29 Ocak 2008 Salı

ÇEKİRGE KAÇ KERE SIÇRAR?

Bu yazı 4 Şubat 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Bazı tespitlerinizin zaman geçtikçe haklılık kazanması güzel bir duygu. 24 Aralık 2007 tarihinde DKM'de çıkan bir yazıda şöyle bir ifade kullanmıştım: ''(Bu halkın) değerleri bütünlüktür, birliktir, kardeşliktir, özgürlüktür, saygıdır, hoşgörüdür, rahat ve huzurlu yaşamdır. Artık bu değerlerin baskı ile zapt-u rapt altına alınamayacağı, bu halkın kendisi ile alay ettirmeyeceği dönemlere yaklaşıyoruz. Korktuğunuz değişim aslında budur. Ülkeyi terketme kabusları görmenize, korkmanıza gerek yok. Korkması gereken birisi varsa o da; bunca korkunun ardından ülkenin yularını tekrar ele almanız durumunda, size yaşattıkları o kısa korkudan dolayı, sergileyeceğiniz daha büyük baskılardan ve zulümlerden çekme ihtimali olan bu halkın kendisidir.''

Geçenlerde Zaman Gazetesi'nde, araştırmacı Murat Belge'nin Taraf Gazetesi'nden Neşe Düzel'e verdiği bir röportaj ile ilgili haberi okurken bu satırları hatırladım. Belge, değerlendirmesinde ''örgütün (Ergenekon) 2009'da planlanan darbenin bir parçası olduğunu'' ve ''bu darbenin 12 Eylül'den daha beter olacağını'' ifade etmiş. İfadelerinin geri kalan kısmı daha da tüyler ürpertici: ''Sıkıyönetim üsteğmeni gibi 'Giyinin, Selimiye'ye gidiyoruz.' demeyeceklerdi. Evinizin kapısını kırıp içeride kim varsa temizleyeceklerdi... Linçler yaşanacaktı. Dört beş gün sonra ordu kardeş kavgasına son vermek üzere bu kanı durdurmuş olacaktı. Ama ordu bu saldırıları durduruncaya kadar, istenmeyen unsurlar zaten temizlenmiş olacaktı.''

Sanırım ilk paragrafta işaret ettiğim ve sinsice fırsat kollayan 'öc alma dürtüsünün' muhtemel şiddetine yaptığım vurgu, Belge'nin değerlendirmeleri ile ayrı bir ciddiyet kazanıyor.

Herkes gibi ben de endişeliyim. Aynı suç çetesinin hesap defteri çok önceden çıktı piyasaya aslında. Bir çok cinayet, dolandırma, gasp, suikast, bombalama işinde örgütün parmağı vardı. Kuvvacı isimler vererek kaçak benzin istasyonları açmaktan, hacker bulup banka hesaplarından para aşırmaya teşebbüsten, şehit ailelerini bile dolandırmaktan tutunda Dink ve rahip cinayetlerine, Türk-Kürt yada PKK-İslamcı Kürt çatışması çıkarmaktan, Danıştay saldırılarına kadar her işte örgütün parmağı vardı. Şimdilerde Uğur Mumcu, Necip Hablemitoğlu ve benzer cinayetlerin bile bu ekipler tarafından gerçekleştirilmiş olabileceği ihtimali üzerinde duruluyor. Mesela, Hablemitoğlu'nun ''bir numaralı'' kişiyle muhatap olmak istediği için gözden çıkarılmış olabileceği hep söyleniyordu. Mumcu'nun eşine, ''kocanı derin devlet öldürdü'' denildiği de basında yer aldı kaç kere.

Hepimizi üzen, Susurluk'tan tutun da bugünlere gelene kadar ortaya çıkarılmış bir çok suçun üzerine gidilememiş olması. Görüyorsunuz işte, adamların seçimlerden önce planladıkları eylemler ellerinde patladı da ne oldu? Adamlarda öyle bir kendine güven duygusu olmalıki, hala darbe planları yapabiliyorlar. Önceki tutuklamaların yargı kapısından dönmüş olması, Yargıtay ve Danıştay'ın üst üste verdikleri 'zaman aşımı' kararları ve dosya kayıpları, OYAK Bank ve diğer bazı yerlerde ''o gün nedense kamera sistemlerinin bozuk olması' gibi aksaklıklar adamları iyice cesaretlendirmiş olmalı. Daha bitmedi. 2002 ve 2004 yıllarında organize etmeye çalıştıkları iki darbe planı bile gün yüzüne çıktı; ama kapanan onların ağzı değil, vaziyeti ortaya çıkaran Nokta dergisi oldu...Halihazırda, büyük bir iştah içerisinde bu adamların önlerine getirilip yargılanmalarını beklemesi gereken bazı yargı kanallarımızın hala gözlerini, ''türban'' ve ''laiklik elden gidiyor!'' yaygaralarına kilitlemiş olmaları bu çizdiğim ümitsiz tabloya ayrı bir boyut ekliyor. Sırf bu belirsizlikten ve eski zayıf karnelerimizin ününden olsa gerek, yabancı basından bile benzer ümitsizlik sinyalleri gelmeye başladı. New York Times gazetesi, olayın yargı boyutunun belirsizliğini koruduğuna vurgu yapmış (Zaman, 28 Ocak 2008) ve ''bu grubun askeriyeyi, yargıyı ve ülkenin bürokrasisinin büyük bir bölümünü kontrol eden katı laik elitin eski tüfekleri ile ne ölçüde bağlantılı olduğu belli değil'' diyerek önemli bir mesaj da vermiş.

Anlamak çok güç... Böyle önemli bir gelişmenin şafağında bile kendisini ''türban'' tartışmalarına kilitlemiş bir ana muhalefet, yargı mensupları, rektörler, ve gazeteciler var. Ergenekon konusunda adamların ağzını bıçak açmıyor oysa (alternatif medya kanallarında savunulan, benim de katıldığım güçlü bir gözlem). Baykal önceleri, ''Türban, üniversitelerde yasak olmamalıdır'' (Tamer Korkmaz, Yenişafak 28 Ocak 2008) diyordu. Hem de başörtüsü bile değil; bizzat ''siyasal simge'' olan ''türban''. O klasik düşünce gel-gitlerinin çıkmaz sokağına girdi gene Baykal anlaşılan.
Peki ya, türban savaşçımız İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Hilmioğlu'na ne demeli? Öğrencileri toplayıp hükümet karşıtı mitinge götürmekle meşhur rektörümüz gene çıkmış sahneye ve ''türban serbestliğinin'' üniversitelerden başlayarak topluma yayılmak sureti ile toplumsal huzuru bozacağından, çatışmalara yol açacağından söz etmiş. Söyledikleri çok ilginç, bir o kadar da komik. O yüzden başka bir yazıda bu kouya tekrar döneceğim. Bu arada o bize, İnönü Üniversitesi'nin son bir yılda kaç makale yayınladığından, hangi önemli bilimsel buluşlara imza attığından haber versin.

Hani oksijen tüpüne bağımlı olarak yaşamak durumunda olan hastalar vardır. Bu durum bana, ülkemizde azınlık; ama katı laik bir elitin (az önce verdiğim NYT alıntısına tekrar göz atınız) 'türban tartışması tüpünden' bağımsız olarak yaşayamayağını hatırlatıyor hep. Yoksa, Cumhuriyet tarihinin en büyük çetesinin suçları bir bir ortaya dökülürken onlar neden bu konuda susarda, türbandan başka birşey sayıklamazlarki. Ben de laik bir insanım; ama herhalde aynı yere bakıp farklı şeyler görüyoruz.

Son bir örnek daha verip bitireyim. Fatih Çekirge de bu kervana gecikmeden katıldı. 28 Şubat'ın önemli isimlerinden kendisi. Güya geçenlerde bir komutan ile görüşmüş ve kendisine hemen ''türbanla ilgili gelişmeleri sormuş'' (Hürriyet, 28 Ocak 2008). Komutan'ın ''sorma!'' şeklindeki cevabı kendisini rahatsız etmiş olmalıki, hemen; ''ama çok önemli gelişmeler oluyor'' diyerek üstelemiş (Ergenekon konusunda da çok önemli gelişmeler oluyor ya neyse!). Anlaşılan komutan eliyle ''fermuar kapatma'' işareti çekince Çekirge duvara toslamış ve hakikatmeşrep bir havaya bürünüp bu sefer şunları söylemiş: ''Peki asker tepki verecek mi? Biz buna tepki demeyelim de, bir Milli Güvenlik Kurulu üyesi olarak görüş verecek diyelim. Ama medya aracılığıyla hayır. Vermemeli... Fermuar işareti bu nedenle doğrudur... Kişisel görüşüm Türk milletinin bir gözbebeği olarak askerin bu tür polemiklerden uzak durmasının doğru olacağı yönünde...'' Bu sözler çok doğru da o zaman niye sordun sevgili Çekirge? Zaten aklıselim sahibi herkes yıllardır Hürriyet'in bu çizgiye gelmesini bekliyor ve öğütlüyor. Şimdiye kadar hep asker ağzından felaket tellallığı yapanlar da sizler değil misiniz? Peki, aynı komutan susmayıp, fermuarın ağzını açsa ve ''türban istemiyoruz'' dese idi, bir gün sonraki Hürriyet başlığı nasıl olacaktı? ''Asker Polemikten Uzak Durmalı'' mı?

Velhasıl maksadım herhalde anlaşılıyordur. Daha önce de arzettiğim gibi, Türkiye'nin önündeki en önemli mevzu her zaman için bu derin çeteler olmuştur. Bu sorun halledilmeden ne gerçek laiklik, ne demokrasi, ne eşit gelir dağılımı, ne hukuk devleti... hiçbiri tesis edilemeyecek. Anketler ortada. Halkın yüzde yetmişinin böyle bir sorunu yok. Geri kalan yüzde otuzun ise önemli bir kısmı halihazırda suç üstü yakalanmış ''ulusalcı'' çevrelerin ve bunlarla ilişkisini henüz bilmediğimiz (New York Times'ın haberine atfen) katı laik elitlerin kandırdığı kesimlerdir. Bir gün bu insanlar bir arada yaşamayı, birbirlerine düşman gözüyle bakmamayı öğreneceklerdir. Türkiye için başka bir çıkış yolu yoktur. Bunu bildikleri için olsa gerek, son tutuklamalara direnenlerin bir kısmı mevcut ''türban'' tartışmasına körükle gidiyorlar. Ama nafile! Herkes bilir ki; çekirge bir sıçrar, iki sıçrar; ama... 29 Ocak 2008

27 Ocak 2008 Pazar

KİMİN ERGENEKON'U?

Bu yazı 28 Ocak 2008 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

15 Kasım 2007 tarihinde DKM için yazdığım bir yazıda, arkadaşlarımın ''seçim oldu artık ülke rahatlar'' şeklindeki beklentilerini, ''durun asıl herşey şimdi başlayacak'' diyerek nasıl yıktığımı ve ardından yaşadığımız bazı hadiseleri nasıl irdelediğimi ele almıştım. Yazıyı bitirirkende, Kuvvacı hareketin son İsa-Musa gösterisine işaret etmiş ve sözümü, ''güvenlik güçleri bu gelişmeleri mutlaka takip etmeli'' diyerek noktalamıştım. İşin ilginç yanı arkadaşlarımı, daha seçim öncesi dönemden itibaren sesleri çok yüksek şekilde çıkmaya başlayan ulusalcı hareketin motivasyonları, çeteler ile ilişkileri ve arzettikleri tehlikeler konusunda sürekli bir şekilde ürkütmeye devam ediyor, onlara bu örgütlenmenin varlığının ve çalışma şeklinin Türkiye'nin önündeki en önemli sorun olduğunu anlatıp duruyordum. Bunca uyarının ve yaşanan son tutuklamaların ardından umarım arkadaşlarım düğmeye benim bastığımı düşünmüyorlardır. Malum; gazetecilerin düğmeye basabildiği bir ükede yaşıyoruz. 28 Şubat döneminde Ali Kırca'nın düğme başında tuttuğu nöbetleri hatırlayınız...

İşin espirisi bir yana seçimin hemen ardından bir anda patlak veren terör olaylarını ve bunun hemen akabinde özellikle Hürriyet Gazetesi'nin koro şefliğini yaptığı, Cumhuriyet Gazetesi'nin de gazını verdiği, ''Kuzey Irak'ı basalım'' yaygaralarını hatırlatmama gerek yok sanırım.

Ülke sanki birileri tarafından belli bir kaos ortamının içine çekilmeye, güneydoğu bölgelerimizde gerçekleşmesi muhtemel toplumsal ve siyasi çözümlerin önü yeni bir 'olağanüstü hal' ile tıkanmaya, hükümetin Batı ve özellikle de ABD nezdindeki konumu sarsılmaya çalışılıyordu sanki. Anlaşılan o ki, birileri ülkeyi ve hükümeti panik havasına sokmak sureti ile siyaset rayından çıkarmaya çalışıyor, böyle bir belirsizliğin doğuracağı ortamın kendileri için hasıl edeceği güç ve çıkar zemininin hayallerini kuruyorlardı.

Benzer kaos oluşturma çabaları seçim öncesi dönemde de uygulanmaya çalışılmıştı. Ulusalcı ve kuvvacı hareketin siyasi kanadı İlhan Selçuk şefliğinde MHP'yi de yanlarına çekmeye çalışırken, Tüncay Özkan'lı Kanaltürk muhtemel bir siyasi zaferin temelleri için canla başla çalışıyordu. Bu arada, şimdilerde yakalananlar arasında bulunan bazı şahsiyetler de mitingler düzenliyor, milletin milli ve laik duygularını istismar ederek ''kaç kişiyiz'' gösterileri tertipliyorlardı. Siyasi kanatta bunlar olurken hareketin vurucu kanadı da güya 'türban fedailiği' adına Danıştay basıyor, Cumhuriyet Gazetesi'nin bahçesine bir iki el bombası yuvarlayıveriyordu. Kimbilir, belki de bu iki münferit olayın failleri hemencecik yakalanmasa idi, ülkede yeni bir ''irticacı'' avı başlayacak, seçimden hemen önce Genel Kurmay sitesinde (Genel Kurmay Başkanı'ndan bile habersiz!) ön denemeleri yapılan e-darbeler gerçek darbelere dönüşecekti. Siz siz olun, son tutuklamaların ardından ortaya çıkıp ''tutuklananları savunan'' ve onları, ''etkisiz ve güçsüz, devlet içinde esamisi okunmayan kişiler... darbe yapacak güçleri bile yok'' şeklinde niteleyen Perinçek'e güvenmeyin (Zaman, 27 Ocak 2008).

Yaşadıkları seçim mağlubiyeti örgütlenmenin siyasi kanadına milletin vurduğu önemli bir tokat oldu. Danıştay saldırganının iş üstünde yakalanıvermesi ve hadisenin ''dincilere'' yıkılamamış olması (detaylar için bakınız Taha Kıvanç ve Fehmi Koru, Yenişafak 26 Ocak 2008; Fuat Uğur, DKM 27 Ocak 2008), ulusalcı YÖK Başkanına yapılan (komik ve sırıtan) saldırı, Ümraniye'de ortaya çıkarılan bombaların ulusalcı hareketle olan bağlantısı, ardından ulusalcı Cumhuriyet Gazetesi'ne atılan gene ulusalcı olan bombalar, Gazetenin ve İlhan Selçuk'un hala süren sessizlikleri... Daha bitmedi... Hrant Dink suikastının ve rahip cinayetlerinin faillerinin de yine aynı çevrelerden olduklarının anlaşılması... adı geçen harekete, bu sefer, güvenlik birimlerimizin vurduğu önemli darbeler oldu.

Ancak her garipliğin mümkün olduğu ülkemizde, olayların ve suçluların üzerine yeterince gidilemedi. Her nedense, güvenlik güçlerinin elde ettikleri başarılar, işler Yargıtay ve Danıştay noktasına geldiğinde duraksamaya, tıkanmaya başladı. Son tutuklama hadiselerinde bile, bazı gazetecilerin ağır adalet anlayışımıza ve Yargıtay ve Danıştay'ın belirsiz bir takım uygulamalarına dikkat çekmeleri sanırım bundan dolayı olsa gerek. Mehmet Ali Birand'ın, ''ne kötü bir duygu değil mi? Kendi ülkenizin bazı mekanizmalarına güvenemiyorsunuz'' (Posta, 26 Ocak 2008) derken kastettiği nokta bu olsa gerek. Yine, Mehmet Kamış'ın (Zaman, 23 Ocak 2008) ''böyle yargı, laikliği koruyamaz'' diyerek adres verdiği ve somut bazı hadiseler etrafında aktardığı hakikatler de bu endişelere destek verir nitelikteler.

Herşey bir yana, devletimiz ve güvenlik birimlerimiz bu sefer çok daha ciddi ve hazırlıklı görünüyorlar. Bu kadar önemli hadiseler cereyan ederken kendilerini hala ''türban'' tartışmaları ile oyalayanlar ise ayrı bir yazı konusu. Benim yukarıda arzettiğim cümleyi, türban dışında bir şey düşünemeyenlerin kafasına sokmamız gerekiyor: ''Bu ülkenin en önemli meselesi bu çeteler, terörist oluşumlardır.'' Maalesef bu türban meselesi mezkur oluşumun fertlerinin de sıklıkla kullandıkları bir malzeme, önemli bir mücadele alanı oldu hep. Geçenlerde Fehmi Koru (Yenişafak, 26 Ocak 2008); ''başörtüsü yasağı, hiç aklımızdan çıkmamalı, çeteleri besleyen moral zeminin en önemli malzemesidir'' derken bu hakikate işaret ediyordu. Ben bu yargıya; 'en önemli meşruiyet alanı' ve 'rakipleri yorma, yıldırma, dövme sopası' kavramlarını da ilave etmek istiyorum. Mevcut gelişmelerin kuşağında bile gözleri hala türbandan başka birşey göremeyenler ile bu terörist çeteler arasında elbette bağlantı kuruyor değilim. Sadece milletimizin enerjisini nasıl boş yere harcadıklarına ve öyle davranmak suretiyle kimlerin ekmeklerine yağ sürdüklerini göstermek istiyorum. Zaten tartıştıkları meselenin ne üniter-devlet anlayışı, ne gerçek laiklik, ne siyasi simge, ne de rejim tehlikesi ile bir alakası yok...

Herşey bir yana, umarım yargı kanadı da üzerine düşeni yapar ve bu çetelerin kökü kısa sürede kazınır. Aksi halde kaos senaryolarının, suikastlerin, cinayetlerin, gereksiz türban ve rejim tartışmalarının ardı arkası gelmez... Nice yıllar daha heba edilir.

İşte motivasyonları ve hedefleri bu şekillerde tezahür edebilen birtakım çevreler kendilerini bir kurtuluş mihmandarı olarak görüp, Ergenekon ismini takabiliyorlar kendilerine. Aslında, senelerdir benzer çetelerin çıkar eksenli faaliyetlerinden, çalıp çırpmalarından, gasplarından, öldürmelerinden, kardeşi kardeşe düşman etmelerinden kurtulması gereken bir millet var ortada... Yeni bir kurtuluşu hak eden, üzerine dökülmüş demir kafesi sabrı ve iradesi ile eritmeye çalışan bir millet... Kendisine yeni bir Ergenekon destanı arayan, talihsizliğe bakın ki, aynı isimle kurulan ve kendisini Ergenekon olarak adlandıran bir terör örgütünün insafsızlığına, başıbozukluğuna ve serkeşliğine tutsak etmiş bir millet. Güvenlik birimlerinin operasyonun adını Ergenekon olarak belirlemiş olması işte böyle bir isyanın sonucu mudur bilemem.. ancak insan sormadan edemiyor: Sizce bu kimin Ergenekon'u?... 28 Ocak 2008

10 Ocak 2008 Perşembe

TAM ZAMANI: SIRA HüRRİYET'TE

Bu yazı 11 Ocak 2008 tarihli IV.Kuvvet Medya Gazetesi'nde yayınlanmıştır.

Taksim'deki yılbaşı eğlenceleri sırasında yaşanan iğrençliği hepiniz biliyorsunuz. Her sene olduğu gibi bu sene de bir grup genç, kalabalığa karışarak bir kaç turisti taciz etti ve yaşanan arbede sırasında çekilen görüntüler, ülke gündemini uzun süre meşgul etti. Bu tür hadiselerin medyaya yansıyor olmaları bir takım toplumsal sorunların dışa yansıması ve gerekli tedbirlerin alınmasını sağlaması yönleri ile elbette faydalı. Ancak bu yazıda konuyu tekrar medyamıza getireceğim. Şöyle ki...

Bir gazetenin bir hadiseyi haber yapmasının üç yönü var. Bunlardan ilki haberin niteliği ile ilgili. Bir konunun haber değerinin olup olmaması noktasındaki tartışmalar, o meşhur; adamın köpeği ısırması örneğinin çağrıştırdığı ''hangisi haber'' tartışması bunun bir parçası. İkinci husus, haberin veriliş tarzı (teknik üslubudur). Bu aşamada tökezleyen bir gazete haberin ya niteliğini eksiltecek tırpanlamalar yapar, ya onun niteliğini bulandıracak üslup yönlendirmeleri yapar, ya da onun niteliğini olduğundan daha büyük ve önemli gösterecek şişirmeler yapma yoluna gider.

Üçüncü ve son husus ise haberin yorum katılan aşamasıdır. İşte en sorunlu aşama bu aşamadır. Gazetenin ve gazetecinin hem kalitesi hem de niyeti açık bir tarzda bu aşamada gün yüzüne çıkar. Medyamızın en zayıf olduğu nokta da budur. İşaret etmeye çalıştığım 'zayıflık' bazen bir yetenek zafiyetine bazı durumlarda ise art niyetli yönlendirmelere, manipülasyonlara mebde olmaktadır. Son bir kaç senedir kalite arayışı içerisindeki bir kaç gazetenin haber ile yorumu ayırma yönündeki gayretlerinin arkasında işte bu zafiyetin oluşturduğu medya kirliliğinden uzak olduklarını ilan etme gayreti yatmaktadır.

Bu üç noktanın bir gazetede temsil edilen iki adresi var: Birincisi, gündelik haberler; ikincisi ise köşe yazıları. Tahmin edeceğiniz gibi, yukarıda sıraladığım üç hususun ilk ikisi bunlardan daha çok birincisinde, üçüncüsü olan yorum yönü ise ikincisinde (daha çok) öne çıkıyor. Haliyle, bir köşe yazarının ele aldığı haber veya hadise onun yorum süzgecinden geçerken çok farklı temsiller, tebliğler, terkipler halinde karşımıza çıkabiliyor.

İşte son Taksim olaylarını bu iki açıdan değerlendirip konuyu medyamızın işaret ettiğim bu temel sorunlarına bağlayacağım. Zira, yaşanan son taciz olayları da gösterdi ki, bazı yazarlarımızın ve gazetelerimizin sergiledikleri yorum eksenli zafiyetler kronik bir hal almaya başlamış durumda. Araya hastalıklı bir bakış açısı girince en normal görünen haberler bile bir polemik haline gelebiliyor, hayra hizmet edebilecek bir haber hiç ummadığınız bir sataşma malzemesi yapılabiliyor.

Buraya kadar zikrettiğim medya hastalığından muzdarip olmayan normal bir medyamız olsa idi şayet, yaşanan talihsiz taciz olaylarına verilen tepkiler ortak bir sese dönüşebilir, devlet birimlerinin ve özellikle de çok yetersiz cezai uygulamalarla hayatını devam ettiren adalet sistemimizin konuya daha ciddi bir şekilde eğilmesi sağlanabilirdi.

Oysa birileri bu karambolde bile AKP-yüklenmesi yapmadan, konuyu dindarlara getirmeden edemediler. Tacizci ile dindar arasında nasıl bir ilişki kurulabilir ki diye sormayın. Elde bizim medyamız ve bazı köşe yazarlarımız olunca herşey olabilir bu ülkede. Geçenlerde Zaman'dan Bülent Korucu (4 Ocak 2008) haklı olarak bu art niyetli yaklaşıma isyan ediyordu. Onun benzer bir şaşkınlıkla, ''medyada tuhaf bir damar var'' dediği yaklaşım işte benim az önce arzettiğim 'medya hastalığının' bir özeti niteliğinde. Alın size Korucu'nun Vatan Gazetesi yazarlarından Mustafa Mutlu'dan alıntıladığı sözlerden bir demet: ''Bu saldırganlar size göre son seçimlerde hangi partiye oy vermiş olabilir? Eşleri, anneleri, kardeşleri türban takıyor olabilir mi? Acaba 'kendi kadınları' gibi giyinmeyen tüm kadınları 'hayat kadını' olarak gördükleri için mi saldırıyorlar?

Çok üzerinde durulup cevap vermeye gerek olmayan alıntılar bunlar. Ama bu vesile ile önemli bir iki konunun altını çizmemiz gerekiyor.

Buraya kadar hep bir hastalıktan bahsettim. Bazı rahatsızlıklar kimyevi (bu yazıda 'zihne' tekabül ediyor) bir takım düzensizliklerden kaynaklansada, vücutta fiziksel (bu yazıda 'söylem' anlamına geliyor) tesirleri ile görünürler. Sizce, yukarıda adını 'medya hastalığı' olarak koyduğum zihni (bozuk ve yanlış yorum) rahatsızlıkların 2007 yılına ait en önemli; söyleme (fiziksel alana) dökülmüş hali nedir? Söyleyeyim: Bozuk yorumların sosyolojik tahlil (analiz) olarak önümüze sunulmaya çalışılması. Evet! Maalesef bazı yazarlar, tuttukları köşelerden zihin dünyalarımıza akıttıkları habis duygu ve düşüncelerini hep 'sosyolojik tahliller' yapıyoruz diyerek önümüze servis ettiler.

Oysa yaptıkları hiç bir yorumun sosyolojik temelleri ve gerçek toplumsal yansımaları yoktu. Toplumu okuyabilseler en basit seçim yorumlarını bile doğru bir şekilde yapabilirlerdi. Oysa onlar müthiş! ve derin! bir aydın insan zekası! sergileyerek oy veren insanları ''ahmak'' ve ''göbeğini kaşıyan adam'' olarak ilan ettiler...

Mustafa Mutlu bile yazısının bir yerinde az önce alıntıladığım ifadelerinin yanında ''sosyal siyaset bilimcilerine'' iş tavzif etmiş. Ben bir eğitim sosyoloğuyum. Hadi davetine icabet ettim diyelim; ama neresinden tutayım bu beyanların ve iftiraların. İnsanımızın yüzde 50'si AKP'ye oy verdi diye (onlar bütün dindarları bu kategoriye sıkıştırıyor); Taksimdeki her iki tacizciden birisinin, hatta oradaki kalabalık göz önüne alınırsa hepsi bile denebilir, AKP'li ve dindar olup olamayacaklarını irdeleyen bir mantalite ile nereye varılabilir. Olaya böyle istatistik olarak bile baksak, adama şunu sormazlar mı? Toplumun yarısı bir partiye oy verdi diye, her bir suç kategorisinden insanları bu partinin mensubu yapmak doğru mu? Böyle lüzumsuz bir isnadın ardından birisi çıksa; toplumun diğer yarısı da (çoğunlukla) CHP ve MHP'ye oy verdiklerine göre, demekki her dört tacizciden birisi CHP'li, birisi de MHP'li olmuş olur dese bu ne kadar mantıklı bir çıkarım olur. Sanırım tersinden örnek verilince adamların ne kadar çocukça yorumlar yapabildikleri ve bu yorumlardan yola çıkarak sosyal bilimcilere nasıl utanmadan görev listeleri çıkarabildikleri anlaşılıyordur.

Hürriyet Gazetesi de konuyu çok fazla ölçüde ciddiye aldı, kampanya düzenledi. İyi güzelde, gelin şimdi asıl sorulması gereken soruları soralım hep beraber. Böylece Taksim tacizi meselesine bir sosyoloğun (gazeteci sosyoloji savaşçılarının değil) gerçek manada nasıl yaklaşacağına temas edelim.

Bir hadise vuku bulduğunda meydana geliş şekline takılırsanız meseleye yaklaşımınız eksik kalmış olur. Asıl yapılması gereken; sorunun kaynağına inmek ve soruna katkıda bulunan nedenleri tahlil etmek, böylece onun tamirine, tashihine çalışmaktır. Taksim hadisesinde medyamız çaresizlik içinde bağıran bir kızın resmine, onun turist kişiliğine ve tacizcilere verilen cezanın azlığına takılıp kaldı. Hürriyet'in imza kampanyası da zaten Adalet Bakanlığına dönük olarak tertip edilmişti bu amaçla. Sorunun gerçek kaynağına inmeye çalışan olmadı. İnmeye çalışan Mutlu gibi bir kaçı da kendi niyetlerini bulaştırdıkları çocukça ve gerçeklerden uzak tahlillere sığındılar.

Bu kişiler yıl boyunca kendi gazetelerini okumuyorlar anlaşılan. Taciz ve onun akrabası olan suçların oranı ülkemizde gittikçe artıyor. Hergün otobüslerde, minibüslerde tacizlere maruz kalan kadınlarımız var da, bu kadınları bu sıkıntıdan kurtaracak hiç bir kampanya yok ortada. Bu konuda hiçbir kadın örgütünün sesi de çıkmıyor. Bu örgütlerin sesinin çıkması için illa ki Diyarbakırlı Halo'nun kızını okula göndermemesi mi gerekiyor? İş yerinde taciz edilen bir sürü bayan var ve bunların tacizcileri de çoğu zaman cezasız kurtuluyorlar. Tecavüzcülerin bile elini kolunu sallayarak dolaştığı bir ülke haline geliyoruz git gide. Hürriyet'in hiçbir zaman çıkıpta 'iş yerinde tacize son' kampanyası yaptığına şahit olmadım. Kendi gazete haberlerine göz atsınlar, daha nice örnekler göreceklerdir...

Şimdiki tespitlerimi bir eğitimci olarak yazıyorum. Taciz hastalığı psikolojik temelli bir hastalık ve zafiyettir. Dolayısı ile fiziksel dünyadan gelen dürtüler ve motivasyonlar ile içli dışlıdır. Bu taciz kültürünü besleyen en önemli etken ise görsel-cinsel teşviklerdir. Sanırım adresin nereye yönlendiği anlaşılıyordur. Bundan kısa bir süre önce DKM'de (11 Kasım 2007) ''Hürriyet Gazetesi Sözünü Tuttu mu?'' başlıklı bir yazı yazmıştım. O yazıda hatırlattığım bir gerçek vardı: 21 Haziran 2007 tarihinde Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni, ''bundan sonra kadın teşhirciliğine son vereceğiz'' diye söz verdiği halde bu sözünü tutmamıştı. Bu ve benzeri medyamızın gerek matbu gerekse de İnternet üzerindeki yayınlarında taciz kültürünü besleyecek, cinselliği ve kadın teşhirciliğini tahrik edecek bir sürü haber ve resim yayınlanıyor. Buna bazı televizyonlardaki cinsel dürtüleri tahrik edecek yayın ve programları da ilave etmek gerekir.

Bu gerçek bu kadar ayan beyan ortada iken, Vatan Gazetesi yazarı gibi birisinin çıkıpta olayın nedenini dindarlara bağlayıp; ''acaba 'kendi kadınları' gibi giyinmeyen tüm kadınları 'hayat kadını' olarak gördükleri için mi saldırıyorlar?'' şeklinde yönlendirici ve tahrik edici bir soru yöneltmesi ne anlama geliyor?

Evet! Bu yazı vesilesi ile, medya organlarımızı tekrar göreve çağırıyorum. Reyting alacağız diye sütunlarınıza taşıdığınız cinselliğin ve cinsel istismarın neticeleri işte Taksim meydanında kameralarınıza böyle yansıyor. Bu durumu bile utanmadan dindarlara teşmil edebiliyorsunuz. Sorunun asıl kaynağı; sizlerin reyting uğruna yaptığınız istismarlarda ve ''halk böyle şeyler istediği için yayınlıyoruz'' diyerek kendinizi aldattığınız gazetecilik anlayışındadır.

Hal böyle olunca lütfen sosyologları göreve çağırıp durmayınız. Zaten kendi istediğiniz gibi konuşmayan sosyologları ve sanatçıları nasıl linç ettiğinizi de görüyoruz (yaşanan son Nur Vergin ve Cemil İpekçi olaylarına bakınız). Bu huysuzluğun nedenini de buradan duyurayım: Bu Kemalist (Gerçek Atatürk idealleri ile alakası olmayan, Atatürk'ten bağımsız farklı bir ideoloji) ve oligarşik kesimlerin çağrılarına cevap verip, kendi istedikleri gibi yorum yapacak sosyologları kalmamıştır; gerçek anlamda hiç olmamıştır da zaten...