18 Ağustos 2007 Cumartesi

''Suret-i Hak'' mı Dedin?

Şunu açıkça belirterek sözlerime başlayayım: Ben Hürriyet, Milliyet vb. bazı gazetelerdeki yazarları hiç okumam. Buralardan yaptığım alıntıları kesinlikle başka yazarların yazısında farketmiş, eğer mutlaka ele almam gereken bir konu ise, ancak o zaman gidip okumuşumdur. Onları okumamanın entellektüel anlamda hiçbir eksikliğe neden olmayacağını düşünürüm. Okumanın ise, hiçbir fayda sağlamayacağını; aksine kişiyi agresif, öfke dolu, başkalarına karşı önyargılı bir hale sokacağını, zihinlerini bir 'temelsiz düşünce' garabetinin içine hapsedeceğini düşünürüm. Geçenlerde, Amerika'da doktora yapan arkadaşlarla ''halkımızın 'boyalı' ve 'kriz pompacısı' basına karşı olan ilgisini azaltmak, onların entellektüel derinliğini artırma noktasında önemli bir adım mıdır?'' tarzı konuları tartışırken bir tanesi; ''bu yazarların çoğu neden hep alt alta, birkaç cümle sıralayarak yazıyorlar?'' şeklinde bir soru yöneltti. Ona ilk söylediğim şey şu oldu: ''Bir düşünce birikimini paragraflar içerisinde ve arasında bir dantela örer gibi örebilmek, sonra da onlardan bir bütün kanaviçe oluşturabilmek her babayiğidin harcı değildir... Bu bir derinlik, yetenek ve meselelere vukufiyet gerektirir... Bunu başaramadıkları için çoğu; yazmak istedikleri (yada kendilerinden yazılmasını istedikleri) düşünce kırıntılarını alt alta, madde madde, cümle cümle sıralamak zorundadırlar... Ellerinden bundan fazlası gelmez... Onların çoğu, gerçek 'aydın', 'entellektüel' filan değil; sadece 'kalemşörlük' yaptırılmak üzere o köşelere konulmuş, sonra da enaniyet gazı ile şişirilmiş balonlar...'' Meğer herkes benzer görüşleri paylaşıyormuş... Ama şunu da belirtmeden geçmeyeyim: Bu kişilerin bazıları 'kalemşörlük' sevdasından vazgeçip, asli yeteneklerini ve gerçek ilgi alanlarını içeren yazılar yazmaya başlasalar, o zaman entellektüellik basamağında kendilerine bir yer edinebilirler.

Daha önce de ibraz etmiştim. Amacım hiçbir zaman bu tür yazarların yazdıklarına göz atarak onlara laf yetiştirmek değil. Bunun sonu yok, çünkü hiçbir zaman yılmayacaklar. Bazılarının kendilerine biçtikleri belli vazifeleri var, onu gerçekleştirme peşindeler. Bazıları ise egoları okşanmak suretiyle, belli çevrelerin 'kalemşörlüğüne soyunduruluyorlar. Bu ülkede bir kaç yazar bir araya gelip, birbirlerine ''destek olacaklarına dair silah üzerine'' (Taha Kıvanç, Yenişafak 17 Ağustos 2007) yemin edebiliyor. Bunu yaparken de nedenlerinden birisinin ''basında yaşanan yozlaşma'' olması ise kendi içinde bir kısır döngü. Tavuk-yumurta meselesi anlayacağınız. Bu kişilerin bazıları hangi gazetenin tepesindeler sizce? Daha geçenlerde ''ilkeli yayıncılık'' adına ''gazetedeki çıplaklık'' tan vazgeçeceklerinin reklamı yapan, ama ne yazık ki bunu tam olarak başaramamış olan gazete... Bu meselenin bir yönü. İkinci yönünü, zaten bu yazarların yazılarındaki 'entellektüel düzeyi!' irdeleyerek göstermeye çalışıyoruz. Yani, halkımızın kelime ve söz oyunları ile nasıl iğfal edildiklerini, birbirine nasıl düşman hale getirildiklerini, algılarının nasıl şartlandırıldığını ve zihinlerindeki sağlıklı düşünce kanallarının nasıl tıkatıldığını... Size yapılmış gerçek bir deneyden bahsedeyim yeri gelmişken. Bir videoda altı kişiyi izlediğinizi düşünün. Bunlardan üç tanesi beyaz tişört, diğer üç tanesi de siyah tişört giyiyor. Bu siyah-beyaz grupların her birine birer top veriliyor. Sonra sizden, video başladığında, beyaz gruptaki kişilerin ellerindeki topu diğer bir kişiye atmak suretiyle toplam kaç pas yaptıklarını saymanız isteniyor. Görüntü sona erdiğinde ise, sizden sayı tahmininiz ve başka bir ilginçlik görüp görmediğiniz soruluyor. Benim gördüğüm herkes tahmini bir sayı dışında birşey söyleyemedi. Oysa görüntüyü aynı kişilere bir kere daha izlettirdiğinizde şunu farkediyorsunuz: Siyah ve beyaz gruptaki kişiler (herkes sadece kendi grubundan birisine olmak üzere) birbirlerine top atarlarken; aralarından, siyah bir yaratık kıyafeti giymiş bir kişi geçiyor, ortalarında duruyor ve el salladıktan sonra yoluna devam edip kareden çıkıyor. İlginç değil mi? Anlatmak istediğim şu: Bizdeki ''hakim medyanın'' ve onların bazı yazarlarının (bu guruba bazı siyasetçileri, siyasi çevreleri ve ulusalcı propagandanın piyonlarını da ekleyebilirsiniz) yaptıkları iş tam da bu: Milletimizin algılarında, yeni kavramlar ve söz kaymaları oluşturma ve kelimelerle oynama yöntemleri ile öyle 'yalnış yönlendirmeler' yapıyorlar ki; insanımız siyah-beyaz şeklinde ikiye bölünmüş grupların (gene bu çevrelerden öğrendikleri) kusurlarını sayarken, aralarda cirit atan garip kılıklı gulyabanileri ve onların gerçek niyetlerini (suret-i hak! - buna birazdan döneceğiz) farkedemiyorlar. İşte 'akl-ı selim' sahibi herkese düşen; insanların aynı görüntüyü (illüzyonu) bir seferde, saymadan (birbirlerinin ayrılıklarına, farklılıklarına, düşmanlıklarına! bakmadan) izlemelerini sağlamaktır. İşte ancak o zaman, toplumun birbirinden koparılmış parçaları bir araya gelebilirler; aynı geminin yolcuları, aynı ülkenin evlatları, birbirlerinin kardeşleri olduklarını tekrar hatırlayabilirler. Şimdi tekrar sorayım: Bu yazarları silah üzerine yemin ettirecek kadar birbirlerine destek olmaya teşvik edecek korku ne olabilir dersiniz? Geçenlerde Çölaşan Hürriyet'ten kovuldu. Kendisine silah üzerine destek sözü verenler ne tarz bir destek verecekler; vermezlerse, silah üzerine verilen söze uymamanın neticesi nasıl olacak çok merak ediyorum doğrusu.

Böyle uzun bir girişin ardından, bu tarz bir giriş yapmama neden olan hususlara geçelim...

Daha önce yazdığım bir yazıda Baykal'ın bazı beyanatlarının mahiyetini analiz ederken; ''...su gibi söz de içinde bulunduğu beyin-kalp-dil kabının şeklini alıyor. Hatta, suyu nasıl temiz bir kabın içine koyarsanız temiz, kirli bir kabın içine koyarsanız kirli olabiliyorsa; işte söz de, içinde bulunduğu kişinin kalbine göre saflığını koruyor ya da kaybediyor'' demiştim. Şimdi ele alacağım alıntılar bana bu noktayı tekrar hatırlattı. Siz de o zaviyeden bakabilirsiniz.

Oktay Ekşi'den (Hürriyet, 14 Agustos 2007) inciler! ile başlayalım. Deniz Baykal'ın ''dediğinde doğru olduğu''nu kabul ettiği şu cümleleri ile söze başlıyor Ekşi: "Türkiye'de Silahlı Kuvvetler'e haddinin bildirilmesi gerektiği gibi bir yaklaşımın ortaya çıktığını görüyorum. TSK'ya tepki, doğrudan müdahale yapıldığı dönemlerde bile bu düzeyde olmamıştır. Türkiye gibi bir ülkede Silahlı Kuvvetler'in saygın, güvenilir ve değerli bir kurum olarak varlığını sürdürmesinde fayda vardır." Daha önce de yazdım ve birçok yerde de yazıldı. Bu ülkede yaşayan; genelde AKP seçmeninin, ki; halkın yaklaşık yüzde ellisini teşkil ediyor ve özelde de dindar çevrelerin (bu yazarlar ''dinci'' ve ''yobaz'' kelimelerini kullanmayı yeğliyorlar) ordu ile hiç bir sorunları yoktur. Orduya ''haddini bildirme'' gibi bir dertleri ise mevz-u bahis değildir. Çok yakınen biliyorum bunu. Bunun varlığını iddia etmek iddia edenler adına bir art niyet, onların yazdıklarına kanıp, bu iddiaları doğru kabul eden halk kitleleri adına da büyük bir talihsizliktir, aldanmışlıktır. Bu gülünç iddiaların ne zaman ortaya çıkmaya başladığını tekrar hatırlayalım: Gül'ün adaylık sürecini, her türlü yanıltma ve kriz oluşturma senaryolarına rağmen engelleyemeyen çevreler, bu sefer, hemen ''ordu ne der'' yaygaralarına başladılar. Dindar (''dinci'') kesim ''orduya haddini bildirme sevdasında'' iddiaları da aynı koro tarafından eşgüdümlü olarak seslendirilmeye başlandı. Her zamanki gibi Baykal koronun şefliğine soyunanlardan. Anlaşılan o ki; Ekşi de şeften aldığı 'ilk ses'e göre şarkıya başlamış görünüyor.

Ekşi'ye göre, bu; ''orduya haddini bildirme'' kampanyasının bir kanadını ''dışarıdan kumandalı neoliberal bir takım'', diğer kanadını ise ''suret-i haktan (iyi niyetliymiş gibi) görünerek Türk Silahlı Kuvvetleri'ni yıpratmaya çalışan din bezirganları'' oluşturuyor. Yani, 'milliyetçi!' ve 'ulusalcı!'ların hariçte tutulduğu bir kesim. Konumuz ''ikinci kanat'' olduğu için beyin cimnastiğine daha çok onun üzerinden devam edelim. Ekşi'den öğrendiğimize! göre ''kampanyanın dış ve iç ortakları gemi azıya almışçasına saldırı halindeler. Sanki onlar 'Abdullah Gül'ün cumhurbaşkanı seçilmesini' değil, 'demokrasiyi' savunmak için yırtınıyorlarmış da demokrasiye karşı olan güçler onları engellemek istiyormuş gibi...'' Şu dış güçler meselesi her nedense tutanın elinde kalıyor. İstisnasız her kesim, karşısında olduğunu zannetiği kişi ve grupların 'bazı dış güçler' tarafından destek gördüğünü iddia ediyor. Halk hangi birine inanacağını anlamış değil. Delil arayan da soran da yok. Birisi çıkıp, ''AKP Zimbabwe'nin çıkarlarına çalışıyor'' şeklinde bir iddia ortaya atsa, onun bile elektronik posta mesajlarında paylaşılmaya başlandığını görebilirsiniz. Bu noktada şunu belirtip bu faslı geçeyim: Gül'ün adaylığı ve seçimler süreci devam ederken; kimlerin darbe çığırtkanlıkları yapıp durduğunu, Amerika'nın Hudson Enstitüsü toplantılarında cinayet ve kaos senaryoları tartıştıklarını, Neo-Con ekiple sıkı-fıkı ilişkiler kurduklarını, Financial Times, Washington Post gibi 'şahin' Amerikan medyasından destek aldıklarını bu halk örnek ve delilleri ile yeterince gördü, yaşadı. Oysa, ''din bezirganı çevrelerin'' bir yerlerde yabancılarla toplanıp ''demokrasi aşığı gibi görünelim de orduya haddini bildirelim'' şeklinde stratejik toplantılar yaptıklarını hiç görmedik. Ne gariptir ki; Ekşi benzeri bir kısım insanlar, hatırlayacaksınız, bir zamanlar aynı dini çevrelerin ''Arabistan'' dan veyahutta (tezata bakın ki onun muhalifi olan) İran'dan maddi destek aldıklarını, onların ajanları olduklarını iddia ediyorlardı. Yıllar geçti, bu iddialarının bir fayda getirmediğini anladılar ve bu kesimlerin bu sefer, Amerika'dan destek aldıklarını iddia etmeye başladılar. Al külah ver takke...

Jimnastiğe devam...

Diyor ki Ekşi; ''Silahlı Kuvvetler'in siyasete karışmamasını istemek başkadır. O talebi biz de destekleriz. Ama o görüntü altında Silahlı Kuvvetler'e karşı saygısızlık etmek başkadır. Biz işte onun karşısındayız.'' İşte, 'söz oyunları ile zihinleri yanlış tarafa yönlendirme' dediğim hadiseye çok güzel bir örnek. Bir önceki alıntıya bunu da ekleyip bir daha okuyun... Bu ülkede aklıselim sahibi her insan aynı düşünceleri paylaşıyor zaten. Niyet okuyuculuğu yapmaya gerek yok. Ekşi'nin ve benzerlerinin mantalitesine göre benim yazılarımdaki demokrasi vurgusu da art niyetli olabilir. Bir şeyi illa öyle kabul etmek istiyorsan kimsenin yapabileceği bir şey kalmaz. Paralel bir örnek vereyim Amerika'dan. Çünkü aynı psikolojik travma orada da yaşanıyor. Adama ''bak Kur'an daki delilleri şunlar... bu dinde asla teröre geçit yoktur'' diyorsun, illa ''hayır hayır var, ben biliyorum öyle olduğunu'' diyor. Bizzat yaşadığım hadiseler bunlar. Oysa adamın tek bilgi kaynağı yine kendi ülkesinin medyası: Fox TV, CNN, MSNBC vs. Bundan yaklaşık birkaç ay evvel CNN'de, bir spikerin Müslüman bir davetli ile arasında geçen tartışmayı izliyorum. Müslüman olan ısrarla, Müslümanların çoğunun ve din olarak İslamiyetin, bu terör olaylarını asla tasvip etmediklerini, gerçek Müslümanların terörist olamayacaklarını anlatmaya çalışıyor. Spiker ne yapsa beğenirsiniz. Adamın her bir cümlesini o bilgiç ve küstah tavrıyla kesip, sadece şu soruyu tekrar edip duruyordu: ''Şimdi bana söyle bakalım; bütün teröristler Müslümanlardan çıkıyor mu çıkmıyor mu? Elbette o Müslüman konuşmacının yerinde her kim olsa, böyle şartlı ve eksik bir soruya direk olarak; evet yada hayır şeklinde bir cevap vermek yerine, gerçeği izah etmeye çalışır. Müslüman konuşmacı sorunun ardından hakikati kaç kere izah etmeye çalıştı ise de, spiker sürekli olarak onun lafını kesip: ''Bana evet yada hayır şeklinde cevap ver. Tüm teröristler...'' şeklindeki sorusunda ısrar etti. Bizdekilerin tutumu da bundan çok farklı değil. Geçenlerde 'ulusalcı' bir profesör ile konuşuyorum. Adam maşallah tüm bilgi hazinelerini yutmuş, dünyadaki tüm istihbarat kaynaklarını okumuş sanırsınız. İlahiyat uzmanı bile olmuş adam. Kendinden emin ve taviz vermeyen bir şekilde dinci dediği adamlarda din adına hiç bir sağlam yorum bırakmadı. Ayrıca, ne vatana bağlılık bıraktı, ne saf niyet bıraktı, ne Türklük bıraktı. Meğersem bu dinciler ne kadar da vatan satıcı, ajan (hem de bir de değil bir kaç yere çalışıyorlar), ne laiklik düşmanı, ne din sömürücüsü, ne de yanlış din yorumcusu imişler. Yaptıkları herşey, söyledikleri her söz meğer ''takiyye'' imiş. Bunu da öğrendik!

Aynı bağlamda, Ekşi'nin sözlerine geri dönelim: Neymiş, ''Silahlı Kuvvetlerin siyasete karışmamasını'' onlar da desteklermiş. Cumhurbaşkanı adaylığı sürecinde millet bizzat müşahade etti... Baykal ve onun partisi CHP değil miydi; ''rejim sorunu çıkar'', ''pişman olursunuz'' lafları ile demokrasi adına en büyük talihsizlikleri sergileyen... Sizlerin gazeteleriniz değil miydi; ''ordu ne der'' haberleri çıkararak orduyu konuşmaya zorlayan... Sizlerin muhabirleriniz deği miydi; Büyükanıt'a, istifa edeceğiniz doğru mu yalanları ile kışkırtıcı sorular soran... Sizler değil miydiniz ''komutanlar rahatsız'' haberlerini sayfalarından hiç düşürmeyen... İlhan Selçuk değil miydi (kendisini Amerikan-karşıtı olarak tanıttığı halde) ''Bush, birşeyler yap'' diyen... Sizlerle aynı frekanstan yayın yapan Neo-Con liderlerden Rumsfeld değil miydi ''ordu birşeyler yapmalı'' diyen... Hangi ''din bezirganının'' aynı tutumları sergilediğini gördün de yukarıdaki niyet okumalarını yapıp, onları ''suret-i haktan'' görünerek sahtekarlık yapmakla suçluyorsun. Suçlamayı yöneltirken tasavvuftan bir kavram seçmiş olman, işin inandırıcılığını mı artırıyor? Oysa bu insanlar yazıp söyledikleri ile sadece ''demokratik teamüller hasar görmesin'' ikazında bulundular. Silahlı Kuvvetlere hakaret etmek gibi bir niyetleri asla olmadı. Genel seçimlerde millet aynı mesaja vurgu yapıp, anti-demokratik tavırlı CHP'ye ve 'ulusalcı' kliklere gereken yanıtı vermedi mi? Yoksa size göre millet de mi böyle davranarak kendi ordusuna hakaret etmek istedi?

Gelelim meselenin ikinci boyutuna... Bu bahsettiğiniz 'din bezirganlarının' (aslında sadece dindar Anadolu insanının-halkın) her hangi birisinin çıkıp da; ''gerekirse kendi ordumuzu kurarız'' şeklinde bir açıklama yaptığını duydunuz mu hiç? Ekşi'nin Demirel'den alıntı yaparak 'sav' hazırladığı ifadeye geçelim: ''Bu milletin bir tek ordusu vardır.'' Oysa, Ekşi'nin az evvel ''Silahlı Kuvvetlere hakaret edenler'' listesinin dışında tuttuğu ve ulusalcı hareket ile organik bağı olan ''vatansever-kuvvacı kuvvetler!'' (aslında çeteler) yapmışlardı böyle bir açıklamayı. Türk milletinin en büyük, tek ve şerefli ordusuna yapılabilecek en büyük hakaret bu değil midir? Bu sözle ''ordu birşey yapamıyor, bu orduya da güvenilmez, bizi temsil etmiyor artık, bari kendi alternatif ordumuzu kuralım'' demek istememişler midir bu talihsiz beyanları ile? Daha dün gazetelerde ortaya çıktı da öğrendik; aynı ''vatanseverlerin!'' Genelkurmay başkanı Kıvrıkoğlu'na su-i kast planladıklarını. Bundan bir kaç sene evvel, darbe girişimlerine destek vermedi diye, Silahlı Kuvvetlerin başındaki Orgeneral Hilmi Özkök'ü ''istenmeyen adam'' ilan edenler de aynı ulusalcı çevreler değil miydi?... Sayın Ekşi, o zamanlar, bu kadar açık ve bariz olan ''Silahlı Kuvvetlere saygısızlık'' hareketleri cereyan ederken neler yapıyordu? Dindarlar demokrasi vurgusu yapınca, neden birden ''asıl ve gizli niyetleri'' okundu! ve ''Silahlı Kuvvetlere hakaret ediyorlar'' şeklinde lanse edilmeye başlandı. Ve bu ''niyet okumalar'', neden bir ay önce değil de, Gül'ün adaylığının kesinleşmesinin hemen ertesi günü ortaya çıktılar? Bu faslı, Ekşi'nin gene aynı yazısından bir alıntı ve bir açıklama ile kapatayım: ''Demokrasi misyoneri geçinen bu klanın mensupları, özendikleri demokrasilerde o ülkenin silahlı kuvvetlerine gösterilen saygı ile kendi saygısız tavırlarını mukayese etseler, yaptıklarının ne kadar abes olduğunu -umarız- anlarlar.'' Evet, umarız anlarsınız. Bazı komutanların sonraki yıllarda yaptıkları açıklamalardan biliyoruz. ''Bizi darbeye medya teşvik etti'' şeklindeki açıklamaları kastediyorum. Açın o zamanki gazeteleri okuyun. O zaman; aslında, şimdilerde kimlerin ''demokrasi misyoneri geçindiğini'' anlayacaksınız. Evet, demokratik ülkelerde ''askere saygı gösterildiği doğru''; ancak şunu da ekleyeyim hemen. O ülkelerde normal vatandaş Genelkurmay başkanının adını bile bilmez. Gerek duymaz buna. Çünkü bilir ki; o kişi başkana bağlı olarak görevini yapmaya devam ediyordur. Gidin Fransa'ya, gidin İsviçre'ye sorun. Benim sorduğum yabancılar bilmiyorlardı. Amerika halen savaşta olduğu halde, birçok Amerikalı, komutanın ismini bilmez. Bizde ise Büyükanıt'ın adını bilmeyen var mıdır bilemiyorum? Benim tanıdığım her Türk biliyordu en azından. Olay öyle bir hale geldi ki, Genelkurmay başkanının adını bilmeyenler vatandaşlıktan atılsa garipsenmez bu ülkede. Askeri bu kadar ön plana çıkaranların, onu siyaset sahnesinin içine çekmek sureti ile demokrasinin balans ayarcısı olarak takdim edenlerin; böylece ona en büyük kötülüğü yapanların kimler olduğunu bizler gayet iyi biliyoruz.

Başka alıntıların olacağından yukarıda bahsetmiştim. Bu sefer dikkatlerimizi Emin Çölaşan'ın ''Vay vay vay'' başlıklı yazısına (Hürriyet, 14 Ağustos 2007) çeviriyoruz. Ekşi'nin yazısı ile aynı gün, farklı bir haksızlık vardı Hürriyet gazetesinde dindarlara karşı; esasen tüm Müslümanlara karşı. Yazısında, İBDA-C adlı örgütün dergisinde yayınlanmış; küfür dolu, boş ve anlamsız, hakaret-amiz bazı ifadelere yer veriyordu Çölaşan. Buraya kadar herşey normal de; aynı örgüt benzer yayınları 31 haftadır yaptığı halde (Platform Dergisi, 17 Ağustos 2007), Çölaşanın neden; Gül'ün Cumhurbaşkanlığı adaylığının netleşmesini beklediğini anlamak güç. İBDA-C dergisinin sayfalarında açık bir provakasyon var, tamam anladık da, bu ne idüğü belirsiz örgütün beyanlarını, tüm Müslümanları, dindarları çağrıştıran bir bağlamda (context) ele almanın ne anlamı olabilir? Alıntıların kendisinden ziyade Çölaşan'ın zamanlaması ve olayı sunuş tarzı böyle bir çağrışım yapıyor. Bakın ne diyor Çölaşan: ''Elimde İstanbul'da haftalık yayınlanan bir İslamcı dergi var. Seçim sonrasındaki iki ayrı kapağını burada görüyorsunuz. İlkinde Anıtkabir'e kilit vurulmuş ve altı ok, Atatürk'ün mezarından ceset halinde çıkarılıyor...'' Sonra dergiden yaptığı şu alıntılarla devam ediyor: ''Gün geçmiyor ki Laik Cumhuriyet'in Allahsız ve ahlaksız rejiminin pislikleri görülmesin. Cumhuriyet kazanımları!/'İlke ve inkılapların' oluşturduğu bu manzara karşısında biz intikam yemini ettik. Tek tek ve topyekun, hesabını bu dünyada görmek üzere Allah'tan memuriyet diliyoruz." Şimdi, böyle bir yazıdan sonra bazı Hürriyet okurlarının; AKP'nin seçim zaferinin dindar çevrelerde bu şekilde algılandığını sanmayacaklarını kim garanti edebilir. Oysa olay aslında ne kadar da basit: IBDA-C, dindar çevreler tarafından bile tasvip edilmeyen, kabul edilmeyen, ne idüğü belirsiz bir örgüt. Sayıları belki de bir kaç bin kişiyi bile geçmiyordur. Aynı örgüt bugün en çok dindar çevreleri rahatsız ediyor; hatta yeri geldiğinde tehdit de ediyor. Örgütün hangi amaca hizmet ettiği belli değil. Çölaşan'ın bu gerçeği adı gibi bildiğine eminim. Böyle bir örgütü ''İslamcı'' olarak tarif ederken bunu tam olarak neye dayandırıyor belli değil. Tanımlama muğlak kaldığı sürece de, kapsama alanının istenildiği gibi genişletilebilmesi mümkün. İstenen de bu mu acaba? Hal ortada iken, Çölaşan'ın bu alıntıları sayfasına bile taşımaması lazım gelirdi. Taşısa bile, bunun diğer müslüman çevreleri hiçbir kapsayıcı yönü olmadığını ayrıca zikretmeli idi. Maalesef, ''İslamcı dergi'' tanımı, yazının zamanlaması ve sunuluş tarzı bize farklı niyetler anlatıyor. Yoksa ''suret-i haktanmış gibi görünüyor'' mu demeliydim?

Sonra şöyle devam ediyor söze Çölaşan: ''Bu yayınlar (hem de "Müslümanlık" adına) İstanbul'da Valiliğin, Savcılığın, Emniyet ve öteki ilgili makamların gözleri önünde yapılıyor./Devlet var mı? Var, var!'' Platform dergisinde (17 Ağustos 2007), Çölaşan'ın bu çağrısına güzel bir yanıt yayınlandı. Dergiden öğrendiğimize göre; aslında, ''bu tür yayınları yakından takip eden Güvenlik Şube birimleri söz konusu dergiyle ilgili her sayıda savcılığa suç duyurusunda bulunuyor. Ne var ki bağımsız yargı, yasadışı örgütün küfür ve hakaret dolu yayını hakkında bir türlü toplatma kararı vermiyor.'' Demekki neymiş; güvenlik birimleri ellerinden geleni yapıyormuş. Sorun nerede imiş?; yargının bu taleplere yeterince cevap verememesinde. Oysa bu gerçeği iki şekilde kolaylıkla öğrenebiliridi Çölaşan; ''devlet birşey yapmıyor'' yönlendirmesi yapmak yerine (Acaba hal-i hazırda devleti AK partinin temsil ediyor olmasının bunda bir rölü var mıdır?). Bir; güvenlik birimlerine telefon açıp öğrenebilirdi. İki; yargının başında bulunan eşine akşam yemeği esnasında sorabilirdi... Hatta Emniyet birimleri kendisine; ''yargıya yaptığımız talepler sonuçsuz kalıyor'' dediklerinde, bunun nedenini de öğrenebilirdi Çölaşan eşinden. Eşini ve yargı içerisindeki o diğer ''kanka''larını harekete geçirip bizi Cumhuriyet'e hakaret eden bu dergiden kurtarabilirdi! Hem de 31 hafta önce. 18 Ağustos 2007