23 Ağustos 2007 Perşembe

2007 Yılı ve Son Hamleler


Önemli taktik savaşlarına sahne oluyoruz. Savaş'ın en önemli cephesi ise Cumhurbaşkanlığı makamı üzerinden yaşanıyor. Savaş dediysem, bir tarafın saldırdığı diğer tarafın ise kendisini savunmak zorunda kaldığı bir çekişmeden bahsediyorum. Daha önce de yazdım; belli bir ''oligarşik'' kesim gelişmeleri kabullense, Türkiye'nin demokrasi bağlamında geldiği noktayı iyi okuyabilse ve halkın yenilenmiş taleplerinin kendi istediklerinden farklı tezahür etmiş olmasını içine sindirebilse bu savaşı hiç yaşamıyor olacaktık. Herşey normal demokrasilerde olduğu gibi cereyan edecek, bizler de rahat edecektik. Beni, İnternet üzerinde kendi gazete-günlüğümü çıkarmaya teşvik eden en önemli hadise, işte bu taktik savaşları sürerken, 'aklıselim' cephesinde savunmaya destek vermek fikri oldu. Zira millet olarak, insanımızın birlik ve beraberliğinin tesisi adına elimizden gelen en ufak bir gayreti bile esirgemememiz gereken bir aşamaya geldik. Ben, buna, yazılarım içerisine 'birlik ve beraberlik mesajları' haricinde; 'yaşanan kavramlar savaşı' açısını da ekleyerek katkıda bulunmaya, elimden geldiğince, gayret ediyorum. Hani bir menkıbe anlatırlar: İbrahim (a.s.) ateşe atılmak üzere iken bir kuş gelir ve gagası içerisinde taşıdığı bir miktar suyu ateşin üzerine bırakıverir. ''Ey kuş! senin getirdiğin sudan ne fayda gelirki'' diyenlere ise şöyle cevap verir: ''Olsun tarafımız belli olsun.'' Evet! demokrasi adına, hak ve adalet adına, bu milletin geleceği adına, milletimizin tüm fertlerinin birlik ve beraberliği adına tarafımız belli olsun. Belli çevrelerin, kavramlar oluşturma ve bu kavramlarla toplumun fertlerini iğfal etme; onların zihin kanallarını tıkayarak sağlıklı düşünmelerini önleme; birbirinden korkutarak ve nefret ettirerek birbirine düşman kutuplar oluşturma yönünde çok etkili oyunlarına şahit oluyoruz. Şimdiye dek bunda son derece muvaffak oldular. 2007 yılı, işte bu kesimlerin, uyanmaya başlayan halka karşı açtığı savaşın soğuk savaş örtüsünden çıkıp sıcak savaş şekline büründüğü yıldır. İlk yazılarımdan birinde de yazmıştım: 2007 senesinde, tarihlerinde hiç olmadığı kadar açık bir şekilde sahneye çıkmak ve birlikte hareket etmek zorunda kaldı bu kesimin bireyleri. Zira önceden, farklı kulvarlarda; farklı görünerek işlerini görüyorlardı. Buna ilaveten şunu da belirtmiştim, gene belirteyim: AKP aslında bu mücadelede 'diğer tarafın öncüsü' konumunda değil. Kendisi, bu savaşın ister istemez bir tarafı oldu. Asıl savaş, diğer bazı yazarların da ifade ettiği gibi, bu ''oligarşik'' yapılanma ile halk arasında yaşanıyor. Halk, bu savaşta sadece kendi taktiğini oynadı ve tavrını; demokrasiye olan vurgusu ve potansiyel katkısı dolayısıyla AK Parti adına belirledi. Ben de 'tarafım belli olsun' derken; halkın tarafını, demokrasiyi ve aslında gerçek Cumhuriyeti ve laikliği kastediyorum. Savaşın karşı tarafını analiz etmiştim önceki yazılarımın bazılarında.

Çocukluğumdan beri genellemeler yapmayı hiç sevmedim. Bu tarafları analiz ederken her zaman işime yaradı. Bu 'halkın talepleri' karşıtı grupta, maalesef, sadece mezkur ''oligarşik'' yapılanma yok. Halkın içinden, kendisinden kesimler de var. Bunlar çoğunluğu itibari ile; farklı dini eğilimleri, etnik yapıları, siyasi anlayışları olan kesimler. Onların bu farklı özellikleri millet yapımızın önemli bir dinamiği, çeşitliliği, rengi iken; bu ''oligarşik'' kesimler tarafından bir ayrımcılık malzemesi olarak kullanılmış, bir öteki oluşturmak gayesi ile manipüle edilmiş ve topluma korku salarak kutuplaştırmayı gerçekleştirme sürecinin dinamosu yapılmış. Anlayacağınız; aldatılmış, birbirinin kardeşi iken birbirine düşman hale getirilmiş, başarılı bir toplum mühendisliği oyununa kurban edilmiş halk yığınlarından bahsediyorum. İnsanlar gerçek manada, neden karşısındakini sevmediğini, istemediğini bilmiyor. Bu konuya bir ara mutlaka değineceğim. İşte aynı oligarşik elit, Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecini de bu amaçla kullanmak istiyor; bu sefer köşeye sıkışmış olmanın verdiği çaresizlikle; son hamle olarak. 2007 yılına bu gözle bakmak lazım.

Geçenlerde Aksiyon dergisinde (20 Ağustos 2007) bu gelişmeleri güzelce özetleyen bir ifadeye gözüm takıldı. Sizlerle paylaşmak isterim. ''Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı adaylığı süreci, siyasi tarih kitaplarına konu olacak gerilim ve manevralarla dolu. Geçtiğimiz dört ay içerisinde ibre birden fazla yön değiştirdi.'' Evet! birbirinden farklı farklı birçok ''yön değiştirmeler'' izledik bu dönemde. Hatta bu manevraların çoğu, mahiyetleri itibari ile birbirinden kopuktu. Bunda en önemli etken az önce de altını çizdiğim gibi; köşeye sıkışmışlık hissi ve buna bağlı olarak oluşan tahavvüf (korkuya kapılma) ve tahavvür (acelecilik) duyguları. Cumhurbaşkanlığı 'kalesini' kaybetmeme telaşı, Gül'ün (ve AKP'nin) ismi ve dindarlığı üzerine yoğunlaşma fikri, 'laiklik' ve 'Cumhuriyet' vurgusu ve niyet okuyuculuğu yapma çabası, sadece satranç tahtası üzerinde sergilenen bazı taktikler o kadar.

Resmettiğim şekilde, sürekli değişkenlik arzeden bu siyasi hamleler temeli olan bir düşünce sisteminden kaynaklanmıyor. ''Oligarşik'' elitlerimiz, nasıl hamleler yapacaklarını bilememenin ve kapıldıkları korkuların neticesi olarak ellerindeki son kartları da açıyorlar. Hem de pek derince düşünmeye bile gerek duy(a)madan, aceleci bir tavır içerisinde. Bu neden mi böyle oluyor? Söyleyeyim: Eskiden aynı kartları gene kendi koydukları kurallar çerçevesinde açarak oyunu galip olarak sürdürebiliyorlardı. Yani oluşturdukları 'düşünce illüzyonu' ile halkı kandırabiliyor, yönlendirebiliyorlardı. Dindar kesimleri baskı altında tutarken kullandıkları en önemli yöntem de bu idi. Ancak artık oyunun kuralları değişti. Artık halk benim seçtiğim birileri kartları açsın ve dağıtsın, oyuna öyle başlayalım diyebiliyor. Sonra da; oyunun kuralları; ''laikçilik'', ''Cumhuriyetçilik'', ''kemalizm'', ''türban'', fundamentalizm'' değil; 'dine saygılı gerçek laik düşünce', 'Cumhur'un temsil edildiği gerçek Cumhuriyet anlayışı ve demokrasi', 'Atatürk sömürüsü değil, gerçek Atatürk düşünce sistemi', 'hiç bir karşılığı olmayan türban lafazanlığı değil başörtülü insanlara saygı' anlayışı olsun diyebiliyor. Bununla da kalmıyor; aynı kişilere her sıkıştıklarında ''dinci'', ''yobaz'' gibi kartları açabilme; yani 'Joker' kullanma hakkını vermek istemiyor. Tersine, bunun yerine gerçek 'hukuk ve adalet' anlayışının ikame edilmesini ve insanların bu zaviyelere bağlı kalarak tanımlanmasını arzu ediyor. Henüz, halkın tamamı bu değişim talebini idrak edebilmiş değil. Bunun en önemli nedeni de; işte bu ''oligarşik'' toplum mühendislerinin halkı; dinci, yobaz, laik, sağcı, solcu, ülkücü, tarikatçı, Kürt, Türk, Alevi, Sünni, ulusalcı, vatansever, Kuvay-ı Milliye vb. kalıpların içine hapsedebilmiş olmaları ve birbirine düşman hale getirebilmiş olmalarıdır. Türkiye'de belirli kesimlerin, senelerdir hep ''dinciler ülkeyi ele geçirmeye çalışıyor'' fırtınaları koparmalarının ve bu sanal gelişme karşısında bir ''laikçi'', şimdilerde de (artık bu da yetmediği için olsa gerek) ''ulusalcı'', kıta oluşturmaya çalışmalarının temel gayesi budur.

Bu birbirinden kopuk ve bir telaşın neticesi olan taktikler neler miydi? Neler görmedik ki... Bunların çoğuna da yazılarımda değinmeye çalıştım elimden geldiğince. Bu son bir kaç ayın 'kriz tetikçisi medya' dışındaki bireyleri tarafından da ele alındı bu konular. Önce Gül'ün ismi üzerinde fırtınalar kopardılar. Bunun bir sonuç getirmeyeceği anlaşılınca, AKP yönetimi içinde -yalan haberlerle- çatlak oluşturmaya çabaladılar. Bazı insanlarımızın yukarıda bahsettiğim farklı siyasi temayüllerini istismar edip ''Cumhuriyet mitingleri tertip ettiler. Bu da yetmedi; ''ordu ne der'' yaygaraları çıkardılar. İçlerinde paniğe kapılıp (anti-Amerikancı!, solcu!) bilindiği halde ''Bush birşeyler yap'' diyenler bile oldu. Bu da yetmeyince Hudson enstitüsünde felaket senaryoları tartışanları bile gördük. Tüm bu çabalar bir netice vermediği gibi aksine sandıkta ters tepince; bu ekip iyice panik yapmaya ve küstahlaşmaya başladı. Seçim sonuçlarının hemen ardından, halkı; ''aptal'' ve ''televizyon karşısında karnını kaşıyan pijamalı'' ahmaklar olarak tanımlayabildiler. O kadar küstahlaşabildiler anlayacağınız. Bu hakaretleri ile dahi içlerindeki kin ve öfkeyi bastıramadılar ve Hürriyet'ten Bekir Coşkun gibi birisi çıkıp, ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' diyebildi. Hem de bu; milletin ananelerine ve dokusuna hiç uymayan bir terbiyesizlik örneği olduğu halde. Böylece Gül'ü istemeyen (ama bunun gerçek nedenini de bilmeyen) talihsiz ve masum bazı insanlarımıza bu terbiyesizliği de öğretmiş oldular. Artık bundan sonra insanımız birbirini, başındaki Cumhurbaşkanı ile tanımlar hale bile gelebilir, aradaki kutuplaşma iyice belirginleşebilir. Daha öncede söyledim; Anadolu insanı liderlerine saygılıdır diye. Eleştirir; ama dışlamaz, küstahlaşmaz, saygılı davranır demiştim. Demirel'i bile saygı ile karşılayıp başının üzerine koydu bu halk. Sezer ise yaşadığı en büyük talihsizlik olduğu halde, ona karşı da sabırlı davrandı ve saygıda kusur etmedi. Geçenlerde Nuh Gönültaş (Zaman, 21 Ağustos 2007) bu hislerini çok iyi özetleyen bir yazı yazdı. Ondan bir alıntının ardından taktikler savaşında kaldığımız yerden devam edelim. ''Herkes onu (Sezer'i kastediyor) bir adet özgürlükçü konuşmasına kanıp benimsedi. Ama o hiç de benimsediğimiz gibi çıkmadı. Türkiye'ye koskoca yedi yılını harcattı. Hiç de konuştuğu gibi çıkmadı. Meğer Cumhurbaşkanı olmak için takiyye yapıyormuş. Biz O'nu reddettik mi? Hayır? Sonuna kadar sabrettik... Sezer'i sevmedik, ama tahammül ettik. Öyle pek de tahammül edilebilecek birisi olmadığı halde. Hiç de tarafsız olmadığı halde, hiç de Cumhurbaşkanı olabilecek asgari nitelikleri taşımadığı halde...''

Daha neler duymadık ki bu taktik savaşları süresince. Bir ara birileri çıkıp, ''Gül aslında hiç başarılı bir Dışışleri Bakanlığı yapmadı'' diyerek dikkatleri başka yöne çevirmeye ve lafı; ''bak bu yüzden iyi bir Cumhurbaşkanlığı da yapamaz''a getirmeye çalıştı. Hem de Sezer'in, görevi boyunca yalnızca bir kez yurt dışına çıktığını bildikleri halde. Sesleri cılız kalınca, bu sefer yeni bir; ''iyi niyet taktiği'' denemeye başladılar. İşte bu, siyasi sahnemize kazandırdıkları son taktiğin adı olan ''Aman ha rövanş almayın'' ikazıdır! Bu son gelişmeyi çok güzel bir şekilde özetledi Ekrem Dumanlı son yazısında (Zaman, 20 Ağustos 2007). Dumanlı'ya göre bu ''berbat'' kelime tercihini yapanlar içerisinde bazı sağduyulu insanlar olabilir. Kanaatimce bu tercih; ifade ve sunuluş tarzı ve zamanlaması itibarıyla, benim yukarıda arzettiğim 'korku ve telaş atmosferinde atılan adımlar' sürecinin son halkasıdır. Ama en sonuncusu değil. Göreceğiz... Bir yandan endişelerini izhar ederken bir yandan da peşlerine taktıları kesimlere yeni bir refleks öğretmeye çalışıyorlar. 'Yeni bir kavram çerçevesi oluşturma' diye nitelendirdiğim taktiğin adı bu. Önce bir kavram çerçevesi oluşturup insanların eline veriyorsunuz. İleriki bir zamanda da belirli toplumsal malzemeleri, söz ustalıklarını ve düşünce manipülasyonlarını kullanmak sureti ile bu çerçevenin içini dolduruyorsunuz; kandırdığınız kitlelerle beraber. Sonra herkes bu içi doldurulmuş çerçeveleri alıp beyin-zihin-kalp hanelerinin duvarına asıyor. Bu son taktik de işte böyle birşey. Oluşturulan yeni 'kavram' yani çerçeve; ''rövanş'' kavramı. Gül seçildikten ve bakanlar kurulu atanıp (daha onun yaygaraları başlayacak) hükümet göreve başladıktan sonra, onun bazı uygulama, atama ve politikalarını ''bak rövanş alıyorlar gördünüz mü? İşte bunlar böyledir zaten... Takiyye yapıp fırsat kolluyorlar zaten... Sıra Cumhuriyeti yıkmaya da gelecek...'' tarzı söylemlerle (propagandalarla) eleştirecekler ve bu çerçevenin içini istedikleri gibi dolduracaklar. Bir sonraki seçimde ise, onu duvardan indirerek kullanmak isteyecekler.

Bu noktada haklı olarak soruyor Dumanlı ''Neyin rövanşı'' diye ve ekliyor: ''Hangi maçın rövanşından bahsediliyor, kim kimden rövanş alıyor, önceki maç(lar) ne zaman yapılmıştı, bu zamana kadar skor tabelasında bir şeyler yazıyordu da insanlar farkında mı değildi?...''Evet!, neyin rövanşından bahsediyorlar kimse anlayabilmiş değil. Acaba birşeyin rövanşını mı almamız gerekiyor diye endişeye kapılıyor insan. Soruyu tersinden sormak istiyorum: Acaba, işler ters gitse ve bir şekilde siz halkın demokratik tercihini baltalamayı, AK Partiyi alaşağı etmeyi başarsanız; AK Partiye oy verdi diye ''aptal'' olarak nitelendirdiğiniz halktan ''rövanş'' mı alacaksınız, size bu korkuları yaşattığı için?... ''Az kalsın Cumhurbaşkanlığı kalesini ve diğer kalelerimizi kaybediyorduk'' diyerek, sonra da işaret parmağınız ile üst damağınızın içini kaldırarak; aman aman mı diyeceksiniz?... ve bunun rövanşını nasıl alacaksınız?...

Bu ''rövanş'' kelimesinin tercih sebebini analiz ederken güzel bir tahlil yapıyor Dumanlı. Okuyalım: ''Rövanş kelimesinin arkasında soğuk bir tasnif bulunuyor: SİZ ve BİZ. Açıkçası, muhatabını ötekileştiren bir tabirden bahsediyoruz. SİZ derken ülke yönetimine ortak edilmeyen, edilmesi de düşünülmeyen hatta dışlanan geniş bir kitleden bahsediliyor sanki. BİZ'in anlamı daha değişik. Her halükarda yönetimi elinde tutan, en azından önemli mevkilerinde iyi mevzilenmiş, eğitimli, bakımlı, güçlü bir topluluktan söz edildiği anlaşılıyor. ''Sanırım, buraya kadar ele aldığım hususları iyi özetliyor bu cümleler. ''Taktik savaşının tarafları'' tabiri altında takdim ettiğim grupları ise kısmen de olsa özetlemeye yarıyor.

Yukarıda izah ettiğim gibi; bu halk kesiminin bir kısmı, sanki farklı bir talebe sahip imiş gibi görünse de; mezkur ''oligarşik'' kesimin talepleri ile paralellik arzeden hassasiyetlere sahip olsada, gerçek hiç te öyle değil. Aslında bu kişiler de demokrasi istiyor. Ama şimdiye kadar farklı kavramlar ile oyalandırıldıkları için toplumun geri kalanı ile aynı şeyleri istediklerinin farkında bile değiller. ''Laiklik'' ve ''Cumhuriyet'' gibi kavramlardan bahsediyorum. Dada önce de yazdım; bu ülkede dindarların laiklik ile bir sorunu yoktur diye. Hele Cumhuriyet ile hiç yoktur. Siz, Çölaşan'ın IBDA-C'nin yayınladığı dergiden alıntı yaparak öyle imiş gibi göstermesine bakmayın. Ne Cumhuriyeti ne de laikliği yıkmaya çalışmıyor dindar kesimler. Sadece belli talepleri var. Müslümanları ezen; garip ve marjinal ''laikçilik'' anlayışından bıkmış durumdalar. Bir düşman gibi algılanmamak ve dinlerini (her türlü kıyafeti ile) özgürce yaşayabilmek istiyorlar. Esasen, kendisini laik olarak tanımlayan birçok kişi bu isteğe olumlu yanıt verebilecek karakterde. Geçenlerde Ali Bulaç'tan alıntılayarak ifade etmiştim. CHP seçmenlerinin yüzde 65'i başörtüsüne karşı değil. Karşı olanlarda ''türban'' kavramı etrafında sahnelenen bir düşmanlaştırma operasyonun kurbanları. Karşısındaki ile gerçek bir diyalog kursa, onun kötü bir niyeti olmadığını, aynı ülkenin insanı olduğunu anlayacak. Böylece düşmanlıklar yerini karşılıklı anlayışa hatta belki (eskiden olduğu gibi) kardeşliğe bırakacak. İşte o zaman bu insanlar bir araya gelip konuştuklarında ''vay be aslında hepimiz aynı şeyleri talep ediyormuşuz'' diyebilecekler. Evet, bu savaşın halk tarafının ne istediği gayet açık. O da gerçek demokrasi ve gerçek Cumhuriyet; yani Cumhur'un iradesini eşit bir şekilde hayata geçirebilmesi...

Peki bu isteğin karşısında kimler var. Bilerek ya da bilmeyerek bu taleplerin önüne geçmeye çalışan; ya da kendisini bu savaşta 'kaybedecek' olan cephenin içinde bulan kişi ve kurumlar kimler? Ünlü tarihçimiz Kemal Karpat'a göre (Aksiyon, 20 Ağustos 2007); bu süreçte kötü not alarak sınıfta kalan dört kesim var: Cumhurbaşkanı Sezer, yargı, ordu ve CHP. Ben bunlara bazı basın-yayın organları ve yazarlarını, bazı ulusalcı çevreleri ve yukarıda nasıl kandırıldıklarını izah ettiğim halk kesimlerini de eklemek isterim. Bunların bir kısmı, kendisini istemeden cephenin içinde yada önünde bulmuş olan, hatasını görüp ders alabilecek yetenekte olan çevreler. Kalan kısmı ile işimiz zor. Kendini akıllı sanan cahillerle uğraşmak en zor iştir çünkü. Bunların haricindeki, mezkur ''oligarşik'' elitin bireyleri ise; bu grupların bazılarının ve bürokrasinin içerisine sızıp, el altından ve gizlice faaliyet gösterip, bu grupları iğfal ettikleri için, savaşın asıl tarafları konumundalar.

Sezer ile başlayalım. Karpat'a göre Sezer, bu ''sınıfta kalanlar'' listesinin başında geliyor. Bakın neler diyor Karpat Sezer hakkında (yukarıda Sezer ile ilgili yazdığım bölüm ile birlikte okumanızı öneririm): ''Sayın Sezer'in bilhassa Türkiye gibi geçiş noktalarında bulunan, ekonomisi, siyaseti hassas dengeler üzerinde duran bir toplumda ideolojik bir tutum içinde bulunmaması, bitaraf bir kişi gibi hareket etmesi gerekiyordu. Maalesef Cumhurbaşkanı bekleneceği gibi bitaraf ve uzak görüşlü çıkmamıştır. Hakikaten Sayın Sezer Türkiye siyasi tarihi muhakeme edildiği zaman bence hiç de parlak gözükmeyecektir. İdeolojik hareket ederek, elindeki bütün hukuki imkânları kullanarak kendi görüşünü veyahut temsil ettiği kimselerin görüşünü uygulamaya çalışması hiç de iyi olmamıştır. ''Bu satırları okurken hangi Sezer'den bahsediliyor hatırlayalım: Ecevit gibi mülayim bir insanın suratına anayasa kitabını fırlatarak yaşadığımız büyük ekonomik krizin kapısını aralayan; göreve geldiği 2000 senesinden 2002 senesine kadar mecliste ''türbanlı'' eşleri kabul eden; ancak AKP iktidara gelince ''türbana'' savaş açan; ''kamusal alan'' gibi bir kavramı hukuki kapsamından (konteksinden) çıkararak başka bir boyut kazandıran ve bunu beyinlerimize kazıyan; elinden gelse memleketin her karışını ''kamusal alan'' ilan edebilecek bir az(g)ınlığın teşvikçisi olan (YÖK başkanı Teziç'in polisin kimlik sorduğu yer de kamusal olan olmalı lafını hatırlayın); dindar olduğu için Bosna-Hersek Cumhurbaşkanı İzzetbegoviç adına taziye yayınlamayan; Hanuka'yı tebrik eden ancak Ramazan'ı tebrik etmeyen; gezdiği tek üllke (o da AKP'ye tepki vermek için) İsrail olan; AKP'lilerin olduğu mekanlarda son derece asık bir surat ile gazetelere resim veren; Türkiye Cumhuriyetinin 'veto' rekorunu kırarak AKP'ye adım attırmamaya çalışan; tek başına muhalefet görevini üstlenmiş olan; görev süresi dolduğu halde görevini bırakmayıp kritik noktalara yaptığı atamalara devam eden; çok tutumlu bilindiği halde, ''ulusalcı'' kanal olan KanalTürk'e önemli miktarda 'CHP propagandası' parası veren; İlhan Selçuk'u fikir babası belirleyip sürekli köşkte ağırlayan... bir Sezer. Yaşadığımız talihsiz yedi yılı işte bu cümlelerle özetleyebilirim. Kendisini göklere çıkaran bazı CHP sempatizanları ile konuştuğumda bunun nedeninin Sezer'in yukarıda saydığım özellikleri olduğunu anladım. Ama daha önce de belirttiğim gibi; bizler (dindar veya değil) Anadolu insanlarıyız. Eliştiririz; ama ''benim Cumhurbaşkanım değil'' deme küstahlığını ve terbiyesizliğini sergilemeyiz. Sezer benim de Cumhurbaşkanım idi. Görsem, milletimi temsil etmiş bir insan olduğu için elini bile öperim. Ancak bu benim, onun Cumhuriyet tarihimizdeki en kötü Cumhurbaşkanı olduğu yönündeki fikrimi değiştirmez. Hürriyet'ten Bekir Coşkun bu entellektüel ve ahlaki düzeyde olmayabilir.

Karpat'ın demokrasi sınavında ''sınıfta bıraktığı'' ikinci ve üçüncü kesimler yargı ve ordu. 2007 yılı, maalesef, yargının bizleri en çok hayal kırıklığına uğrattığı yıl olmaya aday. Önce, tek tek ortaya çıkarılan ''vatansever!'' ve ''kuvvacı!'' çeteler içerisinde bazı hukuk menzuplarının isimleri geçmeye başladı. Bir yandan da, Sarıkamış hadisesinde olduğu gibi, olayın üzerine giden savcı bazı hukuk çevreleri tarafından alaşağı edildi. Bunların haricinde Yargıtayımız, Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden hemen evvel, gayr-i kanuni ve adaletsiz yorumlarla, bizleri 367 kuralının batağına itti ve ülkeyi bir seçim atmosferine sokarak, enerjisini boşa harcattı. Ayrıca, Baykal'ın ''kötü şeyler olur'' tehditlerine boyun eğip, hukuku politize etmiş ve yargının bağımsızlığına gölge düşürmüş de oldular. Ordu ise her zaman bildiğiniz ordu... Ne yazık ki, hala siyasetin dışında kalmayı başaramamış; ''laiklik'' ve ''Cumhuriyeti'' koruyacağım derken aslında tam olarak neyi koruduğunun bilincine varamamış; toplumun önemli bir kesimini düşman olarak görmeye devam eden; 2003-2004 yıllarında iki adet ihtilal planladığı ortaya çıkarılmış olan bir kurum haline geldi Ordumuz. Hepsi bu değil elbette. İçlerinde önemli sayıda 'akliselim' sahibi, değerli komutanlarımız da var; ancak seslerinin belli bir azınlık kadar çıkmadığı ortada. Bunlara ilaveten şunu da belirtmeden geçemeyeceğim: 2007 senesinin bir özelliği de, ''memleketi kurtarma!'' sevdasına kapılmış (neye karşı kurtaracaklarsa) ''kuvvacı'' ve ''vatansever'' bazı çetelerin parladığı yıl olması. Çok şükür ki; emniyet güçlerimiz olaylara zamanında müdahele ederek, bu çetelere adım attırmadılar. Bu çetevari örgütlenmelerin içerisinde hatta liderliğinde önemli sayıda emekli komutanın bulunması da ordumuzun imajına zarar veren gelişmelerden oldu bu süreç yaşanırken.

Sınıfta kalanların sonuncusuna gelince... CHP, bu grubun hem en tembeli hem de en haylazı oldu. Daha önceki yazılarımın bir kısmında bunlara değindim ve CHP'nin hatalarından ders alma gibi bir eğiliminin asla olmadığından bahsettim. Baykal tüm agresif ve saldırgan söylemlerine tam gaz devam ediyor. Gün geçmiyor ki; Baykal yada CHP sıralarından talihsiz bir açıklama duyulmasın. Bir yandan MHP'ye, sen niye sınava (meclisteki oylamaya) katıldın, sınavı boykot etmedin diye yüklenirken, bir yandan da yeni kavramlar üzerinden yürütülen taktik savaşına devam ediyorlar. Bunların bir kısmını önceden ele almıştık. Sonuncusu ise, ''ılımlı İslam'' retoriği.

Evet, kavramlar üzerinden yürütülen mücadelenin (simdilik) en son halkasına geldi analiz sırası. ''Ilımlı İslam.'' Ne kadar da masum bir ifade degil mi? Okuyan İslam'a ve bu kavramın kapsamına dahil olan Müslümanlara övgüde bulunulduğunu bile düşünebilir. Geçenlerde Mümtazer Türköne konuyu gayet güzel bir şekilde özetledi Zaman'daki (22 Ağustos 2007) köşesinde. Belirttiğine göre, ilk olarak Amerika'nın Irak'taki komutanı tarafından ortaya atılmış bir kavram bu. Yani anlayacağınız, Amerika'dan devşirdiğimiz yeni bir kavram... ''İslami terörist'' (İslamic terrorists'' bunların en etkili ve yaygın olanı. Geçenlerde başkan Bush, gündemimize yeni bir kavram daha sokmaya çalıştı; ''İslamik faşizm'' (Islamo-fascism). Şimdilik bu yoğurdun mayası pek tutmadı gibi görünüyor. Çok duyduğunuz başka bir tabire geçelim: ''Takiyye''. Evet, bu kavram da, bizzat Amerikalı, birkaç Yahudi kökenli bürokrat tarafından Cumhuriyet Gazetesinin iki yazarına öğretildi. Açın Hasan Cemal'in itiraflarına bakın. O gün bu gündür; memleketteki tüm dindarlar ''takiyye'' yapmakla suçlanıyor. Nihayet, en son doğan kavramımızın adı: ''Ilımlı İslam''. Elbette o komutan bu tabiri ortaya atarken; Türkiye'ye ihraç edilsinde biraz hır-gür çıkartmış olalım şeklinde düşünmemiştir. Bunu yaparken, belki de silahlı mücadele etmeyen diğer Müslümanların tavrına atıfta bulunmak istemiştir. Nitekim, Türköne bu konuda şöyle bir çıkarsamada bulunuyor: ''Kullananlar muhtemelen şiddete, sert muhalefete ve totaliter bir ideolojiye yer vermeyen dinî tezahürlerin tamamını amorf bir şekilde 'ılımlı İslam' başlığı altında toplamaktadır.'' Bizim ''oligarşik'' kesimin, bu tabirin üzerine hemencecik atlayıp, propagandalarının bir malzemesi haline getirmelerinin başka motifleri var elbet. Türköne çok haklı ve yerinde olarak bu kavramın altının boş olduğunu, hiçbir temele dayanmadığını ifade ediyor. Son derece haklı bu değerlendirmesinde. Daha önce de izah etmiştim: Bu kesimin en önemli 'toplum mühendisliği' taktiği de bu zaten. Ortaya bir kavram at; ya da Amerika'dan ihraç et; sonra her türlü propaganda malzemesini kullanarak onun içini doldurmaya çalış; muğlak bırak ki sonradan istediğin yöne esnetebilme şansın olsun; ardından da istediğin kişi ve kurumları bu kavramın içine hapsetmeye çalış ve bunu halkın beynine kazı... İşte stratejinin genel özeti budur.

Şimdi yeni tabirimize geri dönelim. Sizce başta CHP lideri olmak üzere bazı yazarlar, Sezer ve maalesef bazı komutanlar bu ifadeyi hangi bağlamda kullanıyor olabilirler? Yapmaya çalıştıkları şey ''takiyye'' kavramına yeni bir libas (elbise) giydirmeye çalışmaktan ibaret olmasın sakın. ''Dinciler sinsi bir şekilde; ılımlı, uyumlu, demoktarik görünerek hareket ediyorlar... istediklerini elde edince gerçek planlarını ortaya koyacaklar'' demek istiyorlar kanaatimce. Daha doğrusu; öncelikli olarak ortaya muğlak bırakılmış, esnetilebilecek bir kavram (çerçeve) atıyorlar. Ardında da, bazı basın-yayın organlarını kullanarak, bu çerçevenin içini istedikleri gibi dolduracaklar ve milletin, onu, zihin duvarlarına asmalarını sağlamaya çalışacaklar. Buna paralel olarak bir kanaatim de şudur ki; bu tabir laiklik hassasiyeti olan kesimleri daha çok korkutmak için de kullanılacak. Geçen gün NTV'de katıldığı bir programda gene atıp tutmuş Baykal. Demokrasiye karşı verilen savaşta nasıl en önlerde çarpıştığının göstergesi olan açıklamalarına devam etmiş. Konuşmasında, ''Ilımlı İslam'' tabirini kullanarak ardından da bu tabire alıştığını; ''Türkiye'nin artık laik devlet olmaktan çıktığını'' ifade eden Baykal, bakın konuşmasını nasıl devam ettirmiş: ''Biri bir gün der ki; kaldırın bunu, dinimiz neyse oyuz'' (Yenişafak, 22 Ağustos 2007). Buraya kadar anlatmak istediklerim sanırım şimdi daha net anlaşılıyordur... Bu ''Ilımlı İslam'' polemiğini takip etmeye devam edeceğim.

Okuduğunuz bu yazının CHP ile ilgili bölümünü yazmak bir sonraki güne kalmıştı vakit darlığımdan dolayı. İyiki de kalmış. Zira bir gün sonra okuduğum bir haber, yazının CHP ile ilgili olan bölümünü kapatmak için son derece uygun görünüyor. Hem de o kadar uygun ki; şimdiye kadar ''CHP zihniyeti'' bağlamında yazdığım yazılara ve iddialarıma bir CHP'linin ağzından kabul veriyor. Bakın ne diyor eski içişleri bakanlarından CHP'li Hasan Fehmi Güneş: "Biz iktidar olmasak da rejim bizden sorulur'' (Zaman, 23 Ağustos 2007). Bu konuda yazılanları bir kez daha okumanızı tavsiye ederim. CHP'ye bazı sorular yöneltip yazımızı noktalayalım: Halkı daha fazla ne kadar kandırmayı düşünüyorsunuz? ''Laiklik'' dediğiniz kadar; bir gün ''demokrasi'' demeyi ne zaman öğreneceksiniz? Kitaplar açıp gerçek laiklik nedir diye hiç merak etmeyecek misiniz? Dindarların gerçekte laiklikle ve Cumhuriyet ile bir sorunları olmadığını ne zaman göreceksiniz? Bir Müslüman'ın ''takiyye'' yapmasının dinin bizzat yasakladığı birşey olduğunu ve bu nedenle de böyle birşey yapmalarının ''caiz'' olmadığını ne zaman anlayacaksınız? Sorular sorular...

İlave:

Bu yazıda bahsi geçtiği için bir ilavede bulunayım; Bekir Coşkun'un, ''Gül benim Cumhurbaşkanım olmayacak'' açıklaması ile ilgili. Bunun son derece talihsiz ve terbiyesizce bir tavır olduğunu yazmıştım. Küstahlıklarına devam ediyor Coşkun ''Gidecek yerim yok...'' başlıklı yazısında (Hürrüyet, 22 Ağustos 2007). ''Ben bu ülkeyi severim. Amerika'da okuyan kızlarım yok. Oğluma Washington'da iş vermediler'' diyor. Hürriyet Gazetesi yazarlarının içine düştüğü entellektüel düzeyin bir göstergesi daha. Bir insanın çocuklarını yurt dışında okutması ne zaman vatana bağlılığının bir ölçüsü oldu. Bugün belkide, yurt dışına evlatlarını okumak için göndermiş olan insanların en çok okuduğu gazetenin bir yazarısın sen. Tartışma senin Cumhurbaşkanlığı makamına karşı olan kusurlu bakışından dolayı ortaya çıktı. Tartışmayı bu ifadelerle süsleyip üste çıkacağını mı sanıyorsun?... Sayın Erdoğan her ne kadar haklı bir tepki ortaya koysada, bunu son derece yalnış seçilmiş cümlelerle yaptı. Danışmanları kimler çok merak ediyorum. Bu beyanatı ile ''krizci medyaya'' arayıpta bulamadığı yeni bir polemik yaratma fırsatı verdi Başbakan. Zaten Hürriyet, bugünkü sayısında ''Coşkun'a sivil toplumdan destek yağıyor'' haberi ile bu iddiamı destekleyecek bir haber yaptı. Yeni bir krizimiz daha oldu... Hayırlı olsun. Bu noktada şunu da hatırlatmak lazım Coşkun ve sözcüsü olduğu ''oligarşik'' azınlığa: Bu halkın önemli bir kesimini oluşturan dindarların da gidebilecekleri başka bir yer yok. Onlar da bu ülkeyi sizin kadar, belki daha fazla seviyorlar. Demirel gibi ortaya çıkıpta ''başörtülüler gidip Arabistan'da okusun'' sözleri ile bir yere varamayacaksınız. İstemesenizde bu halkın seçtiği Cumhurbaşkanına saygı duymak ile mükellefsiniz. Sevmek zorunda olmasanızda... Bu da böyle biline... 23 Ağustos 2007