29 Mayıs 2016 Pazar

ERDOĞAN İMTİHANINI KAZANDIK MI?

Bu yazı 30 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



İmtihan ile imtihan olmak başlıklı serimizin dördüncü ve son bölümünde konunun toplumsal boyutu ile devâm edelim.

Günübirlik ve başlarına gelmesi muhtemel imtihanlar karşısında; ‘başa gelince çaresine bakarız!’ anlayışıyla yaşayan ve imtihan sırrına tam olarak vâkıf olamamış ruhlar ve toplumlar, sorunlarla karşılaştıklarında çoğunlukla öfkeli, isyankâr ve şikâyetçi olurlar. Şartların gel gitleri ve kısırdöngüleri arasında sıkışıp kalırlar ve bir o yana bir bu yana toslayıp dururlar. Maniplasyonlara, el açmalara, sahteciliklere, kopyacılıklara, korkutmalara ve benzeri ruh alçaltıcı durumlara mârûz ve eğilimli; hattâ hevesli hâle gelirler. Bu ifâdelerin, içinde doğup büyüdüğüm Türkiye toplumunun genel hâlini özetlediğini düşünüyorum.

Şimdilerde Türk toplumu da önemli bir sınavdan geçiyor. Bir önceki yazıda arzettiğim ‘başa gelen çekilir!’ sözünü plansızlık boyutunda yaşayan; günübirlikçi ve nemelâzımcı bir toplum olduğumuzdan, bu sınava da hazırlıksız yakalandık. Bir hayat felsefemiz yok. Bize gelip çarpan hâdiselere karşı hamâset veya kör tarafgirlik dışında anlamlı bir tepki veremiyoruz. Her imtihan karşısında ya eleştiriyor, ya başkalarını suçluyor, ya bağlı olduğumuz tarafın sloganlarına sarılıyor, ya da bana dokunmayan yılan bin yaşasın anlayışıyla kendi çıkarımızın peşine düşüyoruz. Câhiliz ve İslâm’ın istikâmet veren özünden mahrûmuz. Kendi geliştirdiğimiz şekilci anlayışların mahkûmuyuz ve bunların neticelerinin de mağdûruyuz.

Zulüm sınavlarına karşı da toplumsal bir ön hazırlık gerekir. Bir hayat ve toplum görüşü olmak, fikrî olarak uyanık kalabilmek, zulmün ayak seslerini işitebilmek, toplumsal dokuyu ve bağları o sınavın şiddetine dayanıklı hâle getirmek, kendi kalabilmek, özgüven ve demokratik refleksler geliştirebilmek ve benzeri birçok kaabiliyet hep bir plan, hayat felsefesi, eğitim ve gayret gerektirirler. Biz bunlardan yoksun yaşıyoruz. İhtiyaç da duymuyoruz.

AK Parti ve Erdoğan ekseninde yaşadığımız 17-25 Aralık sonrası gelişen zulüm ve aldatılma süreci de böyle bir imtihan görevi görüyor toplumumuz için. Bir samimiyet ve kalite sınavı bu. Ancak bu sınavda da tıpkı daha önceki Ergenekon ve derin devlet dönemlerinde olduğu gibi başarısız oluyoruz. Toplum hep en hassas ve zayıf damarları olmuş olan fakirlik, gelecek endişesi, bozuk devlet anlayışı, korku, fırsatçılık, ötekileştirme, makama ve devlete tapma gibi hastalıklarına ilâve olarak bu sefer dinle aldatılma sınavına da girdi ve dibe çakıldı.

Tehlike bu sefer kan emen sivrisinek, kene ve tahtakurusu şeklinde bünyeye yapışmış bir vaziyette ve toplumun şimdiye kadar biriktirebildiği üç beş gram insaf, iz’ân ve hakîkat kanına da gözünü dikmiş durumda. Adını zikrettiğim bu hayvanlar gibi toplumun hayat damarlarına münâfıkça sirâyet eden kişiler; hortumlarını, hattâ kene gibi kafalarını, toplumsal damarların içine soktular ve o uyurken de onun geleceğini ve kaynaklarını emip duruyorlar. Biraz kıpırdanacak gibi olsa bu sefer de sahte bir düşman icâd edip onu ‘vampirlerle’ yâni ‘’paralel’’ safsatalarıyla ve gerçekte varolmayan düşmanlarla korkutarak asıl kan emiciler olarak emmeye devâm ediyorlar.   

AK Parti, büyük yolsuzluk ve rüşvet ağı ortalığa saçıldığında tıpkı her suçlu gibi tek yapmak zorunda olduğu şeyi yaptı: Atak moduna geçti ve bunu sağlamak için de dinî kimliğini kalkan olarak kulllanırken, elindeki devlet gücünü de mızrak olarak kullandı. Adâlet sistemini ve demokrasinin saç ayakları olan diğer kurumları felç etti. Büyük bir propaganda ağı kurdu ve namuslu davranıp yanlışa yanlış diyen herkesi ‘hâin’, ‘paralel’ ve ‘darbeci’ ilân etti. 

İşte her kesimiyle Türkiye toplumu bu hâdiseler karşısında yukarıda çizdiğim çerçevede bir karakter, samimiyet ve kalite imtihanı sürecine girdi. 17-25 Aralık davaları sonrası gelişen döneme ‘süreç’ dense de bu döneme aslında Türkiye toplumunun imtihan süreci demek daha doğru gibi geliyor bana. Çünkü zâlimler ve diktatörler mutlaka yıkılıp giderler ama o zulüm sürecinde karakter ve kalite sınavı veren toplumlar sınavdaki başarı veya başarısızlıklarının neticeleri ile cedelleşerek hayatlarına devâm etmek zorunda kalırlar.

Hitler’in zulümlerini alkışlayan ve destekleyen Alman nesli Hitler sonrası acılar çekmeye devâm etti. Lenin, Stalin, Mao, Firavunlar, Nemrudlar ve Yezidler sonrası, tüm toplumların yaşadıkları sıkıntılar ve imtihan serüvenleri hep bir nakarat olarak tarih sayfalarında yerlerini aldılar. Tarihin tekerrür etmesi gerçeği; insan doğasının değişmezliği yanında biraz da insanın geçmiş imtihanlardan çıkaramadığı derslerin sonraki imtihanlarda benzer bir başarısızlık yaşatmasının hikâyesidir aslında. Hattâ, bir sonraki imtihanlar çoğu kez öncekilerden gerekli dersler çıkarılamadığından dolayı sorunların toplumun bağrında tekrar filizlenmesidir. Hani bâzı yıllık bulaşıcı bitkiler vardır. Kökünden çekmeyip sadece toprak üstünde görünen kısmını biçtiğiniz için bir süre sonra tekrar filizlenirler. Toplumsal imtihanlar da işte böyle bir doğaya sahiptirler çoğu zaman. Hatâlardan dersler çıkarıp yeni nesli ona göre eğitmezseniz eğer, sorunlar tekrar filiz verirler ve birkaç nesil sonra tekrar her yere bulaşırlar.

Bu son imtihan sürecinde Cemaat dediğimiz Hizmet Hareketi ve çok az sayıdaki solcu, liberal, milliyetçi ve sâir kesimlerden insanlar dışında demokratik ve insânî liyâkat sınavını geçebilen olmadı. Yukarıda resmettiğim hastalıklarla malûl bir toplumdan daha fazlası da beklenemezdi zâten. Erdoğan ve işbirliği yaptığı Ergenekonvâri suç yapılanmaları da stratejilerini hep bu zaaflarımız üzerine temellendirdiler. Sürekli olarak korku salıp psikolojik harp teknikleri uygulayarak, o toplumsal zaafları suistimâl ettiler. Oysa bir hükümetin ve devletin amacı o hastalık ve zaafları tedâvi etmektir; suistimâl etmek değil.

Kemalistler, Ergenekon bağlantılarından dolayı; anlaşma gereği Erdoğan’a sessiz kalarak destek verdiler. Ergenekon’un CHP ve MHP bağlantıları sayesinde Erdoğan’ın önünü tıkayacak her türlü tepki ve gelişme, muhâlefetin gizli desteği veya muhâlefet yapmaması sayesinde önlendi; böylece Erdoğan’ın yolu hep açık tutuldu. Milliyetçi cephenin muhtemel muhâlefeti de Ergenekon’un kilit adamları vâsıtasıyla önlendi. Bugün üç-beş istisnâ dışında en muhâlif olmasını bekleyeceğiniz soldan bile Erdoğan’a karşı örgütlü bir tepki göremezsiniz. CHP ve Atatürkçüler de buna dâhildir. Kılıçdaroğlu ve bir iki CHP’li vekilin çıkışları müstakil, donkişot çıkışlarıdır. Bu bir bakıma bizde solun da aslında topluma dayalı gerçek bir sol felsefe geliştirememiş olmasındandır.

Halkın önemli bir kısmı ile Atatürkçü, Kemalist ve Cemaat alerjisi olan diğer kesimlerin önemli bir bölümü, ‘yozlaşmış devlet veya parti’ anlayışından çok da rahatsızlık duymadıkları için Erdoğan AKP’sinin paralel adı altında sahnelediği tüm zulümlere hattâ hukuk darbelerine sessiz kaldılar. Başta ‘’yesinler birbirlerini’’ fırsatçılığı ile başlayan duyarsızlık, sonradan ‘’bırakın Cemaat’i dövsünler’’ seyrine dönüştü. Bu hâl şimdilerde; ‘’çok baskı var, aman kendini tehlikeye atma’’ nemelâzımcılığına dönüşmüş durumda.

Eskiden Ergenekon döneminde AK Partili ve dindar kesimleri sürekli olarak köktendinci, yobaz, İrancı, şeriatçı, laiklik düşmanı diyerek tâciz eden ve onları devleti ele geçirip laikliği yıkacak ve şeriat getirecek kişiler olarak takdîm eden bu kesimlerin, Erdoğan tüm devlet sistemini ele geçirmek üzere iken hiçbir tepki vermemeleri, aslında ne kadar da samimiyetsiz ve ideoloji yoksunu olduklarını ve sadece Ergenekon’un gazladığı laiklik hamâseti ile beslendiklerini göstermiş oldu. Sol kesimlerin de büyük çoğunluğunu bu gruba dâhil etmek pek de yanlış olmaz.

Erdoğan imtihanını en acı verici sonuçlarla kaybeden kesim ise dindar-muhafazakar-sağcı kesim oldu. Yıllardır özünden uzak; şekilcilikle ve kültürel boyalarla makyajlar yapılarak bugünlere getirilmiş olan İslâmî ‘hassasiyetlerin’ ve ‘yaşantıların’ balonu patlamış oldu. Hizmet Hareketi ve bir iri ufak dinî grup dışında kalan bütün İslâmî kesimler Erdoğan’ın siyâsî rüşvetlerinin ve saldığı korkunun esîri oldular. Haksızlıklara göz yumup, Müslümanların mallarının gasp edilmesine ses çıkarmadıkları gibi ondan pay da istediler. Namus bekçisi rolleri kesip herkesi Cehenneme sokan hamâsetlerinin ardında çocuk tecâvüzcülerine bile, Erdoğan’a dokunur endişesiyle, tepki vermeyecek karakterler olduklarını bizler bu imtihan sürecinde öğrenmiş olduk. Devlet baskısına hattâ kavramına yıllarca sövmüş olan bu kesimlerin aslında ne kadar da kudret ve makam tapıcısı olduklarını da yine bu süreçte görmüş olduk.

Tüm toplum olarak nasıl da; ‘dayak yiyen ben değilsem çıkarıma bakarım!’ anlayışı ile hareket ettiğimiz; bölünmüş, birbirini ötekileyen, düşene tokat vuran, güçlü ise hırsıza, tecavüzcüye bile ses etmeyen, kaypak, kişiliksiz ve özgüven yoksunu bir toplum olduğumuzu bu süreçte sergilemiş olduk. Bu hastalıklar çoğaltılabilir. 
Zulüm yapan her devlet sahibi zâlim gibi, şimdinin zâlimleri de yakında devrilip gideceklerdir. Bizlere ise elinde kırık notlarla dolu karnesi ile mağdûr, mahzûn ve tahrip edilmiş bir toplum kalacaktır.

Soru şu: Toplum bu imtihan sürecinde sergilediği sefillikten ders almayı başarabilecek mi ve yeni nesillerini ona göre yetiştirebilecek mi; yoksa sefillik istasyonunda başka bir zâlimin treninin gelmesini mi bekleyecek? Tarihin tekerrürü örneğinde verdiğim örnekte olduğu gibi; yanlış ve bulaşıcı hastalıklarla, zehirlerle dolu olan bu bitkiyi kökleriyle söküp atmayı mı deneyecek, yoksa üç beş budamayla kendini mi avutacak?


Şayet öyle olursa, 20-30 yıl sonraki yeni bir Erdoğan trenine binmeye hazır olun derim. Asıl mesele de bu ya! 

25 Mayıs 2016 Çarşamba

İMTİHAN İLE İMTİHAN OLMAK (3)

Bu yazı 25 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


‘Dünya bir imtihan yeridir’ sözü artık klişeleşmiş bir söz mâlûmunuz. Çok kullandığımız ama mânâsını yeterince içimize sindiremediğimiz ifâdelerdendir bu da.

Benim küçüklüğüm bu sözün gölgesinde geçti desem yeridir. Başarılı ve sorumlu bir öğrenci olunca sınavlar ve sorumluluklar hayatınızın önemli kilometre taşları hâline geliyorlar. Onları düşünmeden ve zamanınızı onlara göre planlamadan yaşayamaz konuma geliyorsunuz. Böyle olunca da etrafınızda sınavlara karşı vurdumduymaz ve lakayt davranan insanları her gördüğünüzde önce hayretlere düşüyor sonra da onlara ya kızıyor ya da acıyorsunuz. Büyüdükçe de ders sınavları dışında bir de hayat imtihanları olduğunu öğreniyorsunuz. Çokları gibi biz de ailecek yaşadığımız birçok sıkıntı ve fakirliğe karşı hep bu tür sabır soluklatan sözler ile teselli bulurduk.

Yaşınız ilerledikçe bu tür bakış açılarının, ‘başa gelen çekilir’ anlayışıyla yetişen bir toplumda farklı refleksler halinde hayat bulduğunu görüyorsunuz. Başa gelenlere karşı sabır tavsiyesinde bulunan bu sözün bizimki gibi toplumlarda bir plansızlık, vurdumduymazlık, sorumsuzluk, nemelâzımcılık, günübirlikçilik düzleminde vücûd bulduğunu zamanla daha iyi kavrıyorsunuz.

Oysa hayatlarını her dâim başa gelebilecek imtihanların bilinci ile yaşayan insanlar her adımlarını daha planlı bir şekilde atarlar; intizam, sabır ve metânet eksenli bir hayat anlayışı geliştirirler ve etraflarında bulunan kişilerden veya cereyân eden hâdiselerden sürekli dersler ve geribildirimler devşirerek kendilerini sürekli canlı tutarlar ve yenilerler. Ruhları böylece hep aktif, dirençli ve canlı kalır.

Lise yıllarımda okula bellerinde kamalarla gelen, her gün okul kavgalarına karışan, kendilerinden öğretmenlerin bile korktuğu arkadaşlarım vardı. Sınav günleri nasıl süt dökmüş bir kuzuya döndüklerini, o herkese korku salan karizmatik tavır ve yürüyüşlerinin, benim karşımda ‘’Uğur n’olur lan kağıdını biraz aç, çakarsam babam gebertir!’ yalvarmalarına döndüğünü hâlâ dün gibi hatırlarım.

Hazırlıksız yakalanılan sınavlar onların o sahte karizmalar ve kabadayılıklar altında gizledikleri gerçek kişiliklerin ve korkuların ortaya saçılıverdiği anlar olurdu hep. Evet! Sınavlar sadece bilgi ve beceri düzeyinin değil, kişiliklerin de ortaya çıktığı zaman dilimleri ve fırsatlardır. Toplumsal ve dinî olaylarda bu daha da açık bir şekilde cereyân eder. Meselâ; vatan-millet diyerek sürekli hamâset devşirip başkalarını eleştiren bir kişinin tâyini Güneydoğu’ya çıktığında hemen torpil arayıp Batı’ya kaçmaya çalışması, o şahıs için bir kişilik ve samimiyet sınavıdır. Fâiz ve rüşvet haramdır diyerek etrafını Cehennem ile tehdit eden bir Hacı amcanın, polisten ceza yediğinde veya evine ikinci bir kat çıkmak istediğinde hemen rüşvete tevessül etmesi de onun için bir kişilik, samimiyet ve dinî ehliyet sınavıdır.

İyi huylu ve mülâyim görünen bâzı kişilerin çalıştıkları kurumda sıkıntılar baş gösterince ne kadar da itaatsiz, saygısız, tembel ve dikbaşlı tavırlar takınabildiklerini defalarca müşâhade etmişimdir. O sıkıntılar bir imtihan şeklini alarak  onların gerçek kimlik ve kişilik testleri haline geliyorlardı. Bugün Türkiye’de Erdoğan’ın zulmü karşısında ya susan ya da mâsum insanlara iftirâlar atan ‘dindarları’ hayretler içerisinde izlemekteyiz. Bu imtihan süreci de onların gerçek kişiliklerini ve dini ne kadar içselleştirebildiklerini açığa çıkarma görevi görmekte. Örnekler çoğaltılabilir.

Kur’an’da önemli bir yer teşkîl eden münâfıklık kavramının da bence en belirleyici özelliği bu tanımın kapsamına giren insanların belli imtihan dönemlerinde verdikleri benzer tepkilerdir. Örneğin, barış zamanı hamâset devşirip de savaş emr edildiğinde; yâni ‘iman sınavı’ kapıya dayandığında hemen mâzeretlere ve şikâyetlere sarılmaları onların kimliklerini ele veren zaman dilimleridir. Günümüz Türkiye’si, AKP ile yaşadığı imtihanda birçok münâfık karakterli insanı ortalığa kusmuştur.

Bu faydasının dışında sınavlar belli şart ve durumlara karşı ne kadar hazırlıklı ve eğitimli olduğunuzun ve o sorunların üstesinden gelme noktasında ne kadar bilgili ve dirençli olduğunuzun da göstergeleridir. Bununla da kalmaz, sınavlar; sizin bu bilgileri stresli ve kısıtlı bir zaman aralığında ne düzeyde ortaya koyabileceğinizi, aksiyona dökebileceğinizi ve hayata geçirebileceğinizi de ortaya koyarlar.

Yâni, bilmek yetmez; onu kısa ve stres gerektiren bir zaman dilimi içerisinde değer üreten bir şekilde uygulamanız da gerekir. Bu da bilginin yanında başka bâzı yetenekleri de geliştirmiş olmayı gerekli kılar. Meselâ üniversite giriş sınavlarını ele alalım. Yıllarca bilgi depolayıp sorular çözeriz. Ancak üç saatlik stresli ve kaderimizi belirleyecek bir sınavda tüm bu bilgilerimizi ve test tekniklerimizi en rantabl şekilde kullanarak ‘başarılı bir öğrenci’ kimliği kazanmamız gerekir.

Konunun kişilere bakan yönü böyleyken toplumlara bakan yönü de çok farklı değil.

O konuya da kısmetse bir sonraki yazıda devâm edeceğiz…

23 Mayıs 2016 Pazartesi

İMTİHAN İLE İMTİHAN OLMAK (2)

Bu yazı 23 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


İmtihan ve sabır birbiriyle iç içe geçmiş, her an ilişki içerisinde olan ve birlikte nefes alıp yaşayan kavramlar olup, tıpkı zaman kavramı gibi hayatımızın her anında bizimle beraberdirler. Öyle ki, imtihan sırrına ‘zaman’ diye hitap etmek yanlış olmayacakmış gibi gelir insana. Hayat, zaman nehrinde ilerlerken tekâmül etmekse eğer; doğan, büyüyen ve sonra da ölen insanoğlu gibi, tekâmül yolculuğu da zaman nehrinde süzülen imtihan akıntıları ile mümkün oluyor sanki. Hani bir türkümüzde Aşık Veysel der ya;

‘’Hiçbir zaman gül dikensiz olamaz. Gülü yetiştirir dikenli çalı… Kişi sabır ile bulur kemalı’’

İşte onun gibi, hayat da imtihansız olmuyor. Her anı imtihan sırrıyla örülmüş olan yaşantımız acılara ve imtihanın koşullarına karşı gösterdiğimiz direnç ile yetiştiriyor bizleri. Sanki bir imtihan ırmağında, akıntılara ters bir şekilde yüzüyoruz somon balıkları gibi. Onun içinde, ona karşı yüzdükçe güçlenip gelişiyor ve hedefin kaynakta olduğu bilinciyle de her anımızı o imtihan sırrıyla yaşıyor ve ona karşı gösterdiğimiz ‘sabır direnci’ ile yol alıyoruz.

İtalyan yazar Cesare Pavese’in ‘’acı çekmiş hiç kimse artık eskisi gibi değildir’’ dediği gibi bizler de yaşadığımız her imtihanın ardından yeni ve daha güçlü bir şekilde hayata kaldığımız yerden devâm ediyoruz. Amerikalıların ‘’bir şey seni öldürmüyorsa; güçlendirir’’ ifâdesinde kastettikleri mana da bu olsa gerek. Aşık Veysel’le devâm edersek; gülü yetiştiren dikenli çalılardır. İşte bu imtihan-sabır dengesidir ki bizi hep canlı tutar ve bizleri insan-ı kâmil noktasına ulaştırır.

Bizler bencil ve vefâsız fertler ve o fertlerden müteşekkil bir toplum olduğumuzdan ve amacımız da hep güllere konmak olduğundan dolayı imtihanlar karşısında yalnızca ‘’gülü seven dikenine katlanır’’ der ve dikenleri, yâni imtihanları, güçlükleri ve sıkıntıları hep küçümser ve ötekileştiririz. Onları hayatımızın bir parçası olarak görmeyiz. Tıpkı birbirimizi ötekileştirdiğimiz gibi hep bir yabancı gözüyle bakarız onlara. Her hâdiseye ego penceresinden bakmaya alışık olan bizlere göre ‘dikenler’ sadece tolere edilmeleri ve katlanılmaları gereken şeylerdir. Hattâ birçoğumuz için isyân sebebidirler.

Oysa hâdiseye gül’ün penceresinden bakabilsek, onlar; gülü yetiştiren ve bu yüzden de saygıyı, vefayı, anılmayı hak eden beklentisiz yetiştiricilerdir. Bir toplumu bu mantıkla yetiştirirseniz eğer; nesiller imtihan ve acıları, kıyımıza çarpan ve bir şekilde katlanılması gereken istenmeyen şeyler olarak değil; Allah’ın terbiye edici Rab ve her an ihtiyaçlarımızı düşünen Şefkat sıfatlarından süzülüp gelen birer lütuflarmış gibi algılarlar ve ‘’katlanma’’ boyutundan,

‘’Gelse Celâlinden cefâ,
Yahut Cemâlinden vefâ,
İkisi de câna safâ;
Lütfun da hoş, kahrın da hoş’’ boyutuna yükselirler.

Çünkü o zaman her imtihanın bir yetişme vesilesi olduğunu bilirler ve hayatın her anının imtihanların kucağında geliştiğini görürler ve bu gerçeği zihinlerinde sürekli canlı tutarak yaşarlar. Bunun bir lütuf olduğunu daha iyi idrâk ederler. Böylece daha fazla ve bilinçli olarak şükreden; dinamik, canlı ve ülfet (tembellik) nedir bilmeyen bir ruh hâline sâhib olurlar.

Zâten sürekli imtihan bilinciyle yaşayanlardır ki imtihanın şartları kapıya gelip dayandığında gerçek ve ilâhî lütfa mazhar olan bir sabır sergileyebilirler. O bilinçte olmayanların sabrı daha çok ilk anda sergilenen bir isyân ve öfke şeklinde olur. Öylelerinin ancak sakinleştiklerinde, dudaklarından şeklî olarak ‘’neyse, Allah’tan gelen çekilir; sabır’’ ifâdesi dökülür Bu da bir çeşit ‘sabır münâfıklığı’ olsa gerektir. Günümüzde bir çok insanın hattâ Müslümanın içine saplandığı bir ruh hâlidir bu.

Kısmetse devâm edeceğiz…



18 Mayıs 2016 Çarşamba

İMTİHAN İLE İMTİHAN OLMAK (1)

Bu yazı 18 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


İslâm’ı biliyormuş gibi yaşayan bizler aslında sınavlara çalışmış gibi yapan öğrenciler gibiyiz. Hayatı ve dini bir kopya çekme kolaylığında yaşamaya çalışıyoruz. Oysa bizler İslâm’ın özünde var olan ‘imtihan’ sırrını ruhumuzla özdezleştiremeyen, âhiret hesabını bile şekilleştiren ve onu semboller ve simgeler üzerinden yaşayan bir toplumuz. O nedenle de bugün fâiz yiyen, zinâ eden, haksızlık yapan, işçisinin hakkını vermeyen, devlete ve makama tapan, düşünceye ve liyâkata önem vermeyen, halkın malını gaspeden, her türlü sahtecilik ve suçta rekorlara imza atan; ama hâlâ ‘’yüzde 90’ı Müslüman olan!’’ bir milletiz.

Çocuklarımızı hep Cehennem ile korkutur ve bir hesap gününden bahsederiz de, yaşadığımız her anın o hesap gününün ta kendisi olduğunu bir türlü idrâk edemeyiz. Öyle ya! Öldükten sonraki bir zaman diliminde tekrar diriltirip hesap mahallinde hesap vereceğimizi biliriz ancak öldüğümüzde her şeyin zâten bitmiş olduğunu asla düşünemeyiz.

Hesap defteri, öldüğümüz gün kapanmıştır aslında ve sınav bitmiştir. Ahirette sadece durum değerlendirmesi yapılır, alacak-verecekler tahsil edilir ve son hüküm verilir. Bir kanaat notu alır da son anda geçebilir miyiz diye ümitle bekleyeceğimiz yerdir orası.

Yaşadıkları her anın sınavın bizzat kendisi olduğunun bilincinde olmayan insanlar için öldükleri gün sınavın bitmiş olduğunu farkettikleri gün olacaktır. Artık her şey sınav sahibinin insafına ve merhametine kalmıştır. Çünkü bu sınavın bütünlemesi yoktur.

Yeni nesil Müslümanların bu anlayışla yetiştirilmeleri gerekiyor. Yâni sınavın özü ve yaşamın her anına nasıl nüfûz ettiği, standartları ve bunların yol gösterici olan Kur’an’a nasıl içirildiği ve Hz. Peygamberce nasıl temsil edildiği gibi gerçekler, imtihan kavramı merkeze konularak tekrar ele alınmalı ve din ve ahlak eğitimi bu zâviyeden yeniden dizayn edilmelidir.

Aslında Kur’an’ın üslûbu, içeriği ve o içerikten yansıyan imtihan sırrı da sanki bize hep resmini çizmeye çalıştığım bu ‘imtihan’ eksenli yaşam anlayışını öğretmeye çalışır. Büyüklerimizin yaptığı gibi bizi sınavla, semboller ve simgeler üzerinden korkutmaz. Bize onun amacını, değerlendirme standartlarını, mâhiyetini ve yaşama bakan yönlerini ve hayatı onun etrafında tanzîm etmenin inceliklerini öğretir.

Yâni bizlere her an imtihan bilinci ile yaşayan, hassas, dengeli, âhiret yörüngeli, planlı ve hazırlıklı Müslümanlar olmayı öğretir. Hayat menzilinde önümüze bâzı kilometre taşları ve levhalar koyar ki onlara bakıp hangi akıbete ne kadar yakın olduğumuzun bilinciyle yol alabilelim ve sapmalar yaşamayalım. Bizlere; karşımıza nerede ve ne tür sınavlar çıkacak ve bunlara karşı nasıl bir hazırlık gerekecek onu öğütler. Saptırıcı şeylere karşı uyanık olma becerilerimizi canlı tutar.

Bu bağlamda Peygamberler, bizleri o anlık imtihanlara hazırlayan ve her an ‘sınav’ olduğumuzu hatırlatan öğretmenlerdir. O yüzden hiçbiri hüküm vermez, sadece öğütler ve yol gösterirler. Şimdilerde öğretmenlerin yaptıkları gibi ‘sınava hazırlayan eğitici’ rollerini unutup da ‘sınavı yapan makam’ gibi davranmazlar ve kul ile Allah arasına girmezler.

Çünkü imtihanların bir önemli yönü de ‘’her koyun kendi bacağından asılır’’ sözünde anlamını bulan bireyselliktir. Her şahıs sınava topluca hazırlanabilir ama sınava mutlaka tek başına girer ve bireysel bir not alır. Başarısızlığından kimseyi sorumlu tutamaz. Bağışlanma bile kişiseldir. Toplumsal bazda baktığımızda da bu böyledir. Birey diyebileceğimiz her kesim kendi imtihanını verir. Zulüm karşısında dik durabilenler ile zulme boyun eğenler hattâ ona yardım ve yataklık edenler zulüm sınavında kendi akıbetlerini belirlemiş olurlar.

Asr suresinde ‘’hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna’’ denilirken sabrın yanında hak da zikredilir. Kimbilir belki de bu ‘hakkı tavsiye’’ etmeyi başarabilen insanlar, bahsettiğim imtihan sırrının bilincinde yaşayamayı öğrenmiş, hayatlarında belli bir temsil ve tebliğ dengesi kurabilmiş ve hep o uyanıklık hâlinde hareket etmeyi başarabilmiş ve etraflarındaki insanlara Kur’an’dan süzdükleri ‘imtihan bilinci ile yaşama’ kaabiliyetleri aşılayan kimselerdir.

Peygamberler gibi ideal öğretmenler de, öğrenci yetiştirirlerken, yıl boyu anlattıkları derslerin her bir anında sonradan yapılacak olan sınavların standartlarının ve dersin amaçlarının bilincinde olarak hareket ederler. Yani sınavın özüne hakim olan ve o bilinçle hareket ederek içerik-anlatım tekniği dengesini iyi kurabilen öğretmenler mesleğin hakkını veriyorlar demektir.

Bu öğretmenlerin öğrencileri başarıyı daha kolay yakalarlar ve anlatılan konuları ve yapılan değerlendirmeleri hep bir bütünlük, ahenk ve denge içinde algılarlar. Birçok öğretmenin eksik olduğu en önemli nokta budur. Öğrencileri sınava hazırlar gibi davranıp ama aslında ‘sınav yapan ve hüküm veren otorite’ gibi hareket ediyorlar. Bu da anlatım ile ölçme arasında bir kopukluk oluşturuyor ve öğrenme sürecini ikinci plana atıp öğretmene farklı bir rol belirliyor. Öğrenciyi de özne durumundan nesne durumuna iteliyor. Oysa arz etmeye çalıştığım gibi ölçme değerlendirme eksenli bir eğitim anlayışı öne çıksa derslerin kalitesi yükselir ve öğretmenler daha planlı hareket ederler.

Burada resmettiğim bağlamdaki dini ve de dünyevi eğitimlerden ve imtihan sırrını aşılayacak eğiticilerden mahrum olan insanlar gelişigüzel bir yaşam, yüzeysel ve şekilci bir din anlayışı geliştirirler. Bu insanların meydana getirdikleri toplumlar da istikamet üzere olamazlar ve kendi geleceklerini garanti altına alacak olan bir hayat felsefesi ve sistem geliştiremezler. Günübirlik ve rastgele yaşayan bir toplum hâline gelirler.

Velhâsıl, aslında imtihan ile imtihan oluyoruz demek bana doğru bir tanımlama gibi geliyor. Denizde yaşayıp denizin içinde olduğunun bilincinde olmayan balıklar gibi bizler de zaman dediğimiz bir imtihan denizinin içinde yaşıyor ama onun her anımızı kuşatan ıslaklığını hissetmeden yaşıyoruz. Farkında olmadığımız bu deniz; zamanla asıl imtihanımız oluyor ve çokları için de bir kaybetme vesîlesi hâline geliyor.

Bu konuyu açıp kısmetse devâm edeceğiz.



4 Mayıs 2016 Çarşamba

ERDOĞAN GİTSE DEVLET YIKILIR MI?

Bu yazı 4 Mayıs 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Erdoğan, tarafsızlık ilkesini hiçe sayma pahasına, Cumhurbaşkanı olduktan sonra bile AK Parti vagonlarının lokomotifliğini elden bırakmadı. Yolsuzluk dâvâlarının bir daha gündem olmaması için her türlü tedbir alınmalıydı. Önce Cumhurbaşkanlığı makamı ele geçirilmeli ardından da uyumlu ve söz dinleyen birisi Başbakanlık koltuğuna ‘vekâlet’ ettirilmeliydi. Bugün mevcut Davutoğlu hükümetinin, Havuz medyasının, AKP teşkilâtının ve hattâ AK trollerin beyanlarına ve ifâdelerine bile baksanız bu ilişkinin gizlenmeye bile gerek duyulmadan uygulandığını görürsünüz. Erdoğan’ın fevrî tutumu ve çâresiz durumu mızrağı çuvalda saklamayı zorlaştırıyor.

Erdoğan perde gerisinden de olsa etki sahasını hiç terk etmedi. Hâlen tüm uygulamalar onun yörüngesinde dönüyor. Açıklamalarıyla ve uygulamalarıyla bunun doğruluğunu defalarca teyid etti. 7 Haziran seçimlerine kadar çok daha açıktan yürüyen bu ilişki, seçim sonuçlarının yarattığı beklenmedik şok ve ardından parti içinde yükselmeye başlayan ‘buna Erdoğan’ın üslubu neden oldu’ şeklindeki eleştiriler sâyesinde perde gerisine çekilmiş oldu. Ama bu müdâhil ve kontrolcü tavır hiç yok olmadığı gibi etkisini de asla yitirmedi.

Hukuk dışı kanunsuz uygulamaları, kayyımlı gaspları ve masum insanların evlerine ev baskınlarını yapan polisler bile ‘emir büyük yerden, yukarıdan’ demekten kendilerini alamıyorlar.

17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları başladığında ‘hedef Erdoğan’ denilerek onun karizması bir kalkan olarak kullanılmış ve halk ilk olarak o şekilde kandırılmıştı. Ardından Erdoğan’ın da ‘bana ihânet ettiler!’, ‘beni kandırdılar’ şeklinde; farklı grupları hedef alan açıklamaları oldu. Bunlar, ‘Türkiye eşittir Erdoğan’ denklemi kullanılarak yürütülmeye çalışılan algı çalışmalarıydı şüphesiz. Haddizatında Erdoğan ve AKP’nin tüm hukuksuz uygulamalarının temel dayanak noktasını oluşturan ‘paralel devlet’ safsatası bile ‘biz devletiz’ şeklindeki yanlış; ama kasıtlı algı operasyonunun bir ürünüdür.

Erdoğan’a yakın çevrelerin sızdırdığı iddiâ edilen (Emre Uslu) Pelikan dosyalarında bile Davutoğlu’nun Erdoğan’a ihânet ettiği söyleniyor. Yâni, Cumhurbaşkanı Erdoğan ile mevcut parti ve hükümet fonksiyonları arasında devâm eden organik ilişki bir bakıma tekrar kendileri tarafından itirâf edilmiş oluyor.

Cemaat ile yollarını ayıran birkaç insandan ikisi olan Hüseyin Gülerce ile Murat Yeni’nin, ‘devlete karşı geldiler!’ şeklinde tezler ile sahaya sürülmeleri de ‘Erdoğan ve AKP eşittir devlet’ anlayışının halkın beynine kazınması çalışmaları aslında. Yoksa mantıken baksanız ‘terör faaliyetleri’ ile suçlanan bir hareketin içinden seçilen iki ‘itirafçı’ imkan ve delil olsa bu yönde itirâflarla piyasaya sürülürlerdi. Bu olamadığı için de halk ile Hareket arasındaki sevgi ve güven bağını zedeleyecek ve yolsuzluklarla suçlanan Erdoğan ve AKP’ye, parti üstü bir kutsal devlet koruması sağlayacak olan alan kullanılmaya çalışılıyor ve bu kişilere de bu nedenle; ‘Hareket devlete karşı çıkıyor’ sözleri söylettiriliyor.

Yâni, AKP’ye ve Erdoğan’a sâdece yolsuzluklar, hukuksuzluklar ve zulümler noktasında karşı duran Hizmet Hareketi, sanki kutsal devlete karşıymış gibi gösterilmeye çalışılıyor. Bu da bizzat Erdoğan’ın Başbakan iken sürekli tekrarladığı, hâin, ajan, işbirlikçi vb. söylemler ile parallellik arz ediyor..

Anlayacağınız, Erdoğan’ın mevcut tüm söylemleri ve uygulamaları, 17-25 Aralık sonrası gördüğümüz Erdoğan hükümetinin aynen devâmı niteliğinde.

Yurt dışı görüşme talepleri reddedildikçe, etrafındaki alanın daraldığını anlayan Erdoğan’ın ‘ben demek devlet demek’ anlamına gelen ifâdeleri kılık değiştirse de artarak devâm edecektir.

En son 22. Muhtarlar toplantısında sarfettiği "Tayyip Erdoğan gitsin demek, 'Bizim tüm siyasetimizi, tüm çalışmalarımızı, üzerine bina ettiğimiz milletimizin, bayrağımızın, vatanımızın, devletimizin tek olması anlayışı yıkılsın' demektir" sözü vatan, bayrak gibi ifâdelerle süslenmişse de ben gidersem devlet yıkılır anlamına gelmekte.

Öncelikle şunu belirteyim: Erdoğan gittiğinde devlet gerçekten yıkılacak noktada ise şayet, devlet zaten yıkılmış demektir. O durumda da Erdoğan’ın; ‘devlet aslında yıkıldı, ayakta tutan son pamuk ipliği de benim’ demesi gerekir. Eğer hırsla peşinden koştuğu başkanlık sevdasının kapısını böyle bir itirâfın halkın kalbinde oluşturacağı korku olacağını anlasa onu da yapmaktan imtinâ etmezdi.

Neticede, Erdoğan gitse devlete hiçbir şey olmaz. Aksine felç edilen adâlet sisteminin ve devlet aygıtının rahatlamasıyla ülke rahat bir nefes almaya başlar. Hücrelere tekrar yeterli oksijenin gitmesi ile birlikte de yenilenme ve tâmirât aşamalarına geçilir. Erdoğan bugün tüm sistemi tek başına kilitleyen bir isimdir ve bu yönüyle de çok başarılıdır. Derin Ergenekon örgütünün en başarılı operasyonu Erdoğan’dır.

‘Erdoğan’dan sonra devlet yıkılır mı?’ başlığı ile benzer bir soru soran yazar Orhan Kemal Cengiz şunları söylemişti:

O diktatörlüğün çökmesinin ardından, ülkenin bir daha gün yüzü göremeyeceğini söyler diktatörler. İnsanları, kurumları öylesine ezmiş, gelenekleri, kuralları öylesine ortadan kaldırmışlardır ki, gerçekten de onlar çöktükten sonra ülke bir cehenneme döner… Çünkü diktatörlerin ülkesinde, bütün o şaşalı, göz boyayıcı “büyük devlet” gösterilerine rağmen gerçek bir devlet bulunmuyor; kurumlar, kurallar ortadan kalkmış oluyor; artık ülkeyi bir arada sadece diktatörün demir yumruğu tutuyor.
Türkiye’nin geldiği nokta ve yukarıda ‘Erdoğan’ın başarısı’ ve ‘felç edilen sistem’ dediğim hususlar bu cümlelerle örtüşüyor.

Türkiye henüz tam anlamıyla Cengiz’in tarif ettiği konumda değil. Zaten o yüzden eğer Erdoğan gittiğinde devlet yıkılacak noktaya gelmişse, Erdoğan bu sözleri söylediği anda yıkılmış demektir diyerek sonuçtan ziyâde sürece işâret ettim. Öyle bir durumda Erdoğan, zâten devletin külleri üzerinden konuşuyor demektir.

Bu özetini geçtiğim süreçte AKP, İslam’ı istismâr etmek suretiyle nasıl dinin içini boşaltıyorsa (Ahmet Kurucan), ‘ben demek devlet demektir’ anlayışıyla ve bu yönde attığı kanunsuz, fevrî adımlarla da demokratik hukuk devletinin içini boşaltıyor. Ahşap bir evin bir kaç yıllık bir sürede termitler tarafından içten kemirilmesi sonucu aniden çökmesi gibi, devlet aygıtı da benzer şekilde Erdoğan’ın darbeleri ile, üstelik başkanlık da (postmodern Erdoğanist diktatörlük) tesis edilirse, ânî bir yıkıma uğrayacaktır.

‘’Devlet irâdesi işlemez olursa, kişilerin hürriyetini koruyacak hiçbir kuvvet kalmaz’’ sözü Mustafa Kemal tarafından söylenmiştir. Bu sözde ‘’hiçbir kuvvet’’ ifâdesinde saklı bulunan ‘’kuvvetler’’, demokrasilerdeki yasama-yürütme-yargı kuvvetlerine tekâbül eder ki, daha geçen ay bir AKP’li vekil ‘’hepsi bizim elimizde’’ diyerek büyük bir itirâfda bulunmuştu. Yani benim, devlet aygıtı felç edildi tanımlamamın isbatı niteliğinde bir itirâf…

M. Kemal’in bu ileri görüşlü sözüne rağmen, bugün Atatürkçü geçinen kitlenin, ‘mağdur nasılsa Cemaat’ şeklindeki yaklaşımının demokrasilerdeki bir başka güç olan muhâlefetin de nasıl bir zihin ve basîret yoksunluğu yaşadığına işârettir ki tehlikenin boyutunu daha da ziyâdeleştirir.

Erdoğan’ın ‘’cadı avı’’ ve Güneydoğu’nun sürüklendiği tehlikeli boyut, ayrıca IŞID’e verilen örtülü destek aslında devlet sisteminden önce, halkı tüketiyor. Eflatunca söylersek, halkını tüketen devletler de ancak kendilerini tüketirler. Yani bu bağlamda söyleyecek olursak, Erdoğan gitmesede bu politikalar sürdüğü müddetçe devlet zâten bitmiş demektir.

19. Yüzyıl İspanyol yazarlarından Emilia Bazán diktatörlüğün bir aria gibi olduğunu ve asla bir opera olamayacağını ifâde eder. Yâni bu; anlam yönüyle, diktatörlük tek adamlık bir oyundur şeklinde sadeleştirilebilir. Bizdeki mevcut durum da, Erdoğan’ın tek adamlık başkanlık hırsı mâcerası üzere yol almaya devâm etmektedir. Nihâyetinde, Amerikan’ın kurucu babalarından Benjamin Franklin’in dediği gibi, ‘’En tehlikeli insanlar, büyük makamlara gelmiş küçük insanlardır.’’

Peki bu millet nerede hatâ yaptı derseniz, onun cevabını da hem Farabi hem de Platon’a atfedilen bir sözde arayalım: ‘’İktidar, iktidara düşkün olmayan ve iktidardan gelecek yararlara ihtiyacı bulunmayanlara verilmelidir.’’

Baştaki soruya dönerek bitirelim. Erdoğan gitse devlet yıkılır mı? Buna özet cevabım Oscar Wilde’nin şu sözünde ayândır: ‘’Bazı insanlar nereye gitse mutluluk getirir, bazılarıysa ne zaman gitse!’’

Devlet konusuna devâm edeceğiz…