25 Temmuz 2016 Pazartesi

FETHULLAH GÜLEN’İ VE CEMAAT’İ NEDEN SEVMİYORLAR?

Bu yazı 25 Temmuz 2016 tarihinde Yeniyön.tv (Baz Haber) de yayınlanan köşe yazısıdır.


Yeniyön’den Emre Uslu bu sorunun cevabını bazı yazılarında irdelemiş, özellikle ‘hased’ eksenli birtakım izahatlarda bulunmuştu. Ben bu yazıda, darbe gündemleri konuştuğumuz bu günlerin ilhamlarıyla hareket edecek ve biraz daha farklı bir çerçeve çizmeye çalışacağım. İleride bu konuya daha farklı pencerelerden de kısmet olursa bakarız.

15 Temmuz darbe girişimi Türkiye’nin önemli dönüm noktalarından biri olacak şüphesiz. Matematikle iştigal edenler bilirler. Bir fonksiyonun ikinci türevi alındığında onun sıfıra eşit olduğu nokta aynı zamanda fonksiyonun grafiğinin de yön değiştirdiği noktadır. Fonksiyon da iki derece düşmüştür artık.

Tüm darbeler de böyledir. Demokrasi gibi üst bir sistemi derece derece düşürürler ve ona yön değiştirtirler. Sosyal anlamda bu toplumsal zihnin, gelecek ümidinin, kendine güvenin, kimlik gelişiminin, birlikte yaşama yeteneğinin ve daha birçok sosyal, psikolojik, zihinsel, politik ve ekonomik dinamiğin felce uğratılması demektir. Toplum yıllarca geriye sürüklenir; ümitsizliğe düşer ve iradesi sarsılır.

Hizmet Hareketi de toplumun diğer birçok kesimi gibi hep darbelerin karşısında oldu. Hareketin kendini iyi ifade edemediği durumlar mutlaka olmuştur; ancak bu, Hareketin bu noktadaki samimiyetini değiştirmez. Ayinesi iştir kişinin, hükümetin iftiralarına bakılmaz! Hareketin şimdiye kadarki tüm gayretleri hep demokrasi yörüngeli olmuş ve devlet imajının sarsılmaması yönündeki hassasiyeti hep ön planda kalmıştır. 28 Şubat post-modern darbesinin en önemli hedefi Hizmet hareketi olmuştur. Bugün birilerinin Erbakan’a kayıtsız şartsız destek vermediği için onu darbe yanlısı gibi lanse etmeye çalışmaları ya bilgisizlik ya da art niyet eseridir. Hareket, Erbakan’ın o süreçte yaptığı bazı hataları, darbe ortamına sebep olacağı için, kendi felsefesi gereği onaylamamış, uyarılar yapmış ve o yanlışların ve birtakım tuzakların içine çekilmeyip; doğru ama zor ve riskli olanı yapmıştır.

Siyasal İslamcı kesimlerin Said Nursi’ye soğuk durmalarının nedeni onun siyaset güdümlü devlet dizaynı anlayışı yerine Cumhuriyet sistemine sıcak bakması ve İslamcı bir devlet gücüyle İslam’ı topluma yayma hedefi yerine, tabandan; yani bireyden başlayan iman inşası anlayışını gaye edinmesidir. Yani Nursi, sistemi eli geçirip, Araplarda olduğu gibi, İslamı tatbik etmek (enforce) yerine, sistem içinde insana odaklanmayı esas almıştır. Buna rağmen, insanların böyle bir dirilişe geçmesinin kendisi için en büyük tehlike olduğunu idrak eden kurnaz rejim koruyucular tarafından en büyük düşman olarak görülmüş ve hayatı kendisine zindan edilmiştir. Çünkü Nursi, sisteme entegre olup devletin alimi olmak yerine iman hizmetinin özgür vadilerinde çile çekmeyi tercih etmiştir.

Dikkat edin! Rejim koruyucusu odaklar göstermelik müdahaleler dışında aslında siyasi İslamcı hareketler, politize dini gruplar ve hamasi-fundamentalist gruplar ile bu denli uğraşmamışlardır. Oysa yüzeysel olarak bile baksanız devleti ‘dar-ul harp’ ilan etmiş, onu ele geçirilmesi gereken bir aygıt olarak algılamış, hatta bugünkü örneklerinde gördüğümüz gibi, yolsuzluk yaptıklarında bile ‘güçlenmek için yapabiliriz!’ fetvaları ile hareket eden bu gruplar rejimin en büyük düşmaları olmaları gerekirken, sistem onlarla hep kontrollü bir ilişki yürütmüştür. Onlardan büyük bir tehlike gel(e)meyeceğini anlamıştır. Zira, hakikat noktasından bakarsanız siyasi ve toplumsal dizayn tecrübesine ve kurmay zekasına sahip bu odaklar, kendileri için asıl tehlikenin nereden gelebileceğini iyi bilmektedirler. O da; bilinçlenmiş, eğitim düzeyi yükselmiş, ahlaki olgunluğu ve iman inşasını, kültürel İslam sembolleri ile yaşamanın üzerine çıkartmış, kaabiliyetli, hesap sorabilen, birleştirici, bağımsız düşünebilen nesillerin varlığıdır. Bunu gerçekleştirebilmenin yolu da çıkar endeksli, yalan yörüngeli, toplumsal maniplasyon heveslisi siyaset mekanızması değildir. O, Said Nursi ve daha önceki müceddidlerin izledikleri insan merkezli iman-akıl mekanizmasının çalıştırılması yoludur. Hakkı güçte değil; hakka sadakatte arayan anlayıştır. Peygamberlerin mirası da budur.

Daha önce bir yazı vesilesiyle arzetmiştim: Peygamberlik mesleğinin özü ve nihai hedefi de; bireyi, vahiy destekli iman nuru ile güçlendirmek (empower) ve eğitmek suretiyle ruh ve iman yörüngeli bir toplum inşa etmektir. Aksi halde her Peygamber tek tek insanlarla kanaviçe örer gibi ilgilenmektense yani çileli tebliğ ve temsil yolunda ilerlemektense, devlet ve hükümet ile işe başlama yolunu tercih ederlerdi. Hz. Muhammed de Peygamberliğinin ilk yılında Mekkelilerin kendisine teklif ettiği makamı ve gücü tercih edebilirdi. Böylece bizler, marangozluk ve çobanlık yapan Peygamberlerin değil de; hep hükümdarlık yapmış olan Peygamberlerin hayatlarını okuyor olurduk. Nursi’ye ve Gülen’e göre dinin ancak yüzde 5’i siyaset ve devlet, geri kalan yüzde 95’i ise iman ve tevhiddir. O da tek tek bireylere odaklanmakla gerçekleşebilecek bir sabır ve çile yoludur.

İşte tıpkı Nursi gibi Fethullah Gülen de aynı felsefeyi merkeze almış ve onun temellerini attığı binanın inşaatına devam etmiştir. Yani tabandan gelişen (grassroots) bir toplumsal inşa anlayışıyla insana odaklanmış, kendisine zamanında siyasi teklifler yapılmış olmasına rağmen, o da Nursi gibi zor ve zahmetli olanı tercih etmiş ve iman-akıl dengesini temsil edebilecek insan yetiştirmeye odaklanmıştır. Said Nursi’nin buraya kadar özetlediğim yönlerini hep aşağılamış ve eleştirmiş olan dini-siyasi kesimler, onun devamı olan Gülen’i de kabullenememişlerdir. Müslüman geliştirmelerinin hatta bazılarının onları tekfir bile etmelerinin nedeni işte bu basit, gereksiz ve pasif gördükleri anlayışın başarılı olmasıdır. Önce eleştirip fakat sonra kısmen taklit etmeye çalışmalarının; ama yine de eleştirmekten vazgeçememelerinin temel nedeni de budur.

Onların hep ‘dar-ul harp’ olarak kabul ettikleri, ‘kendisine karşı gelişilmesi gereken’ bir devlet aygıtı yerine, Gülen’in mevcut sistem ile kavga etmeden, onunla barışık bir şekilde, onunla gelişmeye ama bağımsız faaliyet yürütmeye odaklı anlayışı onlar için hep eleştirilen bir nokta olmuştur. Diğer Nurcu grupların Gülen’i eleştirmesinin nedeni de siyasi aygıta olan bu mesafesi ve bağımsızlığıdır. Hatta, AK Partili siyasi İslamcı kesimlerin bugünlerde Gülen’i ve Hareketini ‘hain’ ilan etmelerinin özünde yatan sebep sadece Hareketin varlığının kurdukları düzene alternatif oluşturması değil, kendilerinin devlet aygıtını artık ele geçirmiş! oldukları ve İslam’ın belki de tayin edecekleri bir Halife eliyle topluma dayatılmaya, tatbik edilmeye (enforce) – ki bu El Kaide ve DAEŞ (IŞİD) gibi Selefi örgütlerin de felsefesidir – hazır olunduğu böyle bir zamanda hala kendilerine ‘biat’ etmeyip bağımsız kalmayı tercih etmesidir. Gülen, Hareketin en çok desteğe ve paraya ihtiyacı olduğu ilk bebeklik yıllarında bile Arabistan’ın teklif ettiği maddi desteği, ‘bu Hareket, bu milletin harcıyla yoğrulmalı’ prensibi doğrultusunda red etmiştir.

Her İslami hareketi aynı torbaya koyup dövmeye alışmış olan Atatürkçü, laik kesimlerin de göremediği bir nüans, bir felsefe farklılığı var bu anlattıklarımda. Gülen ekolünün özü, İslam’ın rahatça ve özgürce  yaşanabileceği, temsil ve tebliğ edilebileceği, insanların kültür Müslümanlığından çıkarılıp iman-akıl-ihsan-ihlas eksenli bir İslamı yaşayabilecekleri bir toplumun inşasıdır ya da (eğer olsaydı) ona katkıda bulunmaktır. Bu da iki şeyle mümkün olabilir. Müslüman nesillerin eğitilip bilinçlendirilmesi ve onların yardımıyla toplumda sistemleşmenin temin ve tesis edilip, birlik ve birlikte yaşama duygusunun, ki bu da eğitimle olur, başarılabilmesidir. Siyasi ve Selefi felsefelerin aksine, Nursi’nin Cumhuriyet fikrini beğenmesi gibi, Hareketin bu herdefi; güçlü ve sağlıklı demokratik bir laik hukuk devletinde de gerçekleştirilebilir. Bunun için illa; siyasi İslam’da olduğu gibi devletin ele geçirilmesi ve onun gücüyle, ‘’Şeriat’’ (ki bugün yanlış yorumlanıyor) desenli, aktif devletçi bir İslami yorumun halka dikte edilmesi gerekmemektedir. Bu örnekler Arabistan ve İran’da zaten görülmektedir ve başarıları ve İslamın özüyle uyumları! da ortadadır. Tevhid yolunun böyle bir siyaset trenine binmesi; onun hedeften sapması ve tarihteki örneklerinde görüldüğü gibi devletle angaje olarak İslam’ın özünün zarar görmesi anlamına gelir.

Bizim ülkemizde temel sorun; Atatürkçü, laik, ulusalcı, Kemalist vb. kesimlerin kısaca hakim ve baskın unsurların bu olgunlukta olamamaları ve yanlış bir milliyetçi-devletçi-seküler-laik rejim anlayışıyla hareket ederek Müslümanları, Alevileri, Kürtleri vb. alt grupları sindirmeye, kontrol etmeye çalışmaları ve bunu yaparken de ötekileme, korku üretme, dışlama, kontrol etme, ezme vb. antidemokratik ve ilkel yöntemleri tercih etmeleridir.

Cemaat gibi gruplara atfedilen ‘gizlilik’ ve ‘şeffaf olmama’ gibi suçlamalar daha çok aşırı önyargılardan ve düşmanlıklardan beslense de kısmen var olan yönleri de aslında sistemin uyguladığı bu baskıcı ve tehditkar özelliklerinden dolayıdır. Yani, böyle hastalıklı bir devlet anlayışında bağımsız kalabilmenin, sahip olduğun felsefeye göre soluk alabilmenin ve var olabilmenin bir neticesi de tam şeffaf olamamaktır. İlk Hristiyanlara yer altında şehirler kurdurup orada gizlice yaşatan zulümlerin bugünkü versiyonu; bu kesimlerin art niyetli olmalarından değil; bir gereksinim olarak bazı eylemlerini yarı şeffaf bir şekilde yürütmek zorunda kalmalarıdır. Tamamen özgür ve hukuksal zemini sağlam toplumlarda birçok dini, etnik ve sosyal grup gayet şeffaf bir şekilde faaliyetlerini yürütmektedir. Amerika’da bunun birçok örneğine şahit olmuşumdur.

İşte temel hareket noktası bu olan Hareket;

Her zaman insanları sokaklardan ve hamasi eylem ve söylemlerden uzak tutmuştur,

Toplumun eğitim ve ahlak seviyesine derece atlatmıştır,

Diyalog çalışmalarıyla hem kendi üyelerine hem de toplumun diğer kesimlerine birlikte yaşama ve farklılıklara saygı duyma anlayışını aşılamaya çalışmıştır. Bunun da ancak sağlam bir demokratik ve hukuk devleti gerektirdiğini savunmuştur.

Yurt dışına açılıp ülke insanının Atatürk’ün de hayali olan ‘çağdaş medeniyetler düzeyine’ ulaşması amacıyla ufkunun gelişmesine ön ayak olmuştur ve toplumu, içine kapanık atıl bir vaziyetten, önüne hedef koymak suretiyle, kurtarmaya çalışmıştır,

Felsefesi ve eğitime verdiği ağırlıkla ve bu dinamiğin oluşturduğu sosyal enerjiyle PKK terörü sorununun çözümüne dönük en etkili çalışmayı yapmıştır. O nedenle de PKK için silahlı Hizbullah örgütü bile tehdit olamamışken ve askeri yatırımlar çözüm sunamamışken; Hareket, PKK için en tehlikeli düşman haline gelmiştir. Çünkü Hareket, PKK’nın suistimal ettiği toplumsal sorunları çözmeye başlamış ve yöre halkının eğitim düzeyini yükseltmiştir. PKK, ancak AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ adı altında yaptığı siyasi hatalar ve Cemaat’in bölgedeki faaliyetlerinin önlenmesi sayesinde tekrar güç kazanabilmiştir.

Bu kendine has yöntemi, felsefesi ve çalışmaları yüzünden de Hareket sürekli olarak, en çok da Müslüman grupların sözlü saldırılarına, tacizlerine ve hışmına uğramıştır. Hatta bazı gruplar Hareketi İslami görmemiş, onu küfür içinde olmakla suçlamış ve komplo teorileri ile yatıp kalkan bazıları da onu yabancı istihbarat örgütlerinin maşası olarak lanse etmeye çalışmışlardır. Bugün bile, hem Ergenekoncu çevrelerin hem de AK partili bazı bürokratların Hareketi ülke içinde CIA-MOSSAD ajanı gibi göstermeye çalışmalarının; ancak yurt dışında ise o ülke insanlarını ‘burada İslam’ı yaymak ve sizi Müslümanlaştırmak istiyorlar’ diyerek korkutmaya çalışmalarının altında bu bakış açıları ve art niyetler yatmaktadır. Türkiye’deki diğer Müslümanları Hareketten uzak tutmanın ve onun başarılarına sempati duymaktan alıkoymanın en etkili yöntemi de budur.

Şimdi herşeyi toplayalım ve günümüze gelelim.

Böyle bir Hareketin 15 Temmuz’da gerçekleşen darbe teşebbüsünün arkasında olduğunu iddia etmek sadece bir art niyet ve bir hedef saptırma gayretidir. Yabancı ülkeler ve dünya medyası da buna inanmamaktadır. Gülen’İn, ‘’uluslararası bir heyet darbeyi araştırsın!’’ çağrısı da bu konudaki kendine güvenin bir göstergesidir. Cemaatin daha darbe girişiminin ilk dakikasından itibaren hedef tahtasına konulması ve darbe yapmakla suçlanması, 17-25 Aralık’dan itibaren Erdoğan eliyle bitirilmeye çalışılan bu sosyal oluşumun linç edilme kampanyasında oynanan son perdedir.

Darbeye teşebbüs etmek; Gülen’in, resmini çizdiğim felsefesine de, İslami anlayışına da, demokrasiyi; diğer Müslümanların tacizlerine rağmen şiar edinmiş bir lider oluşuna da, yurt dışında özellikle Batı’da kazandığı saygınlık ve güvenilirliğe de terstir. Yıllarca AK Parti yönetiminin demokrasi treninden inmemesi için çabalayan da, onu darbe kapılarını kapatacak sivil bir anayasa yapmaya teşvik eden de bu Hareket olmuştur. Bu gayretin önemi ve varlığı sonradan anlaşılacaktır. Çünkü geldiğimiz noktada AK Parti ülkeyi gittikçe otoriterleştirmekte, hukuk ve demokrasi rayından çıkartmakta, gittikçe bir Muhaberat devletine dönüştürmekte ve Batı’dan gittikçe uzaklaştırmaktadır. Toplumdaki mevcut önyargılar ve oluşturulan cinnet hali bunu şimdilik perdelemektedir. Ama bu sis perdesi yakında dağılacak ve gerçekler ortaya çıkacaktır.

Toplum, Hizmet Hareket’ini Erdoğan sonrası oluşacak enkazın üzerinde derin derin düşünürken keşfedecek ve sahiplenecektir. Fethullah Gülen’in, yaşanan bu uzun sürecin daha en başında ‘’affetmeye hazır olun!’’ demesini sağlayan motivasyon işte bu sonu gören basiretidir. Çünkü topluma küsmüş olan bir hareket, toplum kendisine en çok ihtiyaç duyacağı bir anda ona yardım elini uzatmayabilir! Bu da kardeşlerinin ihanetine rağmen onları affeden ve onlara yardım eli uzatan Yusuf mesleğine terstir…

Cemaat ve AKP ekseninde 15 Temmuz darbe konusunu irdelemeye kısmetse devam edeceğiz.