarını izah ettiğim halk kesimlerini de eklemek isterim. Bunların bir kısmı, kendisini istemeden cephenin içinde yada önünde bulmuş olan, hatasını görüp ders alabilecek yetenekte olan çevreler. Kalan kısmı ile işimiz zor. Kendini akıllı sanan cahillerle uğraşmak en zor iştir çünkü. Bunların haricindeki, mezkur ''oligarşik'' elitin bireyleri ise; bu grupların bazılarının ve bürokrasinin içerisine sızıp, el altından ve gizlice faaliyet gösterip, bu grupları iğfal ettikleri için, savaşın asıl tarafları konumundalar.

Sezer ile başlayalım. Karpat'a göre Sezer, bu ''sınıfta kalanlar'' listesinin başında geliyor. Bakın neler diyor Karpat Sezer hakkında (yukarıda Sezer ile ilgili yazdığım bölüm ile birlikte okumanızı öneririm): ''Sayın Sezer'in bilhassa Türkiye gibi geçiş noktalarında bulunan, ekonomisi, siyaseti hassas dengeler üzerinde duran bir toplumda ideolojik bir tutum içinde bulunmaması, bitaraf bir kişi gibi hareket etmesi gerekiyordu. Maalesef Cumhurbaşkanı bekleneceği gibi bitaraf ve uzak görüşlü çıkmamıştır. Hakikaten Sayın Sezer Türkiye siyasi tarihi muhakeme edildiği zaman bence hiç de parlak gözükmeyecektir. İdeolojik hareket ederek, elindeki bütün hukuki imkânları kullanarak kendi görüşünü veyahut temsil ettiği kimselerin görüşünü uygulamaya çalışması hiç de iyi olmamıştır. ''Bu satırları okurken hangi Sezer'den bahsediliyor hatırlayalım: Ecevit gibi mülayim bir insanın suratına anayasa kitabını fırlatarak yaşadığımız büyük ekonomik krizin kapısını aralayan; göreve geldiği 2000 senesinden 2002 senesine kadar mecliste ''türbanlı'' eşleri kabul eden; ancak AKP iktidara gelince ''türbana'' savaş açan; ''kamusal alan'' gibi bir kavramı hukuki kapsamından (konteksinden) çıkararak başka bir boyut kazandıran ve bunu beyinlerimize kazıyan; elinden gelse memleketin her karışını ''kamusal alan'' ilan edebilecek bir az(g)ınlığın teşvikçisi olan (YÖK başkanı Teziç'in polisin kimlik sorduğu yer de kamusal olan olmalı lafını hatırlayın); dindar olduğu için Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç adına taziye yayınlamayan; Hanuka'yı tebrik eden ancak Ramazan'ı tebrik etmeyen; gezdiği tek üllke (o da AKP'ye tepki vermek için) İsrail olan; AKP'lilerin olduğu mekanlarda son derece asık bir surat ile gazetelere resim veren; Türkiye Cumhuriyetinin 'veto' rekorunu kırarak AKP'ye adım attırmamaya çalışan; tek başına muhalefet görevini üstlenmiş olan; görev süresi dolduğu halde görevini bırakmayıp kritik noktalara yaptığı atamalara devam eden; çok tutumlu bilindiği halde, ''ulusalcı'' kanal olan KanalTürk'e önemli miktarda 'CHP propagandası' parası veren; İlhan Selçuk'u fikir babası belirleyip sürekli köşkte ağırlayan... bir Sezer. Yaşadığımız talihsiz yedi yılı işte bu cümlelerle özetleyebilirim. Kendisini göklere çıkaran bazı CHP sempatizanları ile konuştuğumda bunun nedeninin Sezer'in yukarıda saydığım özellikleri olduğunu anladım. Ama daha önce de belirttiğim gibi; bizler (dindar veya değil) Anadolu insanlarıyız. Eliştiririz; ama ''benim Cumhurbaşkanım değil'' deme küstahlığını ve terbiyesizliğini sergilemeyiz. Sezer benim de Cumhurbaşkanım idi. Görsem, milletimi temsil etmiş bir insan olduğu için elini bile öperim. Ancak bu benim, onun Cumhuriyet tarihimizdeki en kötü Cumhurbaşkanı olduğu yönündeki fikrimi değiştirmez. Hürriyet'ten Bekir Coşkun bu entellektüel ve ahlaki düzeyde olmayabilir.

Karpat'ın demokrasi sınavında ''sınıfta bıraktığı'' ikinci ve üçüncü kesimler yargı ve ordu. 2007 yılı, maalesef, yargının bizleri en çok hayal kırıklığına uğrattığı yıl olmaya aday. Önce, tek tek ortaya çıkarılan ''vatansever!'' ve ''kuvvacı!'' çeteler içerisinde bazı hukuk menzuplarının isimleri geçmeye başladı. Bir yandan da, Sarıkamış hadisesinde olduğu gibi, olayın üzerine giden savcı bazı hukuk çevreleri tarafından alaşağı edildi. Bunların haricinde Yargıtayımız, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen evvel, gayr-i kanuni ve adaletsiz yorumlarla, bizleri 367 kuralının batağına itti ve ülkeyi bir seçim atmosferine sokarak, enerjisini boşa harcattı. Ayrıca, Baykal'ın ''kötü şeyler olur'' tehditlerine boyun eğip, hukuku politize etmiş ve yargının bağımsızlığına gölge düşürmüş de oldular. Ordu ise her zaman bildiğiniz ordu... Ne yazık ki, hala siyasetin dışında kalmayı başaramamış; ''laiklik'' ve ''Cumhuriyeti'' koruyacağım derken aslında tam olarak neyi koruduğunun bilincine varamamış; toplumun önemli bir kesimini düşman olarak görmeye devam eden; 2003-2004 yıllarında iki adet ihtilal planladığı ortaya çıkarılmış olan bir kurum haline geldi Ordumuz. Hepsi bu değil elbette. İçlerinde önemli sayıda 'akliselim' sahibi, değerli komutanlarımız da var; ancak seslerinin belli bir azınlık kadar çıkmadığı ortada. Bunlara ilaveten şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: 2007 senesinin bir özelliği de, ''memleketi kurtarma!'' sevdasına kapılmış (neye karşı kurtaracaklarsa) ''kuvvacı'' ve ''vatansever'' bazı çetelerin parladığı yıl olması. Çok şükür ki; emniyet güçlerimiz olaylara zamanında müdahele ederek, bu çetelere adım attırmadılar. Bu çetevari örgütlenmelerin içerisinde hatta liderliğinde önemli sayıda emekli komutanın bulunması da ordumuzun imajına zarar veren gelişmelerden oldu bu süreç yaşanırken.

Sınıfta kalanların sonuncusuna gelince... CHP, bu grubun hem en tembeli hem de en haylazı oldu. Daha önceki yazılarımın bir kısmında bunlara değindim ve CHP'nin hatalarından ders alma gibi bir eğiliminin asla olmadığından bahsettim. Baykal tüm agresif ve saldırgan söylemlerine tam gaz devam ediyor. Gün geçmiyor ki; Baykal yada CHP sıralarından talihsiz bir açıklama duyulmasın. Bir yandan MHP'ye, sen niye sınava (meclisteki oylamaya) katıldın, sınavı boykot etmedin diye yüklenirken, bir yandan da yeni kavramlar üzerinden yürütülen taktik savaşına devam ediyorlar. Bunların bir kısmını önceden ele almıştık. Sonuncusu ise, ''ılımlı İslam'' retoriği.

Evet, kavramlar üzerinden yürütülen mücadelenin (simdilik) en son halkasına geldi analiz sırası. ''Ilımlı İslam.'' Ne kadar da masum bir ifade degil mi? Okuyan İslam'a ve bu kavramın kapsamına dahil olan Müslümanlara övgüde bulunulduğunu bile düşünebilir. Geçenlerde Mümtazer Türköne konuyu gayet güzel bir şekilde özetledi Zaman'daki (22 Ağustos 2007) köşesinde. Belirttiğine göre, ilk olarak Amerika'nın Irak'taki komutanı tarafından ortaya atılmış bir kavram bu. Yani anlayacağınız, Amerika'dan devşirdiğimiz yeni bir kavram... ''İslami terörist'' (İslamic terrorists'' bunların en etkili ve yaygın olanı. Geçenlerde başkan Bush, gündemimize yeni bir kavram daha sokmaya çalıştı; ''İslamik faşizm'' (Islamo-fascism). Şimdilik bu yoğurdun mayası pek tutmadı gibi görünüyor. Çok duyduğunuz başka bir tabire geçelim: ''Takiyye''. Evet, bu kavram da, bizzat Amerikalı, birkaç Yahudi kökenli bürokrat tarafından Cumhuriyet Gazetesinin iki yazarına öğretildi. Açın Hasan Cemal'in itiraflarına bakın. O gün bu gündür; memleketteki tüm dindarlar ''takiyye'' yapmakla suçlanıyor. Nihayet, en son doğan kavramımızın adı: ''Ilımlı İslam''. Elbette o komutan bu tabiri ortaya atarken; Türkiye'ye ihraç edilsinde biraz hır-gür çıkartmış olalım şeklinde düşünmemiştir. Bunu yaparken, belki de silahlı mücadele etmeyen diğer Müslümanların tavrına atıfta bulunmak istemiştir. Nitekim, Türköne bu konuda şöyle bir çıkarsamada bulunuyor: ''Kullananlar muhtemelen şiddete, sert muhalefete ve totaliter bir ideolojiye yer vermeyen dinî tezahürlerin tamamını amorf bir şekilde 'ılımlı İslam' başlığı altında toplamaktadır.'' Bizim ''oligarşik'' kesimin, bu tabirin üzerine hemencecik atlayıp, propagandalarının bir malzemesi haline getirmelerinin başka motifleri var elbet. Türköne çok haklı ve yerinde olarak bu kavramın altının boş olduğunu, hiçbir temele dayanmadığını ifade ediyor. Son derece haklı bu değerlendirmesinde. Daha önce de izah etmiştim: Bu kesimin en önemli 'toplum mühendisliği' taktiği de bu zaten. Ortaya bir kavram at; ya da Amerika'dan ihraç et; sonra her türlü propaganda malzemesini kullanarak onun içini doldurmaya çalış; muğlak bırak ki sonradan istediğin yöne esnetebilme şansın olsun; ardından da istediğin kişi ve kurumları bu kavramın içine hapsetmeye çalış ve bunu halkın beynine kazı... İşte stratejinin genel özeti budur.

Şimdi yeni tabirimize geri dönelim. Sizce başta CHP lideri olmak üzere bazı yazarlar, Sezer ve maalesef bazı komutanlar bu ifadeyi hangi bağlamda kullanıyor olabilirler? Yapmaya çalıştıkları şey ''takiyye'' kavramına yeni bir libas (elbise) giydirmeye çalışmaktan ibaret olmasın sakın. ''Dinciler sinsi bir şekilde; ılımlı, uyumlu, demoktarik görünerek hareket ediyorlar... istediklerini elde edince gerçek planlarını ortaya koyacaklar'' demek istiyorlar kanaatimce. Daha doğrusu; öncelikli olarak ortaya muğlak bırakılmış, esnetilebilecek bir kavram (çerçeve) atıyorlar. Ardında da, bazı basın-yayın organlarını kullanarak, bu çerçevenin içini istedikleri gibi dolduracaklar ve milletin, onu, zihin duvarlarına asmalarını sağlamaya çalışacaklar. Buna paralel olarak bir kanaatim de şudur ki; bu tabir laiklik hassasiyeti olan kesimleri daha çok korkutmak için de kullanılacak. Geçen gün NTV'de katıldığı bir programda gene atıp tutmuş Baykal. Demokrasiye karşı verilen savaşta nasıl en önlerde çarpıştığının göstergesi olan açıklamalarına devam etmiş. Konuşmasında, ''Ilımlı İslam'' tabirini kullanarak ardından da bu tabire alıştığını; ''Türkiye'nin artık laik devlet olmaktan çıktığını'' ifade eden Baykal, bakın konuşmasını nasıl devam ettirmiş: ''Biri bir gün der ki; kaldırın bunu, dinimiz neyse oyuz'' (Yenişafak, 22 Ağustos 2007). Buraya kadar anlatmak istediklerim sanırım şimdi daha net anlaşılıyordur... Bu ''Ilımlı İslam'' polemiğini takip etmeye devam edeceğim.

Okuduğunuz bu yazının CHP ile ilgili bölümünü yazmak bir sonraki güne kalmıştı vakit darlığımdan dolayı. İyiki de kalmış. Zira bir gün sonra okuduğum bir haber, yazının CHP ile ilgili olan bölümünü kapatmak için son derece uygun görünüyor. Hem de o kadar uygun ki; şimdiye kadar ''CHP zihniyeti'' bağlamında yazdığım yazılara ve iddialarıma bir CHP'linin ağzından kabul veriyor. Bakın ne diyor eski içişleri bakanlarından CHP'li Hasan Fehmi Güneş: "Biz iktidar olmasak da rejim bizden sorulur'' (Zaman, 23 Ağustos 2007). Bu konuda yazılanları bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. CHP'ye bazı sorular yöneltip yazımızı noktalayalım: Halkı daha fazla ne kadar kandırmayı düşünüyorsunuz? ''Laiklik'' dediğiniz kadar; bir gün ''demokrasi'' demeyi ne zaman öğreneceksiniz? Kitaplar açıp gerçek laiklik nedir diye hiç merak etmeyecek misiniz? Dindarların gerçekte laiklikle ve Cumhuriyet ile bir sorunları olmadığını ne zaman göreceksiniz? Bir Müslüman'ın ''takiyye'' yapmasının dinin bizzat yasakladığı birşey olduğunu ve bu nedenle de böyle birşey yapmalarının ''caiz'' olmadığını ne zaman anlayacaksınız? Sorular sorular...

İlave:

Bu yazıda bahsi geçtiği için bir ilavede bulunayım; Bekir Coşkun'un, ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' açıklaması ile ilgili. Bunun son derece talihsiz ve terbiyesizce bir tavır olduğunu yazmıştım. Küstahlıklarına devam ediyor Coşkun ''Gidecek yerim yok...'' başlıklı yazısında (Hürrüyet, 22 Ağustos 2007). ''Ben bu ülkeyi severim. Amerika'da okuyan kızlarım yok. Oğluma Washington'da iş vermediler'' diyor. Hürriyet Gazetesi yazarlarının içine düştüğü entellektüel düzeyin bir göstergesi daha. Bir insanın çocuklarını yurt dışında okutması ne zaman vatana bağlılığının bir ölçüsü oldu. Bugün belkide, yurt dışına evlatlarını okumak için göndermiş olan insanların en çok okuduğu gazetenin bir yazarısın sen. Tartışma senin Cumhurbaşkanlığı makamına karşı olan kusurlu bakışından dolayı ortaya çıktı. Tartışmayı bu ifadelerle süsleyip üste çıkacağını mı sanıyorsun?... Sayın Erdoğan her ne kadar haklı bir tepki ortaya koysada, bunu son derece yalnış seçilmiş cümlelerle yaptı. Danışmanları kimler çok merak ediyorum. Bu beyanatı ile ''krizci medyaya'' arayıpta bulamadığı yeni bir polemik yaratma fırsatı verdi Başbakan. Zaten Hürriyet, bugünkü sayısında ''Coşkun'a sivil toplumdan destek yağıyor'' haberi ile bu iddiamı destekleyecek bir haber yaptı. Yeni bir krizimiz daha oldu... Hayırlı olsun. Bu noktada şunu da hatırlatmak lazım Coşkun ve sözcüsü olduğu ''oligarşik'' azınlığa: Bu halkın önemli bir kesimini oluşturan dindarların da gidebilecekleri başka bir yer yok. Onlar da bu ülkeyi sizin kadar, belki daha fazla seviyorlar. Demirel gibi ortaya çıkıpta ''başörtülüler gidip Arabistan'da okusun'' sözleri ile bir yere varamayacaksınız. İstemesenizde bu halkın seçtiği Cumhurbaşkanına saygı duymak ile mükellefsiniz. Sevmek zorunda olmasanızda... Bu da böyle biline... 23 Ağustos 2007

18 Ağustos 2007 Cumartesi

''Suret-i Hak'' mı Dedin?

Şunu açıkça belirterek sözlerime başlayayım: Ben Hürriyet, Milliyet vb. bazı gazetelerdeki yazarları hiç okumam. Buralardan yaptığım alıntıları kesinlikle başka yazarların yazısında farketmiş, eğer mutlaka ele almam gereken bir konu ise, ancak o zaman gidip okumuşumdur. Onları okumamanın entellektüel anlamda hiçbir eksikliğe neden olmayacağını düşünürüm. Okumanın ise, hiçbir fayda sağlamayacağını; aksine kişiyi agresif, öfke dolu, başkalarına karşı önyargılı bir hale sokacağını, zihinlerini bir 'temelsiz düşünce' garabetinin içine hapsedeceğini düşünürüm. Geçenlerde, Amerika'da doktora yapan arkadaşlarla ''halkımızın 'boyalı' ve 'kriz pompacısı' basına karşı olan ilgisini azaltmak, onların entellektüel derinliğini artırma noktasında önemli bir adım mıdır?'' tarzı konuları tartışırken bir tanesi; ''bu yazarların çoğu neden hep alt alta, birkaç cümle sıralayarak yazıyorlar?'' şeklinde bir soru yöneltti. Ona ilk söylediğim şey şu oldu: ''Bir düşünce birikimini paragraflar içerisinde ve arasında bir dantela örer gibi örebilmek, sonra da onlardan bir bütün kanaviçe oluşturabilmek her babayiğidin harcı değildir... Bu bir derinlik, yetenek ve meselelere vukufiyet gerektirir... Bunu başaramadıkları için çoğu; yazmak istedikleri (yada kendilerinden yazılmasını istedikleri) düşünce kırıntılarını alt alta, madde madde, cümle cümle sıralamak zorundadırlar... Ellerinden bundan fazlası gelmez... Onların çoğu, gerçek 'aydın', 'entellektüel' filan değil; sadece 'kalemşörlük' yaptırılmak üzere o köşelere konulmuş, sonra da enaniyet gazı ile şişirilmiş balonlar...'' Meğer herkes benzer görüşleri paylaşıyormuş... Ama şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Bu kişilerin bazıları 'kalemşörlük' sevdasından vazgeçip, asli yeteneklerini ve gerçek ilgi alanlarını içeren yazılar yazmaya başlasalar, o zaman entellektüellik basamağında kendilerine bir yer edinebilirler.

Daha önce de ibraz etmiştim. Amacım hiçbir zaman bu tür yazarların yazdıklarına göz atarak onlara laf yetiştirmek değil. Bunun sonu yok, çünkü hiçbir zaman yılmayacaklar. Bazılarının kendilerine biçtikleri belli vazifeleri var, onu gerçekleştirme peşindeler. Bazıları ise egoları okşanmak suretiyle, belli çevrelerin 'kalemşörlüğüne soyunduruluyorlar. Bu ülkede bir kaç yazar bir araya gelip, birbirlerine ''destek olacaklarına dair silah üzerine'' (Taha Kıvanç, Yenişafak 17 Ağustos 2007) yemin edebiliyor. Bunu yaparken de nedenlerinden birisinin ''basında yaşanan yozlaşma'' olması ise kendi içinde bir kısır döngü. Tavuk-yumurta meselesi anlayacağınız. Bu kişilerin bazıları hangi gazetenin tepesindeler sizce? Daha geçenlerde ''ilkeli yayıncılık'' adına ''gazetedeki çıplaklık'' tan vazgeçeceklerinin reklamı yapan, ama ne yazık ki bunu tam olarak başaramamış olan gazete... Bu meselenin bir yönü. İkinci yönünü, zaten bu yazarların yazılarındaki 'entellektüel düzeyi!' irdeleyerek göstermeye çalışıyoruz. Yani, halkımızın kelime ve söz oyunları ile nasıl iğfal edildiklerini, birbirine nasıl düşman hale getirildiklerini, algılarının nasıl şartlandırıldığını ve zihinlerindeki sağlıklı düşünce kanallarının nasıl tıkatıldığını... Size yapılmış gerçek bir deneyden bahsedeyim yeri gelmişken. Bir videoda altı kişiyi izlediğinizi düşünün. Bunlardan üç tanesi beyaz tişört, diğer üç tanesi de siyah tişört giyiyor. Bu siyah-beyaz grupların her birine birer top veriliyor. Sonra sizden, video başladığında, beyaz gruptaki kişilerin ellerindeki topu diğer bir kişiye atmak suretiyle toplam kaç pas yaptıklarını saymanız isteniyor. Görüntü sona erdiğinde ise, sizden sayı tahmininiz ve başka bir ilginçlik görüp görmediğiniz soruluyor. Benim gördüğüm herkes tahmini bir sayı dışında birşey söyleyemedi. Oysa görüntüyü aynı kişilere bir kere daha izlettirdiğinizde şunu farkediyorsunuz: Siyah ve beyaz gruptaki kişiler (herkes sadece kendi grubundan birisine olmak üzere) birbirlerine top atarlarken; aralarından, siyah bir yaratık kıyafeti giymiş bir kişi geçiyor, ortalarında duruyor ve el salladıktan sonra yoluna devam edip kareden çıkıyor. İlginç değil mi? Anlatmak istediğim şu: Bizdeki ''hakim medyanın'' ve onların bazı yazarlarının (bu guruba bazı siyasetçileri, siyasi çevreleri ve ulusalcı propagandanın piyonlarını da ekleyebilirsiniz) yaptıkları iş tam da bu: Milletimizin algılarında, yeni kavramlar ve söz kaymaları oluşturma ve kelimelerle oynama yöntemleri ile öyle 'yalnış yönlendirmeler' yapıyorlar ki; insanımız siyah-beyaz şeklinde ikiye bölünmüş grupların (gene bu çevrelerden öğrendikleri) kusurlarını sayarken, aralarda cirit atan garip kılıklı gulyabanileri ve onların gerçek niyetlerini (suret-i hak! - buna birazdan döneceğiz) farkedemiyorlar. İşte 'akl-ı selim' sahibi herkese düşen; insanların aynı görüntüyü (illüzyonu) bir seferde, saymadan (birbirlerinin ayrılıklarına, farklılıklarına, düşmanlıklarına! bakmadan) izlemelerini sağlamaktır. İşte ancak o zaman, toplumun birbirinden koparılmış parçaları bir araya gelebilirler; aynı geminin yolcuları, aynı ülkenin evlatları, birbirlerinin kardeşleri olduklarını tekrar hatırlayabilirler. Şimdi tekrar sorayım: Bu yazarları silah üzerine yemin ettirecek kadar birbirlerine destek olmaya teşvik edecek korku ne olabilir dersiniz? Geçenlerde Çölaşan Hürriyet'ten kovuldu. Kendisine silah üzerine destek sözü verenler ne tarz bir destek verecekler; vermezlerse, silah üzerine verilen söze uymamanın neticesi nasıl olacak çok merak ediyorum doğrusu.

Böyle uzun bir girişin ardından, bu tarz bir giriş yapmama neden olan hususlara geçelim...

Daha önce yazdığım bir yazıda Baykal'ın bazı beyanatlarının mahiyetini analiz ederken; ''...su gibi söz de içinde bulunduğu beyin-kalp-dil kabının şeklini alıyor. Hatta, suyu nasıl temiz bir kabın içine koyarsanız temiz, kirli bir kabın içine koyarsanız kirli olabiliyorsa; işte söz de, içinde bulunduğu kişinin kalbine göre saflığını koruyor ya da kaybediyor'' demiştim. Şimdi ele alacağım alıntılar bana bu noktayı tekrar hatırlattı. Siz de o zaviyeden bakabilirsiniz.

Oktay Ekşi'den (Hürriyet, 14 Agustos 2007) inciler! ile başlayalım. Deniz Baykal'ın ''dediğinde doğru olduğu''nu kabul ettiği şu cümleleri ile söze başlıyor Ekşi: "Türkiye'de Silahlı Kuvvetler'e haddinin bildirilmesi gerektiği gibi bir yaklaşımın ortaya çıktığını görüyorum. TSK'ya tepki, doğrudan müdahale yapıldığı dönemlerde bile bu düzeyde olmamıştır. Türkiye gibi bir ülkede Silahlı Kuvvetler'in saygın, güvenilir ve değerli bir kurum olarak varlığını sürdürmesinde fayda vardır." Daha önce de yazdım ve birçok yerde de yazıldı. Bu ülkede yaşayan; genelde AKP seçmeninin, ki; halkın yaklaşık yüzde ellisini teşkil ediyor ve özelde de dindar çevrelerin (bu yazarlar ''dinci'' ve ''yobaz'' kelimelerini kullanmayı yeğliyorlar) ordu ile hiç bir sorunları yoktur. Orduya ''haddini bildirme'' gibi bir dertleri ise mevz-u bahis değildir. Çok yakınen biliyorum bunu. Bunun varlığını iddia etmek iddia edenler adına bir art niyet, onların yazdıklarına kanıp, bu iddiaları doğru kabul eden halk kitleleri adına da büyük bir talihsizliktir, aldanmışlıktır. Bu gülünç iddiaların ne zaman ortaya çıkmaya başladığını tekrar hatırlayalım: Gül'ün adaylık sürecini, her türlü yanıltma ve kriz oluşturma senaryolarına rağmen engelleyemeyen çevreler, bu sefer, hemen ''ordu ne der'' yaygaralarına başladılar. Dindar (''dinci'') kesim ''orduya haddini bildirme sevdasında'' iddiaları da aynı koro tarafından eşgüdümlü olarak seslendirilmeye başlandı. Her zamanki gibi Baykal koronun şefliğine soyunanlardan. Anlaşılan o ki; Ekşi de şeften aldığı 'ilk ses'e göre şarkıya başlamış görünüyor.

Ekşi'ye göre, bu; ''orduya haddini bildirme'' kampanyasının bir kanadını ''dışarıdan kumandalı neoliberal bir takım'', diğer kanadını ise ''suret-i haktan (iyi niyetliymiş gibi) görünerek Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya çalışan din bezirganları'' oluşturuyor. Yani, 'milliyetçi!' ve 'ulusalcı!'ların hariçte tutulduğu bir kesim. Konumuz ''ikinci kanat'' olduğu için beyin cimnastiğine daha çok onun üzerinden devam edelim. Ekşi'den öğrendiğimize! göre ''kampanyanın dış ve iç ortakları gemi azıya almışçasına saldırı halindeler. Sanki onlar 'Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesini' değil, 'demokrasiyi' savunmak için yırtınıyorlarmış da demokrasiye karşı olan güçler onları engellemek istiyormuş gibi...'' Şu dış güçler meselesi her nedense tutanın elinde kalıyor. İstisnasız her kesim, karşısında olduğunu zannetiği kişi ve grupların 'bazı dış güçler' tarafından destek gördüğünü iddia ediyor. Halk hangi birine inanacağını anlamış değil. Delil arayan da soran da yok. Birisi çıkıp, ''AKP Zimbabwe'nin çıkarlarına çalışıyor'' şeklinde bir iddia ortaya atsa, onun bile elektronik posta mesajlarında paylaşılmaya başlandığını görebilirsiniz. Bu noktada şunu belirtip bu faslı geçeyim: Gül'ün adaylığı ve seçimler süreci devam ederken; kimlerin darbe çığırtkanlıkları yapıp durduğunu, Amerika'nın Hudson Enstitüsü toplantılarında cinayet ve kaos senaryoları tartıştıklarını, Neo-Con ekiple sıkı-fıkı ilişkiler kurduklarını, Financial Times, Washington Post gibi 'şahin' Amerikan medyasından destek aldıklarını bu halk örnek ve delilleri ile yeterince gördü, yaşadı. Oysa, ''din bezirganı çevrelerin'' bir yerlerde yabancılarla toplanıp ''demokrasi aşığı gibi görünelim de orduya haddini bildirelim'' şeklinde stratejik toplantılar yaptıklarını hiç görmedik. Ne gariptir ki; Ekşi benzeri bir kısım insanlar, hatırlayacaksınız, bir zamanlar aynı dini çevrelerin ''Arabistan'' dan veyahutta (tezata bakın ki onun muhalifi olan) İran'dan maddi destek aldıklarını, onların ajanları olduklarını iddia ediyorlardı. Yıllar geçti, bu iddialarının bir fayda getirmediğini anladılar ve bu kesimlerin bu sefer, Amerika'dan destek aldıklarını iddia etmeye başladılar. Al külah ver takke...

Jimnastiğe devam...

Diyor ki Ekşi; ''Silahlı Kuvvetler'in siyasete karışmamasını istemek başkadır. O talebi biz de destekleriz. Ama o görüntü altında Silahlı Kuvvetler'e karşı saygısızlık etmek başkadır. Biz işte onun karşısındayız.'' İşte, 'söz oyunları ile zihinleri yanlış tarafa yönlendirme' dediğim hadiseye çok güzel bir örnek. Bir önceki alıntıya bunu da ekleyip bir daha okuyun... Bu ülkede aklıselim sahibi her insan aynı düşünceleri paylaşıyor zaten. Niyet okuyuculuğu yapmaya gerek yok. Ekşi'nin ve benzerlerinin mantalitesine göre benim yazılarımdaki demokrasi vurgusu da art niyetli olabilir. Bir şeyi illa öyle kabul etmek istiyorsan kimsenin yapabileceği bir şey kalmaz. Paralel bir örnek vereyim Amerika'dan. Çünkü aynı psikolojik travma orada da yaşanıyor. Adama ''bak Kur'an daki delilleri şunlar... bu dinde asla teröre geçit yoktur'' diyorsun, illa ''hayır hayır var, ben biliyorum öyle olduğunu'' diyor. Bizzat yaşadığım hadiseler bunlar. Oysa adamın tek bilgi kaynağı yine kendi ülkesinin medyası: Fox TV, CNN, MSNBC vs. Bundan yaklaşık birkaç ay evvel CNN'de, bir spikerin Müslüman bir davetli ile arasında geçen tartışmayı izliyorum. Müslüman olan ısrarla, Müslümanların çoğunun ve din olarak İslamiyetin, bu terör olaylarını asla tasvip etmediklerini, gerçek Müslümanların terörist olamayacaklarını anlatmaya çalışıyor. Spiker ne yapsa beğenirsiniz. Adamın her bir cümlesini o bilgiç ve küstah tavrıyla kesip, sadece şu soruyu tekrar edip duruyordu: ''Şimdi bana söyle bakalım; bütün teröristler Müslümanlardan çıkıyor mu çıkmıyor mu? Elbette o Müslüman konuşmacının yerinde her kim olsa, böyle şartlı ve eksik bir soruya direk olarak; evet yada hayır şeklinde bir cevap vermek yerine, gerçeği izah etmeye çalışır. Müslüman konuşmacı sorunun ardından hakikati kaç kere izah etmeye çalıştı ise de, spiker sürekli olarak onun lafını kesip: ''Bana evet yada hayır şeklinde cevap ver. Tüm teröristler...'' şeklindeki sorusunda ısrar etti. Bizdekilerin tutumu da bundan çok farklı değil. Geçenlerde 'ulusalcı' bir profesör ile konuşuyorum. Adam maşallah tüm bilgi hazinelerini yutmuş, dünyadaki tüm istihbarat kaynaklarını okumuş sanırsınız. İlahiyat uzmanı bile olmuş adam. Kendinden emin ve taviz vermeyen bir şekilde dinci dediği adamlarda din adına hiç bir sağlam yorum bırakmadı. Ayrıca, ne vatana bağlılık bıraktı, ne saf niyet bıraktı, ne Türklük bıraktı. Meğersem bu dinciler ne kadar da vatan satıcı, ajan (hem de bir de değil bir kaç yere çalışıyorlar), ne laiklik düşmanı, ne din sömürücüsü, ne de yanlış din yorumcusu imişler. Yaptıkları herşey, söyledikleri her söz meğer ''takiyye'' imiş. Bunu da öğrendik!

Aynı bağlamda, Ekşi'nin sözlerine geri dönelim: Neymiş, ''Silahlı Kuvvetlerin siyasete karışmamasını'' onlar da desteklermiş. Cumhurbaşkanı adaylığı sürecinde millet bizzat müşahade etti... Baykal ve onun partisi CHP değil miydi; ''rejim sorunu çıkar'', ''pişman olursunuz'' lafları ile demokrasi adına en büyük talihsizlikleri sergileyen... Sizlerin gazeteleriniz değil miydi; ''ordu ne der'' haberleri çıkararak orduyu konuşmaya zorlayan... Sizlerin muhabirleriniz deği miydi; Büyükanıt'a, istifa edeceğiniz doğru mu yalanları ile kışkırtıcı sorular soran... Sizler değil miydiniz ''komutanlar rahatsız'' haberlerini sayfalarından hiç düşürmeyen... İlhan Selçuk değil miydi (kendisini Amerikan-karşıtı olarak tanıttığı halde) ''Bush, birşeyler yap'' diyen... Sizlerle aynı frekanstan yayın yapan Neo-Con liderlerden Rumsfeld değil miydi ''ordu birşeyler yapmalı'' diyen... Hangi ''din bezirganının'' aynı tutumları sergilediğini gördün de yukarıdaki niyet okumalarını yapıp, onları ''suret-i haktan'' görünerek sahtekarlık yapmakla suçluyorsun. Suçlamayı yöneltirken tasavvuftan bir kavram seçmiş olman, işin inandırıcılığını mı artırıyor? Oysa bu insanlar yazıp söyledikleri ile sadece ''demokratik teamüller hasar görmesin'' ikazında bulundular. Silahlı Kuvvetlere hakaret etmek gibi bir niyetleri asla olmadı. Genel seçimlerde millet aynı mesaja vurgu yapıp, anti-demokratik tavırlı CHP'ye ve 'ulusalcı' kliklere gereken yanıtı vermedi mi? Yoksa size göre millet de mi böyle davranarak kendi ordusuna hakaret etmek istedi?

Gelelim meselenin ikinci boyutuna... Bu bahsettiğiniz 'din bezirganlarının' (aslında sadece dindar Anadolu insanının-halkın) her hangi birisinin çıkıp da; ''gerekirse kendi ordumuzu kurarız'' şeklinde bir açıklama yaptığını duydunuz mu hiç? Ekşi'nin Demirel'den alıntı yaparak 'sav' hazırladığı ifadeye geçelim: ''Bu milletin bir tek ordusu vardır.'' Oysa, Ekşi'nin az evvel ''Silahlı Kuvvetlere hakaret edenler'' listesinin dışında tuttuğu ve ulusalcı hareket ile organik bağı olan ''vatansever-kuvvacı kuvvetler!'' (aslında çeteler) yapmışlardı böyle bir açıklamayı. Türk milletinin en büyük, tek ve şerefli ordusuna yapılabilecek en büyük hakaret bu değil midir? Bu sözle ''ordu birşey yapamıyor, bu orduya da güvenilmez, bizi temsil etmiyor artık, bari kendi alternatif ordumuzu kuralım'' demek istememişler midir bu talihsiz beyanları ile? Daha dün gazetelerde ortaya çıktı da öğrendik; aynı ''vatanseverlerin!'' Genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu'na su-i kast planladıklarını. Bundan bir kaç sene evvel, darbe girişimlerine destek vermedi diye, Silahlı Kuvvetlerin başındaki Orgeneral Hilmi Özkök'ü ''istenmeyen adam'' ilan edenler de aynı ulusalcı çevreler değil miydi?... Sayın Ekşi, o zamanlar, bu kadar açık ve bariz olan ''Silahlı Kuvvetlere saygısızlık'' hareketleri cereyan ederken neler yapıyordu? Dindarlar demokrasi vurgusu yapınca, neden birden ''asıl ve gizli niyetleri'' okundu! ve ''Silahlı Kuvvetlere hakaret ediyorlar'' şeklinde lanse edilmeye başlandı. Ve bu ''niyet okumalar'', neden bir ay önce değil de, Gül'ün adaylığının kesinleşmesinin hemen ertesi günü ortaya çıktılar? Bu faslı, Ekşi'nin gene aynı yazısından bir alıntı ve bir açıklama ile kapatayım: ''Demokrasi misyoneri geçinen bu klanın mensupları, özendikleri demokrasilerde o ülkenin silahlı kuvvetlerine gösterilen saygı ile kendi saygısız tavırlarını mukayese etseler, yaptıklarının ne kadar abes olduğunu -umarız- anlarlar.'' Evet, umarız anlarsınız. Bazı komutanların sonraki yıllarda yaptıkları açıklamalardan biliyoruz. ''Bizi darbeye medya teşvik etti'' şeklindeki açıklamaları kastediyorum. Açın o zamanki gazeteleri okuyun. O zaman; aslında, şimdilerde kimlerin ''demokrasi misyoneri geçindiğini'' anlayacaksınız. Evet, demokratik ülkelerde ''askere saygı gösterildiği doğru''; ancak şunu da ekleyeyim hemen. O ülkelerde normal vatandaş Genelkurmay başkanının adını bile bilmez. Gerek duymaz buna. Çünkü bilir ki; o kişi başkana bağlı olarak görevini yapmaya devam ediyordur. Gidin Fransa'ya, gidin İsviçre'ye sorun. Benim sorduğum yabancılar bilmiyorlardı. Amerika halen savaşta olduğu halde, birçok Amerikalı, komutanın ismini bilmez. Bizde ise Büyükanıt'ın adını bilmeyen var mıdır bilemiyorum? Benim tanıdığım her Türk biliyordu en azından. Olay öyle bir hale geldi ki, Genelkurmay başkanının adını bilmeyenler vatandaşlıktan atılsa garipsenmez bu ülkede. Askeri bu kadar ön plana çıkaranların, onu siyaset sahnesinin içine çekmek sureti ile demokrasinin balans ayarcısı olarak takdim edenlerin; böylece ona en büyük kötülüğü yapanların kimler olduğunu bizler gayet iyi biliyoruz.

Başka alıntıların olacağından yukarıda bahsetmiştim. Bu sefer dikkatlerimizi Emin Çölaşan'ın ''Vay vay vay'' başlıklı yazısına (Hürriyet, 14 Ağustos 2007) çeviriyoruz. Ekşi'nin yazısı ile aynı gün, farklı bir haksızlık vardı Hürriyet gazetesinde dindarlara karşı; esasen tüm Müslümanlara karşı. Yazısında, İBDA-C adlı örgütün dergisinde yayınlanmış; küfür dolu, boş ve anlamsız, hakaret-amiz bazı ifadelere yer veriyordu Çölaşan. Buraya kadar herşey normal de; aynı örgüt benzer yayınları 31 haftadır yaptığı halde (Platform Dergisi, 17 Ağustos 2007), Çölaşanın neden; Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının netleşmesini beklediğini anlamak güç. İBDA-C dergisinin sayfalarında açık bir provakasyon var, tamam anladık da, bu ne idüğü belirsiz örgütün beyanlarını, tüm Müslümanları, dindarları çağrıştıran bir bağlamda (context) ele almanın ne anlamı olabilir? Alıntıların kendisinden ziyade Çölaşan'ın zamanlaması ve olayı sunuş tarzı böyle bir çağrışım yapıyor. Bakın ne diyor Çölaşan: ''Elimde İstanbul'da haftalık yayınlanan bir İslamcı dergi var. Seçim sonrasındaki iki ayrı kapağını burada görüyorsunuz. İlkinde Anıtkabir'e kilit vurulmuş ve altı ok, Atatürk'ün mezarından ceset halinde çıkarılıyor...'' Sonra dergiden yaptığı şu alıntılarla devam ediyor: ''Gün geçmiyor ki Laik Cumhuriyet'in Allahsız ve ahlaksız rejiminin pislikleri görülmesin. Cumhuriyet kazanımları!/'İlke ve inkılapların' oluşturduğu bu manzara karşısında biz intikam yemini ettik. Tek tek ve topyekun, hesabını bu dünyada görmek üzere Allah'tan memuriyet diliyoruz." Şimdi, böyle bir yazıdan sonra bazı Hürriyet okurlarının; AKP'nin seçim zaferinin dindar çevrelerde bu şekilde algılandığını sanmayacaklarını kim garanti edebilir. Oysa olay aslında ne kadar da basit: IBDA-C, dindar çevreler tarafından bile tasvip edilmeyen, kabul edilmeyen, ne idüğü belirsiz bir örgüt. Sayıları belki de bir kaç bin kişiyi bile geçmiyordur. Aynı örgüt bugün en çok dindar çevreleri rahatsız ediyor; hatta yeri geldiğinde tehdit de ediyor. Örgütün hangi amaca hizmet ettiği belli değil. Çölaşan'ın bu gerçeği adı gibi bildiğine eminim. Böyle bir örgütü ''İslamcı'' olarak tarif ederken bunu tam olarak neye dayandırıyor belli değil. Tanımlama muğlak kaldığı sürece de, kapsama alanının istenildiği gibi genişletilebilmesi mümkün. İstenen de bu mu acaba? Hal ortada iken, Çölaşan'ın bu alıntıları sayfasına bile taşımaması lazım gelirdi. Taşısa bile, bunun diğer müslüman çevreleri hiçbir kapsayıcı yönü olmadığını ayrıca zikretmeli idi. Maalesef, ''İslamcı dergi'' tanımı, yazının zamanlaması ve sunuluş tarzı bize farklı niyetler anlatıyor. Yoksa ''suret-i haktanmış gibi görünüyor'' mu demeliydim?

Sonra şöyle devam ediyor söze Çölaşan: ''Bu yayınlar (hem de "Müslümanlık" adına) İstanbul'da Valiliğin, Savcılığın, Emniyet ve öteki ilgili makamların gözleri önünde yapılıyor./Devlet var mı? Var, var!'' Platform dergisinde (17 Ağustos 2007), Çölaşan'ın bu çağrısına güzel bir yanıt yayınlandı. Dergiden öğrendiğimize göre; aslında, ''bu tür yayınları yakından takip eden Güvenlik Şube birimleri söz konusu dergiyle ilgili her sayıda savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Ne var ki bağımsız yargı, yasadışı örgütün küfür ve hakaret dolu yayını hakkında bir türlü toplatma kararı vermiyor.'' Demekki neymiş; güvenlik birimleri ellerinden geleni yapıyormuş. Sorun nerede imiş?; yargının bu taleplere yeterince cevap verememesinde. Oysa bu gerçeği iki şekilde kolaylıkla öğrenebiliridi Çölaşan; ''devlet birşey yapmıyor'' yönlendirmesi yapmak yerine (Acaba hal-i hazırda devleti AK partinin temsil ediyor olmasının bunda bir rölü var mıdır?). Bir; güvenlik birimlerine telefon açıp öğrenebilirdi. İki; yargının başında bulunan eşine akşam yemeği esnasında sorabilirdi... Hatta Emniyet birimleri kendisine; ''yargıya yaptığımız talepler sonuçsuz kalıyor'' dediklerinde, bunun nedenini de öğrenebilirdi Çölaşan eşinden. Eşini ve yargı içerisindeki o diğer ''kanka''larını harekete geçirip bizi Cumhuriyet'e hakaret eden bu dergiden kurtarabilirdi! Hem de 31 hafta önce. 18 Ağustos 2007

16 Ağustos 2007 Perşembe

'Senin Cumhurbaşkanın - Benim Cumhurbaşkanım'

Bunu da mı görecektik? Doğrusu bu kadar küstahlaşabileceklerini tahmin etmezdim. Geçenlerde Hürriyet gazetesinden Bekir Coşkun'un köşesinde dile getirmeye cüret edebildiği ''O benim cumhurbaşkanım olmayacak'' sözünden bahsediyorum. Bağışlayın; ama son derece 'terbiyesiz'  bulduğum, ahlaki sınırları zorladığını düşündüğüm talihsiz bir açıklama bu. Özellikle Hürriyet gazetesi, uzun bir zamandan beri cumhurbaşkanlığı seçimi üzerinden çok çirkin, entellektüel düzeyi çok düşük yazılara imza attı. AKP'nin tüm baskı, yıldırma ve korkutma taktiklerine rağmen gene Gül'ü aday göstermesi karşısında; bir yandan ''ordu ne der'' çığırtkanlıklarına sarılırken bir yandan da böyle talihsiz beyanlardan medet umar hale geldiler. Bunu da yaptılar ve toplumun azınlıkta olan belirli bir kesimine 'senin cumhurbaşkanın-benim cumhurbaşkanım' demeyi de öğrettiler. Öğrettiler diyorum çünkü, kendilerini çok iyi tanıdığım belirli bir kesim, bu tür söylemleri süratle benimseyecek bir karakter arz ediyor. Oysa bu halk, şimdiye kadar kendisinden pek haz etmediği nice cumhurbaşkanları, başbakanlar gördüğü halde hepsini benimsedi ve başının üstüne koydu. Eleştirdi; ama hakaret etmedi. ''Seni tanımıyorum'' demedi. Şef döneminde de demedi. Demirel'e de demedi. Sezer'in anti-demokratik, tarafgir ve husumetvari uygulamaları karşısında da demedi. Bir milleti öyle veya böyle temsil etme hakkı kazanmış bir insana karşı saygısını yitirmedi. İnsan ister istemez kendisine sormadan edemiyor: Nedir dertleri? Onları bu kadar endişeye sevk eden, rüyalarını kaçıran korkunun kaynağı nedir? Neyden korkuyorlar? Hadi bir korkunuz var diyelim; ama neden milleti de aynı korku girdaplarının içine çekmek, onları farklı kutuplara ayırmak istiyorsunuz? Ya korkunuzda bile samimi değilsiniz yada art niyetlisiniz. Zira birşeyden korkan bir insan; öncelikli olarak o korkuyu tanımalı, ona aşınalık kazanmalı ve böylece o korkuyu dağıtmaya gayret etmeli değil midir? Bugün bazı psikoloji uzmanlarının bile uyguladığı yöntem budur: Bir şeyden (mesela örümcekten) korkan bir insanı, yüksek bir yere götürerek, onu korkuya temel teşkil eden nesne ile tanıştırarak korkulacak birşey olmadığını tedavi etmeye çalışırlar. Oysa bizdeki bazı çevreler, mevcut korkuları karşısında bu tarz bir terapi uygulamak yerine, tüm örümcekleri ortadan kaldırmanın yollarını arıyorlar ve korkuya temel teşkil eden etkenin yok olmasını arzu ediyorlar. Bu yönde çaba sarfediyorlar. Star Wars dizisinden hatırlayacağınız ve bir 'Jedai master' olarak resmedilen 'Yodi' adlı ustanın, filmin kahramanı genç savaşçıyı kasden söylediği sözü hatırlayalım: ''O tehlikeli birisi... çünkü içinde korku var... Korkan insan öfkeli olur... Öfke nefret i doğurur... Nefret ise acı getirir...'' Bizim içimizdeki bu ''savaşçıları'' daha iyi özetleyen başka bir ifade bilmiyorum. 'Korku'ya neden olan asıl faktör ise bilmemektir; karşındakini tanımamaktır. Öyleyse, öncelikli olarak yapılması gereken; korktuğun kişiyi tanımaya çalışmak, ona yaşam hakkı tanımak değil midir? Doğacak bir bebeğin, ileride tahtını alaşağı edeceğini duyan Firavun, korkuya kapılıp askerlerini etrafa salarak yeni doğan tüm erkek bebeklerini katlettireceğine, acaba ben ne yapıyorum ki bu bela başıma gelecek diye sorsaydı; ardından emri altında zülmettiği halkı ve onların ihtiyaçlarını tanımaya çalışsaydı, inanıyorum ki tarihte 'denizin yarılması' olarak bilinen hadise yaşanmaz, Nil Nehri'nin akıntıları bebek Musa'nın beşiğini kralın sarayına taşımazdı.

Aynı şey hal-i hazırda Amerika'da da yaşanmıyor mu? Müslümanları tanımak, onlarla iletişime geçmek yerine; onları düşman olarak görme ve gösterme gayreti içine düşenler, kendi zihinlerine 'korku travmaları' yaşatanlar aynı hataları tekrarlamıyorlar mı? Geçenlerde Amerikalı koyu hristiyan bir arkadaşımla muhabbet ederken aynı gerçeğe işaret ederek kendisine şunu sordum: İşte gerçekte İslam'ın öğrettiği şeyler bunlar... Şimdi sen bu gerçekleri öğrenmek yerine, 1.5 milyar Müslüman içerisinden sadece bir kaç kendini bilmezin yaptıklarına bakarak bütün müslümanları terörist olarak görmeyi akıllıca buluyor musun? Kendileri ile iletişime geçerek 1.5 milyar dost edinebilecekken, korkularına temel teşkil eden 'müslüman terörist' travmasından kurtulabilecekken, tutup ta bu 1.5 milyar insanı zorla kendine düşman ilan etmek akılla izah edilebilir mi? Böyle yaparak korku ve vehimlerini gerçek bir tehdide dönüştürmüş olmaz mısın?

İşte bu ve bunun gibi sorular bizim içimizdeki 'hakim' ve halktan kopuk çevreler hakkında da geçerli. Halkı, başörtülüleri (türban diye birşey yoktur), dindarları kendilerine zorla düşman etmeye çalışmaları sizce nasıl açıklanabilir? Oysa, şimdiye kadar korkularına isnad olabilecek hiçbir şey göremediler. Üniversitedeki profesör olan hocam ''bunlar gelince başımızı kesecek'' diyordu ve bunu içten inanarak, elleri titreyerek söylüyordu. Halbuki, AKP 5-6 senedir hükümetin başında ve görebildiğim kadarı ile ülkede herkesin başı yerinde duruyor...

Bütün bu izahatleri az önce de zikrettiğim şu özet cümleye getirmek istiyorum. Ya korkularında samimi değiller (onun üstesinden gelmeye çalışmayarak) yada bir art niyetleri var. İşte bu aşamada; bu korkuların tüketicisi olan kitleleri ikiye ayırmak istiyorum. Birinci kesim; daha önceki yazılarımda ve o yazılar içerisinde yer verdiğim alıntılarda resmettiğim gibi, azınlıkta olan; ama gayet art niyetli bir kesim. Bu kesim maaesef ''halkı aptal'', kendisini ise hakim güç gören, oligarşik bir yapılanmayı temsil ediyor. Kendisini her zaman ülkedeki 'mutlak hakim güç' olarak görmek istiyor. ''Bu ülkeye sosyalizm'' gelecekse de ''İslam gelecekse'' de ben getiririm diyen, kendisine 'kale' olarak kabul ettiği medya-yargı-siyaset-ordu-cumhurbaşkanlığı gibi güç odaklarını asla kaybetmek istemeyen, gerektiğinde mafyavari, 'ulusalcı' ve 'vatansever!' çeteleşmelere bile gidebilen gözüpek bir oluşum bu. En büyük korkuları ise ''Egemenlik kayıtsız şartsız milletindir'' sözünün bir gün kendini gerçeklemesidir ve bu kendini gerçekleyecek olan 'kehanet' (self-fulfilling prophecy) Atatürk'ün ve zamanın meclisinin bu millete en büyük armağanıdır. Bu bahsettiğim kişilerin ise en büyük kabusudur.

Korkuların muhatabı olan ikinci kesimi ise; halk tabakamızın içinden, normal Anadolu insanının bir kısmı oluştuyor. Bu insanlarımız kesinlikle art niyetli değiller. Üzerlerinde oluşturulan bu korku bulutlarının yağmur getirebileceğine inandırılmış, dini hassasiyetleri diğerlerine göre daha az yada farklı olan bir azınlık. Normal yurdum insanı anlayacağınız. Üzerlerindeki 'korku bulutlarının' yağmur, kar, dolu değil aslında bir nem bile oluşturamayacak kadar gerçek bir bulut olmadığını, yapay olarak oluşturulmuş bir sis olduğunu öğrendiklerinde rahatlayacak olan bir grup bu kesim. Gerçekte ne başörtüsü ile, ne dininin gereklerini yerine getiren dindarlarla, ne Kürt kardeşi ile, ne Alevi yada Sünni kardeşi ile, ne sağcısıyla ne de solcusuyla bir kavgası olmayacak olan insanlarımız bunlar. Hepsi bizim anamız, bacımız, kardeşimiz, dedemiz olan, Çanakkalede birlikte çarpışan insanların torunları bu kişiler. Ne yazıkki, yukarıda niyet-i asliyelerini ibraz ettiğim ve halkı tedhiş eden (korkutan, ürküten) azınlık oligarşi; ülkede bir kaos atmosferi oluşturmak, insanları parçalayarak yutmak, korkutarak onlara yön vermek telaşı ve gayreti içerisinde.  İşte  bu yöntemlerle, bu 'ikinci kesim' halkımızın gönlüne sahte korkuların boyasını çalmış, onları birbirine 'öcü' yapmış, gerektiğinde birbirine vurdurmuşlar. Aynı ateşi körüklemeye cumhurbaşkanlığı seçimi bahanesiyle de devam ediyorlar. Eskiden çok küçük parçalara böldükleri halk oylarının yüzde elliye yakınının bir seçimde bir araya gelebilmiş olması onları ürkütüyor. 'Aptal bu halk' diye ilk şaşkınlık tepkileri vermelerinin nedeni bu idi. Uzun süreden beri, daha çok sol görüşelere gönül bağlamış, yada kökenleri itibari ile Kürt ya da Alevi olan kardeşlerimizi, bu yüzde ellinin olabildiğince uzağında tutmaya çalışıyorlar. Zira en korktukları şey, toplum gömleğinin iki farklı yakasının (bu ikinci kesim ile sağ görüşlü-dindar kesimin) birbiri ile kaynaşması. Gerçek halk birlikteliğinin, sinerjisinin ve kaynaşmasının oluşması ve demokrasi inisiyatifini ele alması... İşte tam da bu nedenle, sürekli olarak dindarları 'öcü' olarak göstermeye devam ederlerken, ellerindeki medya gücü ve 'kalemşör' yazarlar aracılığı ile de bu korkulara körük yapıyorlar. Bu noktada şu hususun da altını çizmeden geçmek istemiyorum: İster kabul edin ister etmeyin; ancak görünen o ki; karşıdakini tanımaya çalışma, onunla birlikte yaşanabileceğini gösterme, tanıma ve anlama gayreti içerisine girme noktasında dindar kesim bu 'ikinci kesime'' göre bir adım daha önde gidiyor. Türkiye'de son yıllarda görmeye başladığımız ''Diyalog'' faaliyetleri bunun en güzel göstergesi. 'İkinci kesim'' henüz korkularından sıyrılabilmiş ve nasıl bir oyuna alet olduğunu tam olarak farkedebilmiş değil.

Yazıya başlık teşkil eden ''senin cumhurbaşkanın-benim cumhurbaşkanım'' meselesine buraya kadar anlatılanlar açısından da bakılması gerektiğini hatırlatarak, bu talihsiz ve küstah ayırıma sebebiyet veren bazı alıntılar ile devam edelim.

Bakınız ne diyor Bekir Coşkun, Hürriyetteki (15 Ağustos 2007) ''O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak...'' başlıklı yazısında:

''AKP; laik cumhuriyetle ve Atatürk devrimleriyle hesaplaşması olan, din merkezli bir partidir./Artık türban devletin başındadır.../Devletin temsil edildiği birinci sıradaki kamusal alana tesettürün adım atmasıyla; AİHM'nin, bizim Anayasa Mahkemesi'nin, Yargıtay'ın, Danıştay'ın ve evrensel hukukun tüm 'Laik yönetimlerde dini simge olmaz' kararları çöpe atılmaktadır./Dincilerin, bu ülkeye el koyma ve karşı devrimi gerçekleştirme planları aksamadan tıkır tıkır yürüyor./Devleti tesettür temsil edecek./Bir anda Türkiye'nin fotoğrafı size 'Atatürk Türkiyesi'ni değil, 'Ilımlı İslam Türkiyesi'ni anlatacak./O benim 'cumhurbaşkanım' olmayacak...''

Yukarıda işaret ettiğim ''ikinci kesimi'' tavlamak amaçlı ve 'kriz çıkartıcılığı' görevini başarı ile yerine getiren alıtınlar bunlar. Maalesef, son cümle haricindeki cümlelerde dile getirilen anlayışlar, şimdiye kadar büyük bir başarı ile 'ikinci kesim' olan halkımıza benimsetilmişti. Bu yazı neticesinde aynı kesim artık, ''Gül benim cumhurbaşkanım değil'' demeyi de öğrenecek. Anadolu halkının o, liderlerine karşı duyduğu hoşgörü ve saygı anlayışında gedik açılacak. Bir kere artık şunu kabul etmeli bu kesimler: Ne özelde AKP'nin ne de genelde dindar kesimlerin ''laiklik'' ile bir sorunu yok. Ya!, ''laikçilikle'' ve ortalıkta, gerçek bir ''laik'' gibi değil de ''laikçi'' geçinen tiplerle sorunları var. Bu ''laikçiler'' dediğim kesim işte bu sorunları yaşamamıza neden olan ''oligarşik azınlık''tır. Gerçek laiklik, dine saygılıdır. Sadece din işleri ile siyaseti birbirinden ayırır ki, bugün Türkiye müslümanlarının böyle bir derdi zaten yoktur. Onların her türlü baskı neticesinde geldikleri nokta; artık ''laikçilik'' anlayışının kendi dini yaşantılarına ve giyim tarzlarına müdahele etmemesi, okuma haklarını ellerinden almamasıdır. Onlara insanca ve birlikte yaşama hakkını tanımasıdır. Bu halkın yüzde 90'ından fazlası müslümandır. Bu insanların önemli bir kısmı da başörtüsü takmaktadır. Halkın büyük çoğunluğunun ise başörtüsü ile (onlar türban diyor) sorunu yoktur. Nitekim geçenlerde Ali Bulaç yazdı; ondan dinleyelim: ''
Araştırmalar Türkiye'de kadınların yüzde 75'inin başörtüsü taktığını gösteriyor. Başka bir ifadeyle her dört kadından birinin başı örtülü ve Müslüman bir ülkede bu gayet doğal. Doğal olmayan bunun garipsenmesi. Kadın-erkek, toplumun yüzde 85'i başörtüsüne karşı değil, daha ilginç olanı CHP seçmeninin yüzde 65'i de başörtüsüne karşı olmadığını beyan ediyor, üstelik aynı CHP'liler 'yasak' dolayısıyla kamusal hizmet vermeyen ve eğitim hakları engellenen kadınların ve kızların mağduriyete uğradığını düşünüyor'' (Zaman, 13 Ağustos 2007). İşte anlatmak istediğim budur. Sorunun ne kadar yapay bir sorun olduğunu, kitlelerin basın aracılığı ile nasıl iğfal edildiğini görüyorsunuz değil mi?

Coşkun'un kaleminden damlayan ifadelerle (hezeyanlarla) devam edelim... Neymiş... ''evrensel hukukun tüm 'Laik yönetimlerde dini simge olmaz' kararları çöpe'' atılmaktaymış. Halkın gerçekte başına taktığı 'başörtüsü' ismini kullanmaya cesaret edemeyerek, ''türban'' tanımlamasını ortaya çıkaran, sonra da onu dini bir ''simge'' imiş gibi lanse eden ve bunu kitlelere kabul ettirmeye çalışanlar sizler değil misiniz? Sonra da onu önce 'infaz' sonra da 'yargı!' sandalyesine çıkaran sizler değil misiniz? Hem, nereden çıktı bu 'evrensel hukukun tüm laik yönetimleri' safsatası. Hukuk'un adalet ilkesi evrenseldir. Uygulamaları evrensel değildir. Her ülkede farklı uygulamalar olabilir, vardır da. Laiklik bile evrensel değildir. Fransa laikliği ile Amerika laikliği birbirinden farklılıklar içerir. Amerikan laikliği ve hatta bazı Avrupa ''laik yönetimleri'' bile bugün başörtüsünü bir ''kamusal tehdit'' olarak görmemektedirler. Üniversiteleri dahil her yerde izin vermektedirler. Sorun; Fransa laiklik anlayışında ve bu anlayışın ülkemizdeki uygulayıcıları olan 'masonik' bazı örgütlenmelerdedir... İlaveten... bu oligarşik kesimlerin 'Atatürk Türkiyesi''nden ne anladıkları da muğlaktır. Bu kavramın içini, kendi icatları olan ve yukarıda arzettiğim hastalıklı 'laikçilik' ve 'kemalizm' anlayışları ile doldurmaya ve bunu yaparken de Atatürk'ü din düşmanı, başörtü düşmanı bir lider olarak göstermeye çalışmaktadırlar. Şunu kabul edelim artık: Gerçek ''Atatürk Türkiyesi''nde herkese yer vardır. Hedef ''yurtta sulh, cihanda sulhtur.'' Halkı birbirine düşman etmek o yönde yayınlar yapmak değildir.

Hürriyetteki iğfallerin her birini ele almaya ve cevap yazmaya kalksak kitapları doldururuz. Daha önceki bir yazımda da belirttiğim gibi, asıl amacım 'ortada kavramlar' üzerinden yürütülen bir oyun olduğu için, meseleleri hep kavramlar noktasına taşımak. Bu nedenle, başka bir 'iğfal', 'halkı kutuplaştırma', 'meseleyi saptırma' örneği ile daha devam edeyim... Bakın bu sefer Ertuğrul Özkök (Hürriyet, 12 Ağustos 2007) ne diyor: ''Böyle bir coğrafyada, böyle bir mahallede nedir bu husumetiniz askere?/Neden böyle öfkeli, intikamcı, rövanşist bir haletiruhiyedesiniz?/Neden? .../Abdullah Gül, bu rövanşist zevatı Çankaya'nın kapısından içeri sokmamalıdır./Türkiye Cumhuriyeti'nin cumhurbaşkanı, askeriyle kavga etmez./Onun sırtını yere getireceğim duygusu taşımaz./Çankaya duvarlarında işte bu görünmez kaide yazılıdır./Makul çoğunluğun anayasasını yazmaya bu duygularla başlamak gerekir.'' Yahu kimin husumeti olmuş askere bu coğrafyada? Askerini en çok seven bir kesim ararsan bu şüphesiz milliyetçi ve dindar çevrelerden çıkar. Şehit analarının çoğu başörtülü değil mi bu ülkede. Özkök hangi verilere yada delillere dayanarak, AKP ve kendisine oy veren yüzde elli çoğunluğu ''asker düşmanı'', askerine karşı ''intikamcı'', ''rövanşist'' ilan edebiliyor anlayabilmiş değilim. Abdullah Gül'ü, hem bu kesimin bir temsilcisi olmakla suçlamak (dolaylı olarak) hem de ''böyle rövanşistleri'' köşke sokmama ricasıyla çağırmak ikilem değil midir?'' Çankaya duvarlarında ''görünmez'' neler yazar bilemiyorum; ancak bildiğim birşey varsa o da bu kişilerin gazete köşelerinin iyice 'tuvalet yazıları'na dönüştüğüdür. Bu son yazılıp çizilenler Fehmi Koru'yu bile çileden çıkarmış olmali ki, son yazısının başlığında ''Ayıp oluyor, ayıp'' şeklinde haykırmış. Ben ise bir adım daha ileri gidip bu tür yazarları millete karşı 'terbiyesizlikle', 'ahlaksızlıkla' suçlamak istiyorum.

Son olarak, 'ikinci kesim' dediğim kitleyi, çoğunluğu itibari ile temsil! eden (aslında zorla öteki kutba taşıyan) CHP ile noktalayalım. CHP hala akıllanmış değil. Gül'ün adaylığı netleşince; "Gerilimi sürdüreceğiz" şeklinde talihsiz bir açıklama yapabildiler... randevu vermediler... Gül'ün seçilmesi halinde ise Cumhuriyet resepsiyonlarına, cumhurbaşkanının yurtdışı gezilerine katılmayacaklarını duyurdular. Bu açıklamalar yetmezmiş gibi bir de, Gül'ün cumhurbaşkanı olması halinde rejimin tehlikeye gireceğini savundular (Zaman, 16 Ağustos 2007). Tahmin edeceğiniz gib, burada bir 'kavram savaşı'nın parçası olması hasebiyle sadece son cümleye dikkatlerinizi çekeceğim. Uzun süreden beridir, Baykal bu tür beyanatlarda bulunuyordu. Seçim öncesi dönemde de, Gül'ün adaylığı karşısında, ''kötü şeyler olur'' korkutması yapabilmişti Baykal. Bu tür yaklaşımlar şüphesiz, CHP'nin o, kendisini halktan üstün gören, rejimin bekçisi kabul eden, ordu sözcüsü belleyen hastalıklı anlayışından kaynaklanıyor. Baykal aslında varolan bu 'CHP zihniyeti'ni dile getiriyor sadece. Geçen gün Fehmi Koru yazınca (Yenişafak, 15 Ağustos 2007) ''evet hatırlıyorum'' dedim kendi kendime. Aynı Baykal, 1989 yılında da dönemin Cumhurbaşkanı olan Özal'a atfen ''onursuzca indiririz'' demişti; aslında kendisinin 'onursuzca' bir beyanatta bulunduğu idrak edemeyerek. Bu konuda söylenecek çok şey yok aslında. Zira, CHP'nin bu çığırtkanlıklarına halk, seçimde gereken cevabı verdi. Sol kesimden bile gereken cevabı aldılar... Halka pompalanan korkuların önemli kanallarından birisi oldu CHP hep. Bu 'mızıkçı' tavırlarının bir nedeni de bu. Yazının başında ifade ettiğim; 'korkuyu yenme'' ve ''samimiyet'' ölçülerini tekrar hatırlatmak isterim bu aşamada. Bu konu ile alakalı olarak da, Fehmi Koru'nun CHP'ye bir tavsiyesi ile yazıyı noktalayalım: ''Bugüne kadar hep korkularla yönlendirilmiş bir ülkenin nüfusunun yarıya yakını son seçimde 'Yeter artık' demeyi başardı; CHP kendi korkularından kurtulmada halkın gerisinde kalmasa iyi olacak... '' 16 Ağustos 2007