29 Haziran 2016 Çarşamba

DÜNYA SİYASETİNİ BEKLEYEN BÜYÜK TEHLİKE!

Bu yazı 29 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Dünya siyâsetinde cereyân eden birtakım hâdiseler, doğaları gereği ve de neticeleri itibârıyla dönüm noktası kâbilinden gelişmelerdir. Meselâ, Amerika’da gerçekleşen 11 Eylül terör saldırıları bunlardan birisidir. Bu tür olayların neredeyse tamamı, ekonomik çıkar ve değişen dengeler düzleminde aktığından, tesirleri de daha büyük çaplı olmaktadır. Tarihin en büyük oyun değiştirici hâdiselerinden olan 1. ve 2. Dünya Savaşlarından tutun da, İngiltere’de başlayan Sanayi Devrimi ve benzeri bir çok kritik gelişmeye kadar hepsi ekonomik reflekslerden motivasyonunu alan gelişme ve değişimlerdir.

Geçenlerde İngiltere’de gerçekleştirilen ve çok az bir oy farkıyla İngiltere’nin Avrupa Birliğinden ayrılması yönünde karar çıkan halk oylamasının, bu tarz gelişmeler kategorisinde değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini zaman gösterecek. Olayın sadece BATI değil, tüm dünya ekonomisi ve siyâseti üzerinde önemli tesirleri olacağı muhakkak.

Beni asıl ilgilendiren, İngiltere’yi ‘’AB’ye hayır!’’ sonucuna getiren süreçle, Türkiye’de ve Amerika’da yaşanan bâzı süreçlerin benzerlik göstermesi.

Nereye giderseniz gidin, demokrasi ile yönetilen neredeyse hiçbir ülkede mevzuların bir toplumsal maniplasyona ihtiyaç duyulmadan halkın oylamasına sunulduğunu göremezsiniz. Yâni dünyanın hiçbir ülkesinde; sadece televizyondan bilgilendirici yayınlar ve tartışmalar yapalım ve sonra bırakalım halk karar versin den(e)miyor. Oysa, demokratik siyâsetin temel argümanlarından birisi ve hattâ özü bu. Sanki, anarşist politik felsefenin aktif isimlerinden Emma Goldman’ın ‘’oy vermek bir şeyleri değiştirseydi yasaklanırdı’’ sözünü farklı bir boyutta yaşıyoruz bu günlerde. Oy vermek yasaklanmıyor; ama o oylar birilerinin işine yarasın diye gerekli her psikososyal algı yönetimi uygulanıyor. Siyâsî zeminler değişiyor; ancak benzer stratejiler tatbik ediliyor hep.

Asıl endişe verici olan gelişme, özellikle son yıllarda karşımıza çıkan ve adetâ bir politik trend hâlini almış olan toplumsal maniplasyon ve algı yönetimi hususu. İdeâl demokrasiler olarak sınıflandırılan BATI ve Amerikan toplumları bile bu noktaya kaymaya başladılar artık. Halklar; imajlar, imgeler, politikalar ve korkular üzerinden sosyal ve psikolojik mühendisliğe tâbi tutuluyorlar. Bu elbette yeni keşfedilen bir yöntem değil. Tarih boyu geçerli olan ve hep kullanılmış olan yöntemler. İnsanlık varolduğu günden beri korkularla ve algılarla yönetmek hep var olmuş. Şeytan bile o yöntemlerle aldatıyor insanlığı…

Burada asıl tehlikeli olan, demokrasi gibi daha ileri yönetim biçimlerinin sâhiline gelmeyi başarmış insanoğlunun geriye gitmeye çalışması ve bu ilerlemeye öncülük etmiş BATI toplumlarının da bu gerileme ile senkronize olmaya başlamaları. Böyle bir ortamda ırkçılık, kavmiyetçilik, ötekileştirme, öldürme, adâletsizlik ve benzeri birçok câhiliye (sadece İslâm’da anladığımız şekliyle değil, daha genel manada) hastalığı tekrar canlanıyor ve toplumlara yayılıyor.

Daha önceki yazılarda da değindiğimiz gibi, Türk modern siyâsî tarihi İttihadçı geleneklerden zamanın Ergenekonlarına kadarki dönemde korku, bölme, ötekileştirme, fişleme vb. yöntemleri hep toplumsal dizayn bağlamında kullandı. Halihazırda, Erdoğan ve AK Parti yönetimi ile bunun zirve noktalarına ulaştığını görmekteyiz.

İngiltere’deki referendum sonrası yazdığı analizde, siyâset bilimci Mahmut Akpınar da yaşanan süreci Türkiye-İngiltere bağlamında değerlendirdi. Ona göre, şu üç noktada benzerlikler yaşandı:
  1. [AB’den] Ayrılma taraftarı olan kesimler de AKP gibi korku siyaseti izlediler ve özellikle geçim derdi olan insanların duygularına hitap ederek onları İslam’la, Türkiye ile, terörle, ISİS’le, göçle, göçmenlerle ve işsizlikle korkuttular.
  2. Milliyetçi duygulara hitap ederek eski ihtişamlı imparatorluk günlerine vurgular yaptılar.
  3. İngiltere’de de muhâlefet, Türkiye’deki gibi yeterince çaba göstermedi.
Bu üçüncü opsiyonu biraz açmak gerekiyor. Türkiye’de AKP ile inanılmaz bir hukuksuzluk ve beceriksizlik dönemi yaşanıyor. Bir muhâlefet partisi için dünya üzerinde herhâlde başka hiçbir ülkede gelişmeye ve oy artırmaya bu kadar müsâit bir siyâset zemini yoktur. Oysa, Ergenekon derin örgütü (Gladyo), muhâlefet partilerini de dizayn ve kontrol ettiğinden olsa gerek, bizdeki muhâlefet Ergenekonla çalışan Erdoğan’ın önünün açılması adına üç yolla destek verdi: (1) ya bizzat meclis oylamalarında destek verdi (2) ya hiçbir yanlışlığa (üç beş vekil dışında) ses çıkartmadı (3) ya da, özellikle seçim zamanlarında, çok silik, göstermelik çabalarla seçimlere girdi ve halkı bilinçlendirme adına yeterli adımları atmada tembellik etti.

Görünen o ki, İngiltere’de de aynı tâlihsizlik yaşandı ve muhâlefet belki de İngiltere tarihinin en önemli dönüm noktalarından birinde, üzerine düşeni bir şekilde yap(a)madı veya yaptırılmadı. Referandumun adının BREXIT, yâni ‘Britanyanın AB’den çıkması’ oylaması olarak ön plana çıkmış olması bile (çünkü toplumsal algıları o yönde etkiler) muhâlefetin başarısızlığıdır bana göre.

Gelelim konunun Amerika ile olan bağlantısına. İngiltere dünyanın en önemli dinamosu olan ülkelerden biriyse eğer, Amerika şüphesiz dümenin başında olan ve demokrasinin de liderliğini yapan ülke konumunda. Bu noktada yazının başındaki endişelerime dönelim ve İngiltere-Türkiye düzleminde ele aldığımız o üç gelişmeyi, Amerikan siyâseti bağlamında da değerlendirelim.

Evet! Maalesef Amerika’da da bu tehlikeli gelişmelerin zilleri çalıyor. Cumhuriyetçi başkan adayı Donald Trump’ın gittikçe artan yükselişi herkesi tedirgin ediyor. Çünkü Trump ve ona destek veren akıl da, tıpkı Türkiye, İngiltere ve diğer gelişmiş ülkelerde olduğu gibi toplumu korkular üzerinden dizayn etmeye çalışıyor. Akpınar’ın temas ettiği üç ayaklı süreç ne yazık ki burada da işliyor.
  1. Trump kampı hem milliyetçi-dindar-Cumhuriyetçi tabanı hem de ekonomik endişeleri olan kesimleri korkular üzerinden marjinalleştiriyor ve tıpkı AKP gibi (ileride planlanan gelişmeleri sorgulamayacak) daha kemikleşmiş bir kitle oluşturmaya çabalıyor. Irkçı, ötekileştirici, aşağılayıcı bir siyâsî retorik kullanıyor. İnsanları geçimle, ‘İslâmî terörle’, ISİS’le, yasadışı göçmenlerle, Amerikalının hakkı olan işleri çalmalarıyla, Çin’in ekonomik yükselişiyle (eskiden Sovyet Rusya ile korkuttukları gibi) korkutuyor ve etrafına topluyor. Gruplar arası fizîki itiş-kakışlar bile yaşanmaya başlandı ki bu Amerikan toplumu için endişe verici bir gelişme. İngiltere’de de ırkçı ve faşist refleksler artma eğilimi gösterdiğinden, bu tür kampanyalar neticesinde tıpkı ABD’de olduğu gibi, Müslümanlara ve diğer göçmenlere karşı saldırılar artış gösteriyor. Son referandumun ardından sokaklarda göçmenlerin yanına gidip ‘’artık defolun, göçmenler terketsin diye oy verdik!’’ veya koyu tenli insanlara ‘’Afrika’ya geri dön!’’ diyerek taciz eden beyazlar var.
  2. İngiltere’nin eski imparatorluk günlerini ve Erdoğan’ın eski Osmanlı İmparatorluğu günlerini hatırlatması gibi, Trump kampanyası da süürekli Amerikan’ın eski ihtişamlı günlerine dönebiliriz mesajları pompalıyor ve bu iddiâ Amerikan toplumunda çok alıcı buluyor. Zîrâ, ABD’de önemli sayıda aşırı sağcı, Obama’nın dış politikasını oldukça pasif buluyorlar. ‘’ABD masaya vurdumu alır’ veya ‘git,vur,al’ mantığıyla yetişen bu nesiller, Obama politikalarının ABD’yi super güç olmaktan gittikçe uzaklaştırdığını düşünüyorlar.
  3. Muhâlefet kanadında her ne kadar Hillary Clinton gibi güçlü bir rakip ve Başkan Obama gibi (Cumhuriyetçiler dışında) sevilen bir lider olsa da, onların toplumu aksi yönde bilinçlendirme çabaları yetersiz kalıyor. Zâten, Trump’ın yaptığı; korkulara ve sert retoriğe dayalı kampanya dağıtmaya dayalı. Doğası gereği yapmak yıkmaktan her zaman daha zor olduğu için de gelişmeler olumsuz yönde daha hızlı ilerliyor. Her hâlükârda, toplumsal bilinç ve muhâlefet Türkiye kadar yerlerde olmadığı için tahrîbât Türkiye’deki gibi büyük hasarlı olmuyor, şimdilik.
Görünen o ki, hem bizimki gibi gelişmemiş demokrasilerde hem de BATI dünyasında demokrasi ve toplum mühendisliği meraklısı birtakım çevreler, artık rotayı; korku temelli, gruplaştırıcı, dışlayıcı, çatışmacı, ırkçı ve faşist eğilimlere doğru kırmak istiyorlar. Bunu yaparken de göçmen dalgası, işsizlik, fakirlik ve ‘İslâmî terör’ kavramlarını merkeze alıyorlar.

Bu gidişâtın ekonomik bir düzlemde ilerlediğini söylemiştim. Bundan maksadım ekonomik çıkar ve denge yörüngeli maniplasyonların siyâset dizaynı üzerinden yapılıyor olması. Yoksa, siyâsetin gerçek hedefleri olması gereken ekonomik refahın artması, eşit gelir dağılımı, yaşam kalitesinin yükselmesi gibi sağlıklı bir düzlem değil bu. Demokrasilerde ideâl olan; siyâsî grupların ekonomik ve toplumsal plan ve projelerle kamuoyu ve taban oluşturmalarıdır. Ancak bu günler şimdilik geride kaldı. Meselâ, Trump’ın detaylı bir ekonomik kalkınma planı tartıştığını duymazsınız hiç. AK Parti de son yıllarında ülkede ekonomik atılım üzerinden değil, ‘Paralel tehdit!’ üzerinden siyâset yapıyor. Daha da vahim olanı, beceriksiz muhâlefetler ve hipnozdaki yığınların da bu reel politikalar ve hedefler üzerinden bu saldırgan liderleri sorgulamayıp, onların kışkırtıcı ve hamâsî söylemlerinin peşine takılmaları.

Bu yazıda sunduğum bağlamda diğer ülkeleri de analiz etmek gerekir. Yeni dizayn şimdilik işliyor. Nasıl bir seyir izleyeceğini ise zaman gösterecek!






26 Haziran 2016 Pazar

İSLAM’A SIKILAN KURŞUN VE FETHULLAH GÜLEN’İN DEHASI

Bu yazı 26 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Mâlûmunuz, ABD’nin Orlando şehrinde Müslüman isim taşıyan bir kişinin ‘gay’ kesimlere ait bir barda gerçekleştirdiği silahlı saldırıda 49 kişi öldü, bir o kadar kişi de yaralandı. Olay, daha önceki silahlı saldırılarda da olduğu gibi, ABD’de üç yönden tartışılıyor. Birincisi, otomatik silah sahibi veya genel anlamda silah sahibi olmanın zorlaştırılmasını veya tamânen yasaklanmasını savunanlarla, bunun anayasal bir hak olduğunu iddiâ eden, silah lobilerinin de destekçisi olduğu, kişiler arasındaki tartışma. Bu tartışma tüm hızıyla devâm ediyor. Hattâ, bugünlerde bazı Demokrat senato üyeleri Cumhuriyetçileri silah kontrolü konusunda anlaşmaya zorlamak adına senatoda oturma eylemi yapıyorlar.

İkinci tartışma, ölenlerin LGBT üyesi olması yönüyle yaşanıyor. Bu kesimlerden hiç haz etmeyen aşırı Cumhuriyetçi bâzı vatandaşlar ‘’iyi ki öldüler, keşke daha çok ölseydi’’ tarzında mesajlar paylaşıyorlar. LGBT kesimlerin tepkisi ise her zaman olduğu gibi toplumdan dışlanmaları veya elde etmek istedikleri haklar düzleminde ilerliyor.

Biz Müslümanları en çok ilgilendiren tartışma da üçüncüsü. O da, eylemi yapan kişinin Müslüman bir isim taşıması ve eylem esnasında polisi aradığında kendisinin IŞID ile bağlantılı olduğunu iddiâ etmesi. ABD’de 11 Eylül’den sonra artarak devâm eden İslâm düşmanlığı ve korkusu (Islamophobia) ateşi bu tür saldırıların ardından daha da körükleniyor. Bu düşmanlıkla eş zamanlı olarak ABD’de ırkçılığın ve aşırı sağ düşüncelerin artma eğilimi gösteriyor olması ise ayrı bir sorun. Özellikle de başkan adayı Cumhuriyetçi Donald Trump’ın aşırı sağcı, faşizm tandanslı, göçmen düşmanı ve İslâm karşıtı söylemler kullanarak yarış merdivenlerini tırmanıyor oluşu da yangına odun taşıyor ve şimdiden birçok Amerikan vatandaşını tedirgin ediyor.

Zâten saldırının hemen ardından Trump, futbol tâbiri ile ayağına gelen topa voleye çıktı ve bu tâlihsiz hâdiseyi politik amaçları uğruna kullandı. Kendisinin, ‘İslâmî terörizm’ konusunda ne kadar haklı olduğunu söyleyerek politik çıkar elde etmeye çalıştı.

Bâzılarına göre eylemci, aslında kendisi de gay hayatı yaşayan ve psikolojik sorunları olan birisi. Eylemi oradaki insanlar tarafından dışlandığı için yaptığını iddiâ ediyorlar. Hattâ basına yüzü gizlenmiş şekilde mülakat veren bar sakinlerinden bir erkek, saldırganın önceden kendisiyle de ilişkisi olduğunu ve gay olduğu anlaşılmasın diye eylemi IŞID eksenli pazarlamış olabileceğini iddiâ etti. Eylem sırasında polisi arayıp IŞID’le bağlantılı olduğunu neden söylediği hâlâ bir muammâ. IŞID terör örgütü durumdan gâyet memnun! Hânesine bedâvadan bir eylem daha yazılmış oldu.

Saldırının mâhiyeti ve zamanlaması Amerikan halkını yukarıda özetlediğim tartışmalar üzerinden bölerken, Trump ve benzeri İslâm karşıtlarının ekmeğine de yağ sürmüş oldu. 11 Eylül sonrası dönemi hatırlayın! Dönemin Başkanı Bush, ne zaman bir yere saldırı hazırlığı yapsa veya kamuoyunu bir konuda iknâ etmesi gerekse, Üsame Bin Ladin’in Batı toplumlarını ajite ve tehdit eden bir teyp konuşması yayınlanırdı ekranlarda. El Kaide’nin her bir eylem ve açıklaması Bush ve ekibinin ekmeğine yağ sürerdi.

Bu saldırının zamanlaması da, bizdeki yeni tâbirle, ‘’mânîdar’’ bir özellik taşıyor. Bildiğiniz gibi, olaydan birkaç gün evvel dünyaca ünlü boksör Muhammed Ali vefât etmişti. Ali, Amerikan halkının da çok sevdiği bir karakter. Cenâzesi dünya çapında büyük ilgi görürken, vefâtı üzerinden Amerikan halkı arasında duygusal bir ortam oluşmuştu.

Sanki Muhammed isminin herhangi bir şekilde hayırla yâd edilmesine gıcık kapan ve bu ismin hep teröristlerle anılmasını isteyen birileri, Ali’nin vefâtı etrafında oluşan duygu yüklü atmosferi parçalamak istermişcesine, birkaç gün sonra bu bol ölümlü eylem Müslüman isimli bir şahıs tarafından hayata geçirildi!

Bu elbette bir iddiâ. Komplo teorisi olarak bile bakabilirsiniz buna. Ancak, ABD ve BATI dünyasında terör örgütleri ile birtakım ilişkiler içerisine girmiş olan ve toplumlarını korkular üzerinden dizayn etmeye çalışan çevreler olduğu da bir gerçek. Bu kesimlerin açık ve sinsi yöntemler izleyerek ve ellerindeki medya gücünü kullanarak İslâm dinini terörist bir din olarak gösterme gayretleri bir komplo teorisi olmaktan çoktan çıktı. Bu tür uzman algı operatörlerinin türlü propaganda ve ilaç kullanma yöntemleri ile saf veya ruh hastası bâzı kişileri canlı bomba ve eylemci olarak motive ettiklerini, Orta Doğu’nun bireyleri olarak çok iyi biliyoruz. Bizlerin başlarındaki teröre bulaşmış birçok ‘’Müslüman’’ lider de bu tür yöntemlere tevessül ediyorlar zaman zaman!

Eylemcinin bağlantısı ve gerçek motivasyonu her ne olursa olsun, olay bir yandan Amerikan’ın birliğine kurşun sıkarken diğer yandan da Muhammed Ali’nin Amerikan toplumunda oluşturduğu iyi bir insan ve Müslüman olarak bilinen mânevî kişiliğine de kurşun sıkmış oldu. Tabi, en tehlikeli atış da İslâm dininin ve Müslümanların imajına yapılmış oldu.

Bunları bilen Başkan Obama ve diğer birçok Amerikalı, olayın ardından İslâm dininin bu tür olayları desteklemediğini ve birlik olma zamanı olduğunu ısrarla vurguladılar. Ancak, Trump nezdinde artan ırkçılık ve medyanın ve belli çevrelerin sürekli olarak körükledikleri İslâm karşıtlığı ortamında bu sağduyulu sesler her kesimde makes bulamıyor maalesef. Toplum gittikçe daha da kutuplaşıyor.

Amerika’da yaşayan biz Müslümanlar, ne zaman silahlı bir eylem gerçekleştiğini duysak; ‘’İnşallah yapan Müslüman değildir!’’ veya ‘’Allah’ım ne olur ismi Müslüman ismi olmasın!’’ diye duâ ederek veriyoruz ilk tepkimizi. Ama aksini gördüğümüzde de derin bir acı saplanıyor yüreğimize.

Birçoğumuz, Müslüman toplumları saran mânevî hastalıklarla tepki veriyoruz olaylara ve hiçbir şeyi üzerimize almayarak, komplo teorileriyle savuşturuyoruz her şeyi. ‘Ah şu İslam düşmanları!’ diyerek günlük rahat hayatımıza devâm edip alışveriş merkezlerine koşuşturuyoruz sonra. Haftasonu kimimiz maçını, kimimiz dizisini seyrediyor gene.

Ama çok az sayıdaki Müslümanlar olarak da şöyle diyoruz. Evet! İslâm dinini kötü göstermeye çalışan insanlar vardır ve hep de olacaktır. Bizler üzerimize düşeni yapmak ve dinimizi en güzel şekilde temsîl etmek için neler yapabiliriz! İslâm dinini ve Müslümanları yeterince tanımayan bu toplumun güzel insanları ile nasıl köprüler kurabilir ve ne tür projeler gerçekleştirebiliriz!..

Başka bir yazıda daha detaylı ele alacak olsam da yeri geldiği için burada bahsedeyim. Tüm bu çizdiğim çerçeve, bu gelişmeleri yıllar öncesinden gören ve önleyici altyapı çalışmaları yapan Fethullah Gülen Hocaefendi’nin ne kadar dehâ bir insan olduğunu gösterir. Zirâ İslamophobia, bugün Müslümanların önündeki en büyük problemdir ve zâlim liderler, cehâlet, fakirlik vb. sorunların bile önüne geçmiştir. İslâm’ın özünden uzaklaşan Müslümanlar sorunu ile atbaşı yarışmakta ve diğer milletlerin İslâm’dan gittikçe uzaklaşmasına sebep olmaktadır. Müslümanların etrafındaki çemberi de iyice daraltmaktadır. Amerika’da ufak tefek Müslüman gruplar dışında ve de diğer birçok ülkede, henüz yetersiz de olsa, bu konudaki en ciddî çalışmaları Hizmet Hareketi yapıyor bugün.

Bunlar yapılmadıkça; sıkılan her kurşun İslâm’ın imajına sıkılmaya devâm edecektir. Yalnız bu tür bir bilinç ve gayretle; o ülkenin insanlarının kalplerine mânevî bir çelik yelek giydirebilir ve gönüllerinde İslâm’a karşı oluşacak en ufak bir sempatiye bile kurşun sıkmaya azimli ve kararlı habis ruhlu insanların kurşunlarından onları bir nebze olsun koruyabiliriz. Böylece sıkılan her kurşunda sersemleseler de ölümcül yara almazlar.

Önemli olan da bu gayret, samimiyet ve niyet!



21 Haziran 2016 Salı

BİR KONUŞSAM TÜRKİYE YIKILIR!

Bu yazı 21 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Ben 80’lerin kuşağıyım. Türkiye’nin o en kaotik ve çalkantılı dönemi olan 12 Eylül dönemini bir çocuk olarak geçirmiş olsam da, takip eden yıllar da pek iyi geçmedi ülkemde. 90’ların post-modern darbe dönemleri, 2000’li yılların Ergenekon dâvâları, son zamanların Erdoğan ve AKP ile yaşanan sıkıntılı günleri…

Eskiden, babamların ve dedemlerin nesline; yaşadıkları hâdiselere, layık görüldükleri yaşam biçimlerine, mârûz bırakıldıkları muâmelelere, eğitimsizliklere, cehâletlere ve istismârlara dayanarak hep ‘kayıp nesil’ derdim. Günümüzde geldiğimiz noktadan benim çocukluk dönemlerime dönüp baktığımda, aslında bizlerin de kayıp nesiller olduğumuzu görüyorum acı içinde.

Kayıp bir nesil; kayıp bir ülke; ve böyle devâm ederse, kayıp bir gelecek…

Bu tarz bir netice, şüphesiz millete yaşatılan travmaların bir sonucu. Kendi çıkarları, ihtirasları, beceriksizlikleri ve ideolojileri uğruna milleti sürekli bölen, ötekileştiren, kamplaştıran, eğitimsiz bırakan, algı operasyonları ve hilelerle kandıran, sahte düşmanlar ve korkularla yöneten otokratik kliklerin ülkeyi getirdikleri nokta bu maalesef. Bu çevreler, devlet postu altında kimi zaman Atatürkçü oldular, kimi zaman milliyetçi ve solcu şarkılar söylediler, yeri geldi ulusalcı besteler yaptılar, şimdilerde de yeşil İslâmcı ilâhîlere sarıldılar… Hattâ çoğu zaman birbirleriyle kavga eder gibi göründüler, ancak bir ahtapotun kolları gibi hep aynı beyne hizmet ettiler! Onların saldıkları mürekkeple, görüş ve idrâkleri bulananlar ise bu ülkenin saf insanları oldu hep.

Böyle kaotik ve maniplasyona açık ve muhtaç ortamlarda devamlı bilgi kirliliği yaşanır; enâniyet, bencillik, fırsatçılık ve kibir hüküm sürer; devlet kutsanır; protokol hastalığı baş gösterir; liyâkata önem verilmez; adam kayırılır; devlet malı yenir; ahlâk çöker; din sömürülür; sloganik ifâdeler ve saldırgan üsluplar, bilgi, düşünce ve analizin yerini alır; insanlar birbirlerinden nefret ederek yaşarlar… Toplum komplo teorileri ile yatıp kalkar. Artık terörle yaşamaya alışın denilir insanlara. Her cinâyet bir fâil-i meçhuldür o ülkede artık; yapanı asla bilinemez ve bulunamaz bir gerçekliktir kanıksanması gereken. O yüzden vahşi cinayetler unutulur bir gün sonra; ölen öldüğüyle kalır. Gladyonun yakalanan tetikçileri ya meczuptur ya da iyi çocuk! Her kurşun sıkan ‘’devlet için yaptım!’’ der. Ergenekon’un darbe planlayıcıları ve tetikçileri de hep ‘’devlete hizmet ettim!’’ demişlerdi benzer şekilde. Eskilerin varlık vergileri döneminde, azınlıkların mallarına çökenler de ‘’devlet için’’ yapmıştır yapacağını, şimdilerin gaspçı kayyımları da (hem de fetvâ aldım diyerek) aynı devlete hizmet için çökmüştür masum insanların özel mülkiyetlerine…

İşte artık kanıksadığımız ve bir tür vurdumduymazlık geliştirdiğimiz tüm bu garipliklerin içinde dikkatlerimizden kaçan bir şey daha var. O da resmini çizdiğim bu dönemlerde benim dikkatimi en çok çeken ifâdelerden biri olan başlıktaki sözdür. Bu söz, Türkiye’deki siyâsî, politik, ahlâkî, sosyal ve hukûkî çöküntünün ve yaşanan seviyesizliğin en çarpık örneklerinden biridir bana göre. Toplumsal bilinçaltımızı yansıtan nâdir ifâdelerdendir.

Bir konuşsam Türkiye sallanır…

Konuşursam Türkiye yıkılır…

Ben konuşursam Türk futbolu biter…

Çok şey biliyorum, konuşsam yer yerinden oynar…

Bu ifâdeleri okurken sizin de zihninizde son 30-40 yıla ait bir çok çağrışımın canlandığına eminim. Çünkü farketmesek de bu ve benzeri ifâdeler kendi vergilerimizle beslediğimiz, belli makamlara getirdiğimiz milletvekilleri ve devlet görevlileri tarafından çoklukla kullanılıyor. Bâzen, mafya ve derin illegal örgüt elemanları tarafından; hattâ şimdilerde iş adamı ve sanatçılar tarafından bile kullanılıyor benzer sözler.

Bu ifâdeler ve onlara tevessül eden insanlar tahlil edildiğinde genel anlamda şunları söylemek mümkün:

Gerçekte bu insanların çoğunun aslında çok bir şey bildikleri filan yok. Bâzıları sıkıntıya düştüklerinde, bâzıları suçüstü yakalandıklarında, bâzılarıysa önemli insan havası vermek istediklerinde ve bir kibir göstergesi olarak bu tür sözlere sarılıyorlar.

Bir şeyler bilen bazılarıysa ya siyâsî hesaplarla birilerini tehdit etmek ve blöf yapmak amacıyla veya suçüstü yapıldıklarında; ‘’beni satarsanız konuşurum’’ tandanslı mesajlar göndermek istediklerinde bu tür söylemler kullanıyorlar. İşin üzücü tarafı bu kişilerin çoğunun vergilerimizle; bize hizmet etsinler diye beslediğimiz milletvekili, siyâsî, devlet adamı ve görevlileri olmaları… Meselâ, Bülent Arınç’ın partiden dışlanma aşamasında, Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek hakkında söylediği ‘’elimde 100 dosya var’’ açıklaması bir bakıma ‘bir konuşursam Gökçek biter’, hattâ ‘AK Parti biter’ demektir. Biraz daha ilerletseniz, bu söz devlet bitere kadar bile götürebilir insanı. O gün bugündür hâlâ ne bir açıklama duyduk ne de bir savcı çıkıp dosyaları istedi Arınçtan!

Bana göre; bu sözler medya aracılığıyla her servis edildiklerinde ardından hiçbir toplumsal, hukûkî, vicdânî, ahlâkî ve siyâsî sorgulamanın gelmiyor olmasıdır aslında en vahim olan. Çünkü bu tür ciddî ifâdelere karşı gösterilen tepkisizlikler toplumsal ve kamusal birçok hastalığın göstergeleridirler.  
 
Neden mi?

Çünkü, eğer sağlıklı ve hukuk temelli bir toplum olabilseydik, medyaya çıkıp bu tarz açıklamalar yapan bir devlet görevlisini veya herhangi bir insanı sorguluyor olurduk. Gizlemeye çalıştıkları; bir devleti yıkacak kadar büyük olan mesele neymiş bunun takipçisi olurduk.

Gelişmiş Batı ülkelerinde devlete yıllarca çalışmış bir devlet görevlisi çıkıp ‘bir konuşsam devlet yıkılır’ dese, hemen savcıların, basının, muhâlefetin ve sivil toplumun hedefi hâline gelir. Bizdeki gibi toplum ânî bir refleksle; muhâlefet dahil, tüm fertleriyle ve kurumlarıyla birlikte ‘duymamış gibi yap!’ moduna geçmez.

Daha da ileri gidersek, aslında sağlıklı bir toplumda hiçbir fert çıkıp böyle bir cümle sarfetmeye ihtiyaç duymaz, cesâret de edemez. Çünkü, sağlıklı bir toplumda devleti yıkacak kadar sorunlu işlere kimse bulaşmaz. Bulaşanı gören kişinin adâlete bildirme gibi bir yükümlülüğü vardır ve bildirir de. Vâkıf olduğu suçu açıklamamanın suç olduğunu herkes bilir. Bunun da ötesinde sağlıklı ve güçlü bir toplum bir kişinin yapacağı açıklamalarla yıkılacak kadar zayıf ve suça teslim olmuş dirâyetsiz bir ülke değildir. Denetim mekanizmaları ve devlet aklı hakimdir ve canlıdır orada. O nedenle kimse bu dinamiği ve gücü görmezden gelip, kibir ve küstahlıkla karışık bir câhil cesâretiyle kendini rezil edip tehlikeye atmak istemez…

Ama toplum sağlıksız, adâletsiz ve suça teslim olmuş bir toplumsa o zaman bizdeki gibi garip söylemlerle siyâset yapılır hâle gelir. Bir kişinin bildikleriyle futbol yıkılacaksa veya devlet sarsılacaksa o futbol ve ülke zaten tükenmiştir. Ve yine, böyle iddiâlarla gündem oluşturan insanları toplum sorguya çekip takipçisi olmuyorsa, zâten yukarıda işâret ettiğim tüm çöküntüler yaşanıyor demektir.

Böyle bir toplumda ‘Erdoğan Gitse Devlet Yıkılır mı?’’ başlıklı yazıda da ele aldığım gibi, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın çıkıp ‘’ben gidersem devlet yıkılır’’ diyeceği günler de yaşanır. Dikkat edin! Bu yazıda resmettiğim tüm hastalık belirtileri bu sözün ardından da sergilendi ve toplumda, muhâlefet dâhil (Cemaat ve küçük bir azınlık dışında) hiç kimse bu sözü sorgulamadı. Koca bir demokratik hukuk devletinin nasıl bir adamın gitmesiyle yıkılacak hâle geldiğini merak bile etmedi toplum.

Aynı şekilde AK Parti, AK Partili bakanlar ve Erdoğan’ın ailesi ile yakın ilişkiler içinde olan ve kara para aklamak, rüşvet vermek ve terör finansmanı sağlamak gibi suçlardan ötürü tutuklanan İran vatandaşı Rıza Sarraf’ın ABD’de süren sorgulaması devâm ederken, eşi olan sanatçı Ebru Gündeş’in çıkıp ‘’kocam konuşursa Türkiye batar!’’ demesi de benzer bir sessizlikle geçiştirildi. Aynı toplumsal tepkisizlik hastalığımız burada da nüksetti. Hiçbir Cumhuriyet savcısı veya muhâlefet partisi çıkıp da; kocan bu ülkeyi batıracak kadar ne biliyor diye sor(a)madı!

Sanırım maksad anlaşılmıştır. Bu tür ifâdeleri kullananlar ya hiçbir bir şey bilmiyor, kibirle karışık artistlik yapıyorlar; ya bir suça bulaşmışlar ve ‘beni korumazsan seni de yakarım’ mesajları gönderiyorlar; ya da bu ülke bir iki kişinin konuşmasıyla yıkılacak kadar suça batmış rezil bir ülke hâline gelmiş.

Bu üç ihtimalden hangisi gerçek olursa olsun, her üç ihtimal karşısında da tepki vermeyen, adâlet mekanizmasını ve toplumsal tepkileri harekete geçir(e)meyen bir halk yığını olmamız beni asıl endişelendiren. Sanırım hastalığın en ciddisi de burada yatıyor.

Erdoğan ve AK Partinin ülkeyi zindana çevirme planlarının dönüm noktası olan 17-25 Aralık sonrası ortaya çıkan Twitter fenomeni Fuat Avni’yi sosyolojik anlamda bu yazı çerçevesinde de ele almak gerekir. Çünkü Fuat Avni, yıllardır bizi ‘’bir konuşsam…’’ diyerek kandıran insanların aksine konuşan bir karakterdir. O gerçek kimlikli; ama sahte insanların ‘’bir konuşursam…’’ derken imâ ettikleri ama hiçbir zaman söylemedikleri nitelikteki şeyleri, bu sahte kimlikli ama kalite insanı olan Fuat Avni her gün sıralı iletiler hâlinde deşifre etmekte.

Peki sonuçta ne oluyor! Benim bu yazıda temâs ettiğim hastalık nüksediyor ve muhâlefet ve devlet kurumları da dâhil herkes, yapılan bu suç ihbârı niteliğindeki ifşaatlar karşısında oturmuş vurdumduymazı oynuyorlar. Fuat Avni olayı aslında şunu da göstermiştir: Bu ülke, hukuk sistemini de içine alacak şekilde artık o kadar organize bir suç örgütü hâline gelmiştir ki, ne kimse gerçek manada konuşabilir ne de, konuşsa dahi, bu kemikleşmiş devlet (suç örgütü) yıkılabilir…

Bir gün elime bu suç aygıtı devleti yıkacak kadar gizli bilgiler geçerse ben de Fuat Avni gibi açıklarım merak etmeyin! Ortalığa çıkıp; bir konuşsam ülke yıkılır küstahlıklarıyla egoculuk oynamam. Bu ülke benim yapacağım bir açıklama ile yıkılacak hâle gelmişse, zâten bırakın yıkılsın. Belki yenisi daha iyi inşâ edilir kimbilir! Bu adâletsizlik bataklığında da zâten yıkılmaz, mafyatik devlet olarak yoluna devâm eder!

Geldiğimiz noktada ülkemizin hâlini ‘’bir konuşursam devlet yıkılır!’’ anlayışından daha iyi özetleyen bir ifâde ile bitireyim o zaman:

Hepimiz sustuk ve devlet yıkılıyor!




15 Haziran 2016 Çarşamba

DİPLOMA SAHTE ÇIKARSA ÜLKE GÖÇER Mİ? (2)

Bu yazı 15 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın diplomasının sahte çıkması durumunda, bunun sebep olacağı politik, ekonomik, hukuki ve sosyal bazı yıkımlara değinmiştik bir önceki yazımızda. Bu konuyu irdelemeye devam ederken, böyle bir rezaleti, Erdoğan sonrası dönemin devlet mekanizması ortaya çıkarır mı; bu soruya da cevap arayacağız.
Önemli bir soruyla devam edelim: Diplomanın sahteliğinin ispatlanması durumunda, Erdoğan’ın Cumhurbaşkanlığı süresince neden olduğu onca rezalete, hukuksuzluklara, mal ve hak gasplarına göz yummuş veya sebep olmuş bir devlet aygıtını, uyanan halk ve yabancı devletler affederler mi? Devlet itibârını, milli güvenliğini ve güvenilirliğini zâten geçtim! Dünya sahnesinde muhalif bir gelişme ve lütuf olmazsa eğer; 50 yıl boyunca kimsenin yüzüne devletiz diyerek bakamayız! Binlerce yıllık devlet ve medeniyet geleneğiyle övünen bir toplumun denetlemeden veya göz yumarak dünyaya sunduğu demiryumruk ve sahte bir Cumhurbaşkanı ve onun diktatöryel amaçlarla hallaç pamuğu gibi attığı bir sistem ve milyonlarca insanın mağdur edildiği bir hukuksuzluk ve mafyatik suç döneminin hesabı kolay kolay verilemez…
Tüm bu çizdiğim manzaralar gerçekleşirse; yargıda hüküm giyen Post-AKP ve Post-Erdoğan Türkiyesi 100 yıl boyunca ödeyemeyeceği tazminatların esiri olur. Tüm bunlar, tıpkı Almanya ve Japonya’da olduğu gibi, geride enkaz hâlinde; sanki 1. ve 2. Dünya savaşından mağlup çıkmış bir konuma sokar ülkeyi.

Bu sonuçlar göz önüne alındığında, Erdoğan’ın diploma meselesi ile ilgili bir fikir cimnastiğini sizlerle paylaşmak istiyorum.

Kuvvetle muhtemel, Erdoğan sonrası oluşacak yeni dönemde iki sistem yarışacak:

Devlet kademelerinde ya hasarları tâmir edecek, sağlıklı ve güvenilir ‘kurtarıcı-ıslah edici’ kadrolar devreye girecek ve ülke normalleşme yoluna sokulacak;

Ya da, böyle bir ‘kurtarıcı-ıslah edici’ devlet ihtimâlini kendisine tehdit olarak algılayan ve şimdiye kadar Erdoğan’la işbirliği yapmış olan illegal derin devlet Ergenekon, daha önce davranmak isteyecek ve ânî bir hamle yaparak Erdoğan’ı devirmek sûretiyle devletin yularını tekrar eline alacak. Tüm devrim yasa ve uygulamaları bunun altyapısı için yapıldı AKP eliyle. Çünkü Erdoğan’ın, normal yâni, hukuksal süreçlerle bitirilip sistemin sağlıklı bir idâreye geçmesi demek, Ergenekon’un tekrar yargılanması anlamına da gelecek.

Halihazırda, AK Partinin devlet kurumlarını ele geçirme, cemaat ve tarikatları bitirme ve özel teşebbüsün mallarını gaspetme faâliyetleri, mafyalaşan Osmanlı Ocakları dâhil, hep Ergenekon destekli stratejiler; hattâ bizzat Ergenekon demek. Peki Ergenekon yuları hangi metodla ele alır: Erdoğan’ı diploma, kaset ve eylemler kombinasyonu üzerinden indirip yerine başka bir İslâmcı-Muhaberat hükümet kurarak mı; Post-modern 28 Şubat darbe yöntemleri ile mi; kaset ve yargı ikilisiyle mi; yoksa bunların hepsinin karışımı bir yöntemle mi; bunu dönemin şartları ve yeni çıkar ilişkileri belirleyecek…

Yönetime dâir bu iki ihtimalden hangisi gerçekleşir kestirmek güç. Ancak şu kuvvetle muhtemel ki; ister kurtarıcı-ıslah edici bir ekip, isterse de Ergenekon gelsin, ikisi de diplomanın sahte olduğu meselesini fazlaca ortaya çıkarmadan veya tamamen hasıraltı ederek kapatmak isteyeceklerdir. Yani diploma sularını pek bulandırmadan Erdoğan ve etrafındaki suç çetesini işledikleri suçlar üzerinden yargılayıp sileceklerdir. Tek fark; sağlıklı devlet bunu hukuk çerçevesine sadık kalarak yapmak isterken; Ergenekon ise algı operasyonları yoluyla hukukun eline kan bulaştırabilir ve eylemlerini intikam ve kaos senaryoları ile süsleyebilir. Yani Erdoğan’ın indirilişini, geri dönüşlerinin şov ve güç gösterisine dönüştürmek isteyebilirler.

Eğer her ikisi de sahte diplomayı gizleme eğilimi göstereceklerse o zaman bu konu bugünlerde neden bu kadar çok gündeme geliyor dersiniz? Bence Ergenekonvâri yapılar, Erdoğan ve çevresini birtakım pazarlıklara zorluyor olabilirler. Bunu, liselerde başlayan ve giderek artma eğilimi gösteren tepki eylemleri eşliğinde de okuyabilirsiniz. O da yetmezse Ergenekon, tepki eylemlerini en güçlü olduğu sahaya; yâni üniversitelere ve yargıya sıçratabilir.

Özetle; sahte diploma neden gizlenir:

Kurtarıcı devlet, ıslah aşamasında zâten maddî ve toplumsal bir enkazı kaldırmaya çalışacağından bir de 100 yıllık maddî ve itibârî yıkımları netice verecek olan ve ne kadar süreceği belli olmayan dâvâlar ve neticeleri ile boğuşmak istemeyebilir. Ancak AK Partiden ve Erdoğan’dan öç almaya çalışacak daha acemî ve yıkıcı bir oluşum olan İttihadçı Ergenekon; bahsettiğim muhtemel sonuçları ikinci plana atarak neticeyi duygulara; basîreti de acemîliğe fedâ edebilir ve Erdoğan ve AKP’yi diploma üzerinden hükümsüz kılabilir. Böylece ülke, sonu hiç hesaplanmamış mâceraların içine atılmış olur ve tazminatlar, ödün vermeler ve kaoslar sonucu iflâs eder.

Ancak kanaatim odur ki, Ergenekon örgütlenmesi bile devlet yularını ele alacak olsa, onlar da diploma meselesini hasıraltı etmek isteyebilirler. Birincisi, Erdoğan’ın her şeyine göz yumdukları için zâten her suçuna ortak oldular. İkincisi de, temellerini Erdoğan’ı kullanarak attıkları yeni Muhaberât devletini demir bir yumrukla yönetirken bir yandan dıştaki imajlarıyla boğuşuyor olacaklar, diğer yandan da bahsettiğim dâvâların yıkıcılığı altında kalmak istemeyeceklerdir. Ama Batı dünyasında Ergenekon’a el atından göz kırpan yönetimler baskın olurlarsa, denklemler değişebilir. O zaman öç alma ağır basar. Aslen İttihatçı geleneklerden gelen Ergenekon anlayışı az önce bahsettiğim acemîlikleri daha evvel sergilemiş, meselâ ülkeyi 1. Dünya Savaşı’na sokmak gibi, ve her an da sergileyebilecek mâceraperest ve beceriksiz bir anlayıştır.

Düşük bir ihtimal olsa da; lütf-u İlahînin bir tecellîsi olarak gerçekleşebilecek bir olasılık daha var. Bu senaryoda, Erdoğan’ın suçlarından ve temsil ettiği anlayıştan bunalan ve demokrasiye nefes aldırmak isteyen Batı ve gelişmiş ülkeler, BM ülkelerinin de desteğiyle, yeni kutarıcı-ıslah edici bir yönetimin özgürlükçü-laik-demokratik-hukuk devleti olma vaadi karşılığında Erdoğan’ın her yönden yargılanması sürecini destekleyebilirler. Benim de beklentim böyle bir gelişme olması ve Erdoğan liderliğindeki bu çetenin, işbirlikçi devlet yetkilileri de dâhil, makam, sayı ve sınır gözetmeksizin donlarına kadar yargılanmaları ve bulaştıkları her rezilliğin ortaya çıkarılması. Zîrâ Türkiye, dünya tarihinin bu en büyük yargı operasyonunu yap(a)mazsa, çok sürmez başka Erdoğanlar, İslâmcılar ve Ergenekoncular ile yeniden boğuşmak zorunda kalır. Sistem asla şeffaflaşıp kendini onaramaz. Mevcut toplumsal hastalıkların da hiçbiri düzeltilemez. Göçen sadece devlet değil; İslâm’ın son umudu da olur.

Belki de bu gerçekleşirse, devletler arenasında Türkiye’ye verilecek bâzı teminatlar söz konusu olabilir. Yâni, tazmînât istememe, iâde-i itibâr ve benzerî güvenceler verilerek, Erdoğan, AK parti ve ekibinin her yönden yargılanmalarının önü açılabilir ki buna diploma konusu da dâhildir. Bizim halk nasıl olsa bir şekilde iknâ edilir! Hizmet Hareketi fertleri de zâten vatanı bizzat inşâ eden ekipte olacakları için, bâzı maddî kayıplar hariç, birçok tazmînât dâvâsından vazgeçebilirler.

Eğer bu ihtimal gerçekleşirse, hem bu diğergamlığından dolayı hem de zamanında Erdoğan-AKP ve Ergenekon’a karşı dik durup mücâdele etmiş olmasından dolayı Hizmet Hareketi’nin ülkeyi aslında ne kadar büyük tehlikelerden korumuş olduğu daha net anlaşılmış olacak ve hakşinâs herkes Hizmet’e teşekkür kuyruğunda bekleyecektir.

Hatırlarsanız, daha önce ‘AKP ve Adâlet’ başlıkları altında yazdığım yazılarda AKP ve Erdoğan öyle bir yargılanmalıdır ki, bu ülkede yüz yıl boyunca korkudan kimse rüşvet alıp, yolsuzluk yapmaya; hele devlet sistemini felç etmeye asla cesâret edememeli demiştim. Buna İslâm dinini istismâr edememeyi de ekleyelim. Kaldı ki o yazılardan sonraki gelişen süreçte Erdoğan’ın devlet sistemini mafyalaştırma ve halkın özel mülkiyetini gaspetme senaryolarını da izledik. Dış dünyada da teröre destek veren, halkına zulm eden bir devlet olarak algılanıyoruz artık.

Diploma mevzusuna bu iki yazıda açtığım pencerelerden bakmakta yarar var.

Zîrâ diploma sahteyse ve bu bomba kontrolsüz bir şekilde patlarsa, tüm ülke göçecek! Mühendislerin eski binaları çevreye zarar vermeden kendi üzerine yıkmaları gibi, AKP ve Ergenekon da öyle kontrollü bir şekilde yıkılmalılar.

13 Haziran 2016 Pazartesi

DİPLOMA SAHTE ÇIKARSA ÜLKE GÖÇER Mİ? (1)

Bu yazı 13 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.



Uzun ve şâibeli bir dönemin ardından amacına ulaşan Erdoğan sonunda Cumhurbaşkanı olmayı başardı. Toplum henüz bu gelişmeleri sindirememişken bu sefer Erdoğan’ın Başkanlık hayalleri siyâsî hayatın yeni tartışması hâline geldi. 17-25 Aralık yolsuzluk ve rüşvet skandalının patlak vermesi üzerine arzu ettiği toplumsal ve ekonomik dizaynlar sekteye uğrayınca, Başbakanlığının son dönemi ile Cumhurbaşkanlığının ilk dönemini adâlet sistemini felç etme ve bürokrasi dâhil devletin tüm sistemlerini kilitleme çabaları içinde geçirdi.

Etrafında büyük bir çıkar ağı bulunması ve illegal Ergenekon derin örgütlenmesi ile de amaçlarının örtüşmesiyle birlikte devlet trenini rayından çıkardı ve böylece yargıdan kaçma noktasında son derece başarılı oldu.

Fakat gelişen olaylar gösteriyor ki evdeki hesap her zaman çarşıya uymuyor. Sürekli algı operasyonları yaparak, düşman üreterek, hâkim-savcı satın alarak, saldırgan ve ötekileyici üsluplar kullanarak devleti işlevsiz hâle getirmek kısa süreli başarılar üretebiliyor ancak.

Bir kez yanlış yollara saptınız mı; artık sürekli olarak yanlışların yeni yanlışlar doğurduğu ve onları ayakta tutmak içinse her seferinde daha büyük suçlar ve hatâlar irtikâb etmeyi gerektiren bir kısır döngüye saplanıyorsunuz. Erdoğan ve beraberindeki ekip her adımında bir öncekinden daha büyük suçlar yumağının içinde buldular kendilerini. Çırpındıkça daha çok dolanıyorlar ağlara ve ceplerindekiler saçılıyor etrâfa.

Şimdilerde en çok konuşulan konu Erdoğan’ın, sahte olduğu iddia edilen üniversite diploması. Köşeye sıkıştığı bu durumun içinden çıkmanın en kolay yolu diplomaya bilimsel inceleme raporu alıp sonra da milletin gözleri önüne sermek. Ancak bu nedense bir türlü yapılamıyor!

Konunun direk muhatapları olan Marmara Üniversitesi ve Yüksek Seçim Kurulu gibi kurumlar sessiz. Üniversite arşivine erişim yasağı konduğu ortaya çıktı. YSK, ilk başta açıklama yapamayız dedi. Sonra gene sahteliği tartışılan bir nüsha yayınladı! Diplomanın sahte olduğuna dâir birçok delil kondu ortaya; ancak aksini delillerle, diplomanın aslıyla ve sağlam bilgilerle isbata çalışan tek bir Havuz medyası ve gazetecisi olmadı. Onlardan birkaç yandaş yazar; duygusal savunmalarla; hattâ ‘’dolayıp bir yerinize sokun imâlarıyla’’ geçiştirmeye çalıştı.

Erdoğan’ın sözcüsü İbrahim Kalın da pek farklı değildi. Konu ile ilgili yaptığı açıklamada diplomanın kopyalarının İnternet sitelerinde olduğunu söyledi ve ‘’ne yapalım yâni milyonlarca çoğaltıp adreslere mi gönderelim?’’ şeklinde bir üslupla Yeni Türkiye’nin yeni diplomatik dili ile konuyu kestirip atmaya çalıştı. Ardından meseleyi Erdoğan karşıtlığına bağlayarak, insanları bu [gereksiz] konu üzerinden ‘prim’ yapmakla suçladı. Bu yazının yazıldığı saatlerde diplomanın örneği yayınlandı ancak bâzı siyâsîler ve gazeteciler onun sahte olduğunu iddiâ ediyorlar zâten. Hukukun olduğu bir ülke olsaydık, kriminal inceleme yapılması gerekirdi; ancak buna cesâret edebilecek savcılar ve devlet kurumları şimdilik ortada yoklar!

Velhâsıl, Erdoğan bu sefer çok kötü köşeye sıkışmış durumda. Ben de Erdoğan’ın sahte diploma ibraz etmiş olabileceğine ve Cumhurbaşkanlığının tartışmaya ve incelemeye açılması gerektiğine inanıyorum. Şeffaflık şart! Her ne kadar İbrahim Kalın konu ile alâkalı olarak ‘’Pek de ciddiye alınmayacak şeyler ama ne amaçla sürekli köprütülüp getirildiği ortada’’ şeklinde anlamsız ve devlet ciddiyetine yakışmayan bir geçiştirme yapmış olsa da, ben bu meselenin son derece ciddî bir mesele olduğuna inanıyorum.
Hattâ bir adım öteye giderek şunu ifâde edeyim: Erdoğan’ın diplomasının sahteliği meselesi ülkenin savaşa girmesi kadar büyük bir hâdisedir. Neden mi? İzaha çalışayım:
Başkalarının da işâret ettikleri gibi eğer diploma sahteyse; Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı olarak verdiği tüm kararlar, attığı ulusal ve devletlerarası mevzuları ilgilendiren bütün imzalar geçersiz sayılacak. Onayladığı Davutoğlu ve Yıldırım hükümetleri ve atanan Bakanlar, rektörler, yargı mensupları, her yıl TSK kademesinde imzalanan terfiler ve daha birçok kalem hükümsüz sayılacak. Bu da geriye dönük olarak devâsâ bir domino düzeniğinin devrilmesi anlamına gelecek. Böylece, silsileler hâlinde birçok karar ve uygulama geçersiz sayılacak ve yargılanmaya açık hâle gelecek. Bu duruma göz yummuş bütün kurumlar ve başlarındakiler hakkında yargı yolu açılacak. Bu da devleti çok büyük maddî ve mânevî zararlara sokacak. Bunun modern demokrasi tarihinde örneği yok. O yüzden Erdoğan için tek çıkış yolu; eğer başarabilirse, âcilen diktatörlük ilân etmek ve 1923’de temelleri atılan devleti tamamen sıfırlayıp ülkeyi yeni bir faza geçirmek…
Düşünsenize! Eğer doğruluğu ispatlanırsa; Başbakanlığının son döneminde Cumhurbaşkanı olmadan önce YSK ve diğer ilgili kurumları kandırıp sahtecilikle bir devletin başına geçmişsin ve ülkenin en büyük üniversitelerinden birinden kanun dışı bir yolla diploma alarak sistemin en hassas ve güvenli olması gereken kurumlarını aldatmışsın! Daha da kötüsü bu kurumların bilerek veya bilmeyerek buna âlet olmaları ve görevi kötüye kullanmış olmalarının ortaya çıkması olur.
Böylece, Yüksek Seçim Kurulu, Danıştay, Sayıştay, Yargıtay, Milli İstihbarat, Devlet Denetleme Kurulu, Genelkurmay, Emniyet, Merkez Bankası, Bakanlıklar, … akla gelen en kritik kurumların ve başlarındakilerin güvenilirlikleri ve kararları sorgulanabilir hâle gelmiş olur. Çünkü hepsi bu Cumhurbaşkanına itaat ediyorlar ve kararlarını uyguluyorlar. Göz yumma olduysa işlenen tüm suç ve hukuksuzluklara bizzat devlet kurumları ortak olmuş demektir. Özellikle Erdoğan örneğinde, ülkede bir sürü hukuksuzluk ve suç artık devlet kanalları eliyle kendi vatandaşlarına karşı uygulanır olduğundan, bunların bir de sahte bir Cumhurbaşkanına göz yumulması neticesinde yapıldığı ortaya çıkarsa sistem çöker!
Zîrâ milyonlarca insan bu durumdan olumsuz bir şekilde etkileniyor. Özgürlükler ve mülkiyetler gasp ediliyor. Elimizde; ‘’Yargıtay kararını tanımam!’’ ve kaymakamlara hitaben de, ‘’gerektiğinde mevzuatı bir kenara bırakın!’’ diyebilen bir lider ve ona itaat eden yargı ve emniyet sistemi var.
Erdoğan’ın para piyasaları, ticaret, dış politika, terör desteği, turizm ve benzeri konularda sebep olduğu yıkımlar, zararlar ve olumlu bile olsa birtakım etkiler bir anda kanunsuzluk elbisesi giyeceğinden, neredeyse 70 milyon insana devlete dâvâ açma hakkı doğacak. Ya da kişilerin dâvâ açmalarına geçit vermeyen hukûkî durumlarda, bu sefer devletler nezdinde sıkıntılar yaşanacak.
Zâten bir anda hükümsüz duruma düşen iki hükümetin karar ve uygulamalarından mağduriyet devşiren Türk vatandaşlarıyla bile milyonlarca dâvâ açılabilir. Halihazırda ‘hükümsüz’ bir hükümetin terör örgütü ile Oslo’da yaptığı anlaşmalar neticesi Güneydoğu Anadolu’da sebep olduğu yıkımlar, toplu göçler, ölümler… Bir de cadı avına mâruz kalan Hizmet Hareketi’nin yüz binlerce mensubunu dâhil edin! Düşünmek bile istemiyor insan!
Buna yurtdışı ülkelerinden ve vatandaşlarından Uluslararası Ceza Mahkemesi ve Ticaret Mahkemeleri aracılığıyla gelebilecek dâvâları da ilâve edin. O zaman oluşacak tabloyu daha çok resmetmeye gerek yok sanırım. Sadece teröre verdiği destekle ve devlet treninin başında kullandığı yetkilerle ölümüne sebep olduğu milyonlarca insan var; Suriye’de, Afrika’da ve bilmem daha nerelerde… Aynı Erdoğan’ın Belçika’daki IŞİD saldırısından önce yaptığı; 'Ankara’da patlayan bomba Brüksel’de de patlar' tehdidini ve bunun ileride doğurabileceği muhtemel sonuçları da unutmamak lazım.
17-25 Aralık sonrası dönemde Erdoğan ve AKP hükümetlerinin bizzat kanunsuz cadı avlarına maruz kalmış ve şirketlerine çökülmüş olan Hizmet Hareketi ve fertlerinin post-Erdoğan sonrası bir normalleşmede açacakları dâvâlar bile devleti maddî anlamda taş devrine çevirebilir. Bir de bunun hükümsüz bir Cumhurbaşkanı ve hükümetle yapılmış olduğunu ve devlet kurumlarının da buna bilerek alet olduğunu düşünün!
Bir sonraki yazıda, sahte diploma olayı gerçekse ülke göçer mi veya gerçekse bu neden gizlenebilir onu irdeleyeceğiz.


6 Haziran 2016 Pazartesi

TÜRKLER, CEMAATLER VE PROTOKOL HASTALIĞI

Bu yazı 6 Haziran 2016 tarihinde Yeniyön.tv de yayınlanan köşe yazısıdır.


Bir süredir yapmaya gayret ettiğimiz toplumsal analizlerimize ufak bir katkı olması açısından önemli gördüğüm bir toplumsal hastalığımıza işâret etmek istiyorum bugün. Başlıktan da anlayacağınız gibi bizim ve bize yakın Müslüman ve diğer milletlerin iliklerine kadar işlemiş olan ve toplumsal kodlarını adetâ esîr almış bulunan aşırı itibâr, teveccüh ve protokol hastalığı sorunlarını ele alacağız kısaca.

Bâzı problemler hastalık semptomları gibidirler. Ölümcül veya acı verici olmadıkları için ihmâl ederiz onları. Oysa onlar daha büyük hastalıkların göstergeleridirler ve dikkatle takip edilmeleri gerekir. Öyle; baş ağrısı, mide bulantısı ve kusma gibi sadece rahatsızlık veren belirtilerden bile daha sinsi olabilir bunların bazıları. Kulak çınlaması der geçersiniz, hattâ 'beni andılar' diyerek geçiştiriverirsiniz; ancak bu özellikle bulantı, kusma ve baş ağrısı gibi başka bazı belirtiler eşliğinde geliyorsa, başınızda bir tümör olduğuna bile işâret edebilir.

Bir de basit gibi görünen, çoğunlukla ihmâl ettiğimiz, fakat ihmâl edile edile vücutta sinsice çok ciddî rahatsızlıklara sebep olabilen sorunlar vardır. Örneğin; ihmâl edilen periodontal diş eti iltihaplanmaları zamanla böbreklerinizi ve kalbinizi iflâs ettirecek neticeler doğurabilir. O yüzden düzenli takip ve tedâvi gerekir ki bu sinsi iltihaplanma siz farkında olmadan vücudunuzu zehirlemesin.

Aynen onun gibi toplumsal sorun ve hastalıkların bâzıları da ya gizli, ya hafif, ya da sinsi şekillerde gelirler ve bünyeyi zamanla zehirleyip tesirleri altına alırlar. İhmâl edilen ama ihmâl edildikçe de etki alanını devamlı genişleten anormalliklerdir bunlar. Yine onlar yerine göre, örneklerimizde olduğu gibi, ya daha büyük bir hastalığın göstergesi olan küçük semptomlardır veya bizzat sorunun kendisi ve kaynağı olabilen ufak ve sinsi problemlerdir.

Toplumsal bazda düşündüğümüzde bizimki gibi eğitimsiz, cahil, tembel, sistemsiz, nemelâzımcı, ötekileyici, günübirlikçi, çıkarcı ve bencil toplumlarda toplumsal bünye adetâ bu tür semptom ve hastalıkların festival alanı gibidir. Sistemsizlik ve kaos girdabında, bir hayat ve ahlâk felsefesinden de yoksun olarak yaşadığımız için gittikçe kronikleşen sorunlar yumağı ile boğuşarak geleceğimizi daha da tehlikeye atıyoruz.

Başlıkta arz ettiğim sorunlara gelirsek; toplumumuzda ciddî bir aşırı itimad, teveccüh ve protokol hastalığı var. Bunlar elbette başka hastalıklardan da besleniyorlar. Meselâ, kibir, makam sevgisi ve makama tapma, özgüven ve kimlik eksikliği, çıkarcılık, yalakalık ve adam kayırma kültürü, fırsatçılık, bencillik…. Listeyi uzatmak mümkün.

İfrat-tefrit dengesini birçok hususta yitirdiğimizden dolayı saygı-itâat-onur-adâlet- sadâkat dengesini de yitiriyoruz. Meşhur olan, güç sahibi olan, devlet üniforması ve/veya yetkisi ile dolaşan insanlara karşı sergilediğimiz aşırılık derecesindeki teveccüh, itibar ve itimad beraberinde bir sürü hastalık ve sorun daha üretiyor.

Bizim beğenimizle, paramızla meşhûr ettiğimiz insanların…

Bizim oylarımızla bize hizmet etmek için seçtiğimiz siyâsetçilerin…

Bizim vergilerimizle beslediğimiz devlet memurlarının, polislerin, vâlilerin, kaymakamların, askerlerin…

Efendileri biz; yâni halk, olmamız gerekirken bizler onların kapıkullları, yalakaları, enâniyet ve kibir pompalayıcıları oluyor; onlardan gelen her türlü suistimal, emir, hor ve hakîr görülme, hattâ zulümlere bile boyun eğiyor ve kendilerinden hiç hesap sormuyoruz.

Bizim omuzlarımızda yükselen bir zulüm, sadâkatsizlik ve suistimal ateşine, vurdumduymazlığımız ve korkaklığımız ile odun taşıyoruz. Bu nedenle de içimizden çıkan her birey bir an evvel kendini devlet denilen bu sihirli aygıta yamayıp, o zulüm çarkından istifâde etmeye çalışıyor. Sanırım hadislerde de geçen ve ‘’nasılsanız öyle yönetilirsiniz!’’ tavsiyeleriyle uyarılan bütün toplumlar bizimki gibi bir profil çiziyorlardır.

Devlet adamlarımız o makamlara bizim sayemizde gelseler de, hemen bir kibir ve itibâr fanusunun içine hapsediyorlar kendilerini. Artık protokollere harcanan zaman, para ve enerjinin haddi hesabı olmuyor. Biraz daha ileri giderek söyleyeyim. Bizdeki devlet erkânının daha masa başına oturur oturmaz ilk olarak makam araçlarını ve korumalarını, ayrıca devlet protokolündeki yerlerini düşünmeleri artık tümör haline gelmiş bir sorundur. Gelişmiş Batı ülkelerinde, işine bisikletle giden Başbakanlar ve milletvekilleri varken bizde en ufak bir makamın bile Almanya’dan sipâriş edilen zırhlı bir aracı ve korumaları oluyor. Bir umûmî tuvalet açılışına bile gitseler; benim protokoldeki yerim neden filancanın yanı değil diye kavgalar veriyorlar. Maalesef, bu protokol hastalığı İslâmcı AK Parti ve Erdoğan döneminde metastaz hâlini almış bir kansere dönüşmüş durumdadır.

Bülent Arınç’ın, Erdoğan’ın kızının düğün dâvetine katılmama sebebine bakın meselâ. Kendisi AK Parti kurucusu olduğu halde partiden şutlandı ve bu da yetmiyormuş gibi parti içi itibarı, kendi tâbiriyle, ‘’özgül ağırlığı’’ sıfırlandı. Bu durumda açıklama olarak en azından ‘dargınım’ şeklinde bir serzeniş beklersiniz değil mi? Hayır! Bizdeki protokol hastalığı kendisini burada da gösterdi ve Arınç’a; oturma planındaki yerinin doğru tesbit edilmediğini söyletti. Yâni, protokol denen kibir atlasında bizim devletlu ‘tanrılarımızın’ lâyık oldukları iltifat ve itibârda kusur edilmiştir. Sorunun onlar açısından tek önemli noktası budur…

Okulundan devlet dâiresine, oradan mahalle muhtarının odasına, oradan da tören alanlarına kadar her yerde mevcuttur bu hastalık. Hattâ aile yaşantımızın içine bile sirâyet etmiştir. Dedenin yanında kim oturacak, kim yerde kim ayakta olacak, kim konuşacak, kim dinleyecek hepsi belirlenmiştir bunların.

Maalesef toplumun her ferdi gibi cemaat ve tarikatlara mensup olan ve İslâm’ın; kendini sıfırlama, enâniyetten yoksun olma, kibre bulaşmama, Allah’tan başkasına boyun eğmeme vb. değerlerinin eğitimini almış fertler arasında bile aşılamayan bir sorundur bu hastalıklar. Belli düzeyde hepsine sirâyet etmiştir sinsice. Devletçilik, hırs ve kibir imtihanını aşamama, dinde derinleşememe, özden şekilciliğe kayan anlayışların tesirinde kalma ve benzeri eksikliklerden dolayı bu; aşırı tecevvüh, lüzumsuz itibâr ve protokol hastalıklarıyla onlar da malûl oluyorlar. 17-25 Aralık sürecinde birçok dinî grubun Erdoğan’a bîat etmesinin ardında hırs ve tamâhkarlık kadar bu itibâr ve teveccüh hastalığının da etkisi vardır.

Saygı çerçevesinde ve kibarlık düzeyinde sunulması gereken bu ikramlar, aşırılığa kaçma şeklinde cereyân ediyor çoğunlukla. Bu da fark edilmeden; siyâsilere, liderlere, hattâ bazan bir aşağılık kompleksi şeklinde bizden olmayan insanlara karşı haddi aşan iltifat etmelere ve protokol gösterişlerine neden olabiliyor. Bu da bir yandan onların kibrini beslerken, öte yandan da kendimizi o insanların kibirlerinin zehrine açık hâle getirebiliyor ve kendi sevenlerimiz ve takip edenlerimiz ile olan mütevazılıktan beslenen gönül bağlarımızı zedeleyebiliyor.

Hattâ daha da ileri gidip, meselâ, ‘’evin danasından öküz olmaz!’’ sözünde ifâdesini bulan ve dâiremiz dışındaki bâzı insanlara ve makamlara karşı gösterdiğimiz aşırı iltifatların girdabına da düşebiliyoruz. Böylece, kendi kardeşimize söz hakkı tanımazken, başkalarının ağzının içine bakarak mest olabiliyoruz ve kardeşlerimizin inkişâflarına engel olurken, liyakatsız bâzı insanların önünü ise rahatlıkla açabiliyoruz. Siyâsette çokca gördüğümüz kibirli ve lüzumsuz protokol anlayışlarını, kendi kardeşlerimize karşı, o kibirli kesimleri ağırlarken uygulayabiliyoruz. Bunu yaparken de ‘ilgileniyoruz’ bahanesiyle kendimizi kandırabiliyoruz. Oysa aslında kendi nefsimize hoş geldiği için o kişilerin kibir ve enâniyetlerini kaşımakta olduğumuzu çoğu zaman göremiyoruz. Nihâyetinde de kibir girdabında gizli şirklerin bataklığına saplanıyor ve hakîkatin güvenli zemininden uzaklaşıyoruz.

Halbuki, tüm insanlara tek kumaştan oluşan bir bez parçası giydiririp Kâbe’de kaynaştıran, yine her insanı tek bir bez parçasıyla kefenleyip toprağa gömen, câmide her insanı protokolsüz bir şekilde yan yana saf bağlatan bir dinin bireyleri, hastalıklı protokol anlayışlarından gündelik hayatlarında da uzak durmalı değiller mi? Onların başlarındaki insanların da bu tür gizli şirk anlamına gelen tavırlardan yılandan kaçar gibi kaçmaları gerekmez mi?

Ama bugün Kâbe’de, devlet başkanları ve sanatçılara protokol tavafları yaptıranlar da bizleriz; câmilerde protokol safları kuranlar da bizleriz; dâvetlerimizde kendi cemaat, tarikat, ülke vatandaşı kardeşlerimizi arkalara atıp, bize hizmetle yükümlü siyâsîleri kırmızı halılı ön saflarda oturtma çılgınlığında ve yalakalığında yarışanlar da bizleriz… Örnekler çoğaltılabilir.

Bugün bana yetki verilse ilk olarak bizdeki bu protokol tümörünü söküp atardım toplumun bağrından. Bizler muvaffak olamasak da yeni nesilleri böyle tevâzu ve sadelik içeren İslâmî bir anlayışla yetiştirmek fenâ olmaz mı? Tıpkı gelişmiş Batı ülkelerinde pratik edildiği gibi…

Ne dersiniz?