19 Ekim 2016 Çarşamba

ERDOĞAN ve FEL BÜYÜSÜ

Bu yazı 19 Ekim 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bu yazıda sizlere gerçek büyülerden ziyade; o kültden beslenen bir filmden bahsedeceğim. Oradan da günümüze bir pencere açacağız.

Duncan Jones yönetmenliğinde, meşhur World of Warcraft oyunundan ve mitolojisinden esinlenerek çevrilen aynı adlı filmden söz edeceğim sizlere.

Filmde Gul’dan adlı büyücü yeni bir vatan arayan Ork kabilelerini ikna etmiş ve son derece güçlü, karanlık ve yeşil bir büyü olarak tarif edilen Fel büyüsünü kullanarak dünyaya bir giriş kapısı (portal) açmıştır. Böylece orklar bu yeni gezegeni kolonileştirebilecekler ve yeni bir vatana sahip olacaklardır. Yalnız, bu büyünün farklı bir özelliği vardır. Gücünü canlı varlıkların yaşam enerjilerinden alır; yani onların ruhlarının çekilerek öldürülmelerini gerektirir. Bunun için de kolonileştirdikleri esir halk olan Draeneiler (sürülmüş halk), bir nevi, bu büyüye yakıt olarak kullanılırlar.

Filmde ilginç bir tema işlenir. Bu büyü, kısa süreli kazançlar ve görünürde yeni bir dünyaya geçiş imkanı sağlıyor olsa da, aslında son derece yıkıcı bir güce sahiptir. Filmdeki kahramanlardan biri bu büyüyü tanımlarken şunları söyler:

‘’Bu büyü, diğerlerine hiç benzemeyen bir büyü. Yaşamın kendisiyle beslenir. Büyüyü yapanı zehirler (kirletir). Dokunduğu her şeyi allak bullak eder. Yüce bir kudret bahşeder; ama korkunç bir bedel ödetir.’’

Evet! Büyüyü Orklara bir kurtarıcı güç olarak sunan Gul’dan gittikçe güçlenmiş ama güçlendikçe de şeytani bir güce hizmet eden bir varlığa dönüşmüştür. Orkları bu gücü kullanarak, yeni bir vatan vaadi ve daha güzel bir yaşam ümidi ile kendisine bağlamış, peşine takmıştır. Artık kendisine hizmet eden bir Ork ordusu vardır. Hayata tutunma içgüdüsü, geleceğini kurtarma endişesi ve korkularıyla hareket ederek, bu güçlü lidere kusursuz biat eden Orklar, normalde onurlu bir grup oldukları halde, artık Draenei’lerin canlı canlı ruhlarının çekilip öldürülmelerine bile ses çıkarmayan, yok olan kendi gezegenlerinin bile neden tükeniyor olduğunu sorgulamayan, çevrelerinde olup bitenleri kanıksamış bir topluluk haline gelmişlerdir. Zira; artık yapılan her uygulama, portalın açılması için bu lider tarafından uygun görülen, itaat edilmesi gereken bir uygulamadır.

Büyünün yıkıcı etkisini gören ve bunu sorgulayan tek Ork klan lideri Durotan’dır. Onun bakış açısından Fel büyüsünün gerçek yüzü filmde şu şekilde sorgulanmaktadır:

‘’Fel büyüsü sayesinde Gul’dan güç kazandıkça biz evimizi kaybettik. Ne zaman büyü kullansa toprak ölüyor. Kapıyı açmak için yeşil büyü can alıyor. Yaptığı büyü her şeye ölüm getiriyor. Onu kullananı yozlaştırıyor…’’

Büyünün Ork gezegeninde ilk olarak neden kullanılmaya başlandığına dair filmde iz yoktur. O konu War of Warcraft’ın mitolojisinde daha kapsamlı bir şekilde ele alınır ve Orkların, aslında Draeneileri yok etmeye çalışırken bu büyüyü kullanmaya başladıklarını ama büyü sayesinde tüm gezegenlerinin bir çorak gezegene (Wasteland) dönüştüğü anlatılmaktadır. Demek ki, Gul’dan gibi bir lider gücü ele geçirmek adına Orkları kandırmış ve ‘düşman’ olan halkların öldürülmesi adına Ork halkını bu büyünün kullanılması yönünde ikna etmiştir. Zamanla kendi toprakları da çöle dönen Orklar böylece gittikçe bu gücün daha çok esiri olmuş ve Gul’dan’ın itaatkar biatçıları olmak durumunda kalmışlardır. Yani güç tutkunu, sahtekar ama güçlü ve karizmatik bir lideri takip etmek suretiyle kendi gezegenlerinin sonunu getirmiş ve kendilerini tehlikeli bir maceranın içerisine atmışlardır. Bu noktadan sonra onlar artık onursal kodlarını da göz ardı eden, biatkar bir topluluk olmuşlardır.

İşin ilginç yanı, bu yeşil ve kara büyü sayesinde tek yozlaşan Gul’dan ve Ork liderleri değildir. Orklar tarafından istila edilmek üzere olan dünyayı korumakla görevli olan baş büyücü (alim-savaşçı) Muhafız Medivh de büyünün tesiri altına girmiştir. O da büyünün etkisiyle zamanla yozlaşır ve Gul’dan ve ardındaki şeytani güçle ittifak yapar. Filmin sonunda ölmek üzereyken de vicdan azabını şu cümlelerle dile getirir Muhafız Medivh:

‘’Korumak uğruna savaştığım her şeyi kendi ellerimle mahvettim.’’

Büyünün yozlaştırıcılığını sorgulayan tek lider olan Ork Durotan ve kabilesi elbette düşman ve hain ilan edilirler. Ancak Orklar’da birebir dövüş ile adalet sağlama kutsal sayıldığından Gul’dan, büyü kullanmadan Durotan ile ölümüne dövüşmek zorunda kalır. Yenileceğini anladığı noktada ise büyü kullanarak hile ile Durotan’ı öldürür. Zaten Durotan’ın kendini bu şekilde feda ederken ki amacı da bunu göstermektir. Son sözünde, ‘Sen de hiç onur yok!’ demek suretiyle onun onursuzluğunu göstermek istemiştir. Çünkü Ork kabileleri ‘onurlu lider’ kavramına kutsiyet atfetmektedirler. Gul’dan’ın bunu çiğnemesi onun güç için neleri göze alabileceğini, kutsal toplumsal değerleri bile nasıl gözardı edebileceğini göstermiştir.

Sanırım buradan günümüze dair nasıl bir pencere açacağımı artık anlamışsınızdır. Günümüzde yaşanan birçok problemin kaynağı buraya kadar resmettiğim içerikle ortak özellikler taşıyor. Bugün olduğu gibi geçmişte de güç adına zenginleşmek, kaynakları sömürmek isteyen çevreler, siyasetçiler, diktatörler, Firavunlar, Yezidler ve benzerleri hep yönettikleri halkların korkularından, geleceğe dair endişelerinden ve ümitlerinden beslenmişlerdir. ‘Bir Korku Analizi’ başlıklı yazı da bunlara işaret etmiştim.

Bunu sağlama adına da bir yandan sürekli olarak yeni düşmanlar üreterek onları bir korku çemberi içine hapsederken diğer yandan da hep ‘yeni bir dünya’, ‘yeni bir ülke’ vaatleri ile onları büyülerler; tıpkı Gul’dan’ın yaptığı gibi. Bu şekilde kontrol altına alınan halk tabakaları ulusalcılık, milliyetçilik, çıkarcılık gibi zehirlerle veya şimdilerde gördüğümüz gibi dini-İslami duyguların istismarı olan ‘yeşil’ büyülerle zehirleniyorlar. Böyle bir halk zamanla adalet, hakkaniyet ve vicdan ufuklarından, yani kendine ait değerlerden ve insanlık çizgisinden uzaklaşıyor ve o liderlerin hedef olarak gösterdiği herkese karşı bir kin, nefret ve öfke geliştiriyor. Zamanla da bu uğurda yapılan işkencelere, haksızlıklara, suistimallere, hırsızlıklara, tecavüzlere, saldırılara, öldürmelere ses çıkarmıyor; hatta bunları gerekli bile görüyor. Tıpkı kendi menfaatleri için Draenei halkının tutsak edilip büyüyü beslemek adına öldürülmelerini kanıksayan, bunu gerekli gören Ork halkı gibi… Onlar bu kısır döngüye hapsoldukça gittikçe güçlenen liderlere artık daha fazla bağlanmak zorunda kalıyorlar ve farketmeden aslında kendileri köleleşiyor ve geleceklerini ve vatanlarını bilinmez tehlikelerin içine atıyorlar; tıpkı cahil Ork toplumu gibi…

Bugünkü Türkiye’nin geldiği nokta da işte tamamen budur. Erdoğan ve AKP liderliğinin siyasi ve ekonomik rant uğruna gücü ele geçirip ‘devlet trenini rayından çıkaracağını’ (Ali Ünal) gören neredeyse tek veya en cesur hareket olan Hizmet Hareketi, tıpkı Ork lider Durotan gibi, büyünün yozlaştırıcılığını ve sadece güç tutkunu Gul’danlar oluşturacağını, bunun neticesinde de demokrasi rayından çıkılacağını, ülke güvenliğinin büyük bir tehlikeye gireceğini gördü ve bunu dile getirerek o yozlaşmış ‘kara’ ve ‘yeşil’ güce biat etmedi. Böylece hain ve düşman ilan edildi.

Gelecek endişesiyle, zaten eğitimsizlik, fakirlik, cehalet, bencillik ve fırsatçılık bataklığında yaşayan, yıllarca duyguları sömürülmüş, ahlaki refleksleri felç edilmiş, ümitleri (darbelerle) söndürülmüş, vicdanları köreltilmiş olan halk, önlerine konulan ve ümit vaadeden ‘Yeni Türkiye’ hayallerinin büyüsüne kapıldı.  Zaten sürekli bir şekilde düşmanlarla korkutulan, ‘’Türk’e Türk’ten başka dost yoktur!’’ diyerek beyinleri felç edilen yığınların, bu sefer Erdoğan tarafından önlerine sunulan yeni düşmanlara itiraz edecek hali yoktu.  Bu sefer de faiz lobilerinin, hainlerin, ajanların, dış güçlerin, üst akılların vs. varlığıyla korkutuldular. Oysa gerçekte olan; büyük bir yolsuzluk çukuruna batmış bir partinin ve lider ekibinin yaygara çıkarmak suretiyle yangından mal kaçırma gayretlerinden başka bir şey değildi.

Bu yanlışlıklara ortak olmayı ilkesel varlığına aykırı gören Hizmet Hareket’i, ‘onları bir savcı iki polisle tüm dünyada terörist ilan ettiririm!’ tehditleri yapanlara boyun eğmedi ve zalim insanların kendilerine saldıracağını bile bile zulme karşı dik durdu. An itibarıyla, Türkiye’de ki tüm kurum ve kuruluşlarına, özel mülkiyetler de dahil olmak üzere kanunsuz bie şekilde el konuldu, yüzbinlerce insan işinden atıldı, on binlercesi de hapishanelerde işkence ve tecavüzlere maruz bırakıldı.

Yani, sırf Erdoğan’ın bugün partili-Baasçı diktatörlük odaklı olduğu anlaşılan ‘’Yeni Türkiye’sinin’’ tesis edilebilmesi ve bu uğurda işlenen suçların, yolsuzlukların üzerlerinin örtülmesi adına yapılan zulümler Fel büyüleri ile örtülüyor. Havuz medyasından akıtılan çirkeflik ve yalan haberlerle toplum adeta büyüleniyor, sahte ve kurgulanmış darbelerin suçları da masumların üzerine atılmak suretiyle zulümler katlanarak devam ediyor. Böyle bir ortamda vicdanları köreltilen halk da, masum insanların malından, canından, özgürlüğünden, itibarından ve onurundan beslenen bu büyü, illüzyon sayesinde olanlara ses çıkarmıyor; böylece her gün insanlık ve Müslümanlık çizgisinden bir adım daha uzaklaşıyor. Üstelik sadece sessiz kalmakla da yetinmiyor ve bu haksızlıkları hak olarak görüyor ve böylece vahşi toplumlardan daha vahşi bir hale geliyor.

Bu nedenle diyorum ki; siyasi münafıklar en büyük illüzyonistlerdir… Kendilerini şeytani güçlere satıp, günahların esiri olurlar ve onların sağladığı güçleri bir büyü ve illüzyon malzemesi olarak kullanarak halkın gözünü boyarlar. Onların masumların kanından beslenen büyüleri zamanla ülkenin geleceğini de tüketip yok eder ama sundukları sahte çıkarların ve ördükleri yapay ümit duvarlarının etkisiyle halk bunu göremez; zamanla onların duygusal tutsakları olurlar. O hilelere susan ama gerçekte ülkeyi korumakla görevli olan askerler, ilim adamları, din adamları vs. de tıpkı Muhafız Medihv’in son pişmanlığı gibi; ‘’Korumak uğruna savaştığım her şeyi kendi ellerimle mahvettim’’ derler ama artık iş işten geçmiştir. Hitler’in peşine takılan Alman halkının, entelijansiyasının ve ordusunun; Firavun’un peşine takılan antik Mısır halkının ve hamanların yaptıkları gibi…

Güçlü bir imana sahip, ağzı dualı kişilerin gerçek büyülerden korunacağına inanılır. Oysa siyasi illüzyon büyülerinden korunabilmenin tek yolu; özellikle de münafık karakterli olanlarından, imani ve irfani olgunluktur. Bunun içinse; akıl, vicdan, insaf ve iz’andan beslenen bir iman ve o iman ateşinden beslenen bir muhakeme gücü, şuur, basiret ve firaset kaabiliyeti gerekir. Bunların meyvesi de cesur, bağımsız, hakkaniyetli, vicdanlı, insaflı ve bağımsız hareket edebilen insandır. Kimbilir belki de bunlar gerçek bir iman sahibi olabilmenin de şiarlarıdırlar.

İşte bu yüzden, bu kaabiliyetlerin hepsinde zirve olan Peygamberler ve onların izinden giden İbn-i Arabi, Gazali, İmam-ı Rabbani, Said Nursi ve günümüzde de Fethullah Gülen Hocaefendi gibi alimler, devrin zalimlerine, cahiliyet anlayışlarına, küfür ve ifsad çarklarına karşı cesurca mücadele edip, onlara rağmen, imanlı bir toplum ve insan inşası vazifesi görürler…

Hepsi de zulüm gören bu alimlerin, zalimlere boyun eğmeyerek acı çekerken ki bir amaçları da aslında tıpkı Durotan gibi, o Yezidlerin ve Süfyanların aslında ne kadar onursuz olabileceklerini halka göstermektir. Bu idraki; hala onurunu koruyabilen bir toplumda, bu mert tavır sağlayabilir. Eğer toplum o hususiyetini de kaybetmişse, onu artık sadece afetler, belalar ve krizler uyandırabilir…

İletişim:

Tüm yazılar için blog: http://akliselim.blogspot.com veya http://www.yeniyon.tv/author/ugur-tezcan/
Twitter: https://twitter.com/ugur_tezcan

3 Ekim 2016 Pazartesi

FİTNECİ DEVLET, BOZUK TOPLUM, ISLAHÇI CEMAAT

Bu yazı 3 Ekim 2016 tarihinde Yeniyonum.com (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.



Bazı yabancı kaynaklar 1942 yılı Varlık Vergisini anlatırken, amacını ‘yeni bir Müslüman burjuva sınıfı oluşturmak’ olarak ele alıyorlar. Oysa CHP dönemlerinden bahsediyoruz. Buna aslında seküler, laik ve Kemalist, hatta CHP’li ve ‘Türkçü’ (Türk değil) bir burjuva demek daha yerinde olur. Ya da, en azından, bu çizgideki bir rejime odun taşıyabilecek nitelikte olan herkes. O talihsiz süreç yaşanırken, Yahudiler çoğunlukla mallarını yurtdışına kaçırabildiler. Bu tür durumlara çoklukla maruz kalan bir topluluk oldukları için böyle tehlikelere hazırlıklılar. Hatta, bu tür reflekslerinden dolayı dünyada bankacılık sistemini ilk olarak Yahudilerin tesis ettikleri bile söylenir.

Rahmetli Oktay Sinanoğlu hoca ile Amerika’da yaptığımız meşealtı sohbetlerinden birinde anlatmıştı bunu bana. Yahudilerin böyle bir sistem geliştirmekteki amaçlarından birinin; sıkıntı anlarında varlıklarını, dünya üzerinde daha güvenli bölgelere en hızlı şekilde aktarabilmek olduğunu söylemişti. Görünen o ki; böyle bir kaosa hazırlıklı olmayan diğer ecnebi vatandaşlarimiz 1942 fırtınasına hazırlıksız yakalanmışlardı.

Bu olayda amaç sadece ekonominin değil toplumun da ‘Türkleşmesi’ idi; ama unutmayın ki bu tür Türkçülük anlayışları daha İttihat ve Terakki’nin ilk zamanlarından itibaren, gerçekte kendileri Türk olmayan bu kesimler tarafından sürekli suistimal edilmiş, Türkçülük adeta güce ve kontrole bir maske olarak kullanılmıştır. Atatürk’ün, ölümünün ardından devlet sistemi ve toplum mühendisliği çerçevesinde kutsanan bir konuma getirilmesi de yine Atatürk’ün kendi isteğiyle olmamıştır. Bu aşırı kutsama durumu, İttihadçı-Türkçü damarın; onun karizmasını, konumunu ve potansiyelini kullanmak istemesiyle ve Atatürkçülük-Kemalizm dediğimiz rejime dönüştürmesiyle oluşmuştur.

Bu nedenle de Türkiye’nin inşasında kullanılan ‘Türkçülük’, hastalıklı bir anlayıştır; fıtri ve doğal değildir. Bu anlayış sayesinde, Osmanlı’ya bağlı olan Arap ve diğer ulusların bünyeden daha kolay kopmaları sağlanmış ve bu akımlar Osmanlı’daki toplumsal çözülmeyi hızlandıran bir katalizör görevi görmüşlerdir. Diğer yandan da o mahiyetimizdeki uluslara, yine İngilizler tarafından öğretilen, ulusçuluk akımı ile de bu kopmalar hızlandırılmıştır. Yani içeride Türkçülük şeklinde beliren ‘Ulusculuk’, Osmanlı toplumunun dokusunu oluşturan değişik unsurlara da bir ideoloji olarak benimsetilmiştir. Bugün Perinçek ve Ergenekon Gladyosu ile temsil edilen ve Kemalizmin bir türevi gibi hareket eden Ulusalcı akım da yine bu çerçevede değerlendirilmelidir. Bunun İngiliz aklından bağımsız olmadığı unutulmamalıdır.

6-7 Eylül 1955 olaylarında, Özel Harp eliyle, Kıbrıs bahane edilerek çıkan olaylarda daha çok Rum vatandaşlarına ait yerlere saldırıldı. Bunun için de Selanik’te Atatük’ün evine Rumlar tarafından bomba atıldığı iddia edildi. Kendi Gladyomuzun bir Türk’e yaptırdığı bu kışkırtıcı eylemden bir yıl evvel, bir İngiliz elçinin kendi ülkesine ‘Türkiye-Yunanistan ilişkilerinin iyi ama kırılgan olduğu, Atatürk’ün evine yapılacak bir saldırının kaosa neden olabileceği’ şeklinde bir rapor gönerdiği de bilinmektedir. Yani, o olayda da İngiliz aklı ve İttihadçı Gladyo işbirliğinin izleri görülmektedir.

Başta Ermeniler olmak üzere tüm gayr-ı Müslüm vatandaşlarımızı etkileyen, 1942 Varlık Vergisi bir vergi uygulaması olarak lanse edilmiş; ama aslında tam bir gasp aracı olmuştur.

İnsanlar 15 gün içinde o ağır vergileri ödemek durumunda bırakıldılar. Malı olan malını ancak kelepir fiyatına satabildi, çünkü böyle zamanlarda toplumun sadece korku (itaat) damarları değil; çirkeflik damarları da ortaya çıkar. Tıpkı sıkılan bir bilekte damarın daha belirgin bir hale gelmesi gibi fırsatçılık zirve yapar! Bir önceki; ‘’Düşene Vuran Toplumdan, Herkese Vuran Topluma’’ başlıklı yazımızı hatırlayın! Bu dönemde, belirlenen sürede ‘vergisini’ ödeyemeyenler çalışma kamplarına gönderildiler. Bu kamplarda bazı yaşlı insanların öldükleri de söyleniyor.

Fırsatçılığın hortladığı, şartların zorlaştığı bu dönemde firmalar fiyatlarını arttırdılar ve  böylece enflasyon şişti. Tüm halk da bundan etkilenmiş oldu. Bir de böyle kaos zamanları, kolay yoldan zengin olmak isteyen çevreler ve kişiler için fırsat zamanlarıdır. Olan hep sosyal pramidin en altındaki halka olur. Hem farklı motiflerle toplumu maniple eden liderlerin savaşını vererek canından ve malından olurlar, hem de kaos zamanı fırsatçılarının zulümleri yüzünden zor zamanlar geçirirler.

O dönemde Şükrü Saraçoğlu (CHP) hükümetinin kullandığı bazı söylemlere de bir göz atalım:

"Bu kanun aynı zamanda bir devrim kanunudur. Bize ekonomik bağımsızlığımızı kazandıracak bir fırsat karşısındayız. Piyasamıza egemen olan yabancıları böylece ortadan kaldırarak, Türk piyasasını Türklerin eline vereceğiz." Şimdi de 15 Temmuz çakma darbesi ardından Erdoğan’ın sarfettiği bazı ifadeleri hatırlayın: ‘Bu bize Allah’ın bir lütfu oldu’, ‘FETÖ’ye kanunlar kapsamında bir şey yapamıyorduk, normal şartlarda yapamadıklarımızı yapabiliyoruz artık!’ ‘Ne mahkemesi, teröristin mahkemesi mi olur.’ Sanırım bu benzerliklerdeki maksadım anlaşılmıştır.

Zaten AKP’nin son 15 yıllık eylemlerine baktığınızda kendi partici çevrelerini en hızlı yoldan zengin edip yeni bir yeşil sermaye oluşturmaya çalıştığını görüyoruz. Rakip olarak görülen başta Hizmet Hareketine ve kişilere bağlı tüm vakıf ve özel kurum ve kuruluşlara el konuldu, malları gasp edildi ve yüz binlerce masum insan hapishanelere dolduruldu. Üstelik bu sefer yapılan zulümlere ‘vergi’ gibi bir kılıf uydurma gereği bile görülmedi. İnsanlar kanundışı yöntemlerle, sadece Erdoğan’ın lafı üzerinden ‘terörist’ ve ‘hain’ ilan edildiler ve soygunlar böylece devlet terörü şeklinde işlenmeye başlandı. İster 1942 olsun, ister şimdiki talihsizlikler; olayların ardındaki Özel Harpçi Gladyotik akıl değişmediği için saçmalıklardan hiç kurtulamıyoruz. Bu noktayı, ‘’Cemaat Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa’’ başlıklı yazımıza havale ederek, Saraçoğlu’nun diğer ifadeleriyle devam edelim.

"Bu memleket tarafından gösterilen misafirperverlikten faydalanarak zengin oldukları halde, ona karşı bu nazik anda vazifelerini yapmaktan kaçınacak kimseler hakkında bu kanun, bütün şiddetiyle uygulanacaktır.’’

"Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve laakal o kadar bir vicdan ve kültür meselesidir. (...) Biz ne sarayın, ne sermayenin, ne de sınıfların saltanatını istiyoruz. İstediğimiz sadece Türk milletinin hakimiyetidir."

Bugün Hizmet Hareketi’ne saldırılıp malları gasp edilirken ve AK Parti’nin 17-25 Aralık yolsuzluk dosyaları halkın gözü önünden kaçırılmaya çalışılırken kullanılan; ‘halkın olanı alıp halka veriyoruz’’, ‘’kanunlar dahilinde bunlara karşı bir şey yapamıyorduk’’, ‘’halkın zaferi’’, ‘’Yeni Türkiye’’, ‘’bizi kıskanıyorlar, iyiliğimizi istemiyorlar’’, ‘’hedef Erdoğan’’, ‘’faiz lobisi’’, ‘’kökü dışarıda hainler’’, ‘’sülükler’’ vb. şekillerdeki argümanları da bu gözle bir daha değerlendirin ve paralellikleri görün.

Böyle hatalarından ders al(a)mayan bozuk toplumlar, bizde olduğu gibi, benzer sorunları tekrar tekrar yaşarlar. Önceleri Ergenekon Örgütü eliyle 28 Şubat dönemi cinayetlerini, soygunlarını ve ekonomik krizlerini yaşadık. Şimdilerde ise Türkiye tarihinin belki de şimdiye kadar gördüğü en büyük hırsızlıkları ve gaspları yani AK Parti ve Erdoğan dönemi hırsızlıklarını yaşıyoruz.

Saraçoğlu hükümetinin, yeni (yandaş) burjuva sınıfı oluşturma ve toplumsal dokuyu etkileme kurnazlığı adına kullandığı toplumsal maniplasyon taktikleri ile, Ergenekon’un ‘laik rejim tehlikede’, ‘gerici-İran olmayacağız’ yaygaraları ve Erdoğan’ın ‘Yeni Türkiye’, ‘dış güçler’, ‘paralel devlet’, ‘FETÖ’ safsataları hep aynı şark kurnazlığı örnekleridirler. Yani bir hırsızlığı örtme çabası ve çuvalı halkın gözünden kaçırırken onlara seyrettirilen sihirbazlık maharetleridir tüm bu yaşananlar. Bunun siyasi karşılığı da ‘algı operasyonu’ veya ‘Psikolojik Harp Taktiği’dir.

6-7 Eylül 1955 hadiselerine geri dönelim. Bu talihsiz talan hadiseleri benzer çevrelerin etkisiyle hem de Demokrat Parti döneminde yaşandı. Bugün nasıl Gladyo, Hizmet Hareketi’ne karşı yaptığı tüm çirkefliklere AK Parti ve Erdoğan’ı alet ediyor, onların suç ve zaaflarını kullanıyorsa, o gün de Demokrat Parti’yi kullandığı çok açık. Zamanı geldiğinde de tüm suçlar Menderes’in boynuna asılan idam urganına takıldılar. Derin devletin olaylardaki organizatör rolü Menderes’in boynuna asılarak halka unutturuldu. Bu, elbette Demokrat Parti’nin hatalarını ve ihmallerini görmemek anlamına gelmez. Alet olmak da suçun ortağı olmaktır. Bugün Ergenekoncu Perinçek, açıkça; ‘Erdoğan bizim çizgimizde, ne dersek onu yapıyor’, ‘tasfiye listelerini biz verdik’, ‘bir sürü kaset dosyaları var’ vs. diyorsa, bunlar Erdoğan etrafında oluşan ve artık bir suç organizasyonuna dünüşmüş olan AK Partili kesimlerin suçlarını hafifletmez.

Özetle; her zaman söylediğim gibi, hatalarından ders al(a)mayan toplumlar ne terakki edebilirler ne de çürümüşlükten kurtulabilirler. Aynı hataların girdaplarında, aynı yılanlar tarafından sokulup dururlar. Amerikan toplumunun en beğendiğim yanlarından biri; belli dönemlerde hatalar yapsalar da, hatalarından ders alabilme konusunda bazı toplumsal ve hukuksal refleksler sergileyebilmeleridir.

Bizler İttihat ve Terakki döneminde yaşamaya başladığımız ve sonra onun uzantısı olan Gladyo ile de yaşamaya devam ettiğimiz sorunları artık knonik bir şekilde tekrar ve tekrar yaşamaya devam ediyoruz.

Umarım bir gün biz de daha şağlıklı bir toplum haline gelebilir, hatalarından ders çıkarmayı becerebilen bir kıvama gelebilir ve bu yönde gerekli olan birtakım onarıcı kaabiliyetleri geliştirebiliriz.

Ancak acı olan şu ki; bu reflekslerin gelişebilmesi yönünde belki de en ciddi faaliyetleri gerçekleştiren ve bu uğurda gerekli azmi sergileyen, en sistemli hareket olan Hizmet Hareketi’ni, yani en aktif ıslah edicisini, bugünlerde kudurmuşçasına bitirmeye çalışan ve bununla da ciddi zaman ve enerji kaybeden bir toplumuz aynı zamanda.
Bozuk bir toplumun bağrında hayat bulan, hırsız ve fitneci devlet anlayışı bütün hırsıyla ve gücüyle geleceğe ait tüm ümitlerimizi çalmaya ve kanımızı emmeye devam ediyor!

Bakalım gelecek yıllar, bu topraklara neler gösterecek!

Unutmayın!

Kutsal olan devlet değil; insanlığımız, adalet ve hakkaniyet ölçümüzdür! Geleceğimizin teminatı da devlet aygıtı değil; insanlarımızın kalitesidir.

Bu konu ile alaklı diğer bir yazımız:

Ganimet Diyerek Çalmak
Düşene Vuran Toplumdan, Herkese Vuran Topluma
Cemaat Türkiye’yi Dava Manyağı Yaparsa!