21 Ağustos 2016 Pazar

İÇİNDEN GEÇTİĞİMİZ GÜNLER VE SABIR KALESİ

Bu yazı 21 Ağustos 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ülkemiz çok zor bir dönemdem geçiyor. Hukuk ve adalet kavramlarına en çok ihtiyaç duyduğumuz ama onlara en acı şekilde ihanet ettiğimiz bir süreç bu. Yaşadığımız hukuk katliamları toz duman arasında şimdilik pek farkedilmiyor; hatta umursanmıyor bile. Ancak ortalık durulduğunda ve, eğer, bir gün ülke normale dönerse bu büyük tahribatın etkileri çok daha iyi anlaşılacaktır.

Kavga ederken zihniniz öfke dumanı içerisine hapsolduğundan; ne söylediğinizin çoğunlukla farkında olmazsınız. Kavga anında; tamiri asla mümkün olmayacak olan o kalp kırıcı lafları tartmadan sarfedersiniz. Vuracağınız yumruğun ölümcül olabilecek hasarlarını idrak edemediğiniz gibi, kendi yiyeceğiniz darbelerin tehlikelerini de anımsayamazsınız. Çoğu zaman sağınıza solunuza almış olduğunuz darbelerin acısını bile hissedemezsiniz. Bir kemiğiniz bile kırılsa, vücudun sıcaklığı öfkenizin hararetine karıştığından, fiziksel ağrıları bile hissedemez, ancak kavga bitip de bir kaldırım taşına oturduğunuzda acılar içinde kıvranmaya ve pişmanlıklar duymaya başlarsınız.

Bu satırları yazarken sevdiğim bir akrabam geldi aklıma. Taksicilik yapardı; çok iyi, yardımsever bir insandı. Haksızlıklara gelemezdi. Bu, bazen o klasik, ateşli Karadenizli kimliğine de yansırdı. Birgün korsan taksiciler ile kavga ettiğini ve felç geçirdiğini öğrendiğimde çok üzülmüştüm. Haksızlığa yanlış bir tepki vermişti ve öfkeyle hareket ederek, sonuçlarını belki de hiç düşünmeden, haksızlığı hak zanneden acımasız insanlarla acı bir kavgaya tutuşmuştu. O arsız insanlar da insaf ölçülerini kaybederek onu ölümcül bir şekilde dövmüşlerdi. Akıl, insaf, vicdan belli ki ruh dünyalarına hiç uğramamıştı. O yakınım şimdi bitkisel bir hayattaymış gibi yaşıyor. Çocukları bir nevi yetim durumuna düşmüş oldular. Hepsi de bu resmettiğim öfke halinin insan ruhu ve zihnindeki acı yansımalarından kaynaklandı.

Benim küçüklüğüm de mahalle aralarında yapılan sözlü ve fiziksel kavgalarla geçti. Onun için kavga etmenin ve tartışmanın kötülüklerini ve faydasızlığını bir çocuk olarak, katıldığım o kavgalar ve tartışmalar sonrasında yaptığım iç değerlendirmeler ve pişmanlıklar neticesinde öğrenmişimdir. Henüz bir ortaokul öğrencisi iken bir mahalle arkadaşımı, hem de hiç acımadan, tartakladığım bir günün arefesinde bir kenara oturmuş ve bir iç muhasebe yapmıştım. Kendimden nasıl utandığımı bugün bile hala üzülerek hatırlarım.

O gün bugündür kavga etmedim; ama bana ve sevdiğim insanlara karşı haksızlıklarda bulunanlara, başkalarına zulmedenlere ve onların haklarını gaspedenlere karşı duyduğum hassasiyetler hiç değişmedi. Değişen tek şey, geçmişte aldığım veya almaya çalıştığım dersler sayesinde, bu tür durumlara karşı verdiğim tepkiler oldu.

Haksızlık yapan insanlara karşı haklı konumda kalabilmenin, haklı iken haksız konuma düşmemenin, çirkef insanların sizi kendi iç dünyalarının yansımalarına çekmelerine karşı uyanık olmanın, cahillerle tartışmamanın ve ‘’haksızlığı hak zanneden insanlara karşı hak iddia etmenin’’ faydasızlığının çok büyük bir bilgelik sanatı, zor bir kaabiliyet, ve önemli bir yaşam dersi olduğunu zorluklar içerisinde büyürken öğrendim. O gün bugündür bu yolda almaya çalıştığım mesafeler hiç eksilmedi. Yalnız başınıza ve sürekli bir şekilde ezilen, itilen, gözardı edilen, aşağılanan, hor ve hakir görülen, zulmedilen bir yolda ilerliyorsanız eğer, ister istemez bu tür kaabiliyetlerin farkına varıyorsunuz. Hiç bitmeyecek ve belki de bir ömür boyu sürecek olan bir serüvenin ortasında olduğunuzu farkediyorsunuz…

Gördüğünüz zulümlere, maruz kaldığınız haksızlıklara, kaybettiğiniz haklarınıza karşı öfke ile kendinizi dağıtıp tarumar ederek değil de, yukarıda resmettiğim kaabiliyetleri kullanarak bir sabır duvarı örüyorsunuz etrafınızda. Kimseye anlatamıyorsunuz derdinizi. Zaten bu enaniyet, bencillik ve zulüm çağında kimsenin size acımaya, sizi dinlemeye ve sizinle empati kurmaya niyeti de yok…

Nobel ödüllü yazar Alexis Carrell, ‘İnsan Denen Meçhul’ isimli kitabında "gerçeği seyretmek isteyen kişi, kendi içinde sessizliği kurmak zorundadır" der. İşte benim zulüm ve haksızlıklar karşısında yaşantımın etrafında yalnız başıma kurmaya çalıştığım o sessizlik kalesi de, hayat-kader-hakikat döngüsü içerisinde, gerçeği seyretmeye çalışan benliğimin kendi sessizliğini kurmaya çalışmasından başka bir şey değil. İnsan, içinde öyle bir sessizliği yakalamalı ki, ancak o zaman kendini dinleyebilsin ve ruhunun derinliklerinde kendisini tanıma adına bir yolculuğa çıkabilsin. Bu olmadan ne hatalarını anlayabilir insan, ne tevbe ufkunda dolaşabilir, ne tefekkür boyutunda yükselebilir, ne de kul olmanın zevkini duyabilir. İlahi aşka giden yolun bile böyle bir sessizlik halinin tesisi olmadan gerçekleşemeyeceğini düşünmüşümdür hep. Öyle ya! Aşık ile maşuk öyle bir sessizliğin, karanlığın bağrında kavuşabilirler ancak. Sevginin en güzel parladığı, üzerinde ilerlediği zemin öyle bir karanlık olsa gerek. Güneşin ve Ay’ın şuaları bile uzayın karanlığı ve sessizliği içinden süzülüp gelmiyor mu gözlerimize, oradan da kalbimizin derinliklerine… Dünyayı, o karanlıktan ve tarifsiz sessizlikten akıp gelen aşk yüklü ışıklarla görüp tanımıyor muyuz? Sonsuz boşluktan akıp gelerek havaya bile ancak dünyaya girdikten sonra dokunan o ışık hüzmelerinden gelmiyor mu yaşamın kaynağı…

İnsan-ı kamil olmanın yolu sanırım işte öyle bir iç sessizlik ortamının inşasıyla, ardından kendini dinleme gayreti ile mümkün oluyor olmalı. İnsanlardan, nesnelerden, dünyanın nefsi cezbeden ve hep kendisine çağıran nimetlerinden, gıybetlerden, suizanlardan, kinlerden ve öfkelerden kaçarak; o gönlündeki sabır kalesinin içine çekilmeli insan. Orada; tefekkürle, zikirle, kendini dinlemeyle, hata ve kusurlarını idrak etmekle, sonra da onlara ahlanıp af dilemekle, ölümü hatırlamakla, ahiret azabıyla terlemeli insan….

Rüya aleminde bir gönül dostunu takip ediyorum. Göğe yükseliyor; ışıktan bile hızlı bir sür’atle. Asılıp kalıyor sonra karanlık boşluğun ortasında… Etrafına bakınıyor ve sonra da avazı çıktığı kadar yüksek bir sesle; sanki kainatın en derinliklerindeki yıldızlara bile yüreğinin sesini duyurmak istercesine bağırıyor. ‘’Allah’ım seni çok seviyorum!’’ diyor. Sonra da, ‘’Sana nasıl hizmet edebilirim!’’ diye soruyor. Şaşırıyorum! Aşkını haykırıyor uzayın karanlık ve sessiz bağrında… Belli ki o, gönlünün sessizlik kalesini buraya kurmuş; insanlardan en uzak noktalarda. Zihninden, kalbinden bile kaçmış ve rüya ufkunda ulaşabileceği en uzak semalara uzanmış o sessizliği yakalayabilmek için. Demek ki insanlar içinde yapayalnız, garip… Kimseye anlatamıyor derdini ve içinde yanan o sıkıntıları, aşkını, ızdırabını… gelip uzayın dehlizlerine boşaltıyor çaresizce…

Başka bir gönül dostunu izliyorum yine bir gün. Yatağına uzanmış yatıyor karanlık bir odada. Gözler kapalı ama uyumuyor besbelli. Zira, kalbinden yükselen nağme çınlıyor kulaklarımda. Yine şaşkınlıkla kulak kabartıyorum dudaklarından bile sakındığı, içinden akan duygulara. Allah’ı ne kadar çok sevdiğini haykırıyor o da; ızdırapla. Garipliğini, günahlarını hissediyor derinden…Kendisini ‘’hain’’, ‘’ajan’’ olarak suçlayan bozuk sinelerden kaçıp sığınmış buraya. Hepsine kapamış kendini, hapsetmiş benliğini içindeki sessizlik ve karanlığa; sabır kalesinin içine. Sadece benden kaçıramadığı duygu akımlarıyla yüklü olarak… Karanlık bir odada, üstelik gözlerini bile kapatarak daha da koyu bir karanlığın bağrına atmaya çalışmış kendini. Sessizliği orada yakalamış o da. Hani ayette bahsedilen bazı insanlar vardır ya: ‘’Onlar ayaktayken, otururken ve yanları üzerine yatarken Allah’ı anarlar’’ (Ali İmran, 191) der. Ayet böyle insanlardan bahsediyor herhalde burada diyerek ayrılıyorum oradan…

Şimdilerde bu tür yalnızlıklara çok muhtaç olduğumuz günlerin içinden geçiyoruz. Hayatını böyle sessizliklerde yaşayan, onu böyle derin aşklara adamış olan insanlara, hiç düşünmeden; hain, ajan, terörist, haşhaşi vb. ithamlarda bulunan; hatta onları kafirlikle suçlayan zalimlerin, cahillerin, şımarmış şarlatanların, kendini bilmezlerin, vicdansızların, çıkarcıların ve kaypak insanların yaşadığı dönemlerdeyiz. Dindarlık elbisesi giymiş çoğu da üstelik. İç sessizlikleri, iç muhasebeleri olmayan; o yüzden de kendilerini hiç tanımayan, hiç muhasebe yapmayan vicdansız insanların hüküm sürdüğü bir dönem. Sürekli Cennet, Cehennem diyen ama Ahiret yolculuğunun önce iç muhasebe ile başladığını kavrayamamış insanlar… Twitirda masum insanlara her türlü iftirayı atıp ardından da bilinsizce ‘’asıl hesap ahirette’’ ifadesini kullanabilen, cesaretini cahilliğinden alan, iç dengesini yitirmiş, kültür Müslümanları ve Araf’ın tüm zombileşmiş insanları… İç karanlıklarda gerçek aydınlığı bulamamış, zifiri cehalet karanlığında kaybolmuş ruhların dünyası… Onların sözlerinin geçer akçe olduğu, onların itibar gördükleri, onların makam, güç ve çıkar beklentili zafer! naralarının gönül tırmaladığı, zalimin mazlum, mazlumun zalim gibi yutturulmaya çalışıldığı yalan dolu zamanlar…

Tüm bu zorluklara karşı öfkeye kapılmamaya çalışıp; dünyanın, bizi içimizdeki o sabır kalesinden çekip uzaklaştırmasına engel olmaya çalışıyoruz. Kendimizi o sessizlik kalesinin içine hapsedip ruhumuzu dinlemeye, kendimizi bulmaya, kendimiz olmaya, kendimiz olarak kalmaya çabalıyoruz. Orada niyet yeniliyor, azim depoluyor, ümit aşılıyor, proje geliştiriyor ve affetme duygumuzu canlı tutmaya çalışıyoruz; sönüp kaybolmasın diye… İstemiyoruz şefkat ufkundan uzaklaşmayı da… Peygamberlik mesleğinin o en değerli hazinesini yitirmek istemiyoruz zira! Yusuf mesleğinin şiarını, Hz. Muhammed’in nişanını… Nuh’un, İbrahim’in, Yakub’un, İsa’nın gözlerinden yansıyan o ışığı…

Sessiz ve karanlık bir kozanın, bir kalenin içindeyiz adeta! Birgün gelecek ve o kozadan çıkacağız; yenilenmiş, reforme olmuş, bir kelebeğe dönmüş bir vaziyette. Allah’ın vadettiği güzellikler, lütfu hala bu milletten kesilmemişse şayet, bizim kanatlarımızda temaşa edilebilsin diye… Ama unutmayın! Bir enkazın üzerinde açacak kozanız. Affedecek ve sonra da tamir edeceksiniz; yılmadan, usanmadan ve her daim, o sabır kalesindeki sessiz haykırışlarınıza özlem duyarak…

Onlar bitirdik desinler ve şimdilik sevinsinler. Oysa her şey asıl şimdi başlıyor! Şimdilik içinizdeki sessizliğe hapsedin kendinizi ve sadece O’na (c.c.) yönelin. Okyanusun o engin ve sessiz karanlığında üstelik balığın karnındaki karanlığa da mahkum olmuş; ama onu sabır kalesine çevirip bir iç muhasebe dengesini yakalamış, gönül iniltisiyle de mana aleminin şefkat tellerini tınlatmayı başarmış çaresiz Yunus (a.s.) gibi, ‘La ilahe illa ente subhaneke, inni küntü minezzalimin’* ufkunu yakalayın! Kozanızı çatlatın ve çıkın içinden Yunus’un yaptığı gibi, zamanı geldiğinde.

* Senden başka hiçbir ilah yoktur, sen bütün noksanlıklardan münezzehsin, muhakkak ki ben nefsime zulm edenlerden oldum.






11 Ağustos 2016 Perşembe

CEMAAT, TÜRKİYE’Yİ DAVA MANYAĞI YAPARSA!

Bu yazı 12 Ağustos 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Kullandığım başlık bazılarınıza abartılı geliyor olabilir. Özellikle de içinden geçtiğimiz şu günlerde; ortalık toz duman bir vaziyette ve kaos içinde ilerlemekte iken bu ihtimal çoklarına uzak; hatta imkansız bir ihtimal gibi görünebilir. Bugünlerde bir şarkıcının bile ‘zorunlu’ ‘demokrasi mitingine’ katılmaması sorun oluşturabiliyor. Hele yanında bir de mitinge ‘’şov’’ demişse, ‘halkı kin ve düşmanlığa tahrik etmek!’ ‘suçundan’ hakkında soruşturma açılabiliyor.

Bu tek yazıda bile kaç tane tırnak içinde ifade kullanmak zorunda kaldığıma bakın. Propaganda malzemesi yapılan kavramların içlerinin boşaltıldığı, ironi dili kullanmadan kavramlara dokunamadığımız anormal bir dönemden geçiyoruz.

15 Temmuz ‘darbe’ eyleminden itibaren ülke adeta tımarhaneye döndü. Gerçek darbelerde bile bu kadar travma yaşamamıştı bu toplum. Erdoğan ve AKP’li çevreler ne darbeyi yapan ekibin yönetim kadrosunu açıklayabildiler ne de darbeyi kimden veya saat kaçta haber aldıkları konusunda toplumu ikna edebildiler. Ancak daha darbenin birinci dakikasından itibaren ‘FETÖ’ yani ‘paralelin’ sorumlu olduğunu açıkladılar. Yani kendilerine göre ‘ispatlanmış’ ve adrese teslim göndermelerle hedef göstermekte gecikmediler.

Zaten son üç yıldır ‘paralel’ diyerek Hizmet Hareketi’nin  yüzlerce okul, dershane, hastahane ve diğer kurum ve kuruluşlarını kayyımlar atamak suretiyle gasp etmişlerdi. 15 Temmuzdan sonraki süreçte de hukuki bir yönteme dayanmadan sadece hedef gösterme yoluyla kalan tüm kuruluşlarına el konulmuş veya kapatılmış oldu. Bununla da yetinmeyip yüzbinlerce insanı ya hapsederek, ya işinden ederek, ya soruşturarak ya da fişleyip korkutarak mağdur ettiler ve etmeye de devam ediyorlar. Tehdit edilen bir sürü insan var. Yurtdışındaki bir gazeteciye baskı yapmak için eşini hapse attılar ve bunun gibi başka örnekler de var. Daha geçen gün Erdoğan, bu harekete mensup arkadaş ve komşularını ispiyonlamalarını istedi insanlardan.

Bizzat partili görevlilerden ve devlet görevlilerinden, bazı iş adamlarını arayarak haraç isteyen kişiler var. Tabandaki AK Partililerin bu tür gasplardan haberleri olmuyor. Kulaklarına biraz su kaçsa da bu sefer parti liderliğinin ve Havuz yazarlarının ‘hak ediyorlar’ propagandası ile illüzyona uğratılıyorlar. Şimdilerde birtakım ‘hocaları’ ve ‘trolleri’ kullanarak Cemaat mallarının ‘ganimet’ olduğunu ve kendilerine ‘helal’ olduğunu yayıyorlar.

Yani anlayacağınız son üç-dört yıldır yaşatılan mağduriyetlerin hem kurumsal hem de bireysel bazda haddi hesabı yok. Sadece maddi kayıpları kabaca hesap etseniz 100 milyar dolarlık rakamlardan defter açarak başlarsınız. Buna bir de kazanç, sermaye, itibar kayıpları ile zamana bağlı zarar faizlerini de ekleseniz dudak uçuklatan rakamlara ulaşırsınız. Bunlar sadece kurumsal kayıplar. Bir de bu kurumların mağdur edilen, hakları hukuksuzca gasbedilen yüzbinlerce çalışanını ve Hareketin zarara uğratılan diğer mensuplarını da ilave ederseniz tazminat değerlerinin ulaşacağı rakamları hesaplamak için bir üniversitede kürsü kurmanız gerekecektir.

Şimdi sıkı durun ve bir süre önce yazdığım ‘’Diploma Sahte Çıkarsa Ülke Göçer mi?’’ başlıklı (bölüm 1) ve (bölüm 2) iki yazıyı tekrar okuyun. Orada bazı iddialarda bulunmuş ve kabaca şuna dikkat çekmiştim. Eğer yaşanan tüm bu hukuksuzluk ve gasp süreçleri üzerine bir de Erdoğan’ın diploması sahte çıkarsa asıl hukuk ve tazminat depremi o zaman patlar demiştim. Zira, öyle bir durumda Erdoğan’ın tüm imzaları ve onayladığı hükümetler ve onların icraatları da dahil olmak üzere hükümsüzlük keyfiyeti kazanacağından tüm devlet aygıtının o kişiler eliyle cadı avları ve gasplara alet edilmesinin faturası devlet sistemini iflas ettirebilir.

Tazminatlar eksponensiyel (üstsel) bir şekilde katlanarak artarken, o depremin etkisi tüm toplumu vuracağından daha çok vatandaşa ve kuruma tazminat talep etme imkanları doğmuş olacaktır. Trilyon dolarlık yurtiçi ve yurtdışı tazminat davalarının yükünü, zaten her an patlamaya hazır bir ekonomisi olan, bu ülke kaldıramaz ve iflas eder.

Süreçte, özel şirketlere bile el konuldu ve gasplar yapıldı. Halen insanlara hapishanelerde yargısız mağduriyetler ve işkenceler yaşatılıyor. Tüm devlet kurumları son üç yıldır bu hukuk dışı uygulamalara alet edilmiş durumdalar. O pisliklere bulaşmış devlet görevlilerinin ödemek zorunda kalacakları tazminatlar veya hukuk süreçleri bile devlet sistemini kilitlemeye yeter. LAHEY ve benzeri uluslararası mahkemelerde açılacak davaları zaten denkleme hiç dahil etmiyorum. Ayrıca, AK Partililerin yurtdışına kaçırdıkları iddia edilen veya ileride kaçırabilecekleri paraların (çünkü buna zemin hazırlayan bir yasa geçirdiler) ve bunlarla mağdur edilen ve edilebilecek tüm ulusal ve uluslararası banka, şirket ve müşterilerin tazminatları da eklendiğinde yıkımın boyutları daha da artacaktır. Wikileaks belgeleri, daha şimdiden, AK Partili çevrlere ait yüzlerce off-shore hesap olduğunu iddia etmişti.

Erdoğan’ın ileriye dönük olarak böyle bir kaostan çıkabilmesinin tek yolu mutlak diktatörlük ilan ederek geçmişi silmeye çalışmaktır ki bu 1980 darbecilerine bile nasip olmadı. Zaten 15 temmuz ‘darbe’ hadiselerine de bu gözle bakmakta yarar var. En azından girişim sonrası yaşanan fırsatçı sürece…

O yazıda bir iddiada daha bulunmuş ve Erdoğan sonrası devlet trenine ister eski Gladyotik yapılar isterse de güvenilir-reformist bir devlet aygıtı kaptanlık yapsın, bence Erdoğan’ın diploma meselesini örterler ve konunun üzerine çok gitmeden sadece işledikleri suçlar üzerinden onları yargılarlar demiştim.

Evet! Gelecekte ülkenin karşılaşabileceği ciddi bir durumu bu şekilde özetlemek mümkün. Tabiki ondan önce elimizde sağlam ve itimat edilir, ekonomisi ayakta bir devlet kalacak mı onu da düşünmemiz gerekiyor. Bölgemiz gittikçe karışıyor. Demokrasi ve adalet felç edildi. Halk birbirine düşman hale getirildi. Ülkenin Ortadoğu’da bir savaşın içine çekilmek istendiği de çok açık. Ordu ve güvenlik birimleri darmadağın edildi. Ülke gün geçtikçe; güvenlik, istihbarat ve ekonomik kalkınma yönlerinden her türlü tehdide karşı daha da savunmasız bir hale getiriliyor. Ve bu devlet hala kendi halkına karşı bir fişleme, gasp ve zulüm savaşı vererek iç enerjisini ve gelecek umutlarını tüketiyor.

Gelecek nasıl şekillenecek; kısmetse birlikte göreceğiz. Zulüm uzun sürmez! Zira, ‘’zulüm ile abad olunmaz!’’ demiş atalarımız. Adalet bir gün mutlaka geri gelir. Adalet treninin ufukta belirdiğini gördüğünüz gün bence bugün mağdur edilen Hizmet gönüllülerinin gönlünü almaya ve kendinizi affettirmeye bakın derim. Çünkü, affetmeyip haklarını sonuna kadar talep ve tahsis etme yolunu seçerlerse; sizleri, argo tabirle, ‘dava ve tazminat manyağı’ yapabilirler.

Erdoğan sonrası külleri üzerinde oturduğunuz ülkenin de buna gücü olmayacaktır! Ayrıca, daha önceki yazılarımda işaret ettiğim gibi, zaten yeniden inşa etmeniz gereken ülkeyi onların yardım ve desteği olmadan kısa sürede tamir etmeniz de pek mümkün değil…

Ee! İşin bir de Ahiret Hesabı tarafı var tabi! Bugünkü zulümler burada affedilseler bile, ötede azap çekirdekleri olarak filizlenmeye başladılar bile!