29 Ağustos 2007 Çarşamba

PSİKOSOSYAL TEHDİT


Bu yazıda, Türkiye'deki bir kesimin psikososyal sağlığını ve halet-i ruhiyesini analiz etmeye çalışacağım. Aslında diğer yazılarımda detaylandırmaya çalıştığım analizlerin bir çerçevesini sunacağım. Bizimki aslında amme hizmeti. Geleceğin sosyoloji ve siyaset bilimi doktorlarına, günümüzdeki hastaların tahlil sonuçlarını sunmak amacım. Yazılanlara bu gözle bakmak lazım. Burada 'psikososyal' tabirini özellikle seçtiğimi de hemen belirteyim. Zira, yazıda bahsi geçen kişiler hem ruhsal anlamda bir takım bireysel hastalıklara maruzlar: endişe ve korku travması, depresyon, panik atak, 'rejim-phobia' (benim rejim kaybetme korkusunu temsilen uydurduğum bir ifade), manik depresif atak ve saplantı zorlantı bozukluğu (obsessive compulsive disorder) gibi... hem de sosyal hastalıklara: Malum, siyaset atmosferindeki kirlilik ve temelsiz düşünce salgını, komplo teorileri, ahlaki çöküntü, çıkarcılık, niyet avcılığı vs... Bu faslı biraz açalım ki kastedilen mana daha iyi anlaşılabilsin.

Yazılarımda ele aldığım ve medyanın saygın kalemleri tarafından işaret edilen ''oligarşik'' kesimleri, işte bu bağlamda analiz etmek gerekiyor. Ben onların ''ötekileştirilmesi'' ve cezalandırılması değil, tedavi edilmesi gerektiğini düşünenlerdenim. Mesela; bilim dünyasında manik depresif atak'a maruz kalmış bir kişinin tavır ve davranışları nasıl analiz edilmeye çalışılıyorsa, bu konularda yazılan yazıların da bu amaca yönelik olarak yazılması gerektiğini düşünürüm. Onlara ancak bu şekilde yardımcı olabiliriz. Olmalıyız da, çünkü yukarıda zikrettiğim ''psiko-'' (ruhsal) kategorisindeki hastalıklar gerçekte bulaşıcı olmasa da, benzetmenin karşı ucundaki ''oligarşimizin'' sergilediği rahatsızlıklar maalesef bulaşıcı. Bu hafakanlar ve zihinsel-ruhsal bozukluklar zamanla kendisine toplum içinden taraftar bulabiliyorlar, toplumsal hezeyanlara sebep olabiliyorlar ve en kötüsü de; bu özellikleri farkedilince bir ''toplum mühendisliği'' ve provakasyon aracı olarak kullanılabiliyorlar. Zaten bu hastalıkların tedavisine de bunlardan etkilenmiş halk tabakalarından başlamak gerekiyor. Ben yazılarımda öyle bir süreci takip etmeye çalışıyorum.

Ortada bir kısır döngü var. Psikososyal hastalıkların ruhsal olanları, zamanla sosyal olanlarına neden olabiliyor. Ancak bunun tersi de doğru. Meydana gelen sosyal hastalıklar da bir süre sonra bu ruhsal hastalıkları tetikleyen hatta yenilerini ortaya çıkaran bir hal alabiliyor. Toplumsal araçlar (gazete, televizyon, radyo gibi) bireysel bir ruh bozukluğunu toplumun diğer fertlerine bulaştırıcı bir hüviyet kazanabiliyor. Arada böyle komplike bir ilişki var anlayacağınız. Tıpkı, önce insanların şehirleri dizayn edip sonra da şehirlerin yapısının insanların bazı özelliklerini değiştirmeye başlaması gibi. Sanırım eski İngiliz başkanlarından Churchill'in böyle bir sözü vardı. ''Önce insanlar şehirleri yapar, sonra da şehirler insanları'' tarzında bir sözdü. Aklıma bir söz daha geldi. O sözde de, ''insanın yaptığı paralar kadar paranın yaptığı insanlar da vardır'' diyordu. Bunlar çocukken okuduğum sözler olduğu için tam olarak hatırlayamıyor olabilirim, eksikse bağışlayın. Örneklerle devam edelim:

Isınma turları ile başlayıp örnekleri bizim ''oligarşi''nin hastalıklarına getireceğim. Aşırı hırs ve ben merkezcilik insanlarda yer edinmiş ruhsal rahatsızlıklardandır. Bu özellikleri ön plana çıkmış olan insanlar bu hasletlerin girdabına yakalanıp; yolsuzluk, hırsızlık, haksız kazanç, rüşvet, gaspçılık, tehdit vb. şuçları irtikab edebilirler. Bu kişilerin elde ettikleri güç ve iktidar ise zamanla başka insanlara örnek teşkil edebilir ve onlara cesaret verebilir. Böylece toplumda, bu suçları işleyen ve hatta bu suçları bir hak; başarıya giden yolda bir basamak olarak gören kişilerin sayısında artış gözlenir. Toplum zamanla bu suçlarla anılan bir hal alır. Sistem bunları teşvik etmeye başlar. En okumuş kesimler bu suçların en etkili olanlarını yapar hale gelirler. Bu bir...

Mesela panik atak... Panikatak.com sitesinin tanımlamasına göre panik atak aniden beklenmedik bir anda ortaya çıkar ve yoğun kaygı-bunaltı, korkuya neden olur. Hatta ''bu nöbet kişiye öylesine yoğun bir korku ve rahatsızlık duygusu yaşatır ki; kötü birşey olacağı veya sonunun geldiğini, öleceğini zanneder.'' Sitede belirtildiğine göre bu kişiler vasiyet bile yazdırmaya koyulurlar bu atağa maruz kaldıklarında. Zaten ben izaha başlamadan sizler kafanızda olayı resmetmeye başlamışsınızdır. Şimdiye kadar yazılanları bu zaviyeden tekrar anımsadığınızı görür gibiyim.

Bizim ''oligarşimiz'' benzer rahatsızlıkların belirtilerini çoktan beridir gösteriyorlardı. Daha önce de belirttiğim gibi, 2007 yılı bu belirtilerin ayyuka çıktığı, en çok 'atak' haline geldiği yıl oldu. Refah partisini bitirdiklerini tahmin ettikleri, artık 28 Şubat mühendisliğinin meyvelerini yiyeceklerini düşündükleri, kendi hakimiyetlerini perçinlediklerini zannettikleri bir anda; birden AK Parti ortaya çıktı ve halk onları iktidara taşıdı. İşte ''beklenmedik bir anda'' ortaya çıkan böylesi bir durum önce korku, endişe ve kaygılara neden olmaya başladı. Ben Sezer'in 2000-2002 yılları arasında köşke ''türbanlı eş'' kabul ederken artık ''türban''ı kamusal alanın! dışına atmaya çabalayan tavırlarını işte bu atak ile izah ediyorum. Bu sadece bir örnek tabi. AK partinin başarılı politikalarının devam ettiği bir sırada, 2007 genel seçimleri ve Cumhurbaşkanı seçimi süreçleri de sahneye girince, bu korku ve rahatsızlıklar yoğun bir hal almaya başladı. Artık oligarşimiz ''sonunun geldiği'' ve ''öleceğini zannettiği'' bir halet-i ruhiye içerisine girdi. Laiklik ve Cumhuriyet elden gidecek endişeleri giderek artarken, Cumhurbaşkanlığı ''kale''sinin ellerinden gitmesi ile iktidarlarının son bulacağı korkusuna kapıldı bu çevreler. Zira bu gelişmeye bağlı olarak YÖK ve yargı kalelerinin de elden gitmesi kaçınılmaz bir hal alabilirdi onlara göre. Ordu ve medya kaleleri de ''etkisizleştirilebilirdi'' (Fatih Altaylı'nın bir yazısına atfen bu tabiri kullandım).

Aynı anda manik depresif ataklar da yaşanmaya başlandı bahsi geçen çevreler tarafından. Manik ve depresif atakları birlikte ele alarak değerlendirelim. Depresyonu halkımız çok iyi tanıyor. Onu izaha gerek yok. Depresyonda olan bir toplum haline geldik zaten. ''Depresyondayım'' adlı şarkı bunu beyinlerimize de kazıdı; Yılmaz Morgül'ün o derinden ve uzatmalı ''depresssyondayıııııım'' şeklindeki söyleyişi ile. Manik atakların ise; benim, konumuz açısından önemli gördüğüm en belirgin özelliklerinden bazıları şunlar (Popüler Medikal dergisinden seçilmiştir): 1. Aşırı neşelenme veya aşırı sinirlilik; 2. Dikkatin çabuk dağılması; 3. Muhakeme yeteneğinde bozulma, düşüncelerde aşırı artma; 4. Hastalığı kabul etmeme; 5. Konuşmada aşırı artma; 6. Kendine aşırı güven, kendini büyük ve önemli biri olarak görme: Kişi önemli birisidir, önemli görevler üstlenmiştir, aklında gerçekleştirilmesi güç planlar vardır, hatta bu nedenle kendisine zarar vermeye veya yok etmeye çalışanlar vardır; 7. Kontrolsüz davranışlar ve toplum kurallarını hiçe sayma.

Son maddeyi de ekledikten sonra kendimi şimdiye kadar yazdıklarımı özetliyormuş hissine kapıldım. Bütün o düşünceler zihnimden bir kez daha akıp geçti usulca. İtiraf etmeliyim ki; o yazıları yazarken bir gün bu hastalıklara referans vereceğimi hiç düşünmemiştim. En son yazmayı planladığım Fatih Altaylı yazısını yazmak için klavye başına oturduğumda kendimi buralarda buldum. Konu beni yazmak istediğim şeylerden uzaklara götürdüğü için de, bunu ayrı bir yazı olarak ele almaya karar verdim.

Bizim oligarşinin manik depresif atağı ile devam ediyorduk. Bu hengamede ''obsesif-kompalsif bozukluk''tan (OKB) da bahsedip bu ikisini birlikte ele alalım. Bu bozukluğu sergileyenler; düzenli işleri aksatan, önemli vakit kaybına neden olan ve anormal (normal olmayan) bir takım fiziksel tekrarlara ve/veya zihinsel saplantılara maruz kalırlar. Yine bu kişiler de hastalıklarının tedavisinin olmadığını düşünebilirler; ya da bunu kabul etmeyebilirler. Geçenlerde TIME dergisi (2 Ağustos 2007) bu konudaki bilimsel gelişmeleri ele alıyordu. Orada zikredilen bir kaç OKB örneği şöyleydi: Kendime yada bir aile ferdine zarar verebilirim korkusu ile mutfakta gördüğü bıçağı görüş alanından kaçırmak; yatağının üzerindeki yastıkların düzenini ayarlamak için saatlerce zaman harcamadan evinden ayrılamamak; belli belirsiz bir bulaşıcı illete maruz kalırım endişesi ile evden çıkamamak... Derginin bu rahatsızlık için seçtiği başlıkta çok ilginç: ''When worry hijacks the brain.'' Yani, ''endişe beyni ele geçirdiğinde.'' Buradaki ''hijack'' kelimesinin tekabül ettiği ''ele geçirme'' eylemini, birşeyin (mesela uçak) seyrini değişmeye zorlamak üzere kaçırmak şeklinde anlamak gerekiyor.

İşte yukarıda saydığım belirtiler fazlası ile sergilendi 2007 senesinde. Gül, Cumhurbaşkanı seçildiği halde sergilenmeye de devam edecek gibi. Zira bahsettiğim bu ruhsal ve zihinsel takıntı ve saplantılardan vazgeçilebilmesi çok güç. Bu kişiler genel itibari ile bir rahatsızlıklarının olduğunu bile kabul etmeyebilen tipler. Bizim ''oligarşimiz'' de böyle. Kendisinin, daha önce ''hastalıklı laikçilik anlayışı'' olarak tanımladığım saplantılarının bir rahatsızlık unsuru, belirtisi olduğunu kabul etmiyor. Laiklik ilkesinin aslında, demokratik ve Cumhuriyet ile yönetilen bir sistemin sadece bir unsuru olduğunun bilincinde değil. Laiklik, demokratik bir Cumhuriyetin işlevselliğini daha iyi hayata geçirebilmesi için bir çerçeve sunar, onu tamamlar. Asli unsuru değildir; tamamlayıcısıdır. Demokrasinin ve Cumhuriyet rejiminin ''ideolojisi'' asla değildir. Bir ideoloji aranacaksa bu, kişilik haklarına saygı, eşit muamele, kanun ve adalet üstünlüğü, eşit katılım, özgürlük gibi kavramların bir bütünüdür. Geçenlerde Toktamış Ateş (25 Ağustos 2007) haykırarak yazıyordu adeta; laiklik, bizimkilerin anladığı manada ''din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değildir'' diye. Okuyalım: ''Laiklik, din ve devlet işlerinin birbirinden ayrılması değil; bir ülkede yönetenlerin, 'yönetme yetkisinin kaynağı ile ilgili bir kavramdır.' Eğer bu yetki kaynağı, din dışı bir kaynaksa; o ülke, laik bir ülkedir. Laikliğin tanımı da budur, ölçüsü de budur.'' Milliyetteki en son yazısında (29 Ağustos 2007) Mehmet Ali Birand da bu laiklik anlayışını eleştiriyor ve bu kesimlerin, laikliği bir ''ideoloji'' hatta bir ''din'' olarak algıladıklarını belirterek, bu konudaki rahatsızlığını dile getiriyordu.

Hal böyle olunca, bizim oligarşimiz kendisini, aslında tam olarak ne olduğunu bile bilmediği bir ''laikçilik'' oyununun baş aktörü sanıyor; böyle bir ''ideolojinin'' koruyucusu olduğunu zannediyor. Öyle imiş gibi bir vehme (kuruntuya) kapılıyor. Ardından da, bunu kaybedeceği düşüncesi ile kendisine çok önemli bir misyonun baş koruyucusu, sistemin bekçisi, toplumun en sağlıklı düşüneni, bürokrasinin hakimi gibi roller biçiyor. Kendisine yapılan her eleştiri karşısında ise, elinde tuttuğu kurumların ''ele geçirilmeye'' yada ''iktidarsızlaştırılmaya'' çalışıldığını düşünüyor. Böylece gittikçe daha tahammülsüz, asabi ve saldırgan oluyor. Kendisini daha çok ortaya çıkarıp, eskisinden daha fazla beyanlar vermeye başlıyor. Her bir sözü ile bir yerlere yada birilerine çeki düzen verdiği düşüncesi ile kendisine güven aşılıyor. Öz güveni şiştikçe daha da fazla konuşmaya başlıyor. Bizler her ne kadar, onun her bir sözlü çıkışının bir öncekinden farklı olduğunu, tutarsızlık arzettiğini ve altının boş olduğunu idrak edebilsekte o; yaptığı her şeyin ve sarfettiği her sözün hakikat olduğu zannıyla yaşamaya devam ediyor. Bir yandan çıkıp ''Neo-Con'' çevrelerle felaket senaryoları tartışırken yada ''Bush birşeyler yap'' diyerek Amerika'yı göreve davet ederken, bir yandan da sistemi ele geçirmekle suçladığı çevreleri Amerika'ya hizmet etmekle suçlayabiliyor. Bir yandan MHP aslında iyi çocuktur, eski dargınlıkları bırakalım derken, kendisini bu yakınlaşmadan ötürü suçlayan solcu arkadaşlarını ''dönek solculukla'' suçlarken; MHP, mecliste boy gösterip Gül'ün seçilmesine yeşil ışık yaktığında ise, bu sefer MHP'yi lanetleyebiliyor. Bir yanda demokrasi derken, bir yandan da ''Türkiye'nin şartları başka'' diyebiliyor. Ve daha neler neler... Aynı kesimler bununla da kalmıyor, halkın kime karşı olduğunu bile anlamadığı bir şekilde, çıkıp vatanı kurtarmaya çalışıyor. Bu uğurda cinayetler işleyen, su-i kastler planlayan, banka hesaplarına girip para aşıran, kaçak mazotçuluk yapan, silah üzerine yemin eden çeteler kurabiliyor ve bunu ''vatanseverlik'', ''kuvvacı'' ruh olarak lanse edebiliyor. Toplumda karşılığı olmayan bir ''türban'' sorunu varmış vehmine kapılıp tüm başörtülü kızlarımızı sınırları belirsiz bir ''kamusal alan''ın dışına itebiliyor. Bazı İslam alimleri, ''Cumhuriyet bizim için gerekli bir sistemdir'' dediği halde onları Cumhuriyeti yıkmaya çalışmakla suçlayabiliyor. Karşısında gördüğü insanlar ''Gel beraber olalım'' dediğinde onları ''takiyye'' yapmakla suçlayabiliyor... Tüm bu tutarsızlıkları sergilerkende, odalarındaki laiklik yastığının düzenini kontrol etme saplantısından ötürü, halk sokağına bir türlü çıkamıyor, o sokaklarda artık demokrasi taşlarının döşenmiş olduğunu bir türlü görme fırsatı bulamıyor.

İşte böyle... şimdiye kadar yazdıklarımı bu zaviyeden değerlendirdiğimde ortaya böyle bir tablo çıkıyor. Yukarıda da bahsettiğim gibi, bu kişilere aslında acımalı, şefkat göstermeli ve onlara yardımcı olmaya çalışmalıyız. Cezalandırmak olmaz. Peygamber Efendimiz (a.s.) da öyle yapmıştı... Bu tür analizlerin amacı da zaten suçlamak değil; bir rahatsızlığı tahlil etmektir. Öncelikli olarak, bu 'atak'ların kendisine sirayet ettiği bir kısım masum halkımıza, hastalığın belirtilerini tanıtmalıyız. Onları sağlıklı düşünce ve hoşgürü iklimine çekmeliyiz. ''Oligarşimiz'' ise, kendisini dinleyen kalmadığını görünce; hasta olduğunu, değişmesi gerektiğini mutlaka farkedecektir. 29 Ağustos 2007