12 Nisan 2012 Perşembe

FATİH Projesi Bir Fetih midir? Bakanlığa Dostça Öneriler!

Bu yazı 12 Nisan 2012 tarihli IV. Kuvvet Medya Gazetesinde yayınlanmıştır.

Günümüz Türkiyesi’nde belli konuları tartışmak, bu kültür henüz tam olarak yerleşmediği için, çok zor. Hatta bunları sadece tartışmaya açmak bile cesaret gerektiriyor çoğu kez.

Böyle durumlarda ya hükümet tarafından eleştiriniz görülmüyor ya da tepki görüyor, ya muhalefetin hıncına uğruyor, ya nankörlükle, ya da fitne çıkarmakla suçlanıyorsunuz. Eğer görüşünüz bu kesimlerden geniş bir yelpazenin aynı anda hoşuna gitmiyorsa o zaman da joker kartı açılır ve cemaatçilik ithâmı yürürlüğe sokulur... İlgili konu hakkında mâlumat sahibi olmadan fikir ve hatta (uzmanlık) sahibi olanlar zaten cabası. İşte eğitimle ilgili meseleler de bu tür bakış zâviyelerinin giyotinleri arasında sıkışıp kalıyor. Mevcut siyaset anlayışımızda ve her seçim döneminde eğitimin ve Eğitim Bakanlığı atamalarının Milli Savunma Bakanlığı yanında ilk merak edilen konular arasında ön sıralarda yer alması ve de 28 Şubat soğuklarının ilk vurduğu alanlardan birisinin de yine eğitim sahası olması sanırım bu tezleri güçlendiriyor.

Akademik çevrelerde hükümetin (hangi parti olursa olsun) bir uygulamasını (projesini) eleştirmek de öyle kolay değil. Yaklaşık olarak 2005 senesinde, hükümetin o zaman ki ‘’Bilgisayar-Destekli Eğitim Politikasına’’ bir eğitim teknolojileri uzmanı olarak farklı bir bakış açısı sunan akademik bir yazı kaleme almıştım. Editörler hükümeti eleştiri olarak algılamış olmalı ki bir yanıt bile vermeden yayınlamadılar. Sonradan editörleri iyi tanıyan bir dostum; hükümete yanaşmaya çalışıyorlar bu aralar demişti de şaşırmıştım. Neyse ki kendi yazılarımızı yayınlayabildiğimiz bloglar ve DKM gibi alternatif (ve ileride cesur ve kapsamlı bilgilerin kaynakları olacak olan) elektronik ortamlar mevcut. Umarım bu yazı bir eleştiri olarak değil; Milli Eğitim Bakanlığının bilgisayar uygulamaları alanında daha etkin stratejiler geliştirmesine olanak sağlayacak nitelikte öneri ve değerlendirmeler olarak algılanır.

Gelelim FATİH Projesi’ne... Bu yazı akademik bir dille kaynaklar eşliğinde yazılmayacağından dolayı sunulan bazı görüşlerin ilham kaynağı olan kaynaklar yukarıda zikrettiğim eski yazımda (şahsi blogumda) bulunabilir.

Teknoloji alanındaki hızlı gelişmeler onun toplumun her katmanı tarafından hızla benimsenmesini sağladı. Bilişim teknolojilerinin kullanım alanı bulduğu en etkin alanlardan birisi de şüphesiz eğitim alanı ve her toplum artık gelecek nesillerini yeni öğretim yöntemleri ve gelişmiş teknolojiler ışığında yetiştirmenin yollarını arıyor. Eğitim çevreleri açısından bu yeni anlayış, okullara ve öğretmenlere yönelik görev ve sorumluluk alanlarının yeniden tanımlanmasını gerektiriyor ve mevcut eğitim uygulama ve yöntemlerinin derinden sorgulanmasını sağlıyor.

Bu bağlamda en kapsamlı denilebilecek ilk atak 2005’li yıllarda Milli Eğitim Bakanlığı ve TÜBİSAD işbirliği ile “Bilgisayarlı Eğitime Destek Kampanyası” adı altında gündeme geldi. Hatta bu atağın şimdiki FATİH projesine bir anlamda temel teşkil ettiğini bile söylemek mümkün olabilir. Mezkur projenin en bariz özelliği ve iddiası altyapı tesisi üzerine idi. Gerçekten de o tarz projeler, bilgisayarlı eğitime geçiş açısından son derece önemli olmakla beraber gerek duyulan altyapı sorununu çözme noktasından da son derece ehemmiyetli.

Ne varki o zaman da işaret ettiğim gibi, o yıllarda okullara yerleştirilmesi planlanan bir milyona yakın bilgisayarın ve İnternet ağlarının ve şimdi de FATİH Projesi kapsamında okullara konulacak olan akıllı tahtaların ve döküman kameralarının, öğretmenlere ve öğrencilere verilecek olan tablet bilgisayların etkin ve etkili bir şekilde kullanılabilmesinin en önemli ayağı öğretmenlerdir ve öğretmenlerin bu teknolojileri nasıl kullandıklarıdır. Her iki projenin ve ileride gerçekleştirilmesi planlanan başka projelerin başarılı olabilmesi için öğretmenlerin eğitimi hususunun çok dikkali bir şekilde ele alınması gerekiyor.

Zira, araştırmalar göstermektedir ki, yeni teknolojilerin ve hatta öğretim tekniklerinin (ki buna Bakanlığın 2000’li senelerden itibaren uygulamaya soktuğu oluşturmacı yaklaşımlar da dahildir) başarılı bir şekilde uygulanamamasının önündeki en önemli nedenlerden birisi öğretmen ve idarecilerin yeniliğe (buna genel anlamda reform da diyebilirsiniz) ve değişime gösterdiği doğal tepki ve onu sahiplen(e)meme hâlidir. Yine araştırmalara göre, öğretmenler konuları nasıl öğretecekleri konusunda değiştirilmesi zor güçlü inanışlara sahiptirler. Asıl uygulayıcılarının benimsemediği veya benimseyemediği reformların ve projelerin de uzun soluklu olması ve kök salmaları mümkün değil. Teknolojinin eğitim ve öğretimde uygun bir şekilde kullanılması öğretmenlerin sınıf içerisinde yeniden düzenlenmiş bir rol geliştirmelerini gerektiriyor. Elinde yeterli ve o amaç için düzenlenmiş uygulamaların olup olmaması ise cabası. Bu tür teknolojilerin sınıf içerisinde kullanımının eğitim açısından bir önem kazanması öğretmenin bu konudaki tecrübe ve yeteneklerine bağlı (ayrıca yeterli hazırlık zamanının olmasına). Yani elinde bir teknoloji var; ama bunu kullanarak mesela önündeki Newton’un kanunları konusunu nasıl anlatacağını bilebilmesi durumudur bu. Bunun içinse öğretmenin teknolojiyi kullanabilme noktasındaki beceri ve teknolojik ‘’okur-yazalığından’’ ziyade, bu amaca dönük aldığı eğitimin, tecrübenin, sahiplenme duygusunun ve kendine güven duygusunun etkisi daha büyüktür.

Yanlış anlaşılmasın! Birçok kişinin (hatta bazı ‘araştırmacı’ gazetecilerin) yaptığı gibi projeyi detaylı bir şekilde incelemeden; ‘’bilmeden fikir sahibi olanlardan’’ olma gibi bir niyetim yok. Projeyi uzmanlık alanım olması dolayısıyla yayınladıkları kadarı ile inceledim ve hakkını vermek gerekir ki, yapılan sunumlarda ve yayınlanan protokollerde Bakanlık, öğretmenlerin hizmet-içi eğitimleri, hatta içerik (e-içerik, z-kitap vb.) hazırlanması konusunda çalışmalarının olacağından bahsetmiş ve bunları belli bir dereceye kadar da detaylandırmış. Gelelim ‘fakat’ faslına...

Eldeki 680.000 öğretmenin yukarıda özetlemeye çalıştığım felsefi bakış açısı bağlamında eğitilmesi son derece zor ve kapsamlı bir iş. Bakanlığın yayınladığı sunumda gösterilen şekliyle yapılacak olan hizmet-içi eğitim faaliyetlerinin hangi ciddiyet ve uzmanlık derecesinde gerçekleştirilebileceği hayati önem arz ediyor. Zira, açıklamalardan gördüğümüz durum; bazı e-içeriklerin bir takım firmalardan hibe yoluyla temin edildiği; ama henüz bir çok içeriğin ise halen geliştirilmeye çalışılacağı şeklinde. Ayrıca yazılanlardan, öğretmenlere verilecek eğitim içeriğinin ve klavuzlarının hazır olduğu da anlaşılmakta ve bu eğitimin içeriğinin ‘yapılandırmacı yaklaşımın dışına çıkmadan’ hazırlandığı vurgulanmakta. Hazırlanan eğitim klavuzlarının yeterliliği konusunda henüz birşey söyleme pozisyonunda değilim. Ancak Bakanlığın bu bilgiyi de paylaşması durumunda görüş ve önerilerimizi belirtiriz.

İşte bu noktada bazı endişelerimi izhâr etmek isterim. Türk Milli Eğitim politikalarımız içerisinde teknoloji kullanımı yönündeki anlayışlar çok yeni. Yapılandırmacı eğitim-öğretim yaklaşımı bile Bakanlık tarafından henüz 2004 yılından itibaren, başta Amerika olmak üzere diğer ülkelerde gelişen anlayışlardan tevârüs edildi. Kaldı ki, bir de derslerde teknoloji kullanımının bu bakış açısı ile yapılması çok daha yeni. İlk hareketler 2003 yılındaki ‘’E-Türkiye’’ uygulaması ile başladı ve; 2005 yılındaki ‘’Bilgisayarlı Eğitime Destek Kampanyası’’ ile ivme kazandı. FATİH Projesi bu dinamiğin en son geldiği noktadır. Bu kadar yeni olan bir anlayış ve eğitim-öğretim felsefesi uygulayıcıları olması gereken çevreler açısından da son derece yeni. Ayrıca tüm bu yenilikler tavandan tabana devlet politikaları şeklinde çok hızlı bir şekilde nüfuz ettiriliyor. O yıllarda atılan ilk adımlar daha çok bilgisayar okur-yazarlığı ve altyapı endeksli oldu; öğretmen ve idarecilerin eğitimi ise ikinci planda kaldı. O yıllarda Bakanlığın yayınladığı şûra raporlarında bile öğretmenlerin bu hedefleri nasıl gerçekleştirecekleri konusu eksik idi. Kimsenin göremediği bir eksiklik de; 2. Eğitim Şurası raporunda yer alan ve Bakanlığın tüm okullarda ‘’neyin nasıl öğretileceği’’ konusunda ‘’tek belirleyici’’ olarak sunulması. Bir kere bu anlayış, doğru anlaşılmadığı ve uygulanmadığı takdir, ilk olarak yapısalcı eğitim anlayışının ve bunun her bir öğretmenin üzerine düşen sorumluluklarının doğasına zıt. Detaylarına, yeri olmadığı için çok girmeyeceğim. Hülâsâsı şu: Uygulanan felsefe yeni... Teknolojinin bu anlayış çerçevesinde derslerde uygulanması fikri yeni.... Teknoloji ve altyapı yeni... Bu büyük kapsamlı projelerde öğretmenlerin rolllerine ilişkin öncelikler ve hizmet içi uygulamalar yetersiz... ve proje çok kapsamlı... Ayrıca Türkiye’de kimsenin farketmediği ya da işaret etmediği temel bir eksiklik daha var. O da şu:

Amerika’da ve diğer gelişmiş ülkelerde bu tür projeler hep üniversitelerle işbirliği içerisinde gerçekleştirilir. Maâlesef ülkemizde bu işbirliği son derece zayıf. Her iki kurum da eğitimin politize olmuş durumundan ve kutuplaşmalardan ötürü yeterince etkileşime geçemiyor ve kurumlar birbirlerine ya yeterince güven duymuyorlar ya da işbirliğini gereksiz görüyorlar. Yukarıda da işaret ettiğim gibi; FATİH Projesi kapsamında o kadar öğretmenin en iyi şekilde yetiştirilebilmesi çok zor bir iş. Proje henüz eğitmenlerin eğitilmesi aşamasında. Sunumların sadece bir yerinde üniversite işbirliğinin adı geçiyor; ancak buna dair başka hiç bir detay verilmiyor. Bakanlığın planladığı hizmet-içi eğitime dair yol haritası kısa vadede (o da en az 3-6 yıl demek) belirli sayıda eğitmen ve öğretmenin yetiştirilmesine yardımcı olabilir. Fakat önemli olan (ve madem bu anlayışlar bundan sonra devlet politikası olacak) eğitim fakültelerine el atmak, destek ve teşvikler vererek üniversitelerin, Bakanlığın yeni eğitim-öğretim politikalarına uygun öğretmen adayları yetiştirmelerini sağlamak ve hatta beklemek olmalı. Açıkçası, FATİH Projesi kapsamında böyle bir projenin de paralel bir şekilde yürütülmüyor olması son derece büyük bir eksiklik ülkemiz açısından. Bu endişenin bir boyutu daha var, o da şu: Özellikle Amerika’da, bu tür atılımlar, projeler gerçekleşmeden evvel bir çok alt kurumun, üniversitenin, araştırma enstitüsünün, hatta ebeveynlerin nabızları yoklanır ve işler belli bir konsensüs üzerinden yürütülür mümkün olduğu kadar. Atılım ve fikir tavandan da gelse, inşa aşamasında tabandan da destek alınmaya, kamuoyu oluşturulmaya çalışılır. Projenin her aşaması çok net değerlendirme kırıterlerine ve kilometre taşlarına bağlı olarak yürütülmeye çalışılır. Bizdeki gibi işlerin biraz; ‘ben yaptım oldu’ ya da ‘böyle yapılacak’ anlayışı ile tepeden inmeci yaklaşımlarla yapılmaya çalışılması çok sağlıklı değil. Maâlesef ülkemizdeki siyaset-muhalefet anlayışı ve toplumsal kamplaşma bu şekilde devam ettikçe de bu böyle gitmeye mahkûm. Bu konu çok su götürür.

Tüm kalbimle projenin başarılı olmasını istemekle beraber, mevcut duruma baktığımda ve gözlemlerimin sesini dinlediğimde bu yazıda işaret etmeye çalıştığım endişelerin bu projenin başarısını en çok etkileyecek şeyler olacağını düşünüyorum. Verilen hizmet-içi eğitimler hâli hazırda bile yetersiz. Eğitim-öğretim kadrosunun bu yeniliklere bakışı, yaklaşımı ve kavrayışı uygulamayı çok zorlayacak. Bakanlığın uygulamaya çalıştığı anlayışlar, bu konuda hep en önde gittiği düşünülen eğitim fakültelerinde bile tam olarak kavranıp uygulanamadı henüz. O nedenle de topyekün bir öğretmen ve idareci yetiştirme politikası atağı yapılmalı Türkiye’de. Bir not olarak düşeyim: Bu fikirlerin ilk olarak ortaya atıldığı Amerika’da bile bu konuda çok net bir yol haritasının belirlendiği ve uygulanabildiği söylenemez. Ayrıca bir fikir sizin ülkenizde doğmadı ise, onu kes-yapıştır yöntemi ile alıyor iseniz, zaten bir şeylere eksik başlıyorsunuz demektir. Bu da ülkemiz açısından düşünülmesi gereken ayrı bir husus.

Niyetim yanlış anlaşılmasın! ‘Bu proje tutmaz!’ gibi baştan savmacı bir anlayış içerisinde değilim. Sadece FATİH Projesinin bazı kesimlerce bir ‘’fetih projesi’’ gibi sunulmasına, bir uzman olarak temkinli yaklaşıyorum o kadar. Yoksa şu hakikati en iyi bilenlerdenim: Bir reformun gerçekleşmesi için toplumun her bir ferdinin ya da uygulayıcısının tek tek olgunlaşması, kemâle ermesi beklen(e)mez. Birilerinin eline bir yerlerden bir taş alıp başlaması gerekir. Bu bağlamda Bakanlığı ve Hükümeti bu konuda (gelişmiş devletlerin bile cesaret edemediği buçaptaki proje dolayısıyla) tebrik ediyorum. Umarım başarılı olurlar! Toplumun değişik kesimlerinden gelen eleştiri ve bakış açılarına açık olunması hem hükümete, hem Bakanlığa, hem de ülkemize fayda sağlar. Ne var ki; toplumdaki ilgili bireylerin ve birimlerin anî olarak ve tepeden inme bir tarzda kendilerine tevdî edilen yenilikleri benimsemeleri ve uygulamaları, yeniliklerin ömürlerini belirleyen en önemli faktördür. Sonuçta; (iyi niyetine rağmen) hükümet bir siyasi partidir ve geliştirilen projelerin kendisine oy olarak geri dönmesini beklemesi de normaldir. Alınacak kısa vadeli önlemler ve atılacak adımlar hükümete bir sonraki seçimi bile kazandırabilir; ancak benim altını çizdiğim hususta köklü bir reformun temelleri de aynı anda atılmazsa, toplumda ve eğitim sisteminde uzun vadeli gerçek bir dönüşüm gerçekleşemez. Ülkenin kaynakları, zamanı, enerjisi, ve kendine olan öz güveni başarısız olan her projenin ardından zarar görür.

Bu bakış açısı, alanın içerisinden en kritik noktalara ışık tutan bir yaklaşım. Bunun haricinde endişelerini dile getirenler de olmadı değil. Meselâ, Taha Ünal (Samanyoluhaber, 28 Şubat, 2012) ve Ali Bulaç (Zaman, 23 Şubat, 2012) tüm eğitimin bilgisayar üzerinden gerçekleşmesi yönündeki eğilimi eleştirdiler. Ünal, ‘’tablet bilgisayarların amacı istikâmetinde kullanıldığında bile doğabilecek sıkıntılardan’’ ve öğrencileri nasıl ‘’kitabın sıcaklığından’’ ve ‘’yazının sihirli dünyasından’’ uzaklaştıracağından bahsederken, toplumun henüz ‘’sosyal gelişmesi’’ açısından da buna hazır olmadığından söz etti. Bulaç ise, 15 milyon civarında öğrencinin böyle bir proje üzerinden eğitilmesinin psikolojik, sosyal ve kültürel maliyeti üzerinde yeterince düşünülmediğinden bahsetti. Ayrıca, bu tarz bir eğilimin çocukları küçük yaşlardan itibaren bilgisayara ve internete bağımlı hale getireceğinden, matbaa sektörüne vuracağı darbeden ve okuma ve yazma yetisinin zarar görerek görsel düzeyde okumanın ön plana çıkacağından bahsetti. Yani eğitimin; görselliği, resim ve imgeleri ön plana çıkaran, tefekkürden yoksun, liberal kaptaliist piyasanın ağzını sulandıracak bir nesil yetiştirme aracı haline dönüşmesi endişesi... Bütün bu endişeler, genel bir eğitim felsefemizin henüz Cumhuriyet tarihi başlangıcından itibaren dahi oluşamamış olması ve yaşadığı eksen kaymaları, alan boşlukları açısından bakıldığında yerinde endişler ve benim dile getirdiğim bakış açısının müfredâta ve genel uygulama yöntemlerine bakan yönleriyle örtüşüyor. Eğitim sistemimizin, bu müfredat dizaynı ve paradigma ihtiyacı konusunu bir sonraki yazıya bırakalım; yeni 4+4+4 uygulaması eşliğinde...

Hâsıl-ı kelâm, bu projeden ve cesaretlerinden dolayı Bakanlık yetkililerini ve Hükümeti tebrik ediyorum. Projenin maddi ve ihâle boyutlarına ve bu konudaki düzenlemelere girmek benim alanım ve ilgi saham değil. Eğitim zâviyesinden bakıldığında asıl önemli olan ve dikkat edilmesi gereken, en temel manâda bir ilgiye, bir altyapı çalışmasına ve bir bakış açısına ihtiyaç duyulan sahaya işaret ettim. Öğretmen yetiştirilmesi ve eğitim fakültelerinin ve toplumsal zihnin buna göre dizaynının asıl önemli olan bir yatırım alanı olması gerektiğinin altını çizdim. Bu yöndeki gayretler ve fizibilite çalışmaları, geliştirilen projelere paralel olarak hayat bul(a)madığı müddetçe de FATİH projesi gibi atılımlar birer ‘fetih hareketi’ olmaktan ziyâde bir hüsran ve bu bilince varamamış nesillerin temsil ettikleri sonraki hükümetler döneminde da ancak bir ‘fesih hareketine’ dönüşür. Yani belli bir temele oturmamış, bilinç düzeyine çıkamayıp sadece fiil düzeyinde kalmış bir uygulamanın sonraki bir hükümet tarafından fesh edilip eğitimin rantçı bir zihniyete teslim olması durumu. Bizler dostça tavsiyelerimiz ve gerekirse yardımlarımızla bu çabalara destek olmaya hazırız: ‘’Yapamayacağın şeyi söyleme!’’ sözünün bilincinde olarak.

Twitter: @ugur_tezcan