31 Ekim 2007 Çarşamba

TERCÜMAN GAZETESİ'Nİ AFFET ATAM!

Not: Bu yazı 1 Kasım 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

"Cumhuriyet'in 84. yıldönümünde sana verdiğimiz sözleri tutamadık, özür dileriz Atam. Dışarıdaki hainler bir yana, içimizdekileri yok edemedik. Dün Çankaya'daki resepsiyonda seni çok aradık'.

Bu ithamlar Tercüman Gazetesi'ne (31 Ekim 2007) ait. Tercüman Gazetesi ne yapmaya çalışıyor anlamak güç. Ülkemizde yeterince stresli konu, didişme nedeni yokmuş gibi yenileri çıkıp duruyor. Son terör eylemlerine nasıl tepki vereceğimizi bile doğru dürüst tartışamadan kendimizi ''tepki mitinglerinin'' içerisinde bulduk. Kimler, hangi amaçla bu son terör hadiselerini başımıza sardı diye düşünmeye bile fırsat bulamadan; birilerinin ''basalım'', ''girelim'', ''dağıtalım'' yaygaralarına maruz kaldık. Bu da yetmedi, bu hamasi ve öfke dolu söylemlerin baş savunucularının; ''hala ne düşünüyorsunuz, hadi girelim!'' söylemlerinin hemen akabinde, ''bu terörün nedeni zaten bu hükümet'' dediklerine şahit olduk, oluyoruz. Tam bu garip beyanatlara alıştık diyorduk ki, gene birileri çıkıp, bu sefer; ''türbanlılar neden meydanlarda yok?'' tartışmalarının fitilini ateşlediler. Hem de teröre evlatlarını kurban vermiş başı kapalı şehit analarının gözlerindeki yaş hala kurumamışken...

Tercüman Gazetesi de yangına körükle gitmeye çalışıyor anlaşılan. Geçenlerde Cumhurbaşkanı Gül, Köşk'te Cumhuriyet Resepsiyonu düzenledi malumunuz. Teröre tepki mitinglerinde bile gözleri ''türbanlı'' arayan kişiler, hiç bu resepsiyonda ''türbanlı'' aramazlar mı? Aramışlar da zaten.

Bir Cumhurbaşkanı'nın düzenlediği davete toplumun her kesiminden insanları çağırması ve bunların arasında bir kaç tane başı örtülü davetlinin olmasının ne mahzuru var anlamak güç. Bu ülke insanının en az yarısı, Gül'ün eşinin başının örtülü olduğunu bilerek oy verdi AKP'ye; hem de onun Cumhurbaşkanı olacağını, türbanlı eşinin 'first lady' olacağını bilerek. Bu kişinin eşinin resepsiyonda davetlilerine ev sahipliği yapmasında ne gariplik olabilir ki? Sorun, kendisini garip bir ''laikçilik'' anlayışının temelsiz çukurlarına hapsetmiş, kısıtlayıcı, ötekileştirici, aşağılayıcı, hastalıklı zihniyette. Başörtüsüne karşı lüzumsuz bir mücadelenin içine hapsolmuş acınacak insanlarda. En kötüsü de; bu kişilerin bu garabeti işlerken, Büyük Önderimizi de bu işe alet ediyor olmaları. Atatürk'ün, şayet hayatta olsa, kapısından bile içeri sokmayacağı bir ''laiklik'' anlayışının bezirganlığını yapanlar var bu ülkede. Öfke ile hareket ediyorlar. Neyin hırsını sergiledikleri ise meçhul! Adres gösterdikleri Batı demokrasilerinde bile başörtüsü ile bir problem yok. Bunu söylediğinizde ise, ''bizim şartlarımız başka'' tepkisinden öteye geçemiyor isyanları.

Bir Gazete nasıl olur da halkın seçtiği insanların Köşk'e davet ettiği bir kaç kapalı insanı ''hainlikle'' suçlayabilir. Yarın Cumhurbaşkanımız Gül, şehit analarını da Köşk'e davet ettiğinde, aynı ithamları yapabilecek misiniz? O başı örtülü şehit analarını kastederek; ''Atam seni resepsiyonda çok aradık.... içimizdeki hainleri yok edemedik...'' diyebilecek misiniz? Buna cüret edebilecek misiniz? Halkı karşınıza almaya cesaret edebilecek misiniz? Yapabileceğinizi sanmıyorum. Halkı uyandırıp karşınıza almaktan ürküyorsunuz. O yüzden bu ''türban'' düşmanlığını bir kaç vekilin eşi üzerinden yürütmeye çalışıyorsunuz.

Ayıp değil mi bu iğrenç husumetlerinizi Atamızın üzerinden yapmaya kalkışmak? İçinizdeki kin ve nefretin adını ve bunu topluma aşılamanın yöntemini ''Kemalizm'' olarak belirlemişsiniz kendinize. Atatürk'ün kemikleri verdiğimiz şehitlere mi sızlasın, yoksa Kemalist ideolojinin kendisini istismar ediş şekline mi? Artık gerçek liberallerin, dindar muhafazakarların ve halkımızın bu hasta ruhlu ideolojinin temsilcilerine bir dur deme zamanı geldi de geçiyor bile. Bu işte çok geç kaldık. Asıl bu nedenle bizlerin ''özür dileriz Atam'' dememiz gerekiyor. Özür dileriz Atam!: İçimizdeki bu Atatürk tacirlerinin oyunlarını hala bozamadık. Sadece resepsiyonlarda değil, toplumun bir kavga nedeni haline getirilmeye çalışılan her bir köşesinde, kültüründe, farklılığında seni arıyoruz. Sen, Kurtuluş Savaşımızın mücadelesinin ilk tohumlarını atarken Türk, Kürt, Alevi, Sünni, başı açık, başı kapalı, Laz, Çerkez vs. bizi biz yapan ne unsur varsa hepsini bir araya getirmeyi başarmıştın. Çanakkale'de, Sakarya'da... Senin koruyuculuğunu yaptıklarını iddia eden bir kısım zevat, şimdi bu bütünleşmiş halk iskeletine otopsi yapmakla meşgul.

Hoşlarına gitmeyen her durumu sana şikayet etmeye kalkışan, tanımadığımız ve sesi çok yüksek çıkan bu güruh ne yapmaya çalışıyor bilen yok. Neyi, kimden ve ne için korumaya çalıştıkları muğlak. ''Laiklik'' bu sorunun cevabı kesinlikle değil; hele ''demokrasi'' hiç değil. Darbe çığırtkanları da bu kişilerin arasından çıkıyor çünkü... Anlamak güç vesselam!

Tercüman yukarıdaki başlığı atmakla kimin, hangi garip ideolojinin, hangi çıkarın, ya da ''hangi duyguların Tercüman'ı'' oluyor (4.Kuvvet Medya, 31 Ekim 2007) bilemiyorum. Böyle öfke dolu ve bölücü beyanatlarla birliğimize kastettiğiniz takdirde; halkın bir gün sizleri ''içimizdeki hain'' olarak görmesinden endişe etmiyor musunuz? Ne yapmaya çalışıyor sunuz? Umarım Köşk'teki o resepsiyona katılan herkes Tercüman Gazetesi aleyhine dava açar. Zira Tercüman aslında, başı kapalı katılımcıları ''hain'' olmakla suçlarken, onlarla aynı masaya oturaran diğer kişileri de ''hainlikle'' suçlamış oluyor böylece. Hımmm! Peki davetliler arasında olan ve davete Bayan Gül'ün başörtüsü ile katılacağını bildiği halde resepsiyona katılan, Tercüman Gazetesi Ankara Temsilcisi Metin Özkan'ı hangi kefeye koymalı acaba? ''Kemalist mi?'' yoksa ''hain mi?'' Ben içinden çıkamadım. Siz karar verin en iyisi.

Sayın Aydın Menderes öyle bir başlıktan sonra o gazetede bir dakika daha durmamalı... 31 Ekim 2007

BEKİR COŞKUN NE YAPMAK İSTİYOR?

Not: Bu yazı 31 Ekim 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Korkulan oluyor. Teröre tepki üzerinden yeni bir tartışma konumuz daha oldu.

Geçenlerde ''Sen de mi Can Dündar!'' başlıklı bir yazı yazmış (IV.KuvvetMedya, 29 Ekim 2007), Dündar'ın (kasten olmasa da) bir hata sonucu; ''Meydanlarda neden türbanlı yok?'' şeklindeki hastalıklı bir yaklaşımı, bilinçsizce sütununa taşımış olmasını eleştirmiştim. Hatta yazısının devam eden bölümlerinde, teröre verilen öfkeli tepkilerin ''nereye yöneleceği meçhul bir öfke bulutu'' olduğu şeklindeki yaklaşımını övmüş; ancak ''türbanlıların'' teröre tepki tartışmalarının içerisine çekilmesinin ''kime patlayacağını bilemeden gezen'' öfkenin kurbanı olabileceğini, asıl bunun ''kardeşliğimize zarar vereceğini'' belirtmiştim.

Birileri teröre tepki gösterilerinin gelip ''türbanlılara'' dayanması fikrini sevmiş ve hatta benimsemiş anlaşılan. Bekir Coşkun da meseleye sahip çıkanlardan oldu. Bugünkü yazısının (Hürriyet, 31 Ekim 2007) başlığı ''Meydanlarda niye türbanlı yok?'' idi Coşkun'un. Sağolsun 4.Kuvvet Medya hızlı davranmış ve ellerinde evlatlarının resimleri, yüzlerinde ise (belli ki) PKK'ya öfke duyan bir ifade ile meydanlara karışmış ''türbanlı'' şehit analarının, akranlarının resimlerini yayınlamış. İyi de etmiş.

Artık yeni bir tartışmamız daha oldu gibi görünüyor. Can Dündar'ın kendisinin de ürktüğü ''öfke dolu korku bulutu'' istenmeyen yerlere yöneliyor. Şanslı isek, çise ile kurtuluruz. Değil isek; fitne tacirleri yeni fırtınalar estirmeyi, gündemi öfkelerinin ve hırslarının selleri ile boğmayı başarırlar. Dündar; gazeteci bir abisinin eşinin telefona atlaması neticesinde konunun tarafı olmuştu. Coşkun ise, bir okurunun elektronik posta mesajını bahane ederek mevzuya balıklama daldı. Meğer kendisi de görmemiş türbanlıları meydanlarda. Hangi tepki mitingine katıldığını da yazsa idi belki katılanlar kendisini bilgilendirebilirlerdi.

Hürriyet Gazetesi son terör eylemlerini bahane ederek ve bu eylemlere verilen tepkileri çığırından çıkarmaya çalışarak ne yapmaya çalışıyor anlamak güç. Yapılan yayınlar halkı galeyana getirmeye, onların duygusal hassasiyetlerini istismar etmeye dönük. Doğan Grubu, bulanık sularda gene neler avlamaya çalışıyor belli değil! Bu son, ''türbanlılar nerede?'' tartışmasını bile ''terörün nedeni AKP'' noktasına getirmeye çalıştıkları belli. Coşkun, mezkur yazısında açıkça bunu yapmaya çalışıyor. Son bir kaç haftadır başka ''ulusalcı'' çevreler de meseleyi bu noktaya çekmeye çalışıyorlardı. Seçim öncesi dönemde tertip edilen ''Cumhuriyet Mitinglerini'' nasıl istismar etmeye çalıştılarsa, şimdi de ''Teröre Tepki'' eylemlerini istismar etmeye çalışıyor aynı kesimler. Bu da ellerinde kalacak ama.

Bakın neler diyor Coşkun yazısında: ''Kişiliksiz-sinik-bağımlı dış politikalara canı sıkılıyordur elbette insanların. Bu yüzden meydanlardaki kalabalıklar AKP ve yandaşlarını rahatsız ediyordur. Ve meydanlarda onlar yoklar. Terörün bu hale gelmesinin sorumlusudur iktidar.'' Dikkat ederseniz, hızını alamamış Coşkun ve sadece AKP'yi değil AKP yandaşlarını da teröre tepki vermemekle ve teröre tepki veren insan kalabalıklarından rahatsız olmakla suçlamış. Birileri AKP'nin yaklaşık olarak yüzde elli oy aldığını, o meydanlardaki her iki kişiden birisinin AKP'ye oy vermiş olma ihtimalinin çok yüksek olabileceğini hatırlatmalı Coşkun'a. İddia ediyorum, zaten çok değil bir kaç hafta içerisinde böyle bir anket çalışması mutlaka yapılır ve durum anlaşılır.

Coşkun'un hatırlaması gereken bir gerçek daha var. Halihazırda ülke sınırlarımız içerisinde hatta Kuzey Irak topraklarında PKK'ya karşı fiziksel eylemler yapılıyor. Daha dün 15 terörist öldürüldü. Ordumuza bu emri ''meydanlarda yoklar'' diye suçladığı hükümet yetkilileri veriyorlar. Konuyu hamasi bir öfkenin kurbanı olmadan, devletlerarası politikaların ve akl-ı selimin gerektirdiği şekilde çözmeye çalışıyor hükümet yetkililerimiz. Komutanlarımız da bu üsluba destek veriyorlar. İyi de yapıyorlar. Konuyu ''vuralım, kıralım'' noktasında ele alanlar maalesef Hürriyet Grubu, onun birtakım yazarları ve ulusalcı çevreler. Nihayet, asıl amaçlarının üzüm yemek (şehit yakınlarını desteklemek) olmayıp, bağcıyı (hükümeti) dövmek olduğu yavaş yavaş ortaya çıkıyor. Bu son, ''türbanlılar nerede?'' tartışması da bunun açık bir göstergesi.

Yazısında; ''kimse 5-6 yıl öncesine kadar tükenip-bitmiş PKK’nın niye toparlanıp güçlendiğini sormuyor'' şeklinde bir serzenişi de var Coşkun'un (tabi bunun sorumlusu da AKP ona göre). Bu noktada da yanılıyor kendisi. Asıl ben şu soruyu sormak istiyorum kendisine: Siz, PKK'nın ''5-6 yıl öncesine kadar tükenip-bitmiş'' olduğunu nereden çıkardınız? Bu halk hiç bir zaman, PKK'nın bittiği şeklinde bir rehavete kapılmadı ki. Hem ordumuz, hem hükümetlerimiz, hem de halkımız bu konuda her zaman temkimli oldular. Hürriyet bunu farkedememiş anlaşılan. Son kaybettiğimiz şehitlerimiz üzerinden bu kadar telaşa kapılmalarının ve basalım, girelim demelerinin nedeni bu şaşkınlık olsa gerek.

PKK'nın kimlerden destek gördüğünü, neden bitirilmek istenmeyeceğini hep biliyordu bu halk. Öcalan yakalandığında bile böyleydi bu. Ama ne yazık ki, Öcalan yakalandığında onu as(a)mayanlar bile, hala neden yaşadığının hesabını bu yeni AKP hükümetinden sormaya kalktılar. Benzer bir yanlış (eksik) hesap sorma işlemini Coşkun da yinelemiş sütununda. Ele geçirilmiş PKK’lıların cezaevlerinden AKP döneminde salındığını, ''şimdi askere silah sıkanların çoğunun içerden çıkanlar olduğunu'' sorguluyor. Kendisine, böyle bir istatistiği nasıl yaptığını sormakla vakit kaybetmeyeceğim; ancak daha önceki hükümetler dönemlerinde, özellikle Rahşan Hanım'ın etkisi ile affedilen PKK'lıları... eski Cumhurbaşkanımız zamanında affedilmiş kişileri ve bunların bir kısmının sonraki eylemlerde tekrar nasıl yakalandıklarını... kendisine hatırlatmak isterim.

Herkesin merak ettiği bir soru var. Son yirmi senedir 30.000'nin üzerinde vatan evladımızı, masum insanımızı teröre kurban verdik. Arşivler ortada. Hürriyet Gazetesi meseleye hiçbir zaman böyle ''kampanya'' tarzında tepki vermedi. Halkımız şimdi neden meydanlara dökülmek ve galeyana getirilmek isteniyor? Şimdiye kadar neden böyle hassas; toplu tepkilerin teşvikçisi olmadınız? Neden şimdi? Neden bu şekilde? ve terörün bu noktaya gelmesinden neden Hükümeti ve ona oy veren ''yandaşlarını'' sorumlu tutuyor sunuz?

Hem sahi! siz hangi meydanda bulun muştunuz? 31 Ekim 2007

28 Ekim 2007 Pazar

ATATÜRK FARELİ KÜTÜPHANENİN KAVALCISI DEĞİLDİ: METİN MÜNİR'E CEVAP

"Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihini, Osmanlı'nın mefhum-u muhalifi olarak okuma modasının çoktan geçtiğini düşünmekle ne kadar yanılmışım!" Bu itiraf Hilmi Yavuz'dan geldi geçenlerde (Zaman, 24 Ekim 2007). Beni şaşırtan, Hilmi Yavuz gibi bir üstadın böyle erken bir öngörüye nasıl kapılabildiği. Derin kişiliği yanında engin bir hüsn-ü zannı olduğunu da öğrenmiş oldum böylece.

Kendisini böyle isyan ettiren şey, geçenlerde Milliyet Gazetesi yazarlarından Metin Münir'in kaleme aldığı (Yavuz'un ifadesi ile) ''basmakalıp'' ve ''cahilce'' yazılmış olan bir yazı (21 Ekim 2007). Ben Milliyet yazarlarını okumam. Bu yazıdan Hilmi Yavuz'un yazısı aracılığı ile haberdar oldum. Alıntıları görünce ''hadi canım sen de!'' demekten kendimi alamamıştım; o yüzden gidip yazıyı buldum. Gerçekten de büyük bir Gazetemizin bir yazarı Hilmi Yavuz'un adres gösterdiği komik ve altı boş ifadeleri dile getirebilmişti. Hayret ettim!

Neler mi diyor yazısında sayın Münir?; okuyalım:

''Eğer Osmanlı İmparatorluğu'nun entelektüel bir birikimi olsaydı, Atatürk dil devrimini yapamayacaktı. Dil devrimi Türklerin o güne kadar kitaplıklarında biriktirdikleri yazılı geçmişleriyle bağlarını kopardı. Osmanlıcayı aniden yabancı bir dil haline getirdi. Atatürk, dil devrimini imparatorluğun geçmişinde entelektüel fazla bir şey olmadığı için yapabildi. Osmanlı kitaplıklarında fareler cirit oynuyordu. Müteferrika'nın ilk matbaayı kurduğu 1727 yılından sonra geçen 100 yıl içerisinde basılan Osmanlıca kitap sayısı 180'dir. Osmanlıların bir Homer'i, Dante'si, Kant'ı, Shakespeare'i, Voltaire'i olsaydı, dil devrimi diye bir şey akla bile gelmezdi. Büyük düşünürler, ilim adamları ve sanatkârlar dil ağacının kökleridir. O kökler dili bırakmaz. Atatürk'ün söktüğü ağacın neredeyse kökleri yoktu. Herhangi bir dilde, Divan edebiyatındaki kadar entelektüel içerikten ve derinlikten yoksun bir şiirler koleksiyonu bulmak zordur.''

Hilmi Yavuz haklı olarak bu ifadeleri Oryantalist bir bakış açısı olarak nitelendiriyor ve ''basmakalıp'' buluyor. Tüm bu ''hazin'' iddiaların ardından, Münir'i ''Osmanlı entelektüel hayatı konusunda en ufak bir fikri olmamakla'' itham ediyor. Ondan okuyalım: ''[Münir'in] Divan edebiyatına ilişkin temelsiz, dayanaksız ve külliyen yanlış görüşlerini bir yana bırakalım (bir soru: acaba Metin Münir, Baki ya da Fuzuli Divanı'ndan bir beyti okuyup anlayabilecek donanıma sahip midir? Ziyadesiyle şüpheliyim bundan!), hazretin Osmanlı kütüphaneleri üzerine söyledikleri dehşet vericidir: 'Osmanlı kütüphanelerinde fareler cirit oynuyordu'!.. Bir kere deyimin doğrusu, 'fareler cirit oynuyordu', değil, 'fareler cirit atıyordu' olmak gerekir. Ama, asıl vahim olan Metin Münir'in Osmanlı kütüphaneleri üzerine böylesine ahkam kesmeye kalkışmadan önce, zahmet edip küçük ölçekte de olsa, bir araştırma yapma gereğini hissetmemiş olmasıdır: Metin Münir'e Prof. Dr. İsmail Erünsal'ın 1988 yılında Atatürk Kültür Merkezi tarafından yayımlanan iki ciltlik, 'Türk Kütüphaneleri Tarihi' adlı o kapsamlı çalışmasını tavsiye ederim. Bir baksın bakalım, gerçekten fareler cirit mi atıyormuş Osmanlı kütüphanelerinde?''

Bu eleştirilere katılmamak mümkün değil. Bir kitap da ben önereyim Münir'e. O da Ali Bulaç tarafından kaleme alınmış olan ''Garbın Batıyı Medenileştirmesi'' isimli kitap. Kimbilir belki bu tür kitapları okuyan Münir ve benzeri Oryantalistlerimiz meselelere değişik bir zaviyeden de bakmayı öğrenirler ve peşin hükümlerinin girdabına yakalanmaktan kurtulurlar. Hem düşünce, hem fikir, hem de kültür olarak Batı'yı ne anlayabilmiş; ne de doğru yorumlayabilmiş değiller aslında. O kadar övdükleri Batılı değerleri kendileri anlayamadıkları gibi insanlara da benimsetemediler yıllarca. Bunu başaramayınca da halkı ahmaklıkla, gelenekselcilikle suçladılar. Senelerce böyle bir zihni çıkmazın içerisine hapsolmuş bir şekilde kendilerine aşağılık kompleksleri üretip durdular ve bunların etkisi ile kendi kültürlerini, insanlarını hep hakir gördüler. Aslında 'halkın kültürü' demem gerekiyor bu noktada. Zira böyleleri tarih boyunca ürettiğimiz kültür ve medeniyeti bir çırpıda hiçe sayıp, onu Avrupa medeniyetinin gerisine koymayı severek yapıyorlar. Bu bize mal olmuş, asırların değerlerini kendilerinin görmüyorlar. Başkasına ait bir değerler kümeciğini bu kadar hızlı ve içtenlikle benimsemiş olmalarının nedeni de bu. Bizi biz yapan ve asırlara yayılmış birikimlerimizi yok sayıp, düşünce ufkumuzu 80 senelik Cumhuriyet tarihinin içerisine sıkıştırmaya çalışıyorlar. Hilmi Yavuz'un ''Türkiye Cumhuriyeti'nin tarihini, Osmanlı'nın mefhum-u muhalifi olarak okuma modası'' dediği anlayış bu işte. Türkiye Cumhuriyeti'ne ve Atatürk ilkelerine ait ne varsa hepsini, Osmanlı'ya ait birikimlerin, kültürün zıddı sayma garabeti... Bu ne kadar hastalıklı bir anlayıştır. Bu; İttihat ve Terakki döneminin ve onun öncesi ve sonrasındaki bir takım aydınlanma hareketlerinin ıskaladıkları hastalıklı bir yenilenme düşüncesi, altı doldurulamamış ve tatbik edilememiş bir özentinin devamıdır. Batılılaşacağız derken; ilmi düşünce ve bunun teknoloji ile olan ilişkisini irdelemek yerine, Fransızca'nın aksanına, piyano resitallerine, Vals danslarına, onların giyinme biçimlerine dikkat kesilmiş; ''akılları gözlerine indiği'' için gördükleri bu heyecan verici şeyleri bilimin soyut düşünce atmosferine tercih etmiş bir yığın... Tüm bu garabetleri işlerken ise, kendisini ''aydın'' sıfatı ile tanıtan; içlerine düştükleri bataklığa uzak duranları ise cahillikle ve banal olmakla suçlayan bir anlayış...

''Osmanlıların bir Homer'i, Dante'si, Kant'ı, Shakespeare'i, Voltaire'i olsaydı, dil devrimi diye bir şey akla bile gelmezdi'' derken Münir de işte bu takdim ettiğim çerçevenin içine hapsolmuş görünüyor ve Yavuz'un; ''her toplumun zihinsel üretiminin, farklı tarihsel ve toplumsal koşullarda, farklı birikimler ortaya koyabileceğinin farkında görünmüyor'' şeklindeki değerlendirmesinin muhatabı oluyor. Umarım Yavuz'un kendisine ayrıca tavsiye ettiği Prof. Dr. Süleyman Hayri Bolay'ın 'Osmanlılarda Düşünce Hayatı ve Felsefe' isimli kitabını alır okur.

Atatürk'ün söktüğü bir düşünce ağacı yok. Böyle bir amacı da olmadı. Bu millet önemli ölçülerde Osmanlı kültür ve düşünce yapısını hala devam ettirmektedir. Yemek kültürümüzden yaşam biçimlerimize kadar herşeyimiz hala Osmanlı kokmaktadır. Aynı ''aydın'' kesimler hala ortaya çıkıp; mevcut devlet anlayışımızın her eksik ve gediğini hala ''Osmanlı'nın mirası bunlar...'' şeklinde aşağılamıyorlar mı? Bir yandan bunu söylerken diğer yandan ''Atatürk Osmanlı'ya sünger çekti ve yeni bir rejim kurdu'' anlayışının sahibi yine aynı ''aydın'' kesimler değil mi? Hem de bunu yaparken nasıl bir ikilemin içerisine düştüklerinin farkında olmayan, Atatürk'ü aslında başarısız olmakla birebir eşdeğer gösteren bir anlayış(sızlık). Zaten yazısının devamında yaşadığı ikilemi itiraf ediyor Münir. Şu ifadeler onun: ''Cumhuriyet de entelektüel bir atılım yapamadı. Avrupa'da tam düşünce özgürlüğü olmayan birkaç ülkeden biri Türkiye olmaya devam ediyor.'' Eder tabi. Avrupa'da ki düşünce özgürlüğünü analiz edebildiniz mi de aynısının burada olmasını görmek istiyorsunuz? Atatürk'ün halka dayalı bir Cumhuriyet anlayışında var mıydı: ''Türkiye'nin şartları başka'' şeklinde hastalıklı bir laiklik ve demokrasi anlayışı; ya da ''kamusal alan'' tabiri. Bırakın entelektüel bir birikimi, yeni bir müzik ve dans anlayışı bile geliştiremedik. Batı kırması pop şarkılar pazarlama güdümü ile düşe kalka gidiyor; kendine ait bir dans ve ton yakalayabilmiş değil. Hintliler yaptı ama. Halk, Osmanlı dönemlerinden beri koruyup kolladığı türkülerine ve klasik sanat müziklerine yeniden dönüyor. Nargile kültürü geri geldi. Çok övündüğümüz rakı-meze-dansöz eğlenceleri bile son dönem Osmanlı hayatının günümüze yansımaları... Kendimize ait bir şiirimiz hala yok. Olan bir kaç şairimizi okuyan azınlık bir kesim Divan Edebiyatı'nın boyasına mutlaka bulaşıyor; orada haz buluyor. Türk Sanat Müziği, konservatuar yasaklarına rağmen yer altından dirilme yeteneğini gösterebiliyor. ''Kök salmamış'', (entelktüel anlamda) ''cüce'' bir medeniyet; kökleri hala kurumamış bir edebiyat, müzik ve sanat anlayışı üretebilir mi?

Lisede senelerce öğretmenlerimin ''Osmanlı hiç bir şey yazmadı, yenilik adına herşeye karşı idi'' laflarını dinleyerek büyüdüm. Üniversite'ye geldiğimde Osmanlı'nın çok mükemmel arşivler tuttuğunu öğrendiğimde şaşırmıştım. Bugün başımızdaki Ermeni belasını bile bu arşivlerle def etmeye çalışıyoruz...

Hangi yabancı ile konuşsam, kültürümüze, yemeklerimize, sanat eserlerimize hayran. Eski gezginlerin kitaplarında da bu hayranlık göze çarpıyor. Her büyük İmparatorluk gibi Osmanlı da kendisine ait bir anlayış tesis edebilmeyi başarmıştır. Medeniyetin ölçüsü Voltaire ya da Shakespear değildir. Önemli olan medeni, yani içinde bulunulan çağın anlayışı ve imkanları içerisinde kendini tanımlayabilmek, insanlarını mutlu edebilmektir. Bu noktalarda bizim Oryantalistlerin kaçırdığı başka bakış açıları da var elbet. Konuyu dağıtmamak için onları sonraya bırakıyorum.

Münir, büyük bir kolaycılıkla ve iç rahatlığı ile şöyle bir hüküm çıkarabiliyor: ''Osmanlı kitaplıklarında fareler cirit oynuyordu.'' Şunu anlaması lazım kendisinin. Atatürk, fareli kütüphanenin kavalcısı değildi. Kütüphaneleri de farelerin filan bastığı yoktu. Savaşların, iç ve dış ihanetlerin baskısı altında çatırdayan bir imparatorluğa nefes aldırdı Atatürk. İlk kıvılcımını Osmanlı padişah ve paşalarının ateşlediği ''medenileşme'' hedefini doğru okuyarak, kendisine ait bir reçete sundu ve uyguladı. Bunu Osmanlı'ya rağmen değil; ihtiyaçlara binaen yaptı. Günümüz ''aydını'' bu gerçeğe gözünü yummamalı artık. Halkın Atatürk'ü anlamasını zorlaştırıyorsunuz. Kendisi hala Osmanlı'yı yaşayan bir halk ile onun arasını açıyorsunuz.

Güzel bazı tespitlerle bitiriyor yazısını Münir. Diyor ki; ''dünyanın ortak kültür sofrasına hiç oturmadık. Kafalarımızın içi hurafeler, sloganlar, dogmalar, resmi ideolojiler, kötü eğitim, hapishane ve faili meçhul cinayetlerle dolu. T. S. Elliot'ın şiirinde bahsettiği saman adamlar gibiyiz... Çağ atlanamaz. Çabuk zengin olunabilir, ama çabuk entelektüel olunamaz.'' İşte mesele budur. Ancak bu gerçeği ilk farketmesi gereken bu satırların yazarı ve onun gibi düşünen 'bizim Oryantalistler' dir. Asırlardır bir çeşme gibi akıttığımız ortak kültür mirasımızı bir çırpıda yok sayan, onları Batılı değerler karşısında aşağılık gören, asırlık dilimizi ve bilgi birikimimizi ''kök'' salamamış olmakla suçlayan bir anlayışın temsilcileridir. Bugünkü Batı'nın Doğu'nun omuzları üzerinde yükselip, daha sonra kendisine ait yeni bir anlayış oluşturduğu gerçeğinden habersiz bu kişiler, şikayet edilen ''dogmaların'', ''sloganların'', ''resmi ideolojilerin'' temsilcileri değiller de nedir? Doğru! ''çabuk entelektüel olunamaz''; ancak zihnimiz kendini inkar belası ile felç olmuşken hiç entelektüel olunamaz. Bu da kulağınıza küpe olsun.

''Dünyanın ortak kültür mirasına oturamadık'' diyenler, eskiden o mirasın göbeğinde, anlı şanlı medeniyetler kurduklarını görmezden geliyorlar. Ancak aynı serzeniş halihazırda geçerliliğini korumaktadır. Nedeni ise; ne Batı'yı, ne Batılılaşmayı, ne de kendi tarihi ve kültürel miraslarını idrak edememiş ''aydın''ların sahte ışıklarının peşine takılırken, Atatürk'ün önümüze koyduğu gerçek reçeteleri göremememiz; kendimize ait ve bizi biz yapan değerleri Batı rağmına reddetmemizdir. 28 Ekim 2007

24 Ekim 2007 Çarşamba

SEN DE Mİ CAN DÜNDAR!

Not: Bu yazı 29 Ekim 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

''Öfkeli bir sesle soruyor: Terörü kınama eylemlerine bakıyorum, bir tane türbanlı yok içlerinde... Neredeler? Niye protestoya gitmiyorlar?"

Bu satırlar Can Dündar'a ait. Milliyetteki dünkü köşesinde (23 Ekim 2007) ''Öfkemiz kardeşliğimizi vurmasın!'' başlıklı bir yazısı vardı Dündar'ın. Aktardığına göre, telefonda gazeteci bir ağabeyi ile konuşurken, eşi telefona atlamış ve içindeki öfkeyi bu şekilde dile getirmiş.

Can Dündar ise, bu öfke dolu beyanatlara köşesinde yer verdiği halde, yazısının takip eden bölümlerinde konu ile alakalı hiç bir analiz, yorum, görüş, açıklama yapmadan geçiştirmiş yazısını.

Şok olduğumu itiraf etmeliyim. Can Dündar gibi bir gazetecinin böyle öfke dolu ve altı boş bir beyanatı sütünuna taşıyabileceğini tahmin edemezdim. Taşısa bile en azından konuya bir açıklık getirmesini, alıntıya neden yer verdiğini izah etmesini beklerdim.

Toplumumuz son terör olayları ile kan ağlıyorken... ülkemiz sinsi bir planın içerisine çekilmek isteniyorken... başları örtülü şehit analarımız evlatlarının tabutları başında ağıt üstüne ağıt yakıyor iken... Tek düşüncesi hala ''türbanlılar'' olabilen ve hastalıklı bir psikolojik yapıya sahip olduğu anlaşılan bir gazeteci eşinin iftiralarına mı yanayım; yoksa Can Dündar'ı da medyamızı sarıp sarmalayan 'fikri sığlık' hastalığına kaptırdığımız endişesine mi, bilemiyorum?

Oysa Dündar'ın yerinde ben olsaydım o bayana şöyle derdim: Yengecim! ''Terörü kınama eylemlerine bakıyorum, bir tane türbanlı yok içlerinde'' ifadenden ben; senin de meydanlara karışmadığını, olayları televizyondan takip ettiğini çıkarıyorum. Oysa kameralar kameraman neyi çekerse onu gösterir. Ben de izledim haberleri; ama benim izlediklerimde hep erkek kalabalıklar gördüm. Şimdi birisi çıkıpta ''başı açıklar nerede'' dese hoş olur mu? Hem sizler değil miydiniz ''türbanlıların'' siyasete bulaşmasına karşı çıkan... Kampüsler dışındaki mekanları bile ''kamusal alan'' ilan etmeye çalışıp sokakları bile onlara dar etmeye kalkışan... Şimdi çıkıpta; neden meydanlarda değiller demek bir ikilem değil mi? Diyelim ki meydanlara çıkıp terörü lanetlediler; bu sefer sizin gibi, onların varlığından haz etmeyen, birilerinin çıkıp ''şehitleri kendi siyasi eylemlerine alet ediyorlar'' demeyeceklerini garanti edebilir misiniz? Ayrıca, ben böyle durumlarda hep ''öfkemize hakim olalım'' vurgusu yapmaya çalışıyorum. O meydanlardaki öfke benim tasvip ettiğim bir yöntem değil. Türbanlı veya türbansız: ''öfkemiz kardeşliğimizi vurmasın!''... Aaa! şimdi bu konuda bir yazı yazacaktım zaten. Ona başlık olsun bu son cümle bari...

Evet! Dündar gerçekten de yazısının devamında asıl duymak istediğimiz tavsiyelere değiniyor; bizleri öfkeli hareket etmemeye davet ediyor. Şu sözler ona ait: ''Tam bir seferberlik havası var. Nereye yöneleceği meçhul bir öfke bulutu, kime patlayacağını bilemeden geziniyor.'' Ne kadar beliğ bir ifade. Çok güzel bir tesbit; ancak birileri terör eylemleri üzerinden ülkemizde fitne çıkarmaya, Türk-Kürt kavgası hasıl etmeye çalışırken denklemin içine bir de ''türbanlıları'' sokmak niye? Böyle yanlış yaklaşımlar ''kime patlayacağı'' belli olmayan öfkeyi yanlış bir adrese ''türbanlılara'' yönlendirmez mi? Yanlış anlaşılmasın: Dündar bunu kasıtlı yapıyor demiyorum. Mezkur alıntıya yer vermekle; veya yer verse bile yazısının temkinli olmaya davet eden, kardeşlik mesajı veren dokusuna katmamakla yapıyor bunu. O kadını akl-ı selime davet etmemiş olmakla yapıyor.

Yazının takip eden bölümlerinde serdedilen görüşler de çok isabetli; fakat bir yazının tesbitleri ile hizmet ettiği amaç bu kadar birbirinden habersiz gelişebilir. ''Muğlak bu duygu patlamasının, bu kör öfkenin (teröre verilen tepkileri kastediyor, UT)... aynı ranzada uyuyan arkadaşları hedef almasından, birbirine kırdırmasından ya da ortamdan istifade başka siyasi hesapları görmeye yaramasından korkuyoruz'' serzenişi ne kadar yerinde bir serzeniş olur; o kadın gibi düşünenlerin öfkelerini sütünlarına taşırsan. Dündar'ın yazısında temkin yüklü satırları okurken, kendimi hala ''türbanlıların'' yazının başında neden hedef gösterildiği konusunda bir ikilemin içinde hapsolmuş buluyorum. Sayın Dündar acaba ''PKK'nın el ovuşturarak izleyeceği'' böyle yeni bir türbanlı kapışmasının'', ülkemizi ''önce bir kardeş kavgasına, sonra demokratik hakların lüks sayılacağı otoriter bir nizama sürüklemesinden'' gerçekten endişe ediyor mu? şeklinde düşünmeden edemiyorum.

Kendisinin de belirttiği gibi; ''daha da kaygı verici olan, Türkiye'yi birbirine düşürmenin bu kadar kolay olması...'' iken bir gazeteci eşinin altı boş iftiralarını bu şekilde sütununa taşımak benzer kaygıları taşıyanları tedirgin etmez mi? Ediyor... Şahsen ben, bir yandan şehitlerimize üzülüyor; diğer yandan da ulusumuzun başına örülmeye çalışılan tuzaklardan endişe ediyorken, bir hanımefendinin böyle bir atmosferde bile gözleri ile etrafta türbanlı kişileri arayabiliyor olmasından büyük rahatsızlık ve endişe duydum. Dündar, terör olayları arefesinde gelişen ''katilleri vuramayan öfkenin'' varlığından ve bunun ''kardeşliğimizi vuracağından'' haklı şekilde endişe ederken, gazeteci ağabeyinin eşinin ve benzerlerinin sahip oldukları hastalıklı ''türbanlı'' öfkesinden ve takıntısından ve bu öfkenin de bir gün kardeşliğimizi vuracağından endişe ediyor mudur acaba? Başı örtülü veya örtüsüz nice analarımız ve bacılarımız, naaşları halihazırda hala toprağa verilmemiş olan, bir kısmı ise hala teröristlerin elinde esir olan evlatlarına, kocalarına, kardeşlerine ağlıyorken yapılır mı bu? Sizi bilmem; ama ben Can Dündar'a hiç yakıştıramadım. O kadına ''haddini bildirmeli'' ve ''kardeşliğimize zarar verebilecek'' olan bu öfkeli kadınla alakalı, ''Yengem olduğu halde ağzının payını işte böyle verdim'' diyebilmeliydi. 24 Ekim 2007

23 Ekim 2007 Salı

MHP NE YAPMAK İSTİYOR?

Hakkari'de yaşanan terör olayları nedeni ile TBMM'de gündem dışı bir oturum yapılmış (Zaman, 23 Ekim 2007). Terör olaylarının tekrar can yakmaya başladığı, ülkemizin bariz bir tuzağın içine çekilmeye çalışıldığı böyle hassas bir dönemde, Büyük Millet Meclisi'nin her üyesinin temkinli, sabırlı ve akl-ı selim üzere hareket etmesi gerekiyor. Şehitlik, ölüm, terör gibi kavramlar gündelik siyasetin ve politikaların malzemesi yapılırken dikkatli olunmalı. Mezkur oturumda yapılan açıklamalara bakıldığında sinirlenmemek elde değil. Lüzumsuz bir tartışma yaşanmış mecliste. Özellikle MHP Grup Başkanvekili Mehmet Şandır'ın ifadelerini ve meselelere yaklaşım tarzını tasvip etmek mümkün değil.

Zaman Gazetesi'nin verdiği habere göre, konuşmasında ''terörle mücadele akan kanın sorumlusunun, AK Parti ve Hükümet olduğunu'' iddia etmiş Şandır ve ''Milletimiz terörle mücadelede sizden umudunu keserse asıl tehlike oradadır'' şeklinde bir açıklama yapmış.

Bununla da kalmayıp bakın başka neler söylemiş:

''Türkiye'nin tarihi bir kavşakta ve yol ayrımında bulunduğunu ifade eden Şandır, terör örgütünün Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile Türk milletine topyekün savaş açtığını söyledi. Terör örgütünün 1984 yılında başlattığı saldırılardan itibaren Türkiye'yi parçalayarak bir devlet kurmayı amaçladığını anlatan Şandır, konunun demokratik ve kültürel haklar olarak ele alınmasının terörü bu noktaya getirdiğini öne sürdü.

Şandır'ın bu talihsiz beyanatları şu altı boş düşünce hezeyanı ile devam etmiş:

''Verilen beyanatları bir araya getirip okursanız, Hükümetin sınır ötesi operasyon yapmaya niyeti yok. Başbakan İngiltere'de, Dışişleri Bakanı Bağdat'ta ne yapıyor? İngiltere ile yapılacak stratejik anlaşma ve ABD Başkanı Bush ile yapılacak görüşmeye umut bağlamak hakkına sahip misiniz? TBMM aracılığı ile millet size görev emri verdi. Nerede bu tezkere? Eğer o tezkere kullanılsaydı bugün toprağa verdiğimiz 12 askerimiz şehit olmayacaktı. Türk Silahlı Kuvvetleri ilk kez sizin döneminizde teröre esir verdi. Teröristler, Irak'tan ülkemize geçip saldırıyor, askerlerimizi şehit ediyor, millet sokakta...Siz ne yapıyorsunuz? İngiltere'de stratejik anlaşma, Bağdat'ta diyalog ve uzlaşma arıyorsunuz. Buna hakkınız var mı? Sayın Bakan burada... Durmadan zirveler toplanıyor açımlamalar yapılıyor. Yapılan bir şey var mı? Akan kanın sorumlusu sizsiniz, bu Hükümettir...''

Eğer mevcut MHP liderliğinin genel tavrı ve düşünüş şekli bu ifadelerin çağrıştırdığı fikir kırıntılarından müteşekkil ise, hal-i pür melalimiz ortada demektir. Şandır'ın beyanatları arasında, millet olarak ihtiyaç duyduğumuz ortak akıl ve devlet adamı basiretinden hiç bir eser yok. Yaşanan gelişmelere verilen bu tepkilerin altının ne kadar boş olduğu, nasıl akla ziyan bir nitelik taşıdıkları ise ayrı bir irfansızlık örneği.

Gelişmelerin zamanı, şekli, motivasyonu ve kışkırtıcıları ayan beyan ortada. Ne yapmaya çalıştıklarını, ülkemizi nasıl bir tuzağın içerisine çekmeye çalıştıklarını gayet iyi biliyoruz. Bir yandan Amerika, diğer yandan kimi başka bilmem ne bela, başımıza çorap örmeye çalışırlarken... neye hizmet ettiğini kendisi bile artık idrak edemez hale gelmiş olan taşerön terör örgütü bazı istihbarat örgütlerinin elinde oyun hamuruna dönmüşken... bu örgütün kendisine verilen bir emirle bir iki düzine askerimizi şehit etmiş olmasından nasıl hükümeti sorumlu tutabilirsin. Böyle sorumsuz liderlik, böyle düşünce kabızlığı olabilir mi? Böyle bir açıklamanın ardından çıkıp; ''Milletimiz terörle mücadelede sizden umudunu keserse asıl tehlike oradadır'' diyebilen bir zihniyet, asıl; olayların sorumlusu olarak Hükümeti gösterme hatasının böyle bir netice vereceğini, halkın devletine olan güvenini sarsacağını idrakten yoksun mu? Asıl tehlike; böyle hassas bir dönemde kendi politik çıkarları uğruna halk ile devletin arasını bozmak değil midir?

Üstelik konuşmasının bir yerinde ülkemizin hassas bir dönemdem geçtiğini kendisi de itiraf ediyor. Hadiselerin ''tarihi kritik bir dönem'' olduğunu görebilmek bir yetenektir elbet; ancak bunu her boyutu ile gerçekten idrak edebilmek herkese nasip olmaz. Neden mi? Şu ifadeye ne buyurursunuz?: ''Konunun demokratik ve kültürel haklar olarak ele alınması terörü bu noktaya getirdi.'' Ya ne olacaktı? Yirmi senedir askeri çözümler deniyoruz. Bu zaman diliminin önemli bir kısmı olağanüstü haller dönemi şeklinde geçti. Ne değişti? Daha mı az şehit verdik? Bölgenin ve bölge insanının hangi sosyal ve ekonomik sorunları çözüldü. Ne yani? Oradaki insanlarımız söz konusu olduğunda ''demokratik'' ve ''kültürel haklar'' bağlamında çözüm aranamayacak mı? Terör bölge insanlarının senelerdir ihmal edilmiş olmaları gerçeğinden beslenmedi mi yıllarca? Bu sosyolojik gerçeğin ne anlama geldiğini, bizleri ''demokratik'', ''kültürel'' ve ekonomik çözümler aramaya çağırdığını anlamaktan aciz mi MHP yönetimi?

Hem ''Hükümet'in sınır ötesi harekat yapmaya niyetinin olmaması'' niye kötü birşey olsun ki? Çok istiyorsan meclise çıkıp ''illa yapmalıyız'' tezini savunursun olur biter. Milleti ve milletvekillerini o şekilde ikna etmek şeklinde bir göreviniz varken tersten vurarak ve hükümeti hedef gösterip suçlayarak ne yapmaya çalışıyorsunuz? Oysa biraz devlet yönetimi tecrübesi olan herkes bilir ki; bir devlet hamasete ve ilerisi planlanmamış öfkeli tepkilere göre hareket tarzı belirleyemez. Bu aceleniz niye? Kuzey Irak'a senelerdir giriyoruz zaten. Şon bir kaç senedir Amerika bunu önlemeye çalışsada; Kürtlerden pek haz etmeyen Saddam, kapıları Ordumuza açıyordu oysa. Ne değişti? Bitti mi terör? Sadece son bir kaç sene içerisinde bile en az 24 kere Irak'a girdiğimizi ve başarısız olduğumuzu itiraf etmedik mi dünyaya daha bir kaç gün evvel?

Düzenli ve ağır silahlarla kuşanmış Ordumuzu da suçlayacak mısınız neden başarısız oldunuz diye? Bu da mı hükümetin suçu? Askerleri niye iyi yetiştirmediniz diyebilecek misiniz? Madem bu kadar hassas ve samimisiniz; Ordumuzu eleştirmeye neden cesaret edemiyorsunuz? Yoksa o oy getirmiyor mu? Üstelik Ordu komutanlarına sormanız gereken soruyu da öğreteyim size: Pusuya düşen askerlerimiz arasında komandolar var. Bu kadar iyi eğitimli birlikler, hem de ortada savaş hali var iken ve hassas sınır bölgesinde konuşlandırılmış iken nasıl olurda pusuya düşürülebilirler? Nasıl, cesaretiniz var mı bu soruyu dile getirmeye? Babayiğit askerlerimizin daha naaşları bile toprağa verilmemişken onlar üzerinden siyaset yapmaya utanmıyor musunuz? Ordunun yeterliliğini sorgulayıp halihazırda hayatta olan askerilerimizi korumaya dönük bir gayretiniz var mı? ''Türk Silahlı Kuvvetleri ilk defa sizin döneminizde 12 esir verdi'' diyor olmanız bile bu tezlerimi doğrulamıyor mu? Bu açıklama Ordumuzun PKK teröristlerine esir bile verebilecek hatalar yapabildiğini göstermiyor mu? Bunda Ordunun hiç ihmali yok mu? Niye sadece Hükümetin adını telaffuz ediyorsunuz?

Üstüne üstlük; ''PKK, artık İmralı canisi tarafından değil, Barzani tarafından yönetiliyor'' da ne demek? Daha bundan bir kaç ay önceki genel seçimlerin arefesinde parti lideriniz ''İmralı'dan yönetiliyor'' deyip sonrada bunu ''Apo'yu niye asmadınız?'' polemikleri ile süsleyip oy toplamaya çalışmıyor muydu? Üstelik Apo, kendi koalisyon yönetimleri zamanında yakalanmış ve asılmamış iken... Nelerin değiştiğini ve liderliğin neden Barzani'ye kaydığını bu millete açıklama sorumluluğunuz yok mu? Bu sorunun cevabı Barzani'nin, Ordumuzu Irak bataklığına itmek için somut bir hedef konumunda görünüyor olması olabilir mi?

Olaylar Irak'a hedefsiz bir biçimde dalıp ortalığı dağıtmamızı değil, her zamankinden daha çok siyaset yapmamızı gerektiriyor. Devlet yetkililerimiz bir yandan bunu sağlamaya çalışırlarken diğer yandan da insanımızı temkinli olmaya davet ediyorlar. Çok da iyi ediyorlar. Öfke ile kalkan zararla oturur. F-16'lar bir yandan Apaçi helikopterler diğer yandan.... daha önce de denemedik mi bu yöntemi? Terör örgütünü taşeron olarak kullananlar zaten bu şekilde hareket etmemizi bekliyorlar bizden. Tüm çabalar onun üzerine. İlk şehit haberleri üzerine Meclisin tezkere çıkarmasını sağladıklarında, ''şimdi bunu bize uygulatmak ve elimizi kolumuzu bağlamak için yakında yeni bir eylem yapacaklar demiştim kendi kendime''. Çok değil, bir kaç gün sonra Hakkari'den 12 şehit ve 8 esir asker haberleri gelmeye başladı. Şimdi eskisinden daha çok siyaset ve yaptırım endeksli yöntemler uygulamamız gerekirken; hamasi milliyetçi çevreler o klasik tepkileri ile gündemi meşgul ediyorlar. Hükümetin ve Ordu yönetimimizin elini kolunu bağlıyorlar. Zaten Şandır da hızını alamayıp hükümetin Amerika, İngiltere ve Irak ile ''diyalog ve uzlaşma arıyor olmasından'' rahatsızlık belirtiyor ve hükümete ''buna hakkınız var mı?'' şeklinde saçma bir soru yöneltiyor. Saldırmayı düşündüğünüz ülkenin halihazırdaki işgalcileri ve mevcut yönetimi ile irtibata geçmeyipte kiminle irtibata geçeceksiniz? O ülkenin iyi kötü seçilmiş bir hükümeti ve bizimle tarihi bağları olan insanları var. Amerika gibi ben girdim oldu mantığı ile hareket etmemizi mi bekliyorsunuz? Amerika'nın dünya kamuoyu nezdinde nasıl bir itibar ve güven kaybı yaşadığını görmediniz mi? Bunun; propaganda yeteneği Amerika'ya kıyasla çok az olan ülkemize ne tür hasarlar vereceğini düşünemiyor musunuz? İttihatçılar da böyle idi. Şuraya girelim, burayı geri alalım öfkesi ve hırsı ile hareket edip, kısa vadeli planların ağına kapıldılar. Fitnebaz devletlerin tuzaklarının içine çekildiklerini anlayamadılar. Böylece, aynı dış güçler yüzyılların Osmanlı siyasi zekasını ve tecrübesini devre dışı bıraktırıp, bölgedeki itibarımızı bu acemi çaylaklara harcatmadılar mı? Allah milletimizi ve ülkemizi temelsiz ve hamasi milliyetçilik anlayışının tehlikesinden korusun.

Önemli bir not ile bitireyim. Yazıyı bitirmeden hemen önce şöyle bir ara verip gazetelere göz atayım demiştim ki; yeni bir haber ile karşılaştım. Meğer Bahçeli, OHAL (olağanüstü hal) ilan edilmesi talebinde bulunmuş. Güneydoğu için o eski, içinden çıkılmaz dönemlere, fasit bir döngüye dönüş anlamına geliyor bu talep. Yazı boyunca ele aldığım basiret eksikliğine güzel bir haşiye oldu bu haber. Hem de gene MHP'den. Yazının başlığı ile noktalayayım: MHP ne yapmak istiyor? 23 Ekim 2007

METROPOLL ANKETİNİ TERSİNDEN OKUMAK

Bu yazı 24 Ekim 2007 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Metropoll Stratejik ve Sosyal Araştırmalar Merkezi, ''Türkiye'de Siyasal Durum'' adı altında telefon görüşmesine dayalı bir anket araştırması yapmış. Çalışmanın ilginç bulguları var; ancak bu yazıdaki amacım o bulguları burada tekrar edip rakamlar ile sizleri sıkmak değil.

Çalışmanın bulguları toplumda geniş bir yankı buldu. Bazı gazeteler sonuçları beğenmemiş olmalıki, bu çalışmanın sonuçları ile ilgili haberleri es geçtiler. Ülkemizin geleceği adına çok önemli bir hadise olan referandumu bile görmezden gelen bu basın organlarından zaten çok fazla birşey beklememek gerekiyor.

Diğer taraftan muhafazakar medyanın ise çalışmanın bulgularından gayet memnun olduklarını, ''biz demiştik'' şeklinde, kısmen haklı, bir bakış açısı ile konuya eğildiklerini gördük. Mesela, Zaman Gazetesi, çalışmayı ''Mahalle baskısı ve Malezya iddialarını çürüten anket'' (15 Ekim 2007) başlığı ile duyurdu okurlarına. Bu her ne kadar güzel ve yerinde bir tanımlandırma olsa da meseleye farklı bir zaviyeden de bakmak icab ediyor.

Çalışmanın tüm sonuçlarına rağmen bir konu hep gözlerden kaçtı. Bazen, bu tür toplumsal analiz içerikli çalışmaların bulgularına bardağın boş tarafından bakmak, sonuçları tersinden okumak gerekiyor. Ancak böyle bir yaklaşım; sorunların temeline inebilmemizi ve onları çözebilmemizi sağlar. Bu sağlanamazsa, meselenin tarafları ''ben haklı çıktım'' yada ''umurumda değil'' ikileminden kendilerini kurtaramazlar ve asla karşılıklı bir diyalog tesis edilemez. Bu noktayı izah edeyim:

Çalışmada çıkan sonuçlara göre, "Sizce Türkiye ileride Malezya'ya benzer mi?" sorusuna hayır diyenlerin oranı 64.2. Bu demek oluyor ki, geri kalan yüzde 36'lık bir kesimin bu konuda ya bir fikri yok yada ''evet benzer'' görüşünü savunuyor. Bulgulara göre katılımcıların toplamda yüzde 20'lik bir kısmı bu soruya ''evet ileride benzeyebilir'' yada ''evet kesinlikle benzer'' şeklinde yanıt vermişler. Yüzde 16'lık bir kesimin ise bu konuda bir fikri yok. Daha önce Yenişafak ve dorduncukuvvetmedya gazetelerinde yayınlanan ''Malezya Tehlikesi Geçti!'' başlıklı yazıda ifade etmiştim: Malezya, Türkiye kamuoyunun yakından tanıdığı bir ülke değil. Konu Hürriyet ve Doğan grubunun ve diğer bazı medya organlarının kasıtlı propagandaları arefesinde gündemimize oturdu. Hem de yanlış ve kasıtlı bir kullanım olduğu halde. Görünen o ki; CHP seçmeninin yüzde 45.2'si bu yanlış bilgilendirmeye dayanan propagandadan etkilenmiş. Bu bulgular benim içimi hiç açmıyor oysa. Müslümanları gayet ılımlı olan, farklı kültürleri ve dinleri uyum içerisinde bir arada yaşatabilen, ekonomik yönden hızlı bir büyüme sürecini yakalamış bir ülke Malezya. Türkiye'nin Malezya'ya benzemesi o nedenle olumsuz bir çağrışım yapmıyor aslında. Ama konu Doğan grubu tarafından öyle bir takdim edildi ki; halkımızın (eğer sonuçları genellersek) yüzde 20'si bu sanal tehdide inanmaya başlamış görünüyor. Bu bulgular Doğan Grubunu yüreklendirmiş ve kendilerine cesaret vermiş olmalı. Artık Türkiye'yi her türlü ülkeye benzemekle tehdit edip yeni toplumsal manipülasyonlar deneyebilirler. CHP seçmeninin yarısı kendilerinin (yaklaşık 3.5 milyon insan eder) bu sanal tehditlerinden etkilenmeye hazır görünüyor nasıl olsa.

Devam edelim... Gene Hürriyet gurubunun bayraktarlığını yaptığı ''Mahalle baskısı'' tehdidi! vardı hatırlarsanız. Katılımcıların yüzde 64'ü baskı olmaz demiş; ama sonuçlara tersinden baktığımızda ilginç bir nokta daha çıkıyor karşımıza. Meğer halkımızın yüzde 27'lik bir kısmı bu ''vehme dayalı'' illüzyondan ve korkutmadan nasibini almış. Meğer başörtüsü sorunu çözülürse, başı açık kızlarımız örtünmeleri konusunda baskı! (''Mahalle baskısı'') görürlermiş. Az değil, sadece oy verme mükellefi olmuş insanlarımızı katsak (35 milyon) 9 milyon civarında insanımızın bu yanlış evhamın girdabına kapıldıklarını göreceğiz. Oysa ''mahalleye'' çıkıp şöyle bir turlayanlar göreceklerdir ki, mahallenin başı açık ve örtülü kızları birbirleri ile arkadaşlık edebilmekte ve hatta aynı evin bireyleri olarak birlikte yaşamaktadırlar. Gerçekleri etrafına bakarak değil, gazete sütünlarından takip edenler, bu iki kesimi birbirinin alternatifi olarak gösterenlerin ağına düşüyorlar demektir. Diğer yandan katılımcıların yüzde 23'e yakını ülkemizde dindarlara baskı uygulandığını düşünüyormuş. Bu da şunu gösteriyor: Toplumun bir kesimi insanlara dini inançlarından ötürü bir baskı uygulandığını düşünürken, eşit oranda farklı bir kesim ise, halihazırda ''baskı gören'' bu insanların gelecekte kendilerini baskı altında tutacağı düşüncesi ile korku içine kapılıyor. Rakamları toplayalım: Sadece seçmen sayısı baz alındığında 18 milyon insanın birbirine endişe ile baktığını görüyoruz. Genel nüfüsa oranladığımızda nerede ise 36 milyon insan eder bu. Birbirini anlayamayan, aynı mahallenin kaldırımlarında dolaştıkları halde birbirleri ile sağlıklı bir diyalog kuramayan büyük bir yığın var karşımızda.

Bardağa tersinden bakmaya devam ettiğimizde şunu da görüyoruz: Üniversite öğrencilerinin üniversite içerisinde başörtüsü takabilmeleri ihtimaline katılımcıların yüzde 60'ı olumlu bakıyor. Ancak elimizde; bu konuda her hangi bir fikri olmayan yüzde 11 gibi azımsanmayacak bir kitle ve yüzde 30 karşı çıkan bir kitle kalıyor. CHP'ye oy verenlerin yüzde 73'ü yasağa onay veriyor. Artık eğri oturup doğru konuşmanın zamanı... YÖK başkanı aksini iddia etsede bugün Batı demokrasilerinde ve onun haricindeki ülkelerde başörtüsü yasağı yok. Gittikçe faşist bir çizgiye kayan Tunus bile geçenlerde bu konuda geri adım attı ve iyileşme yönünde bir çaba gösterdi. Bu satırları Amerika'nın en büyük 5. üniversitenin kampüsünden yazıyorum. İnsanları kıyafetlerinden dolayı üniversiteye sokmama fikrini kimseye açıklayamazsınız burada. Oysa ülkemizde bu derece önemli bir kesim; kasıtlı propagandaların, yanlış kavramların (türban) ve düşmanlaştırma çabalarının kurbanı olmuş görünüyor. İnsanları kıyafetlerine bakarak kampüse sokmak yada sokmamak kadar anlamsız bir çaba olamaz. 28 Şubat propagandasının zihinlere kazıdığı, halkımızı birbirine düşman etme yönünde serdedilen çabaların ürünü bunlar. Türkiye'nin parlak geleceği, bu yüzde 11'lik ve yüzde 30'luk kesimin gerçek demokrasi ve hatta laiklik kavramları ile tanıştırılabilmesinde yatıyor. Yüzde 60'lık kesimin ise; diğer yüzde 40'lık kesime kendisini anlatabileceği, kendisinin 'öcü' olmadığı gerçeğini vurgulayabileceği diyalog ortamları tesis etmesi gerekiyor. Bu ikilem ortada durdukça önündeki terör sorununu bile çözemez Türkiye.

Gene aynı çalışmadan, bu sefer ümit verici bir bulgu ile bitireyim. Eğitim seviyesi arttıkça Türkiye’ye şeriat rejiminin gelemeyeceğine inananların oranı artmakta imiş. Bu inanç lise ve yüksek öğrenimliler arasında % 80’lerin üzerinde çıkmış. Bu neticeye tersinden bakmaya gerek yok. Herşey açıkça ortada. Bizim insanımız uzun bir süre boyunca hep Türkiye'nin bir şeriat devleti yapılmak istendiği vehmi ile korkutulmak ve yönlendirilmek istendi. Demek ki halkımız, eğitim düzeyi arttıkça böyle safsatalara ve kasıtlı propagandalara geçit vermiyor. Demek ki, eğitim sistemizi ve müfredatımızı gerçek demokrasi ve laiklik televvünlü fikirler ile doldursak, üzerine empati, anlayış ve vatandaşlık bilinci aşılasak herşey yoluna girecek. Böylece insanımızın ekserisi bazı medya organlarının önlerine servis yaptıkları sanal tehditlerden (Malezya olma, şeriat devleti, lakliği yıkma) ve altı boş kavramlardan (Mahalle baskısı, ılımlı İslam, siyasal simge, türban) etkilenmeyeklerdir. Suların durulması ile birlikte ise; sağcısı ve solcusuyla, Alevisi ve Sünnisiyle, Kürdü ve Türkü ile aslında aynı geminin yolcuları olduklarını hatırlayacaklar; bir kardeş kavgasının içine çekilmek istediklerini idrak edeceklerdir. 22 Ekim 2007.

19 Ekim 2007 Cuma

ERMENİ TASARISI VE DÜŞMAN TANIMIMIZ

Bir konuda eğri oturup doğru konuşmamız gerekiyor. Millet olarak hastalıklı düşman tanımlamalarımız mevcut. Genellemeler yapmayı çok seviyoruz. Bir yandan her konuyu çok iyi bildiğimiz sanısı ile hareket ederken diğer yandan her hadiseyi siyah-beyaz olarak görme hastalığına düçar oluyoruz. Bu bir düşünce travması. ''Türk'e Türk'ten başka dost yoktur'' anlayışı ile yetiştirildiğimizden midir nedir bilemiyorum!; ancak bir sorunumuz olduğu ortada. İstemediğimiz bir takım gelişmeler olduğunda muhataplarımızı önce düşman ilan edip ardından eleştirmeye koyuluyoruz.

Son Ermeni tasarısının Amerikan Kongresinde ön kabul aşamasını geçmiş olması bu hastalığımızı depreştirmişe benziyor. Koca koca doktoralı adamlarla konuşuyorum: Hepsinde; ''herkes el birliği etmiş üzerimize geliyor'' anlayışı hakim. Batı dünyasını komple olarak düşman gören bir anlayışın izleri bunlar. Açıklama olarak ise şunu savunuyor bu kişiler: ''Baksana, tasarının karşısında görünenler bile soykırım olmamıştır demiyorlar.''

Ülkemize karşı düşmanca ve hain planların destekçisi ve planlayıcısı kesimlerin olduğu muhakkak. Bunu inkar etmiyor kimse. Ancak, tüm Batı aleminin karşımıza dikildiğini, Amerikan'ın topyekün böyle bir anlayış ile hareket ettiğini iddia etmek doğru bir düşünce tarzı değil.

Bir kere, Batı insanının meseleye bizim açımızdan bakabilmesi öyle sandığımız gibi kolay değil. Meselenin iki boyutu var. Bir devlet politikası boyutu bir de halklara bakan boyutu. Ermeni sorununun ilk olarak nasıl ortaya çıktığını hepimiz biliyoruz. Özellikle İngiltere, Fransa ve Rusya'nın, Osmanlı İmparatorluğu'nun elini zayıflatmak için kullandıkları bir kart idi Ermeni kartı. Senelerdir birlikte yaşadığımız Ermeni vatandaşlarımızı Osmanlı'ya karşı kışkırtmak için çok uğraştılar. Tıpkı Arapları kışkırtmak için çok uğraşmak zorunda kalan Lawrence of Arabia gibi. Bizde herkes ''hain Araplar'', ''hain Ermeniler'' deme kolaycılığına kaçsada gerçek bundan ibaret. Gerek Fransa gerekse de İngiltere irtibata geçtikleri birçok Ermeni vatandaşımızı ikna edemediler. Daha çok Rusya bölgesinden gelen Hınçak ve Taşnak fraksiyonlarını kullandılar. Fitnenin ipi ilk olarak o şekilde ateşlenebildi. İçimizden ikna edilenler elbet çıktı; fakat o katliamları gerçekleştirenlerin çoğu bu dışarıdan gelen ve içeride taraf bulmaya çalışan gruplar olmuştur. Arap diyarında ise Lawrence, ancak uzun bir gayretin sonucunda aradığı Arap lideri bulabildiğini itiraf etmiştir. O dönemde halen bir çok Arap lider Osmanlı için çalışıyordu. İttihatçı bazı paşaların yönetim hataları ve İttihatçı hareketin kusurlu ''Türkçülük'' anlayışı İngilizlerin propagandalarına katkıda bulunmasa idi belki Lawrence bile başarılı olamayacaktı. Gene aynı İttihatçı çevreler, Abdülhamit tecrübesini yok etmek yerine onu ikame etme yolunu seçselerdi Ermeni kışkırtıcılığı da başarılı olamayabilirdi. Siyonizmin kurucusu Theodor Herzl'i bile sonradan kendi amaçları doğrultusunda kullanabilmeyi başarmış bir siyasi dehadan bahsediyorum (Mustafa Armagan, Abdülhamit'in Kurtlarla Dansı).

Olanlar oldu ve artan çekişmeler karşılıklı sataşma-müdafaa noktasına geldi. Ermeni vatandaşlarımız kandırılmıştı. İçlerinde masum olanları da hataların bedelini beceriksiz, acemi ve imkanları kısıtlı bir yönetimin başarısız bir tehcir uygulaması ile ödemek zorunda kaldılar. Eldeki imkansızlıklar ve panik ortamı sadece suçluları ve vatan hainlerini bulup cezalandırmaya imkan vermedi. Şunu da unutmayalım. Çaresiz durumdaki İttihatçı liderlik bile bir ''soykırım'' düşüncesine asla kapılmamıştır. Allah bu milleti o durumda bile mahçup etmemiştir. Bugünkü Ermeni lobilerinin 1.5 milyon olarak abarttığı, aslında bu sayıdan çok daha az olan ölü sayıları işte bu başarısız tehcir hadisesinin ve karşılıklı çatışmaların bir neticesi oldu çoğunlukla. Bir çok Ermeni vatandaşımız da soluğu Fransa, Lübnan ya da Amerika gibi ülkelerde aldı. Kışkırtılan Ermeni çeteler tarafından katledilen masum insanlarımızın sayıları ise meçhul.

Yaşanan bu dramlar elbette büyük bir kaç ülkenin kışkırtmaları sonucu olmuştu. İngiltere ve Fransa'nın propagandalarından taviz verip suçlarını itiraf etmelerini beklemek biraz abes olur. Sonuçta hem onlar hem de onların mirasını devralan Amerika mevzuyu bulanık bırakarak politik manipülasyonlar yapmaya devam etmek isteyeceklerdir. Biz zayıf kalıp, kendi siyasetimizi üretemediğimiz müddetçe de bu böyle devam eder. Bush'un ve diğer bazı siyasetçilerin tasarıya karşı çıkarken dahi ''toplu ölümlerden'' bahsedebiliyor olmaları ve bizim beklediğimiz tarzda ''soykırım olmamıştır'' şeklinde açıklama yapmıyor olmaları bu anlayışın bir ürünü. Amerika bir çok konuda pragmatik hareket eder zaten. Dikkat edin, meclisimiz Kuzey Irak'a girme konusundaki tezkereyi onaylamadan hemen önce Bush bir açıklama daha yaptı ve bu açıklamasında da Osmanlı İmparatorluğu döneminde cereyan etmiş hadiselerin kendi senatolarının işi olmadığını ifade etti. Bizim istediğimiz tarzda; ''soykırım olmamıştır'' ifadesini kullanmadı. Bu politik yaklaşımı kabullenmemiz gerekiyor artık. Zaten kendimiz birşeyler yapmak yerine gerçeği hep onların ifade etmesini beklersek bu kısır döngü devam eder. Bu illa ki adamlar üzerimize saldırıyorlar anlamına da gelmez ve herkesin bize düşman olduğunu göstermez. Devletler arası politik oyunlar böyle işliyor maalesef. Güçlü ülkeler ellerinde tuttukları bazı kozları kaybetmek istemiyorlar. Amerika'daki Ermenilere de oynuyorlar aynı oyunu. Şimdiye kadar bir çok Amerikan başkan adayı göz kırptı Ermeni lobilerine; ancak sonradan gene resmi devlet politikalarının gerektirdiği 'her iki tarafı da idare etme' oyununa devam ettiler. Ermenistan ülkesi ise hala sefilleri oynuyor. Onları gerçekten düşünseler önce kalkındırırlardı ve Rusya'nın ağına düşmesine fırsat vermezlerdi.

Geçenlerde MSNBC haber kanalının sunucularından Tucker Carlson tasarının baş destekçilerinden Cumhuriyetçi Parti milletvekili George Radanovich'i canlı yayında azarlamış ve açıklamasında lgili tasarının geçmesinin ABD'nin çıkarlarına büyük zarar vereceğini dile getirmiş ve "Parmağımızı (Türklerin) gözüne sokuyoruz. Bunu da bu ülkede hala kızgınlıktan çıldırmış birçok Ermeni olduğu için yapıyoruz. Neden kızgınlıktan çıldırmış olduklarını anlıyorum. Ancak bu yapılan, grup çıkarlarına dayalı siyaset. Bu Amerika'yı yaralıyor" ifadelerini kullanmıştı. Bir arkadaşım sırf ''neden kızgınlıktan çıldırmış olduklarını anlıyorum'' ifadesinden dolayı bu sunucuyu bile bize karşı düşmanlık hisleri taşımakla suçladı. Sunucunun ''Ermenileri anlıyorum'' şeklindeki hitabını ''soykırım iddialarını destekliyorum'' şeklinde görmek istedi o arkadaşım. Hatta başka genellemeler içine dalıp, ''MSNBC demokratları destekleyen bir kanal; demokratlar tasarıyı destekleyip düşmanlık yaptıklarına göre bu adamın tavrı da kesin böyledir'' şeklinde bir çıkarımda da bulundu. Eğri oturup doğru konuşalım dediğim nokta bu işte. Çok kolay düşman ilan ediyoruz. Ara tonları görme çabamız yok. Bu şekilde sağlam bir gelecek kurulamazki.

Az önce adamların devlet politikası olarak bazı şeyleri neden bulanık bırakmak istediklerini anlattım. Bunun medyaya ve Batı insanına bakan yönleri daha da farklı olabilir. 1915 yılında zuhur etmiş o talihsiz hadiseler bugün bizim insanımız tarafından dahi çok iyi bir şekilde bilinmiyor. ''Biz birşey yapmadık'' ifadesinden öteye kaç vatandaşımız konuya izahat getirebilir. Bu durum bundan bir kaç sene önce çok daha vahim bir boyutta idi. Bizim bile cahili olduğumuz bir konuda Batı insanının ve hatta medyasının önyargısız hareket etmesini nasıl bekleriz. Batı insanının bizimkinden farklı bir düşünüş ve olayları kabulleniş tarzı olduğunu kabul etmemiz gerekiyor. Bizim kültürümüzdeki ''biz zulüm etmeyiz'' anlayışını onların anlaması çok güç. Şimdiye kadar hangi Batılıya Osmanlı'nın Batılı sömürgecilik anlayışı kapsamında değerlendirilebilecek bir sömürü, bir tecavüz yapmadığını anlatmaya çalıştı isem de anlatamadım. Çünkü onların tarihi bunun örnekleri ile dolu. Geliştirdikleri anlayışlar ve felsefeler hep o tür kötü neticeler vermiş. Kendileri dışında bir hareketin o kadar yayılıp ta, hiç tecavüz ve katliam yapmamış olabileceğini düşünmek bile istemiyorlar. Kendileri dışındaki bir ordunun girdiği bir ülkede tecavüzler, soygunlar yapmadan durabileceğini kabul etmeleri çok zor. Kendi yaptıklarına ise bir açıklama bularak teselli olmak isterler. Dünya en büyük soykırımı Batı'dan öğrendi. Adamlar hala onun tıravmalarını yaşıyorlar. Bu bağlamda Ermeni lobileri çıkıp ''soykırım'' iddiasında bulunduklarında bizim sadece ''yapmadık'' şeklindeki açıklamalarımız yetersiz kalıyor. Hele ''tehcir'' gibi büyük bir yer değiştirme hareketini ve bu taşıma sürecinde imkansızlıklardan, açlıktan ve salgınlardan ötürü insanların öldüğünü anlattığınızda buna inanmaları daha da güçleşiyor. Şimdi hal böyle iken, Batı insanına kendimizi ''belgelerle'' ve tarihin aydınlatıcı ışığı altında anlatamazsak neticelerine de katlanmamız gerekir. Biz yapmamız gerekenleri yapmamış, senelerimizi Yahudi lobilerine bizi savunmaları için para ödeyerek geçirmişşek çokta hayıflanmamamız icab eder. Kendimizi anlatamadığımız insanlar ''toplu ölümlerden'' bahsederken onların hepsini düşman olarak tanımlama yoluna gidersek hatalarımıza bir hata daha eklemiş oluruz. Amaç insanlara kendimizi tanıtmak ve anlatmak olmalı. Siyaset sahnesindeki kozlarımızı iyi kullanarak düşman bazı fraksiyonları göğüslemeli, kazandığımız zamanı o ülkeler içerisinde akıllı (ve kendimize ait) lobicilik hizmetleri ile desteklemeliyiz. Bunları yapmayarak kabuğumuza çekilir ve herkesi düşman bilerek etrafa öfke ile sataşırsak kazanma kuşağında kaybedebilir; kendi tarafımıza çekebileceğimiz aklıselim insanları kendimizden uzaklaştırabiliriz. Tezkere kararlılığı bu anlamda iyi bir başlangıç; ama işaret ettiğim gib bir süreci takip ederek yol almamız gerekiyor.

Tüm bunların yapılabilmesi için ise, her toplumda (hatta soykırım iddialarının baş destekçisi Fransa'da bile) bizi anlayabilecek, iyi niyetli insanların olabileceği düşüncesini akıldan çıkartmamalıyız. Başarılı lobicilik böyle bir kabullenişle başlar. İnsanları ve toplumları, dost-düşman olarak ayırma yerine kendimizi anlatabildiğimiz ve anlatamadığımız insanlar/ülkeler olarak sınıflandırmalıyız. Ancak bu şekilde; ara tonları görebilen bir anlayış ile, meselelere sükunet içerisinde vakıf olabilir ve onlara müdahale edebiliriz. Bu Amerika için de geçerli, Fransa için de. Hatta kendi içimizdeki bir takım meselelerde de... Bir ülkeyi yada toplumu topyekün olarak düşman ilan ederseniz kimse ile diyalog kurma ve kendinizi izah etme ihtiyacı hissetmezsiniz. Neticede, elinizde küsmekten başka yapabileceğiniz bir kozunuz da kalmaz. Bardağa diğer yarısından bakabilmeyi öğrenmeliyiz artık. 19 Ekim 2007

14 Ekim 2007 Pazar

ABD İLE İLİŞKİLER NEREYE GİDİYOR?

Malumunuz Ermeni tasarısı Amerikan Kongresinde ilk aşamayı geçti. Halihazırda konuya nasıl tepki vereceğini düşünmekle meşgul Türkiye. Amerikan tarafının ise, klasik, bekle ve gör oyunu oynadığı anlaşılıyor. Türkiye'ye gönderilen bir kaç devlet yetkilisinin sadece tansiyon düşürmek için atılmış bir adım olduğunu düşünüyorum. Ortalıkta bir sessizlik hakim. Benim bu konudaki teorim, Türkiye'nin göstereceği tepkilerin izlendiği şeklinde. Türk kamuoyunda bu tasarının Demokratların işi olduğu şeklinde bir kanı hakim. California'nın Ermeni yoğunluklu bölgelerinden seçilmiş ve Meclis Başkanı olmayı başarmış Pelosi ve Demokrat liderlerden Honey gibi kişiler tasarıyı ateşli bir şekilde savunurlarken, Bush ve Rice'ın ise tasarının geçmemesi yönünde tavır takındıklarını biliyoruz. Ayrıca, Cumhuriyetçi Parti içi birliktelik Bush'un zayıf liderliğinden ve düşen halk desteğinden etkilenmeye başladı. Bu aşamada Demokratların Bush ve ekibini köşeye sıkıştırmak için her yolu denemeye kalkışacakları aşikar. Bu yöntemlerden birisi de bu tasarı konusu. Fakat mevcut durum sanki Cumhuriyetçiler tasarıya karşı şeklinde bir kanı oluşturmamalı. Konu Türkiye'de biraz bu şekilde anlaşılıyor. Oysa mesele hiçte öyle değil. Önemli sayıda Cumhuriyetçi de tasarıyı destekliyor. Bunda iki faktörün rol oynadığını anlaması gerekiyor Türk kamuoyunun; ancak bu şekilde daha doğru tepkiler geliştirebilir. Aksi halde tilkiden kaçarken aslana sığınan tavşan konumuna düşeriz. Konunun gelişme şekli kimilerine tilki ile aslan arasında çekişme var şeklinde bir his versede, tilki ile aslan arasında bir danışıklı dövüş olabileceği ihtimalini de göz ardı etmemek gerekiyor. Cumhuriyetçiler arasında önemli bir yeri olan Neocon ve Yahudi çevrelerin garip bir şekilde tasarı lehine dönmüş olmaları bahsi geçen süreci körüklüyor. Demokrat parti güdümlü bir zorlamanın ürünü olsa da, tasarının bazı Cumhuriyetçiler ve bazı Yahudiler tarafından da desteklenmesinin önemli nedenleri olmalı.

Geçenlerde Florida'dan meclise seçilmiş Cumhuriyetçi bir senatör ile yazıştım. Senatörün ismi Mel Martinez. Ermenilerin etkili oldukları bir bölgeden o da, Pelosi gibi. Kendisine Ermeni konusunun bazı detaylarını anlatıp, konunun tarihsel gelişimi ve belirsizlikleri ile alakalı bir takım faktörleri izah ettim. Hadisenin politikacı görüşü ile değil, tarihçilerin ilmi çalışmaları ile aydınlatılması gerektiği şeklinde hatırlatmalarda bulundum. Bana gönderdiği cevabi mesajın bir kısmını sizinle paylaşayım: ''Ermenistan ve Türkiye ile aramızdaki önemli ilişkiler ulusumuzun bölgedeki çıkarları açısından önemlidir. Amerika Birleşik Devletleri olarak Osmanlı İmparatorluğunun son zamanında gerçekleşen korkunç toplu öldürmelerin ve zorunlu Ermeni sürgününün kurbanlarının hatırasını anıyor ve bunu kesinlikle kabul ediyoruz. Bölgesel politikamızın bir parçası olarak, Birleşik Devletler Türkiye'nin bu korkunç hadiseyi tekrar irdelemesi ve hem Türkiye hem de Ermenistanın kabul edebileceği şekilde tekrar ele alması için yardımcı olmaya çalışmaktadır.''

Türk kamuoyuna bu tür gelişmeleri yansıtmak gerekiyor. Zira, tasarının geçmesi sürecinde kamuoyumuz çok kısıtlı bir perspektiften takip etti hadiseyi. Tasarının lehinde tavır takınan bazı Amerikalı yetkililerin açıklamaları ''Türkiye bizim için önemli bir ülke. Şimdi ona ihtiyacımız var, kızdırmayalım'' noktasından öteye gidemedi. Dikkat edin, hiç bir yetkili çıkıpta ''bu soykırım değildir, Amerikan politikasını buna alet etmeyelim'' demedi. Bu, Amerikan Hükümetinin konuya pragmatik, çıkarlara dayalı bir zaviyeden baktığını, bakmak istediğini gösteriyor. Mevcut konjektürde ve genel Amerikan dış politikası bağlamında bundan daha fazlası da beklenmez zaten. Tasarının geçmemesi yönünde açıklamalar yapan Türk devlet yetkilileri de konuyu ''ilişkiler sarsılır'' noktasına kilitlediler. Ancak bunun Amerikalılarınkinden biraz daha farklı bir motivasyonu var. Türk tarafı Amerikalıların konuya her zaman için pragmatik olarak yaklaştıklarını iyi biliyor. Ayrıca, Amerikan tarafının Ermeni iddialarını hiç bir zaman açık olarak red etmeyeceklerini, konu hakkında Türkiye'nin bakış açısı ile bağdaşacak açıklamalar yapmayacaklarını, her iki tarafı da oyalamaya devam edeceklerini, bir tarafı oy potansiyeli açısından kullanmaya devam edip diğer tarafı da korkutarak yanında tutmaya çalışacaklarını anlamış görünüyor Türk devleti. İşte bu nedenlerden ötürü de ''konuyu tarihçilere bırakalım'' yada ''biz öyle yapmadık, aslında şöyle oldu'' şeklindeki savunma yöntemlerinin kısa vadede bir işe yaramayacağını anlamış bulunuyoruz. Bu açıdan bakıldığında bizim tarafın konuyu ''ilişkiler bozulur'' ve ''Amerika bundan çok ciddi hasar görür'' şeklinde ele almaları başarılı bir politika. Şimdi önemli olan, bu başarılı politikayı devam ettirebilmek ve ön kabulünü önleyemediğimiz tasarı geçse bile öfkeye kapılmadan uzun vadeli politikalar üretebilmek.

Bush'un konu ile alakalı yaptığı açıklamayı tercüme ettiğimde ne demek istediğimi daha iyi anlayacaksınız. Bakın ne diyor Bush açıklamasında: ''Hepimiz Ermenilerin 1915 yılında başlayan trajik acılarından derin üzüntü duyuyoruz. Bu önerge o tarihi toplu öldürmelere verilebilecek doğru bir yanıt değil.'' Bu açıklamayı okuduğunuzda ne düşündüğünüzü merak ediyorum. Belki bir kısmınız konuyu Bush'un bilgisizliği ve beceriksizliği olarak açıklayacaksınız. Bir kısmınız ise ''işte gerçek yüzleri bu'' şeklinde... Bush'un bu açıklması potansiyel bir bilgisizlik örneği olabileceği gibi akıllı bazı danışmanların emeği de olabilir. Bu açıklamanın da gösterdiği gibi konu Amerika tarafından hiç bir zaman aklıselim ile değerlendirilmeyecek ve hep bir 'köşeye sıkıştırma', 'korkutma' taktiği olarak kullanılacak.

Bu sefer konu biraz daha ciddi elbette. Daha büyük, makro bir planın sahnelendiği izlenimi var ortada. Demokratlar ile Cumhuriyetçiler aslında eleleler şeklinde basit bir yaklaşım doğru değil elbet. Ancak, her iki tarafa da hükmü geçtiği anlaşılan bazı kesimlerin bu sefer sol gösterip sağ vurmak istedikleri anlaşılıyor. Demokrat parti Bush politikalarına karşı kışkırtılırken, Ermeni meselesi bir araç olarak kullanılıyor. Gelişmeler ile bir yandan Türkiye köşeye sıkıştırılırken bir yandan da onun belirli bir istikamete doğru sürüklenmesi sağlanmaya çalışılıyor. Şahin kanattan Rice, Bush ve bazı devlet erkanı Türkiye'nin önemine işaret edip onun enaniyetinin şişmesini sağlıyorlar, diğer kanattan ise öfkeli ve daha acemi demokratların mevzuyu kaşıması sağlanıyor. Şahin kanadın diğer bir kısmı da açıktan tasarı lehine destek vererek Türkiye'nin öfke ile hareket etmesini ve belli tavizler vererek hatalar yapmasını sağlanmaya çalışılıyor. Bu kanatta bir takım şahin Cumhuriyetçiler, önemli sayıda Yahudi kökenli senatör ve Yahudi lobileri bulunuyor.

Bahsettiğim Yahudi lobileri eskiden milyon dolarlar ödeyerek lobicilik yaptırdığımız lobiler. Bu ani tavır değişikliklerinin sebebi yukarıda işaret ettiğim çerçevede ne anlam ifade ediyor dersiniz? Amerika'da hakim bir güç konumunda olan ve hem neocon hem de Yahudi lobisi güdümlü hareket eden çevreler uzun süredir Türkiye'de yaşanan gelişmelerden rahatsızdılar. Irak savaşı öncesi topraklarımızdan çıkarma yapmalarını bir tasarı ile önledi meclisimiz. Ardından onları endişeye sevkedecek başka gelişmeler yaşandı. Bizdeki Ulusalcı bir kesim her kadar ''AKP Amerikan uşağı'' şeklinde yaygara koparmaya çalıssada olay aslında tam tersi. Ben Tamer Korkmaz gibi düşünenlerdenim. Türkiye'nin giderek Amerika'nın yörüngesinden çıktığını, bunun da Amerika'daki şahin kesimleri rahatsız ettiğini varsayıyorum. Bu gelişmelerin müsebbibi durumundaki demokratik gelişmenin önünü tıkamak istiyorlar haliyle. Filistinde de aynısını yapmadılar mı? Ortadoğuda demokrasi istedikleri! halde demokratik yollarla seçilmiş olan Hamas'ı ve ona oy veren Filistin halkını açlık ile terbiye etmeye çalışmadılar mı? Türkiye'de bir anda patlak veren PKK eylemlerini ve PKK'lıların ellerinde çıkan Amerikan silahlarını nasıl izah edeceğiz. Bir yandan Ermeni tasarısı ile diğer yandan da PKK eylemleri ile Türkiye'yi köşeye sıkıştırmayı ve öfkelendirmeyi amaçlıyorlar. Böylece, Amerika'ya öfkeli kamuoyunun hükümet üzerinde baskı kurmasını ve düzenlediği reformlardan ve sivil anayasa gayretlerinden bir takım tavizler vermesini sağlamaya çalışıyorlar. Gelişmelerin askeri baskı ve vesayet iştahlı bir kısım kişilerin propagandalarını destekleyeceğini ve düzenlenecek bir Kuzey Irak operasyonu ile gündemin değişerek, politikaların tekrar darbeci zihniyet tarafından belirlenmeye başlayacağını biliyorlar. Yapılmaya çalışılan işte bu. Türkiye'ye çelme takmak. İsrail'in tasarıya destek vermiyormuş gibi göründüğüne de aldanmamak lazım. Onların Amerika'daki Yahudi lobilerine ve şahin çevrelere zıt fikirler savunmasını beklememek lazım.

Tüm bu olumsuz gelişmeler devam ederken Türkiye'ye düşen ihtiyatlı davranmak ve asla öfke ile hareket etmemek. Medya önünde Amerika'ya lanet okuyan demeçler vererek zaten sinirli olan kamuoyunu daha da öfkelendirmemeli devlet yetkililerimiz. Bu sadece bizdeki şahinlerin işine yarar. Tasarı ile eş zamanlı olarak gündemimize sokulan Kuzey Irak operasyonunun tam bir aldatmaca ve tuzak olduğunun anlaşılması gerekiyor. Hiç bir işe yaramayacağı da kesin. Pragmatik ve sinsi politikalar geliştirmeye devam etmeli Türkiye. Türkiye'nin Batı ve Amerika için önemini hatırlatarak şahinler dışındaki kişileri etkilemeye ve zaman kazanmaya devam etmeliyiz. Ermeni tasarısının ilmi olarak sonuca bağlanacağı günlerden hala çok uzağız. Tek bir Amerika olmadığı, tek bir Avrupa olmadığı, oralarda da birbiri ile çekişen grupların olduğu bilinerek ikili oynamalar devam etmeli. Amerika ile köprüleri atmak çözüm değil. Yoksa Amerika içindeki şahinler-muhalifi gruplar ile olan irtibatımızı da kaybederiz. Türkiye, operasyonu unutup demokratik ve ekonomik açılımlarına devam etmeli. Bu yönde yol almak istedeğini dost düşman herkese göstermeli. Bu bahsettiğim şahin grupları daha çok çileden çıkartacak ve daha fazla açık ve taviz vermelerini sağlayacaktır. Amerika Irak savaşında çok kritik bir noktaya geldi. Şahinlerin bölgesel çıkarları güçlenen demokratların tehdidi altında. Yenilgi ve bozgun yaşadıklarını kabul etmelerine nerede ise ramak kaldı. Kritik noktalara yaklaştıklarının farkındalar. İran'a olası saldırının temellerini de henüz tam olarak atamadılar. Bunun stresini de yaşıyorlar. İşte çözülmeye ramak kala yaptıkları bu son hamlede de öfke ile hareket eder ve demokratik temayüllerimizden taviz verirsek onlara büyük bir nefes aldırmış olacağız ve bölgemizde sahnelenmeye çalışılan bir takım yeni planların gerçekleşmesine ortam hazırlamış olacağız. Yumuşak, uzlaşmacı, sakin; ama sinsi politikalara devam. Keskin sirke (öfkeli ve Irak'a giren bir Türkiye) ancak kendi küpüne (demokrasisine ve ekonomik gelişmesine) zarar verir.

Herhangi bir tepki verirken şunu akıldan çıkarmamak yada görebilmek gerekir: Her ne kadar tasarının ardında Demokrat parti varmış gibi görünsede bu konuya ideolojik bir bağlılık ile sarıldıklarını söyleyemeyiz. Meselenin gelişen gündem ve yaklaşan başkanlık seçimleri ile de alakası var. Yahudi lobilerinin ve bazı şahinlerin değişen çizgileri ise yukarıda izah ettiğim gibi değişik maslahatlara dayanıyor. Bu ikinci kesimler bir şeyi daha gerçekleştirmeye çalışıyorlar kanaatimce. Arzettiğim gibi Türkiye'nin demokratik ve ekonomik bir kalkınma hamlesi gerçekleştirerek bu kesimlerin rotasından çıkıyor olması önemli bir rahatsızlık konusu onlar için. Aynı kesimler seçimlerde de ağır bir darbe almış durumdalar ve başkanlığı da kaybedecekler. En güçlü aday Hillary Clinton ve Türkiye'ye soğuk bakan bir aday değil. Zaten Irak'tan bile çıkmayı göze almış olan demokratlara dış siyasette güven duymuyor bu çevreler. Tasarıya verilecek sert bir tepki ve muhtemel bir Kuzey Irak operasyonunun ardından; Amerika'nın dizginlerini ele geçirecek olan demokratlar ile iyi ilişkiler geliştirip daha bağımsız bir çizgiye kaymamızı da engellemeye çalışıyor olabilirler. O nedenle dikkat şart. Öfkelenmek gibi bir lüksümüz ise hiç yok. Güneydoğu halkına sosyal ve ekonomik yönden destek olup, terörü dağda değil; gönüllerde çözmek gerekiyor. 14 Ekim 2007

12 Ekim 2007 Cuma

BİR ANKET YAZISI DAHA/Garip Bir Tasari Anketi

Bu yazı, 15 Ekim 2007 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi tarafından ''Garip Bir Tasarı Anketi'' başlığı altında yayınlanmıştır.

Daha evvel Hürriyet Gazetesi tarafından yayınlanmış bir anketi değerlendirmiş, belirli yönlendirme taktikleri kullanılarak sonuçların nasıl manipüle edilmeye çalışıldığını izaha çalışmıştım. Benzer bir örneği şimdi de Batı medyasından vermek istiyorum.

Malumunuz Ermeni tasarısı Amerikan meclisinde ön kabul aşamasını geçti. Konu gündemde önemli bir yer işgal ettiği için medyanın mevzu ile alakalı anketler yayınlıyor olmaları gayet normal bir gelişme. Normal olmayan; Batı medyası tarafından benzer, taraflı bir yayın politikasının izleniyor olması. Benim görebildiğim kadarı ile konuyu ''tarihçiler tartışsın'', ''belirsizlikler var'' bağlamında ele alan yok gibi. Yazılanlar ve yorumlar Türkiye'nin Amerika açısından önemini vurgulamaktan öteye geçemiyor. Hatta öyleki, bir kısım yazılar sanki Ermeni katliamı olmuşta, sorun Türkiye'ye duyulan ihtiyaç açısından değerlendirilmeli imiş gibi bir imaj veriyorlar.

Geçen gün MSNBC'nin İnternet sayfasında işte böyle bir anket yayınlandı. Anket hem bu anlattığım yaklaşıma katkıda bulunuyor, hem de benim taraflı-yönlendirmeci anket düzenleme noktasındaki eleştirlerime güzel bir örnek teşkil ediyor. Bunların bir kısmı art niyetli olarak bir kısmı da bir acemiliğin ve cehaletin neticesi olarak yapılıyor.

Ankette okurlara yöneltilen soru şöyle:
''Sizce ABD, Birinci Dünya Savaşı sırasında cereyan eden Ermeni ölümlerini resmi olarak soykırım şeklinde tanımalı mı?''

Buraya kadar herşey normal. Sorun sunulan şıklar ile başlıyor. Böyle bir sorunun altına herhalde ''evet-hayır-fikrim yok'' şeklinde seçenekler konmasını beklersiniz. Onlar da öyle yapıyorlar zaten; ancak bir farkla. Anketi düzenleyenler bir adım daha atarak ''yes-evet'' ve ''no-hayır'' seçeneklerinin yanına birer açıklama iliştiriyorlar. Evet şeçeneğinin hemen yanına konulan açıklamayı tercüme ederek devam edeyim:

''Bir çok bilim adamı Türklerin 1.5 milyon Ermeniyi sistematik olarak öldürdüğü konusunda hemfikir. Diğer ülkeler bunu bir soykırım olarak tanıdılar. Amerika da aynısını yapmalı.''


'No' seçeneğinin hemen yanına ise yukarıdaki soruya olumsuz yanıt vermeyi seçebilecekler için şöyle bir açıklama iliştirilmiş:
''Tarihçiler ölümlerin soykırım olup olmadığını hala tartışıyorlar. Ayrıca Türkiye, Amerika'nın hala Ortadoğuda asker bulundurduğu bir dönemde dışlanmaması gereken çok önemli bir müttefik.''

Bu iki açıklama masum gibi görünebilir. Ancak konuya vukufiyeti olmayan Amerikan halkı bu iki şıkkı okuyunca sizce hangisine meyledecektir? Elbetteki birinci ''evet'' seçeneğine. Sizin önünüze hakkında hiç bir malumatınız olmayan tarihi bir konu hakkında benzer iki seçenek konsa nasıl tavır alırdınız? ''Birçok bilim adamının üzerinde hemfikir olduğu sistematik bir öldürme'' ifadesinin hemen ardından, ''diğer ülkelerin de bunu bir soykırım olarak tanıdığı'' şeklinde yanlış ama iddialı (ikna edici) bir açıklama okusanız; ne yapardınız? Bu yanlış bilgi yüklemesinin ardından önünüze sunulan şıkta, ''tarihçiler hala tartışıyor ama bu müttefiki de kızdırmamak lazım'' söylemi gelse; nasıl bir halet-i ruhiye içinde olurdunuz? Sizi bilemem; ancak tanıdığım Amerikan halkı, sırf müttefik diye ''suçu bilim adamlarınca ve diğer ülkelerce kanıtlanmış!'' bir ülkeye sıcak bakmaz. Bu soruya evet yanıtını verir. Zaten anketi en son gördüğümde yüzde 65 ile 'evet' seçeneği önde gidiyordu. Katılımcı sayısı ise 43 bini çoktan aşmıştı.

MSNBC'nin art niyetli hareket ettiğine inanmak istemiyorum. Belliki konunun ''müttefik Türkiye'' bağlamına sıkışıp kalmasının ve cehaletin kurbanı olmuşlar. Böyle düşünmemi kolaylaştıracak önemli bir haber düştü gazetelere. Zaman'dan (12 Ekim 2007) okuduğum kadarı ile, ''MSNBC haber televizyonunun sunucusu Tucker Carlson, tasarının baş destekçilerinden Cumhuriyetçi Parti milletvekili George Radanovich'i canlı yayında azarlamış.'' Açıklamasında ilgili tasarının geçmesinin ABD'nin çıkarlarına büyük zarar vereceğini dile getirmiş ve "Parmağımızı (Türklerin) gözüne sokuyoruz. Bunu da bu ülkede hala kızgınlıktan çıldırmış birçok Ermeni olduğu için yapıyoruz. Neden kızgınlıktan çıldırmış olduklarını anlıyorum. Ancak bu yapılan, grup çıkarlarına dayalı siyaset. Bu Amerika'yı yaralıyor" ifadelerini kullanmış. Bahsettiğim anket aynı kanal tarafından yayınlandı. Bu düşüncelerin savunulabildiği bir kanalın en azından art niyet taşımayacağını düşünüyorum ben. Farkında olmadan bir yönlendirmenin ve manipülasyonun ağına düşmüşler şeklinde düşünmek istiyorum. Dediğim gibi olay, gazetelerin anket soruları yayınlarken ne kadar acemice ve bazen bilgisizce hareket edebildiklerine güzel bir örnek. Umarım hem ülkemiz medyası hem de batılı medyalar bir gün anket konusunun ciddi bir iş olduğunu, bunun bir uzmanlık gerektirdiğini anlayabilirler ve bünyelerinde din uzmanları bulundurdukları! gibi anket uzmanları da bulundururlar. 12 Ekim 2007

2 Ekim 2007 Salı

MALEZYA'DAN ''MELEZYA''YA U-DÖNÜŞÜ

Not: Bu yazi, 4 Ekim 2007 tarihli Yenişafak Gazetesi'nde ''Malezya Tehlikesi Geçti!'' başlığı ile yayınlanmıştır.
Ayrica dorduncukuvvetmedya gazetesi ve Siyar.org tarafindan da kullanilmistir.

Geçenlerde Fatih Altaylı ''Türkiye Malezya olur mu sorusuna çokça muhatap olmaya başladığını'' söylüyordu Gazeteport'taki köşesinde (2 Ekim 2007). Cevap olarak ise soranlara ''olmaz, olamaz'' dediğini yazıyordu. İlginç değil mi? Fehmi Koru'yu şimdi daha iyi anlıyorum. Basınımızın hafızasının ne kadar zayıf olduğundan, gazetecilerin kendi arşivlerine bile bakmadıklarından dert yanıyordu bir aralar. Haklıymış.

Altaylı, henüz bir ay önce kendisine yöneltilen benzer içerikli bir soruya aynı cevabı vermiyordu oysa. Okuyanlarınız hatırlayacaklardır: 23 Ağustos tarihli yazısında bir Amerikalı diplomat ile görüştüğünden ve diplomatın bir sorusu üzerine ''anlattım, size de anlatayım'' diyerek, Türkiye'nin nasıl yavaş yavaş Malezya (ve Mısır) olacağından dem vuruyordu Altaylı.

Her ne değişti ise ''çokça muhatap olduğu'' bu soruya artık; ''olmaz, olamaz'' şeklinde cevap vermeye başlamış kendisi.

O zaman için neler yazdığına bir göz atalım:

''Türkiye giderek bir İslam ülkesi olur dedim. Nasıl olacağını anlattım: Yavaş yavaş Mısır gibi, Malezya gibi oluruz. Din etkisi artmaya başlar. Din günlük hayata girer. Sokağa iner. Yaşam biçimi olur. Gözle görünmeye, elle tutulmaya başlar. Toplum tutuculaşır. Muhafazakârlaşır...'' Amerikalı diplomatın ''bunlar niye olsun ki?'' şeklindeki sorusu üzerine ise şöyle devam ediyordu sözlerine:

''Olur. Çünkü rol modeller değişmeye başlar. Rol model Erdoğan olur. Gül olur. Müslümanlığını gösteren, göstere göstere yaşayan işadamı olur. Çünkü iktidar kendi gibi düşünen, kendi gibi yaşayan bürokratları yukarı taşır. Kendi gibi işadamlarını ön palana çıkarır. İçki içen, eşinin başı açık olan, mayo giyen bürokratın yükselme olanağı kalmaz, işadamının iş yapma olanağı kalmaz. Kimse kimseye örtün, kapan, içki içme demez ama içmeyen iktidar dairesinin dışında kalır. Yükselemez, iş alamaz, iş yapamaz. Bürokratlar namaza başlar, işadamları ortalıkta içki içmemeye, eşlerine dekolte giydirmemeye başlar. Bu durum yoğunlaştıkça onlar gibi olmayanlar kendilerini dışarıda kalmış hisseder. Yasayla, yasakla olmaz. Ama ayıpla, günahla olur dedim.''

Bakın ''Türkiye Malezya olur mu?'' şeklindeki soruya muhatap olduğunda artık nasıl cevap veriyormuş Altaylı (yazıyı bağlamından koparmamak için tamamını alıntılıyorum):

''Olmaz. Olamaz. Çünkü Malezya’da korktuğumuz şeylerin dışında, çok olumlu yönler de var. Mesela Malezya’ya gerçek anlamda bir yabancı sermaye akışı var. Pek çok uluslararası firma Melazya’da yatırım yapıyor. Öyle Malezya’daki karlı KİT’leri satın alarak falan değil, ciddi, hakiki yabancı sermaye yatırımları. Mesela İntel’in en büyük fabrikalarından biri Malezya’da. Atatürk Havalimanı’nın bilgisayar sistemlerini yapan firma da bir Malezya firması. Dünyanın pek çok havalimanını da Malezyalı bu firma yapıyor. Buna karşın Malezya’nın en önemli turistik bölgelerinde dinciler iktidara geldiğinden beri turizm ölüyor. Oteller bir bir kapanıyor. Bizde ise AKP’ye yakın isimler otel üzerine otel açıyorlar. Bu ve benzeri binlerce nedenle Türkiye Malezya falan olmaz. Biraz ondan biraz bundan. Biraz Malezya, biraz İran, biraz Fransa, biraz İtalya, bolca Amerika.
Türkiye olsa olsa Melezya olur. Bir türlü Türkiye olamadığı için.''

2 Ekimdeki bu yazısından bir kaç gün evvel (Gazeteport, 28 Eylül 2007) ise aynı soruya bakın nasıl yanıt veriyor: ''Türkiye Malezya olur mu? sorusuna yanıt vermem mümkün değil.''

Bir Amerikalı diplomata iç siyaset dersi verirken ''giderek Malezya gibi oluruz'' şeklindeki yanıtı bir süre sonra ''bu soruya yanıt vermem mümkün değil'' şekline dönüşüyor. Ardından, bir kaç gün içerisinde görüşleri olgunlaşıyor ve bu sefer ''olmaz, olamaz'' deme noktasına geliyor.

Malezya olup olmama tartışmasının bir anda ortaya çıktığını ve alevlendiğini hepimiz biliyoruz. Hürriyet gazetesinin bazı yazalarının, genel olarak ise Doğan grubunun üzerine çok gittiği bir gündem maddesi oldu bu tartışma. Aklıselim sahibi bazı yazarlar ortaya çıkıp, Malezya örneğinin başarısız bir seçim olduğunu insanımıza anlatmasalar konu daha da derinleşebilirdi. Neyseki tartışmanın şiddeti bir nebze olsun azalmaya yüz tuttu da Malezya'yı pek tanımayan kamuoyumuz bu ülkeyi yanlış bir perspektiften tanıma bedbahtlığına kapılmamış oldu. Bahsettiğim yazarların da ifade ettikleri gibi; Malezya çok çeşitli kültürlerin bir arada uyum içerisinde yaşayabildikleri, ekonomik anlamda da, IMF programlarını reddederek, belirli bir kalkınma sürecini yakalamış önemli bir ülke. Bu açılardan Malezya seçimi çok gereksiz bir çaba haline dönüşüverdi kısa sürede içerisinde.

Merak ettiğim bir husus var: Acaba Altaylı'nın yaptığı bu u-dönüşünün ardındaki motivasyon ne olabilir? Bu sorunun cevabı; sakın geçtiğimiz günlerde önemli bir açıklama yapan Amerikalı bir diplomatın söylediklerinde yatıyor olmasın. ''Malezya gibi'' tartışmalarına son noktayı koyabilecek önemli açıklamalardı bunlar. Zira, ifadeyi ilk olarak kullanan kişinin ağzından çıkan beyanatlar, kendisine ait sözlerin nasıl yanlış yorumlandığını ortaya döküyordu. Eski ABD Dışişleri Bakanı Holbrooke'un, "beni yanlış anladınız. Ben, Müslüman bir ülkede laik demokrasinin var olabileceğine en güzel örnek Türkiye'dir demek istemiştim" şeklindeki açıklamasını kastediyorum (Yenişafak, 30 Eylül 2007). Meseleyi yanlış bir şekilde algılayıp köşelerinde ciddi bir tartışma başlatan yazarlarımızdan henüz bir özür yazısı okuyamamış olsakta, adını zikrettiğim Amerikalı diplomat Türk kamuoyundan özür diliyor; ''kendisini Amerikalıların bile doğru anladığını ancak Türkiye'de yanlış anlaşıldığını'' beyan ediyordu. Kendisinden öğrendiğimize göre, değinmek istediği husus; ''11 Eylül'den itibaren ABD'nin dünyanın her yerinde ılımlı İslam demokrasisi istediği''... ve bunun ''şimdilik sadece iki örneği olduğu (Türkiye ve Malezya).'' İşte bu açıklama içerisinde Türkiye ve Malezya isimlerinin yan yana geçiyor olmaları bizim basınımızda mezkur; ''Malezya gibi olmak'' tartışmalarının kapsamını oluşturmak için kullanılmıştı.

Altaylı, Türkiye ''Malezya olmaz, olamaz'' dediği yazısını bitirirken şöyle bir ifade de kullanıyor: ''Bu ve benzeri binlerce nedenle Türkiye Malezya falan olmaz. Biraz ondan biraz bundan. Biraz Malezya, biraz İran, biraz Fransa, biraz İtalya, bolca Amerika. Türkiye olsa olsa Melezya olur. Bir türlü Türkiye olamadığı için.'' Oysa, az önce bahsettiğim eski yazısında Amerikalı diplomatın kendisine; ''Bu dediklerinden Türkiye’nin artık bir Ortadoğulu İslam ülkesi olduğu sonucunu çıkartıyorum'' şeklinde sorması üzerine bakın ne diyordu: ''Bir dönem için evet. Sonra seçim gelir. AK Parti giderse herkes yine normale döner. Gitmezse bu durum sürer.'' Bu ifadeye göre, AK Parti hala iktidarda olduğuna ve önünde uzun bir beş senesi bulunduğuna göre, Altaylı'nın Türkiyede'ki Malezyalaşma ''durumunun sürdüğünü'' düşünmesi icab ediyor. Ne var ki, son yazısında bir ifade değişikliği yapıyor ve Malezya'dan ''Melezya''ya (yazısının başlığı) bir u-dönüşü yaparak, Türkiye'nin Malezya ol(a)mayacağını söyleyerek onun ''biraz Malezya, biraz İran, biraz Fransa, biraz İtalya, bolca Amerika'' karışımı melez bir ülke haline dönüşeceğini söylüyor. Böylece yüreklerimize su serpiyor anlayacağınız. Zira bir ay önceki yazısında ülkemizin ''giderek Ortadoğulu bir İslam ülkesi'' olma yolunda olduğu bilgisi ile yüreklerimizi hoplartırken bir ay sonra ''Malezya olamayacağımız'' bilgisi ile gönlümüzü rahatlatıyor, bizi derin endişelerin ağına düşmekten kurtarıyor. Biz kalp hastalıkları çok olan bir milletiz. Böyle şakalar ve ani u-dönüşleri bize iyi gelmez vesselam. 2 Ekim 2007